20 Nisan 2022 Çarşamba

MUSTAFA NECAATİ'DEN ALINAN İNTİKAM



Türkiye Cumhuriyeti'nin büyük bir siyasetçisiydi Mustafa Necaati (Uğural). Onun yaşadığı evin adı İslamcı yazar Nuri Pakdil kültür merkezi olarak değiştirildi.
Bu is 2010 yetmez ama evet referandumunun  heme ardından Türk Hava Yolları uçaklarında İstikbal Göklerdedir sözlerinin sökülmesi ile başlayan cumhuriyeti silme girişimlerinin de ötesinde, Amerikalıların intikamını almaktır.
Aslında siyasal İslamın her yaptığı batının ve büyük devletlerin intikamı sayılabilir. O üzerine ağıtlar yaktığınız İskilipli Atıf Hoca, İngiliz Muhipler derneği üyesiydi. Said-i Nursi'nin risale denen kitaplarında ya da Süleyman Hilmi Tunahan'ın kasete alınmış vaazlarında, Amerika ya da İngilizlere karşı tek bir söz bile bulamazsınız. 
Geçmişte Rahip Robert Frew (Nutukta adı Rahi Fru diye geçer.) varsa şimdilerde Rahip Bronson var. Bronson'un Donald Trump ile bir videosunu izlemiştim.Sözüm ona yılların rahibi ve Trump'ı kutsayacak ama iki duayı ezberinden okuyamıyor.
Halen ülkemizde bir sürü rahip Bronson ve Molla Sait Efendi var. 
15 Temmuz'da hepsini kaybettiklerini zannetmek enayiliktir.
Mustafa Necaati'nin kısa süren Milli Eğitim bakanlığı, Amerikalıları çok derinden yaralamıştır. Ben de bunu Amerika'nın ilk Ankara büyük elçisi John Grew'in anılarında öğrendim.
Bu dönemde önce Bursa Amerikan kolejinde, sonra o zamanlar Anadolu'da çok fazla olan Amerikan kolejlerinde okuyan bazı Türk çocuklarının, özellikle de kızların Hristiyan yapıldığı, ciddi bir şekilde misyonerlik çalışmaları yapıldığı tespit ediyor. Mustafa Necaati'de bakan olarak soruşturmayı bizzat ele alıyor. John Grew'in mesaisinin büyük bir kısmı, okulların kapanmamasını sağlama çabası alıyor. Grew, laik ülkenin buna karşı olmasını Türklüğü koruma çabası olarak görüyor.
Şimdi de Amerika, bunun intikamını onun evine Nuri Pakdil'in adını vererek alıyor.
Bu günkü (18 Haziran 2020) tarihli Sözcü gazetesinde Yılmaz Özdil'in köşe yazısından öğreniyoruz. Meşhur kozmik odaya sebep olan olayda istihbarat subayları Bülent Arınç'ı değil, şüpheli bir albayı takip ediyormuş ve o albay kimin evindeymiş, bilin bakalım.
Nuri Pakdil ve bu adamı utanmadan Mehmet Akif Ersoy'a komşu olarak Tacettin dergahına gömdüler.
Aziz Nesin'in de belirttiği gibi siyasal dinciler her tarihte işgal güçlerinin ve büyük devletlerin uşağı oldu. Kadızade Vani bey, o dönem Türk ve Müslüman erkeklerin gayrı müslüm kadınlarla evlenmemesi için ferman çıkarmış ve gayrı müslümlerin müslümanlaştırmasına engel olmuştı.
Malum tarikat dünyanın dört bir yanındaki okulları ile övündü.  Bu tarikatın, Müslümanlara zulm eden ve onları sınır dışı eden Myanmar'da ve Müslüman olmanın yasak olduğu (vatandaşlıktan çıkıyorsun) Angola'da bile okulları var. Buralarda hiç Müslümanları korumuş mu? En önemlisi kaç gayrı müslümü Müslüman yapmış.
Mevlana'nın babası Sultan Velet'de ateşli bir Moğol casusudur. Meşai (Farabi, İbni Sina gibi  önemli bilim adamlarının olduğu felsefi akım) filozoflarını ve gök bilimcileri suçladığı için Harzemşahların Moğollara yenileceğini ilan etmiş, Moğol ordusunu öve öve Afganistan Belh'den Konya'ya, arada hacca da giderek, göç etmiştir. Ne Mevlana'nın, ne babasının ne de arkadaşı Şemsi Tebrizi'nin kitaplarında İslam ülkelerini yakıp, yıkan Moğollar aleyhine tek söz bulamazsınız ama Meşai filozofları ve onları koruyan devlet adamlarına hakaret edip, dururlar.
Tıpkı Atatürk'de bu adam diye hakaret eden Sait, Hilmi ve diğerleri gibi.



16 Nisan 2022 Cumartesi

SONSUZLUĞU ANLAYAMAYIZ (DAKTİLO VE MAYMUN TEORİSİ)

 


Din felsefesinde, evrensel delil konusunda, internette viral olan dolmakalem örneklemesine benzer bir varsayımlanmış olay olgusu vardır. Denilir ki, sonsuz sayıda maymunun önüne, sonsuz sayıda daktilo (yeni nesil için buna klavye diyelim) koyarsan, eninde sonunda her hangi bir dilde, her hangi bir mantıklı cümle veya çok zorlarsak paragraf yazar.

Bu önermede iki fiil kökü var ve ben ikisine de itiraz edeceğim. Birincisi sonsuza kadar denemek, ikincisi de anlamlılık.

Sonsuzluk kavramını tam anlamıyoruz. Doğrusu İngilizce dersi alırken, İngilizlerin (ve Amerikalıların) milyardan büyük rakamları telaffuz etmediklerini öğrenince şaşırmıştım. Sebebini de İngiliz sterlininde en büyük banknotunun 50'lik olduğunu, daha büyükleri varsa da dolaşımda olmadığını öğrenince anladım. Milyara, billon diyorlardı ve bin milyar deyip, daha büyük rakam telaffuz etmiyorlardı. Milyardan daha büyük rakamları hesaplama sebebimiz enflasyon ve bu durumda en küçük para on bin yada yüz binlik banknot ya da metal para olabiliyor.

Sonsuz kavramını düşünsek de, ne kadar olduğunu tam olarak kavrayamıyoruz. Bu yüzden sonsuza kadar denemek ne demek, tam olarak algılayamıyoruz. Bunu basit bir örnekle anlatayım. Meşhur arama motoru Google, adını bir (1) rakamın arkasında yüz (100) adet sıfır konması ile elde edilen teorik sayıdan alıyor. Birin yanına değil yüz, google kere google (yani bir çarpı yüzde ulaşmak için gerekli sayı ki, bunun için sadece klavyenin sıfır tuşuna basarak yapsak bile, bunu yazmaya ömrümüz yetmez) sayısı kadar sıfır koysak, bu da sonsuz değildir. Hatta birin değil, dokuzun yanına koysak, hatta bütün bu google kere google sayısı bir ya da sıfırlardan değil de, dokuzlardan oluşsa, o da sonsuz değildir.

Biliyorum, kafanız karıştı. Mühendislerin, astrofizikçilerin ve çeşitli bilim adamlarının uydurduğu ya da icat ettiği, birin yanına iki yüz küsur sıfır konan sayılar varmış, bunu onlarla yapsak bile sonsuz değildir.

Bu sonsuzlukta, yani hiç bir sayı-rakam değeri ile gösteremediğimiz için devrik sekiz rakamı ile gösterdiğimiz sonsuzlukta, her şey, en absürt tesadüfler bile mümkündür. 

Diğer itirazım da anlamlılık üzerine. Eğer beklediğimiz roman, Dostoviyetski'nin ana dili Rusça ve Krli alfabesi mi veya hangi dilde, daha önce yazılmış bir romanın bire bir aynısının tesadüfen oluşması mı, yoksa bütün o yazılanların bir roman ya da anlamlı bir bütünlük olması mı? Aradığımız nedir?

İlginçtir teknoloji ne kadar ilerlerse, bilimsel teoriler o kadar kadar belirsizleşiyor, bilim adamları o kadar çok kesinlikten uzak konuşuyor. Newton'un evreni açıklayacak denilen teorileri bugün sadece kolay hesaplama yöntemi, bilimsel değeri yok.

Alman filozof ve matematikçi (aslında hemen her bilimde illa bir teorisi olan kişi) Leibniz, mevcut dünyanın olası dünyaların en iyisi olduğunu iddia eder. Voltaire, Candide romanını bu iddia ile alay etmek için yazar.

Bence dünya, bize olması gerekenmiş gibi gelir ve öyle olmadığında dünyamız değiştiğinde anlarız. Ülkücülerin, başka milletlerden doğsaydım, Türk milliyetçisi olurdum demesi gibi; Alevilerin de, Alevilik kaderim olmasa tercihim olurdu sözü vardı. Bence her ikisi de palavradır. Doğup, büyüdüğümüz düzen, bize olması gerekenmiş gibi gelir.

Mesela  eskiden okula takım elbise ile gelirdik ve kıyafetimizi beğenmeyen öğretmenler bizi sahiden okula almaz, saçımızda sahiden tren yolu açardı. Hatta seksenlerde bir ara okullarda baskın bakirelik kontrolleri yapılıyordu. Öğretmenliğimin ilk yılları, 28 Şubat dönemindeydi. Okullara ve devlet dairelerine türbanla girmek yasaktı. Öğrenciler dersin son beş-on dakikasında izin alıp, saçlarını yaparlardı.

Daha ilginç olansa o yıllarda türbanlı öğrenci sayısı-oranı daha fazlaydı. Son beş-altı yıldır hızla azalıyor, Her yeni gelen sınıfta daha az türbanlı öğrenci var. Üstelik bayağı sağcı (muhafazakar diyemiyorum artık) bir semtteyim.

İngiliz, daha doğrusu Büyük Britanyalı (İrlanda asıllıdır çünkü), ünlü ve Nobel ödüllü tiyatro oyunu yazarı Bernarnd Shaw, Sezar ile Kleopatra  adlı eserine, Sezar'a Britanicus diye bir uşak verir, amacı yaşadığı İngiliz toplumunu yermektir. Orada Sezar, Britanicus'u şu sözlerle aşağılar:

-Kendi kabilesinin kurallarını evrensel yasa sanan bir barbar.

Aslında Shaw bu sözlerle ilkel insan ile fikir üreten insan arasındaki farkı ortaya koyar. Evrenin kendisine öğretile gibi olduğunu varsayan ilkel insanlar, farklı olabileceğini düşünen modern insan. Modern insan başkalarını ve evreni  önce anlamaya çalışır. İlkel insan ise kendisine öğretilen gibi olmayanları aşağılar.

Aslında  bilim ve felsefe, bir maymunun rast gele daktilo tuşlarına bastığı kağıttaki yazılara anlam verme çabasıdır.

TÜRKEŞ'İN DİŞÇİSİ



 1995 seçimlerine MHP bayağı iddialı girmişti ve %10'luk barajı aşması kesin gibiydi. Merkez sağ denen DYP ve ANAP, kızgın tavadaki yağ gibi erimekteydi. Sağcı seçmen, daha doğrusu Türk halkı, sola oy vermemek için 12 Eylül medyası tarafından eğitimden geçmişti ve bu eğitim halen devam etmekteydi. SHP'li belediyeler  1989 seçim başarısını icraatta başarıya dönüştürememişler, İSKİ skandalı ve Uzan ailesi medyasının saldırıları ile iyice puan kaybetmekteydi. Deniz Baykal'ın hizipçiliği de partiye oy kaybettirmekte,  1999'da da CHP adı ile baraj altına girme yoluna gitmekteydi.

Derken MHP'nin Başbuğ denen başkanı Alparslan Türkeş ve etrafında her kimler varsa,  seçim sürecince yapacakları en büyük yanlışlar silsilesini yaptı. Partiyi ben yönetsem, bu kadar yanlış yönetemezdim herhalde. Türkeş'in dünürü, dişçisi ve doktoru da dahil olmak üzere, Ülkü ocaklarının ve parti teşkilatının istemediği kim varsa aday yapıldı. Teşkilatlar da genel merkeze sırt çevirdi ve MHP baraj altı kaldı.

Sonra Türkeş, ciddi ciddi çökmeye başladı. Bir kaç canlı yayında uyuyakaldı, kendisini suçlayan konuklara hak verdi, iki sene sonra da öldü. 1995 Martından itibaren kamu kuruluşlarında, özellikle İçişleri bakanlığı (özellikle polis teşkilatı) ve Sağlık bakanlığı başta olmak üzere kamu kuruluşlarındaki Ülkücü kadrolar tepeden aşağıya seyreltildi. 1997 Nisanında Türkeş ölünce de, özellikle üniversitelerdeki Ülkücü gruplar, KYK (Kredi ve Yurtlar kurumu), rektörlükler ve polis tarafından korunmaz oldu. Öyle eskisi gibi Ali kıran, baş kesen olamadılar. MHP'nin oyu arttı ise de Ülkücülük azaldı. 

Sonra o meşhur sandalyelerin havada uçuştuğu, partiye kongre yapması için kayyum atandığı (AKP öncesi bildiğim tek kayyum) kongreden sonra önce Türkeş'in Başbuğ unvanına karşılık olarak Baştuğ unvanı verilen oğlu ve ona yakın kim varsa MHP'den atıldı.

Gerçek şu ki, bu şu an Ülkücülerden en nefret edenlerin bile kabul etmediği gerçek,  Ülkücülüğün, Türkeş'in dişçisini  ön sıradan milletvekili adayı yaptırdığında öldüğüdür. 

Diğer bir gerçek de, MHP hiç bir zaman gerçekten bir parti olmadı. Derin devlet, Gladio, Özel Harp Dairesi ve daha ne çeşit adı varsa, o NATO oluşumunun bir parçasıydı. Merkez sağ dağıldıktan sonra MHP'nin dağılmaması da bu yüzdendi. Her şey Gladyo'nun hesapladığı gibi gitmese de, Devlet Bahçeli'de hep sağın varlığını kolladı.

 Seksenli ve doksanlı yılları hatırlayalım, ANAP, DYP, Fenerbahçe ve büyük kulüplerin vesairelerin kongrelerinde kimin kazanacağına Ülkücüler karar verirdi. Ülkü ocaklarında yetişen siyasetçiler, otuzlu yaşlarında DYP, ANAP ve Refah partilerine geçerdi. 

Öyle ise neden merkez sağ partiler yıkılıp, giderken, MHP (AKP İLE BERABER) ayakta kaldı? Çünkü sokakta sağı temsil edenler Ülkücülerdi. Akıncıların da temelinde Ülkücüler vardı. Kaldı ki, Türk halkı için Türkçülüğün yürütülmesi gerekiyordu. 

Sonuçta 2015 Haziranına kadar MHP, sağın yedeği olarak kaldı. Seçim gecesi Bahçeli, sağın tamamen çökmek üzere olduğunu gördü veya ona gösterildi. Ardından da halen süren ve MHP'nin ne kazandığı belli olmayan (devlet kadroları ve ihaleler, tarikatlara pay edilmiş, Ülkücülere zırnığı zor koklatıyorlar) ortaklığı başladı.

Bu dönemden beri, hadi iktidar partisi hiç Türkçü olmadığı gibi, Türk'te olmadı,  son bir kaç yıldır Türk milliyetçiliğinin partisinde bile Türk kelimesi pek kullanılmıyor. Zamanında Sovyetler Birliğine kafa tutan  Ülkücülük, Çin Halk Cumhuriyeti ilişkileri bozmaktan korkuyor. 

Paralelinde iktidara (sözde) muhalif, fonlanmış medyada Türkiyelilik diyor. Türkiye'de azınlıkları aşağılamak ve ezmek için Türklüğü kullanan kapitalizm,  şimdi de bu suçlarından dolayı Türklüğü suçluyor.  Sağınsa tek derdi, son volilerini vurmak.

Özetle, sağ fikir olarak bitti. Ülkücülük bitmedi sanıyorsunuz ama Türkeş dişçisini, doktorunu, dünürünü aday gösterdiği zaman bitmişti.


15 Nisan 2022 Cuma

HAYMANALI TÜRKÜSÜNDEN YAZILACAK ÖYKÜ

 


Burdur yöresinin güzel bir teke zortlatması havası vardır, Haymanalı diye. Sözleri tipik bir oyun havası türküsü olduğundan çok basittir ve Burdurlu bir gencin, başlık parası için Haymana'da çobanlık yapmasını anlatır. 

Aslında hikaye o kadar basit değildir sevgili okurlar. Bunu da anlamak ve anlatmak için her iki yöreyi biraz bilmek gerekir, bir de bu bölgelerin geçmişini.

En başta Burdurlu genç, istediği kızı alabilmek için paraya ihtiyaç duydu çünkü kızın babası başlık diye tutturmuştu. O da kim bilir kimlerin aracılığı ile Haymana'da koyun çobanlığı işini buldu. Muhtemelen pek anlamadığı bir işti. Isparta-Burdur civarının insanı, koyun etini sevmez, kokuyor diye de yemek istemez. Eskiden hiç yemezdi. Yöresel danslarının adı bile teke zortlatması, yani erkek keçilerin ilkbaharda dişi keçilere kur yapmasının taklidi. Keçiler o kadar ki yöre insanları için önemlidir. Haymana'ya geldiğinde koyun bakımını baştan öğrenmiş olmalı.

Haymana'da iki yılda çok şey yaşamış olmalı. Haritalar sizi aldatmasın, Burdur ya da Isparta'da öyle Antalya sıcağı yoktur. Neredeyse Ankara kadar soğuk memlekettirler. Uzun yıllar Isparta'da yaşamış bir Ankaralı olarak diyebileceğim, baharda Burdur daha yağışlıdır; kışın da Ankara'da ayaz dediğimiz kar yağmayan sert soğuklar , Göller yöresinde daha az görülür. Hele de dağda-bayırda çobanlık yaparken, soğuklar bayağı canından bezdirmiş olmalı.

Öte yandan bu çobanlık kolay iş değildir. Mesela koyunun işkembesi fazla gaz yapmışsa, göğsünde doğru noktaya, doğru açıdan şiş sokup, gazını almak gerekir. Kurttan, çakaldan, ani hava değişimlerinden korunması gereken nazik bir hayvandır koyun. Çocuk gibi ilgi ister. Çocuk gibi de bilinci zayıftır. Milletin tarlasına-girer, tarla sahibi ters adamsa kavga çıkarır. Bir de çobanlar ya da sürü sahipleri, otu bol meralar üzerinde büyük kavga çıkarırlar. Burdurlu çobanımız belki de bu kavgalara karıştı, ağır yaralandı.

Kavgaya karışma meselesi bir ihtimal ama kesin ki birileri ona, gel benim ya da akrabamın-tanıdığımın kızını al, yerleş Haymana'ya dedi. Uğraşma bir de bu başlık parası saçmalı ile dediler. Bunu bir değil, bir kaç kişinin demiş olduğuna yemin edebilirim ama ispatlayamam. O ise nazlı yârinden başkasını istemedi. Bu sürede ilk aylarda , Ege-Akdeniz'in r harfini yutan ve sesli harfleri uzatan aksanı ile dalga geçmiş olmalılar. Geliveee, gidi veee, görü veee diye. Haymana ve Bala'nın bir kısmı Kürt'tür, ne kadarı, bilemeyeceğim. Belki de koyunların sahibi, yani ağası Kürt'tü. Değilse de Kürt köylülerle muhatap ola ola bir kaç kelime de olsa Kürtçe öğrendi.

Haymana, 1950'li yıllara kadar Yörüklerin yaylağıydı. 1950 Demokrat Parti döneminde traktörler çoğalınca, her taraf tarla oldu. Zaten Atatürk'ün aşar vergisini kaldırması ile ekili alanlar beş yılda üç kat artmıştı, Demokrat Partinin sağladığı ucuz kredilerle traktör sahibi olan köylüler, her yeri tarla yaptı. Kalan yaylalar da köylünün kendisine zor yetti. Yörükler en son 1956 yazında Haymana'da yayladı. Toros dağlarındaki Yörük şenliklerinde bazı özel çadırlar görürsünüz, 1956 yazında Haymana ovasında yaylalayan Yörükler diye. Yörüklerin Çukurova'daki kışlaklarından kovulmasını, Yaşar Kemal, Binboğalar Efsanesi romanında anlattı. Haymana'nın bir Yaşar Kemal'i olmadığı için, Haymana'da olanlar unutuldu.     Burdurlu gencimiz de bu son yaylayan Yörükleri görmüş olabilir.

İki senenin sonunda Burdurlu çobanımız askere gitti ve bu iki yılda kazandığı parayı, iki yıllık askerliği boyunca hiç harcamadı. Türküde iki yüz paraya iki sene özendim diyerek bunu anlatıyor. Bu sürede sevgilisinin de bir sürü isteyeni oldu ama o direndi. Sonra bu iki sevgili bir araya geldi. Burdurlu gencimiz, uzun süre Haymana'da kala kala bu sefer de dili Haymana ağzına döndü ve Burdur'da bununla alay ettiler, Herkeş demesiyle, ikmaaanı yidin mi (ekmek yani yemek), geli epti, gidi epti gibi kelimeleri ile etrafını güldürdü. Bol bol Haymana anısı anlatıp, adını Haymanalı'ya çıkardı.

Öylesine muhteşem bir hikayeydi ki, önce türkü, sonra oyun havası oldu.


11 Nisan 2022 Pazartesi

KUZEY SORUNU OLARAK RUSYA

 


Yıllar evvel, 1994 yılında Isparta'da üniversitede okuduğum yıllarda Üniversitelerde YÖK (Yüksek Öğretim Kurumu) dersleri denen dersler vardı, halen de var mı, bilmiyorum. Bunlar, dilekçe yazmamız için Türk Dili dersi, yabancı dil öğrenmemiz için haftada dört saatlik, yasak savma şeklinde İngilizce ve İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük dersi. 

Bu İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük dersine de, o zamanlar Süleyman Demirel Üniversitesinin, Fen Edebiyat Fakültesi dekanlığı yapan, öldüğünü google'da adını arayarak öğrendiğim, Profesör Bayram Kodaman giriyordu, daha doğrusu ilk dönem o girdi. O zamanlar Süleyman Demirel Üniversitesinde toplam yirmi profesör yoktu. Bizim sosyoloji bölümünde sadece bir öğretim üyesi vardı, o da, o zamanlar yardımcı doçent olan Metin Özkul'du. Biz son sınıftayken doçent oldu.

Kendisi Kurtuluş savaşını ve Atatürk devrimlerini anlatmak yerine, kendi kendine tuhaf şeyler anlatıyordu. Liberalizm nedir, sosyalizm nedir, iç-dış düşmanlar falan.  Anlattıklarından biri de Doğu Sorunuydu (Şark Meselesi). Ona göre Doğu Sorunu, tamamen Türk düşmanı ve halen devam eden bir sorundu ve Osmanlı yıkılınca bitmemişti.

Sonraki yıllarda Papalığın Doğu Roma İmparatorluğu için, Doğu Kilisesi Sorunu yazdığını hatırlıyorum. Yani aslında Doğu sorunu Osmanlı'dan da eski İngiliz tarihçi Gibbon, Osmanlı, Bizans'ta saltanat sülalesi değişimidir, demiştir. Osmanlı müziğini, devşirmeliği, yeniçeriliği, tımarlı sipahiliği ve pek çok kurumu, doğrudan Doğu Roma'dan almış ve Türk halkı bağlama kullanırken Osmanlı sarayı Rumların buzukisini tercih etmiştir. Osmanlı, Doğu Roma ile hemen hemen aynı sınırlara ve hedeflere sahip olmuştur ve tarihi Roma imparatorluğunun mirasını devralmıştır. Avrupalıların Doğu Roma'ya, Kosntantin'den önceki adı olan Bizans adını taktılar. Ne Doğu Roma, ne de Osmanlı, Bizans adını kullanmadı. 

Her ikisi de genişleyen ve gerilediğini kabul etmeyen bir imparatorluk olarak, Avrupa'nın, özellikle Papalığın doğu sorunu oldular. Şimdi de Rusya, eski sınırlarını ve hatta daha fazlasını isteyen bir imparatorluk olarak, dünyanın kuzey sorunu oldu. Önceden Alman ve Osmanlıya karşı güçlü bir müttefik oldukları için mesele olarak görülmemişlerdi. Her ikisi de ortadan kalktığında ise, bir Kuzey meselesinden çok, Komünizm meselesiydi. Komünizm yıkıldı, yıkımdan sonra tekrar toparlandı ve eski imparatorluğunu geri istedi. Aslında Güney Osetya savaşı ile bunun işaret fişeğini vermişti ama Ukrayna savaşı ile bunu açıkça ilan etmiş oldu.

Bence şu anda Rusya, Osmanlı'dan çok, Doğu Roma'ya benziyor. Osmanlı, bazı tarihçilere göre biri 2. Bayezit döneminde olmak üzere 2 duraklama, bir gerileme ve dağılma dönemi yaşadı. Doğu Roma ise 3 ilerle ve 3 gerileme dönemi yaşadı. Justinyanus'un fetihleri ile 1 ilerleme, İslam'ın ortaya çıkışı ile 1. gerileme;  Abbasi ve Bulgar krallıklarının gerilemesi ile Balkanlarda ve Anadolu'da toprak kazandığı 2. ilerleme; 1071 Malazgirt savaşından sonra 2. gerileme; Haçlı seferlerinden sonra toprak kazanması ile 3. ilerleme ve 1176 Miryakefalon savaşından sonra 3. gerileme dönemini yaşadı.

Rus imparatorluğu ile 1. Dünya savaşında Polonya, Finlandiya ve Kars-Ardahan'ı kaybederek 1. gerileme, 1945'de Doğu Avrupa'yı işgal ederek2. ilerleme dönemlerini yaşadı. Rusya'da, Doğu Roma gibi her zaman bilim ve teknolojide öncü oldu. Osmanlı gibi felsefeyle alay etmiyorlardı, başka toplumları hor görmediler. 20. yy'ın başlarında bile Osmanlı şairleri, kuzum neye yarar felsefiyat diye şiirler yazıyordu. Oysa Doğu Roma, son nefesinde döneminin en özel felsefe, özellikle Platon felsefesi uzmanlarını barındırıyordu. Medici ailesi, daha kuşatma hazırlıkları başlarken onları Floransa'ya getirmenin derdine düştü. Kuşatma başlamadan çoğunu kurtarmıştı. Son bir tanesi, şehir düştükten sonraki üç günlük yağma sürecinde, bir yeniçeri tarafından esir edilerek, köle olarak satıldı. Cenovalılar onu geri alıp, Floransa'ya getirdi. Osmanlı, zaten uzun süre matbaayı yasaklamıştı, ciddi anlamda kullanmaya da ancak Meşrutiye ile başladı. İbrahim Müteferrika'nın matbaası uzun yıllar tek matbaa olarak kaldı. Genelde silah teknolojileri ile ilgilendi. Rusya'da en başından itibaren modern düşünceye açık, demokrasi hariç. Rusya'da kölelik bile 1861'de anca kaldırıldı. Yaklaşık 70 milyon Rus'un, 28 milyonu toprağa bağlı köylüydü.

Roma imparatorluğu, Hadrianus'un kararı ile genişleme politikasından, savunma politikasına döndü. Hadriaunus, Mezopotamya'nın, özellikle güneyinin savunulmaz olduğuna karar verip, terk etti. Doğuda Fırat, Kuzeyde Tuna ve Ren nehirleri, Roma'nın doğal sınırları oldu. Britanya adasının kuzeyini bir uçtan, diğerine duvarla örüp, Keltlere  karşı savunmada kaldı.  Doğu Roma ise, 1176 Miryakefalon savaşından sonra savunma pozisyonuna geçti. Bu sayede 1204 Latin istilası sırasında Selçukluları müttefik edindi ve Latinleri kovup, 1453'e kadar hayatta kaldı. Oysa Osmanlı, 1918'de bile hayaller içindeydi. Enver Paşa, Osmanlı'yı batırdıktan sonra Turan'ı kurmaya Orta Asya'ya gitmişti. Rusya'da bu açıdan Osmanlıya benziyor. Osmanlı hep geri almayı düşünüyor, elindekini korumayı değil.

Osmanlı nasıl Roma'nın mirasçısıysa, Rusya'da Moğol İmparatorluğunun mirasçısıdır. Daha Büyük İvan devrinde ilgisini Sibirya-Asya tarafına çevirdi. Cengiz Hanın batı seferine komutanı Subutay'ı yollaması gibi, Rus çarları da hiç Sibirya'ya gitmedi. Son Çar ve ailesi, Uralların batısındaki Yekaterinburg'da katledildi ki, bu bir Romanov üyesinin gittiği en doğu noktaydı. Moğol imparatorluğu da aslında Mete Hanın kurduğu Büyük Hun Devletinin mirasçısıdır. Hunlar ve ardılı devletler (Cücenler, Göktürkler, Uygurlar vs), lise ders kitaplarında yazan Orta Asya'nın dışına pe(Kuzeyde Sibirya, güneyde İran-Afganistan, Taklamakan çölü, batıda Ural dağları, doğu da Mançurya vs),  çıkmadılar. Uralların doğusuna geçen Orta Asya kavimleri de çoğu kez ana vatanları ile bağlarını kopardı. Kuzey Çin ise genelde sadece arada bir yağmalandı. Kuzey Çin'de kurulan Türk kökenli Tabgaç devleti bile güneyi istilaya pek istekli olmadı.

Bütün bunlar 755'de Çin'de çıkan Ann Luşan isyanından sonra değişti. O zamanki dünya nüfusunun altı da birinin ölmesine ve pek çok siyasi değişime sebep olan isyan 769'a kadar sürdü. Bu tarihten sonra kuzey kabileleri Çin'e ve diğer ülkelere saldırmak için yavaş yavaş cesaretlendi. Uygurlar, Çin'in kuzey doğusu olan Sincan bölgesini işgal edip, yerleşti ve Çinliler gibi yerleşik hayata geçip, tarım yaptı. Çünkü artık artan nüfus, hayvancılıkla beslenemiyordu. En sonunda 1206'da Cengiz Han, tüm sınırları aşıp, tarihin en büyük imparatorluklarından birini kurdu. İmparatorluk, onun ölümünden sonra büyüdü ise de parçalandı.

Ruslarda, Rusya Avrupası'nda kurulan Altın Ordu imparatorluğunun parçalanmasından ve iç savaşlar yaşamasından faydalanarak, 1547'den itibaren kendi imparatorluğunu kurdu.

Benim fikrimce bu imparatorluk da gayet kanlı bir gerileme döneminde. Osmanlının 17. yy'daki haline benzer olarak devasa bir ordusu ve küçülen bir ekonomisi var. Geçenlerde Ukrayna savaşından sonra, zorunlu askerlik yapmak istemeyen bazı Rus gençlerinin Türkiye'ye yerleştiğini okuyunca, yabancı bir yazarın (Ufukların Efendisi Osmanlılar kitabıydı yanılmıyorsam) verdiği, İnebahtı (Lepanto9 yenilgisinden sonra yeni kurulacak donanmaya forsa (kürek mahkumu) olmamak için İran'a kaçan yüz binlerce insanın bilgisi geldi. Bu da bir tekerrür.

Avrupalılar Osmanlı duraklaması için 1571 İnebahtı yenilgisi, Türkler ise 1579 'da Sadrazam Sokullu Mehmet Paşanın öldürülmesi ile başlatır. Gerileme dönemi ise bellidir, 1699 Karlofça Antlaşmasıdır. Bu tarihten sonra kesin yıkılışı olan 1918'e 218 yıl, saltanatın kaldırıldığı 1922'e de 223 yıl vardı. 1913'de küçücük Balkan devletlerine karşı utanç verici bir yenilgi almıştı ama aynı yıl eski başkenti Edirne'yi geri almıştı. 1. Dünya savaşında ölürken  ise, özellikle Çanakkale'de yüz binlerce Müttefik askerini öldürmüş, kendi ölümünden de Türkiye Cumhuriyeti doğmuştur. Doğu Roma ise, son sur içindeki kalede yüz yıla yakın direndi. Monaco Krallığından az daha büyük bölgeyi fethi için Osmanlı 3 sene hazırlık yaptı. Elinde kalan tek dostu, Karadeniz kıyılarındaki kolonilerini koruma çabasında olan ve Haliç zincirinin karşı kıyısındaki ucunu tutan Cenevizlilerdi. Buna rağmen şehir 56 gün, kendisinin yüz katı büyüklüğündeki orduya direndi. Son imparator, elinde kılıçla dövüşürken, bir yeniçerinin kılıcı ile can verdi. Cesedini çizmesindeki desenden teşhis ettiler ve şanına layık şekilde gömdüler. Son Osmanlı padişahı ise sarayından gizlice çıkıp, bir İngiliz ambulansına, oradan da bir İngiliz gemisine binerek, gizlice ülkesini terk edip, sürgünde öldü.

Bu arada her sene 29 Mayısta kutlanan şey, şehrin fethinden çok, kendisinden yüz kat bir orduya 56 gün direniştir.

Rus imparatorluğunun yıkılışına ise daha çok var. Rakam verip, kahincilik oynamayayım. Bu imparatorluk işinde en akıllıcasını İngilizler yaptı. Küçücük ada devletinin artık imparatorluğu yönetemeyeceğini anlatıp, 35 yıl içinde (1945-1980) tahliye edip, dünya jandarmalığı görevini de Amerikalılara devretti.

Son olarak: Profesör Bayram Kodaman, ilk derste Türklerin ne kadar iyi ve vicdanlı olduğunu falan anlatmıştı. Ben de madem bu kadar vicdanlıyız, Maraş-Çorum katliamları nasıl oldu diye sormuştum. O da beni düpedüz terörist ilan etmişti. Bu da konu dışı.




9 Nisan 2022 Cumartesi

CHAPO DİZİSİ VE UYUŞTURUCU MAFYASINA HOLLYYWOOD BAKIŞI

 


,El Chapo dizisini izleyip bitirdim ve ve hem bu dizi, hem de genel anlamda Amerikan dizilerindeki Meksika görüntülerinin değişimini gördüm. Bir kere, olayın Meksika'da geçtiğine dair sarı filtreyi çıkarmışlar. Meksika'ya girdiğinizi görüntüler sararınca anlamıyorsunuz. Diğer bir yenilikte, koca ülkede başkent Meksiko City dışında da büyük şehirler olması, olayların minicik köylerde geçmemesi ve de üçte ikisinden fazlası tropik ve yarı tropik orman, tarla ve bahçelerle dolu ülkeyi nihayet yeşilliklerini de gösterilmesi olmuş.

Asıl büyük fark, bu dizide Netflix'in daha önceki Narcos dizilerinde her yere yetişen DEA ajanlarının ortada pek görünmemesi ve işleri genelde Meksikalıların yapması. Oysa Narcos ve Narcos Meksico'da DEA ajanları aslan gibiydi.  El Patron (Chapo), Cali'nin Beyfendileri, Sıska Adam Felix Galardo ve daha nice dolar milyarderi mafya babasına karşı babalar gibi savaşan DEA; cüce ya da bücür El Chapo Guzman'a karşı bire bir savaşmaktan kaçınmış gibi. Üstelik Guzman daha mafya hiyerarşisinin altlarındayken bile bu böyleymiş sanki. Sırf bu yüzden El Chapo'nun hikayesi, Narcos serisinden ayrılmış.

Bu dizide ise DEA ajanlarının tek yaptığı, Meksika devleti bürokratlarını ve politikacılarını sıkıştırmak, onları tehdit etmek. Guzman'ın tüm siyasi ilişkileri, homoseksüel bir politikacıyla sınırlandırılmış. Bu biraz da dizi senaryosunu dağıtmamak ve dizi kadrosunu daraltmak amaçlı da olabilir.

Diğer yandan dizi, az da olsa uyuşturucunun toplumsal etkisine katılmış. Zira kartel denen çeteler, gençleri zorla örgütüne katmakta. Pek çok genç de futbolcu, sanatçı olmak gibi hayallerini gömüyor.

 Diziyi izlerken, Amerika'nın gerçekten uyuşturucu ile mücadele edip, etmek istemediğini düşündüm. Çünkü bu uyuşturucu ticaretinden Amerika ve Avrupa devletleri daha çok kazanç sağlıyor. Escobar bir zamanlar, Amerikan merkez bankasının banknot matbaasından daha hızlı para kazanıyordu, pek çok uyuşturucu baronu da benzer kazançlar sağlıyor. Öte yandan hem bu uyuşturucu parası için çetelerin kendi aralarında savaş, hem devletlerin uyuşturucuyla savaşı, pek çok ülkede iç savaş görüntüsü veriyor; hem de uyuşturucu parası, iç savaşları besliyor. Dünyada en çok para kazandıran birinci illegal iş uyuşturucu kaçakçılığı, ikincisi ise silah kaçakçılığı. Silahın parası da uyuşturucu kazancından geliyor. Bu yüzden uyuşturucu kaçakçılığının yoğun olduğu ülkelerden Amerika ve diğer gelişmiş ülkelere doğru bir servet akıyor. Kimse birilerin ne zaman öldürüleceği ya da kaçırılacağı belli olmayan ülkelere yatırım yapmak veya oralarda yaşamak istemiyor. Amerika ya da Avrupa ülkelerinde uyuşturucuya başlayan bir üniversiteliye karşılık en az on tane tertemiz beyin göçü alıyor.

O kadar DEA dizisi izledikten sonra kafamda komplo teorisi oluştu Amerika aslında o kadar da uyuşturucu ile mücadele etmediği, edermiş gibi yapıp, ortalığı karıştırıyor. Bu dizileri de kendisini aklamak için yaptırıyor.

8 Nisan 2022 Cuma

AHMET KAYA OLAYI ÖRNEĞİNDE PROGROM VE LİNÇLERİN ÜÇ YALANI



 1)Ani öfke krizi: 

Ahmet Kaya'nın saldırıya uğradığı gecenin, Gülten Kaya'nın ağzından anlatıldığı Ordaydım belgeselini izledim. Orada saldırganların ani öfke krizinin yalan olduğunu anladım. Aslında saldırganlar, çok önceden örgütlenmiş,  ne söyleyeceklerini ve nerede duracakları bile önceden belirlemiş.  Bu örgütlenmeye katılmayan sanatçıların bir kısmı ortadan sıvışmış, bir kısmı da Ahmet ve Gülten Kaya'yı savunmaya çalışmış.

Basın mensupları ise ilginç bir şekilde saldırganları net çekme çabasında. Ayrıca her şey bitip, evlerini dönmek için arabalarına binerken de suratlarına flaşları patlatıp, daha da yaralama çabasından da olayların planlı olduğu anlaşılıyor.

Öte yandan linçe katılanlar, o yıllarda Tansu Çiller-Sedat Peker etrafında dolaşan, bu ikilinin her etkinliğine koşan sanatçılar. Sonraki yıllarda da Reisçi olmuşlar, kazara bile muhalif olmamışlar.  Zaten pek çoğu yırtık dondan çıkarcasına iktidar yanlısı ya da muhafazakar açıklamalar yapıyor.

Sivas katliamı için de benzer şeyler denildi. Oysa yıllar sonra ortaya çıkan bazı fotoğraflarda, pek çok kişinin camiden ellerinden benzin-gaz yağı bidonlarıyla çıktığı görülüyor. Yani masumca namaz kılmaya gittiğiniz camilerde, progrom yapmak için silah ve yanıcı maddeler olabilir.

Ahmet Kaya'nın linç gecesi öncesi Kürtçe klip çekeceğini belli ki daha önce birilerine söylemiş. Oradakilere pek de sürpriz olmamış. Öyle olsaydı tek tük bağıran ya da ortamı terk eden olurdu. İnsanlar kolay kolay kalabalıklarda tek başına saldırıda bulunmaz. Oysa görüntülere baktığınızda koro halinde bağırıyorlar.

Ayrıca bu grup, daha sonra çözüm süreci ve Habur sınır kapısında olanlara ses çıkarmadığı gibi, bu sanatçıları, her hangi bir şehit cenazesi veya her hangi bir milliyetçi etkinlikte görmedik. Hatta bu ekipten bazıları çözüm sürecini desteklemişti.



Maraş katliamının en erken hazırlıkları iki yıl öncesidir denilmekte. Oysa 1972 yılında işlenen Ali Balseven cinayetine dikkat çekmeli. 1973'de öldürülen Alevi-Ülkücü gencin cinayetinin suçunu Atsızcılar, Türk-İslam sentezcilerine, yani Türkeş taraftarlarına atarlar.

Oysa bu önermede iki eksik olan şey vardır. Birincisi Ülkücülerin ya da Türkeşçilerin içinde zannettiğinizden daha fazla Alevi, Kürt ve hatta Ermeni vardı ve halen gerek MHP, gerekse diğer ırkçı-milliyetçi grupların içinde bolca azınlıklardan vardır. Türklerin azınlıkları ya da yönettikleri etnik gruplardan bireyleri devşirme almalarının geleneği çok eskidir. Ben Osmanlı'dan başladı sanıyordum ama Selçuklularda da Yeniçerilik ve Enderun benzeri kurumlar varmış. Gerçi Osmanlı, tımarlı sipahiler, yeniçerilik ve Enderun'u doğrudan Doğu Roma, yani yanlış bildiğimiz adla Bizans'dan almıştır. Hatta Enderun, adı bile pek değişmeden Andarun adı ile Asur devletinde bile vardı. Çok uluslu imparatorluklar, egemen oldukları toplulukları, içlerinden bazılarını kendilerinden yapmadan yönetmeleri çok zordur.

İkinci eksik olan şeyse, Ülkücülerin ya da Atsızcıların Alevi katliamları, Türkiye'de sağ-sol çatışmalarından ve Türkeş'in Atsızla (sözüm ona yolunu ayırdığı) 1968 Adana kongresinden çok önce başlamıştır. 1961'de Aydın şehir merkezinde sekiz Alevi katledilmiştir. Bu tarihten daha önce de saldırılar vardır ve 1961'de henüz Türkiye'de henüz sağ-sol kamplaşması yoktu. Kaldı ki bu tarihten önce de

Peki Ali Balseven'in öldürülmesi, fikir ayrılıkları mıydı? Ülkücülükte de tüm faşizan örgütlerde fikir ayrılıkları öyle ölümcül çatışmalara sadece süper liderleri (burada Başbuğ Alparslan Türkeş oluyor) öldükten sonra olası makam çatışmalarında olasıdır.

Öyleyse Ülkücüler, içlerindeki Alevi bireyi neden öldürdüler? Burada Ali Balseven'in Maraşlı olduğunu öğrendiğimizde cinayetin sebebini anlayabiliriz. Zaten ailesini öldürecekleri arkadaşlarını daha önce öldürmüşlerdir; sonradan kendilerine düşman olmasın diye. Atsız'ın sonradan yazdıkları sadece katliam planlarını saklama çabasıdır.

Kaldı ki Atsız'da, Niğdeli Kadı Ahmet'in Taptukiler üzerine yazdıklarını kullanarak, Türkiye'de sağ-sol kavramları daha hiç bilinmiyorken Alevi düşmanlığını körüklemiştir. (Şimdilerde çocuklarına Yunus Emre adını koyan muhafazakar Sünni aileler üzülmüş müdür, sanmam.) Ülkemizdeki pek çok progrom, böyle uzun süreli bir hazırlığın sonucudur.

2)Pek çok şeyden habersiz masum saldırganlar: O gece madem o saldırganlar çok sinirliydi ve öfke krizindeydi, neden Ahmet Kaya ve Gülten Kaya öldürülmedi ve ciddi bir yara almadı? Çünkü öyle planlanmıştı. Zira asıl linç, sonraki günlerde Ertuğrul Özkök'ün yönetimindeki koro tarafından yapıldı. O kalabalık, nereye ne kadar saldıracağını biliyordu. Hiç biri Ahmet Kaya ve Gülten Kaya'ya ölümcül bir şekilde saldırmadı. Gülten Kaya'nın alnına gelen çatal bile hesaplıydı.

Trakya (1934), Maraş, Çorum, Sivas ve benzeri progromlarda saldırganların çok az, çoğu kez de hiç devlet kurumuna saldırmadığına ya da hasar vermediğine hiç dikkat ettiniz mi? Her saldırgan, gitmesi gereken yeri bilir. Mesela hem Maraş, hem de Çorum'da camide cenaze sahiplerine saldırır ama camiye zarar vermezler.

Ama pek çoğunun savunması, tesadüfen orada oldukları ve sonradan olacaklardan haberi olmadığı yalanıdır. Hatta Sivas olaylarının ertesinde, o zamanlar Hürriyet gazetesi, o zamanlar gazetede köşe yazarlığı yapan Emin Çölaşan'a yazılmış ya da yazıldığı iddia edilen bir mektubu manşetine taşımıştı. Bu masum adam, camiden benzin bidonları ile çıkanları görmemiş mi?



3)Faşizmin yalancı pişmanlığı:

Olaya katılanların ve olayın basın saldırısının koro şefi Ertuğrul Özkök'ün, özellikle çözüm sürecindeki yalancı pişmanlığına. Siyasi düzen değişse, gene Ahmet Kaya'yı linç ederler.

Acı gerçek şu ki, kimse cezasını çekmeden pişman olmaz. Ben katliamlardan dolayı pişman olmayı bırakın, üzgün olan bir Maraşlıya, Çorumluya, Sivaslıya rastlamadım. Bu şehirler de Drasden, Hiroşima ve Nagazaki gibi bombalansaydı, belki de pişman olurlardı.

Gene Atsız demişken. Oğlu Yağmur Atsız neden yetmişinden sonra tüm sola ve Kürtlere sırt çevirdi. (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/10/yagmur-atsizin-muhtesem-bitisi.html) Çünkü gerçekte solcu falan değildi. Sadece babasının suçlarının bedelinden kaçtı. Bir ara kardeşi Buğra'da Cumhuriyet gazetesinin Almanya bürosunda çalışıyordu. Kanada'da bir süre Ateizm peygamberliği yaptı, şimdi yeniden Türkçü-ırkçı tavırlar içinde. Çünkü iki kardeş de ırkçı olarak babalarının bedelini veremezdi. İkisi de yurt dışında olsa, babalarının ideolojisi yalan olacaktı.,

Buğra bey Kanada gibi medeni bir memlekette, Türk ırkçılarının gururunu okşayıp babasının kitaplarından telifini yiyor. Oysa onu Kanada'da rahatsız eden olsa böyle ırkçılık yapmaz. Ya da o ırkçılığı Kanada'da yapsın bakalım.