21 Haziran 2022 Salı
TÜRK EDEBİYATINDA BESLEMELİK KURUMU (SİNEKLİ BAKKAL-KİRAZ DALLARI)
20 Haziran 2022 Pazartesi
SUÇLULUK DUYGUSUYLA İNSANLARI YÖNETMEK 5- BAŞARI VE ZENGİNLİK
İnsanları fakir olduğu için suçlamanın üçüncü yolu, fakirliği başarısızlık gibi göstermektir. Kapitalizm, sınıf atlamada fırsat eşitliği sağladığı iddiasındadır. Kapitalist ideologlara göre bir insan fakirse, beceriksizliğindendir. Herkes bir gün iyi bir fikir ve çaba ile zengin olabilir. Bunun ispatı için de başarılı iş adamlarının hayatı bol bol anlatılır. Bu anlatılar hep fazlası ile eksiktir. Çünkü nasıl ki orta çağda şövalye hikayeleri veya akıncı destanları var ve bunlar genç insanları asker ya da evliya hikayeleri din adamı olmaya teşvik ediyorsa; benzer hikayelerle de insanları ticarete teşvik etmek gereklidir. Her destan, bolca yalan içerir ve pek çok gerçeği gizler. Nasıl ki her yükselen mafya babasının hayatı, öldürülen ve satılmış dostlarla doluysa; yükselen zenginlerin de yaşamı kandırılmış ve batırılmış ortaklar ve yatırımcılarla doludur.
Bir de pek çok zengin o kadar da sıfırdan başlamamıştır. Bill Gates'in babası çiftçiydi ama öğrenciyken altında Porshe otomobil vardı. Çiftçiler, Türkiye gibi geri kalmış ülkelerde fakir kimselerdir. Amerika ya da diğer ileri ülkelerde, cidden zengin ve her açıdan korunan yatırımcılardır. Vehbi Koç ve ailesi , cumhuriyetin ilk yıllarının, mütevazi Ankara şehrinin, kökleri Hacı Bayram Veli'ye dayanan üst düzey eşraflarındandı. Öyle küçük bir bakkal dükkanından fazlasıydı. Ankara'nın o zamanki zengin ailelerindendi.
Sıfırdan başlayanlar da da biraz illegal işler, biraz da şans vardır. Bu kişilerin hayatı anlatılırken genelde buralar pas geçilir çünkü genelde bu hayat hikayelerini yazdıranlar bu kişilerin kendileri ya da yakınlardır. Bu süper ünlüler hakkında iyi konuşmayanlar genelde eski ortakları ve eski çalışanlarıdır. Bazıları, özellikle son yıllarında işte hayatım şovları yapıp, kitap yazıp dursalar da, öldükten sonra foyaları yavaş yavaş dökülür.
Bir ülkede yoksulluk, düzenin ürettiği bir şeydir. Bu düzende bazılarının şans ve kurnazlıkla başarılı olması ya da başarılı görünmesi, yoksulları suçlu yapmaz.
13 Haziran 2022 Pazartesi
SUÇLULUK DUYGUSUYLA İNSANLARI YÖNETMEK-4 KUTUPLAŞMA
Kutuplaşma geri kalmış her toplumun sorunudur. Geri kalmış toplumlarda daha büyük sorundur. Bu toplumlarda bilim, sanat ve felsefe geri kalmıştır. Böyle toplumlar için fikir yoktur, taraf vardır. İnsanlar kutuplaşmalıdır ki, iktidarın baskısı haklı olsun. Bu yüzden hep suçlu bir azınlık yaratılır. Sonra da devlet olarak sözüm ona barıştırılır. Bazen de bu barıştırıcı maskesini indirip, açıkça tarafını belli eder. 12 Eylül ve diğer askeri darbe-darbe girişimlerinin en büyük bahanesi, kardeş kavgasına engel olmaktı. Dünyada hiç bir askeri darbe ya da dikta kardeş kavgasını barıştırmamıştır. Aksine, kardeşleri birbirine kışkırtmıştır. Stalin diktatörlüğü olmasaydı, Ukraynalı-Rus ayrımı bugün için olmayabilirdi. İngilizler, böl-yönet siyasetini, sözde barıştırma çabaları ile yönetmişlerdir.
Kutuplaşmada genelde geleneksel düşmanlıklar kullanılır. Belçikalıların Ruanda'da yaptığı Tutsi-Hutsi ayrımı gibi bazen yeni ayrılıklar da icat edilebilir ama genelse geleneksel düşmanlıklar kullanılır. Çünkü bu geleneksel düşmanlıkları kullandığınız, çoğu kez fark edilmez bile. Yıllarca yan yana ve nefretle büyüyen bu toplumlar, kışkırtıldıklarını bile anlamadan iç savaşa girer ve daha uzun yıllarda çıkmaz. Genelde uzun süren savaşlar, iç savaşlardır. Afrika'daki iç savaşlar onlarca yıl sürdü. Roma tarihi, iç savaşlar tarihidir. Osmanlı'da pek farklı değildir. Anadolu zaten Celali isyanları ülkesidir. Balkanlarda da isyanlar eksik olmamıştır. Hamdullah Suphi Tanrıöver, Delik Kiremit adlı yazısında, Osmanlı'nın, kiliseyi kullanarak, Balkanlarda nasıl böl-yönet sistemini nasıl uyguladığını anlatır. Buradaki delik kiremit metaforu, sürekli tekrar eden çatışmalardır. Bir çatı ustası, aynı delik kiremitti (bazı varyasyonlarda kırık), sürekli yer değiştirerek ya da başkalarının çatılarına takarak ömür boyu rahat geçinmesini anlatır. Çatı ustası, bu delik kiremitti ya da kiremitleri atarak sonunda işsiz kalan oğluna kızar. Bu öyküyü Abdülhamit övücüleri çok sever ve İttihatçıları, iktidara gelir gelmez yaptıkları kilise kanunundan dolayı suçlar. Oysa İttihat ve Terakki Partisi de, çığırından çıkan Balkan yarım adasına birazcık huzur getirme adına bu yasayı getirmeye mecbur kalmıştı. Çünkü İttihatçıların Abdülhamit'i devirdiği günlerde Rumeli'nde sokağa çıkılmaz olmuştu.
Bu çatışma ortamında yapılması gereken, çatışanlara suçluluk duygusu yüklemektir. 12 Eylül rejimi bunu çok iyi başarmıştı. Darbeden hemen önce, ülke sokaklarında kan gövdeyi götürüyor, ülkeyi kerhen desteklenen, ip üstünde bir parti (Süleyman Demirel'in Adalet Partisi) şöyle-böyle yönetiyor, meclis altı aydır cumhurbaşkanı seçemiyordu.
Darbe sabahı istisnasız herkes, çok şükür hayatım kurtuldu, dedi. Sonrasında darbe rejimi profesyonelce bir propagandayla, bu çatışmanın suçunu halka yıktı. Oysa bu kudretli generaller isteseydi darbe olmadan da tüm ülkede sıkıyönetim ilan eder, tutuklayacağı herkesi tutuklayabilirdi. Kenan Evren'in deyimiyle, şartların olgunlaşmasını bekledi.
Kutuplaşmada suçluluk duymamız normaldir ama suçluysak, karşı kutba karşı suçluyuzdur, devlete karşı değil.
12 Haziran 2022 Pazar
GÜZELLİĞE METHİYE
GÜZELLİĞE
METHİYE
Evrenin
güzellik ideası sensin
Senin
açmanı bekler bahar
Bülbüller
senin açman için öter
Arıların
ilk bal kaynağı senin polenlerin
Fotoğraf
makinelerinin ilk odak noktası sensin
Tanrının
varlığını ispat eden mucizesin
Yokluğunda
karanlıktır gönüller
Yokluğun
bozar evrenin ahengini
Seni
gören hakikate erer
Ey sen
Duvardaki
sıva çatlağında açan çiçek
2 Haziran 2022 Perşembe
BERGEN'İN KATLEDİLMESİ OLAYI
Bergen filmini seyrettim. Malum, seyretmeyenleri dövüyorlar. Filmi eleştirmeye gerek duymuyorum. Bence mükemmel bir film. Bergen'in hayatını film yaptığını iddia eden ilk film değil. Bergen'in bizzat kendisi de 1986'da kendi filmini yapmış ama film, şarkıcının gerçek hayatından çok uzak. O dönemde şarkıcıların, özellikle de arabesk şarkıcıların filmleri çok modaydı. 1995 yapımı Aşk Ölümden Soğuktur'da ise sadece yüze asit atma olayı Bergen'le ilgili. Bu filmde, dönemin magazin şöhreti, sosyetik güzel Bennu Gerede'niin filmi olsun diye yapılmış. (Evet, kendileri Kurtuluş Savaşımızın meşhur komutanlarından Orgeneral Hüsrev Gerede'nin torunu olur) Dünyanın en kötü oyunculuğa sahip. Sosyetik güzelimiz zaten odun gibi. Kadir İnanır ve Tuncel Kurtiz başta olmak üzere, diğer oyuncular da çok kötü oynuyor. Hele ki Tuncel Kurtiz'in açık ara en kötü performansını sergilemiş.,
Son film ise son derece özenle hazırlanıp, planlanmış. Gösterime girişi bile, kadın sorunlarının en çok tartışıldığı 8 mart dünya kadınlar günü sebebi ile mart ayında yapıldı. (İddialı ve yüksek bütçeli filmler genelde okulların şubat tatilinde ya da dini bayram tatillerinde vizyona girer) Farah Zeynep Abdullar ve Erdal Beşikçioğlu başta olmak üzere devler ligine yaraşır bir kadrosu var. Filmin en beğendiğim yanı, asıl olaya, yani Bergen ile kocası arasındaki ilişkiye yoğunlaşması, müzik dünyasında dönen dolapları göz ardı etmesi. Eskiden kaset,cd ve benzeri fiziksel formatlar ve gazino hayatı yüzünden müzikte, şimdikine göre çok daha fazla para vardı ve bu yüzden de şimdikinden daha mafyatik bir müzik yaşamı vardı. Bence bunu anlatan en iyi film, 2003 yapımı Neredesin Firuze filmidir ki, o da ayrı bir yazı konusu.
Şarkıcı Belgin Sarılmışer ya da sahne adı ile Bergen'i katledilen onlarca kadın arasında bu kadar ön plana çıkaran ünlü bir şarkıcı olmasından çok, mezarına bir türbe görüntüsü veren devasa kafestir. Bu mezara, Bergen'in annesi ve 2015'de tecavüz edilerek, katledilen Özgecan Aslan'ın'da gömülmesi ile, modern anlamda gerçek bir türbe oldu. Bu kafesin fotoğrafı da, film yapılana kadar ara ara, özellikle 8 mart ya da anneler gününde sosyal medyada çokça dolaşıyordu ve muhtemelen dolaşmaya da decam edecek. Mersin'in Toroslar mezarlığındaki bu kafes, katili ve eski kocası Halil Serbest'in, cinayetin tek tanığı, Bergen'in annesi Sabahat Çakır'ın ifadesine göre, seni mezarında bile rahat bırakmayacağım demesi üzerine annesi tarafından yaptırılmış ve muhtemelen de bu sebepten mezarlık içinde böyle devasa bir yapıya izin verilmesidir. Filmde Halil Serbest bu sözleri söylemiyor. Halil Serbset, Sabahat Çakır'da ölüp, olayın başka tanığı kalmadığından, filmin gösterimine engel olabilirdi.
Halil Serbest'in gücü ve yüzsüzlüğü de başka bir konu. Kendisinin çocuk tacizinden bile sabıkası var, namusum için öldürdüm yalanına sığınıyor. Filmin Adana'nın Ceyhan ilçesinde yayınlanmasına engel olmuş. Ülke çapında gişe rekoru kırmış bir filmi Ceyhanlılar, bir dolmuşla komşu Adana merkeze gidip, izleyemeyecek mi sanki? Maksat güç gösterisi olsun.
Benim için asıl konu, Bergen'in olayını bu neslin pek anlamaması ya da yanlış anlamasıdır. Bergen'in gaddar kocasına tekrar tekrar geri dönüşleri, bu nesil tarafından bir çeşit psikolojik rahatsızlık olarak görülüyor. Oysa Bergen'in durumu daha çok sosyal bir rahatsızlıktı. Çünkü iki binli yılların ortalarına kadar kadınların, erkeklerin tüm gaddarlıklarına ve aldatmalarına rağmen boşanmaması, marifet gibi görülüyor, toplumca övülüyordu. Ben de bu zulme tahammül etmenin övülmesini anlamıyor. Toplumumuzda bu bir hastalık gibi. Askerde üst devreler, çıraklıkta kalfalar, memuriyetin ilk yıllarında kıdemli memurlar; fi tarihinde ne kadar zulüm gördüklerini, nasıl tahammül ettiklerini (biraz da yalan katarak) ballandıra ballandıra anlatırlar.
Zulme katlanmak değil, isyan etmek erdemdir. Sizin zulme katlanmanız, başkalarına zulüm edilmesinin kapısını açar. Toplumun bir kesiminin itaat etmesine dair ahlak kuralları kabul edilemez.
Emil Durkheim haklıdır. Aslında hemen her sorunun, olayın, olgunun sosyolojik tarafı vardır. Bu günün toplumunda ne Türkan Şoray yıllarca evli Rüçhan Atlı'nın ne de Fatma Girik, evli Memduh Ün'e metreslik yıllarca metreslik yapar, ne de Zerrin Özer yıllarca uğradığı tecavüzü içinde saklardı.
Son olarak, filmde Bergen'in isteyip alamadığı Bergen marka çellodan bahsediyor. İnterneti aramama rağmen bu marka müzik aleti bulamadı. Başka bir haber de, Bergen'in, Norveç'in Bergen şehri ile ilgili yazıyı okuduktan sonra bu adı aldığı yazıyordu. Her iki durumda da Belgin Sarılmışer'in sahne adı, Norveç'in Bergen şehrinden alıyor. Bildiğim kadarı ile kendisi Bergen şehrine hiç gitmemiş. Acaba Bergenlilerin bundan haberi var mıdır?
28 Mayıs 2022 Cumartesi
ULUBORLU'NUN ABDAL BESLEMESİ GİBİ
Isparta'da duyduğum bir darbımesel (atasözü-deyim) vardır, Uluborlu'nun Abdal beslemesi gibi diye. Ben bu sözü ve hikayesini iki kişiden duydum.
Önce Uluborlu'yu anlatayım. Isparta'nın bu küçük ilçesi, kirazıyla ünlüdür ve bu kiraz doğrudan ihracata gider, bu yüzden de zengin bir ilçedir. Beş bin civarı nüfusu olmakla beraber, en azından ilk kurulduğunda komşusu Keçiborlu'dan büyük olmalıdır. Zira eski Türkçede keçi (Ya da keçin- küçün) küçük, ulu da büyük demektir ve her iki ilçede de, bu gün kapamış da olsa bir zamanlar bor madeni vardı. Küçüklüğüne bakmayın, ilk kurulduğunda Hamitoğlu beyliğinin başkentiymiş. Hamitoğlu beyliği sonra Eğirdir'i ve en son da o zamanlar adı Baris (s ile, ş değil) olan Isparta'yı başkent yapmış.
İşte bu küçük ilçe, iki dağın arasında bulunur ve hikayeye göre Abdal'ın biri (Abdal'lar Toroslarda göçebe olarak yaşar, kazan, maşa falan yapıp, satıp, düğünlerde müzisyenlik de yaparak geçinirler.), ben bu dağı kaldırıp, başka bir yere taşıyacağım demiş. Yalnız beni bir sene boyunca besleyeceksiniz ki, güçleneyim demiş ve Uluborlular da kabul etmiş. Bir sene boyunca bu Abdal, Uluborluların kesesinde yiyip, içip, beslenmiş. Yılın sonunda da Uluborlular, Abdal'dan, dağı kaldırmalarını istemiş. Abdal'da, siz dağı kaldırın, ben de sırtıma alayım, yoksa olmaz, demiş.,
Bu absürt hikaye burada bitiyor ve Uluborluların, Abdal'a ne yaptığını anlatmıyor. Bu öykü size çok mu zırva geldi, son on dokuz (kasımda on dokuz olacak) yıldır iktidar olan partinin tüm eski ortaklarının- paydaşlarını anlattıklarına bakınız. Hepsine de süper masum. Sülün Osman'dan Galata Kulesini satın alan köylüler kadar masumlar.
Köylü demişken; Isparta'nın merkeze en uzak ( dağlık arazisi yüzünden gidilmesi en zor anlamında en uzak) ilçesi Sütçüler'de, eti, sütü, peyniri ve özellikle de balı ile meşhurdu. Isparta'da özellikle aranır ve yüksek fiyata satılırdı. Bir kaç taş ve mermer ocağı, tüm tarımı mahvetti. Uluborlu kirazını yok etmek de, bir taş ocağına bakar.
Gelelim asıl konumuza.
İktidarın tüm eski ortakları, hiç kendisinde suç bulmuyor, hepsi de Abdal besleyen Uluborlular gibi masum. Sadece iktidar partisinde değil, herkeste bir kandırılmışlık hissi. Bir tanesi de demiyor ki, biz mis gibi devlet imkanlarından, kendi payımıza nemalandık, sonra bize verilen para bitti, ayrıldık, gitti.
Mesela Fetöcüler demiyor ki, beş para etmez adamları subay, astsubay yaptık, doğu görevlerini de kolay yerlerde yaptırdık, ne terörist kovaladılar, ne sırını karakolu gördüler, çabucak albay, general oldular, Atatürkçü subayları da harcadık; sadece ordu değil, tüm kamu kuruluşlarını, tarikatımıza üye beş para adamlarla doldurduk, bu arada kendi zenginlerimizin zenginliğine zenginlik kattık demiyorlar.
Yetmez amacılar, Hürriyet Gösteri, Doğan Edebiyat, Sincan İstasyonu gibi tirajı üç bini zor bulan dergilerde, Kemalist materyalizmi yayıyor diye bilim tarihine çıktık, bu uyduruk dergilerdeki yazılar için bir yerlerde kitap, mevki falan aldık demiyorlar. Ta doksanlarda Radikal, Yeni Yüz Yıl gibi yayın organları bizi beslemek için kuruldu, biz o cılız tirajlara rağmen iyi para (maaş+zarf) aldık, sonra yetersiz delillere rağmen kumpas mağduru subaylara saldırdık, hepsinin de ödülünü bir şekilde aldık ve şimdi de bir köşeye atıldık, demiyor da, böyle olacağını bilmiyorduk diyor. Ben yabancı dil bilmeyen, taşra üniversitesinden sadece lisans diploması olan biri olarak bunu fark ettim de, siz o kadar doktora, mastılar, dünyayı gezmeler ve tüm o eğitimler sonucunda anlamadınız mı? Siz de mi u iktidarı beslediz, Abdal besleyen Uluborlular gibi?
Son olarak, iktidar partisinden ayrılıp, kendi partilerini kuranlar da doğru dürüst öz eleştiri yapmıyor, hepsi Abdal besleyen Uluborlu. İktidar partisi desen, gelen kandırıyor, giden kandırıyor.
Atalar ne demiş: Suç samurdan kürk olmuş, sırtına alan olmamış.
Yıkılan Sovyetler Birliğinin son yıllarında halk arasında bir Ermenistan Radyosu esprisi varmış. Biz Türklerdeki hain Ermeni durumu değil bu. Telefonla Ermenistan radyosunu arıyor, devletle ilgili bir sorununuzu söylüyorsunuz, gelen cevapla, devlet sisteminin çürümüşlüğünü görüyorsunuz. Örnek verirsek:
Vatandaş: Neden önümüzdeki beş yıllık kalkınma planında, her vatandaşa bir uçak vaat ediliyor?
Ermenistan Radyosu: Diyelim ki Taşkent'te ucuz patates car, Kiev'den Taşkent'e kolayca gideceksiniz.
İşte iktidar-eski iktidar ortakları, sorulan sorulara aynı bu eski Ermenistan radyosu gibi cevap veriyor.
(Dipnot, Erivan'ın uzun dalga radyosu, Kürtçe müziğin Türkiye ve Suriye'de yasak olduğu zamanlarda, Orta Doğu ülkelerinde çok dinlenirdi. Bu radyo arada bir Türkçe yayın da yapardı. 1990 öncesinde bayağı bir meşhurdu Erivan radyosu)in
Nihayet biri çıktı ve Koca Mehmet Ragıp Paşa'nın dediği gibi merdi Kıpti olup, şecaatini arz etti. Bir mafya babası, az da olsa kendi suçlarını da söyleyerek bazı şeyleri itiraf etti.
Öğrendik ki, kendisinin ifşalarının bir nedeni daha varmış. İktidar sadece devletin ve halkın değil, zenginlerin de malına çökmeye başlamış. İktidar partisi, servet merakından örümcekler gibi yamyamlaşmışlar. Teorik olarak bir odaya çok ama çok sayıda (milyon, milyar) örümcek koyarsanız, sonuçta bir tane en büyük örümcek sağ kalır. İktidar da bu duruma gelmiş.
Bunlardan biri de, büyük bir otelin eski sahibi ve o kişi ölmüş, Yarı Amerikalı olan kızı da bunun için bir yıldır Türkiye'deymiş. Devlet rüşvetevine dönen otel de, öyle masum bir otel değil. Birinci dereceden sit alanının ortasına yapılmış, güzelim orman katledilmiş. Bu otelin yapımı, balya balya rüşvet vermeden olmaz. Üzerine civardaki köylüler ve çevre aktivistleri de mafya ile korkutulmuş olmalı. Lakin hanımefendi de, Abdal besleyen Uluborlulu olmuş.
(Bence böyle şüpheli ve kaçak yapılar yıkılıp, molozları olduğu yerde kalmalı. (Mülsilajın sebebi olabilirmiş diye okudum) Böylece eski devrin kanunsuzlukları yeni nesle hatırlatılmalı, evlerindeki mermi izlerini silmeyen Boşnaklar gibi.
Fakat bu kadar saflıkla övünmeleri de iyi bir şey değil. Bu kadar safsanız, neden siyasetle ilgilenip, toplumu yönlendirmeye kalkmasınlar.
Askerdeyken Oltulu bir arkadaşım, beni zor durumdan kurtarıp, Oltuluların çok saf olduğundan şikayet etti. Sonra bir fıkra anlattı. Erzurum'un ilçelerinin lakapları varmış. İspirliler sahtekar oldukları için şeytan, Tortumlular kurnaz oldukları için tilki, Oltulular da çok saf oldukları için eşekler diye anılırmış. Bir gün, bir evliyya ya da hocaya sormuşlar:
-Şeytan olan İspirliler cennete gidebilir mi?
-Giderler, onların şeytanlığı laftadır.
-İspirlilerin şeytanlığı?
-O da laftadır.
-O zaman Oltulular kesin cennete gider.
-De get lan, orası hayvanat bahçesi mi? (Oltulular ve Uluborlular çok kızmasın da.)
25 Mayıs 2022 Çarşamba
YAĞMURLU HAVALARDA LAZIM OLUYOR.
YAĞMURLU HAVALARDA LAZIM OLUYOR.
Veli Karca, dünyada insanların hayatta
sadece bir kere tanıyabileceği insanlardandır. Emekli öğretmendir ve köy
enstitüsü mezunudur. Gönen Köy Enstitüsünün ilk mezunlarındandır. Köy enstitüleri
zannedildiğinden daha az mezun vermiştir.
Ben önce bu köy enstitülerini biraz
anlatmak istiyorum. Şehir çocukları köyde öğretmen olmak istemeyince, köy
şartlarına dayanamayınca kurulmuşlardır. Sadece müfredatı anlatan öğretmen
değillerdir. Eğitimli birer çiftçi, besici, arıcı, marangoz, demirci ve
inşaatçıdırlar. Bu mesleklerden bir yada bir kaçı, öğretmenliklerine ektir.
Gittikleri köye yeni tarım yöntemlerini ve teknolojilerini getirmişlerdir.
Ayrıca bu öğretmenler, bulundukları
köyün kültürünü ve tarihini belgelendirmişlerdir. Bununla görevlendirmişlerdir.
Köy Enstitülü yazarlar, bir yazı okuludur. Edebiyatımızda köy enstitülü
yazarlar, kendilerine özgü yazı tarzları ve konularıyla bambaşka bir edebiyat
dünyasıdırlar.
İddialı olarak eğitime başlaya İmam
Hatip liselerinin böyle bir özelliği olmamıştır. Bu okullar bir dini bilgide
apayrı bir ekol olmamıştır. Pek fazla din adamı da yetiştirmemişlerdir.
Liselerin ders kitaplarında, Cumhuriyet dönemi yazarlarını incelerken, çoğunun
Galatasaray başta olmak üzere İstanbul'un namlı liselerinin adını görürsünüz.
Özellikle Galatasaray lisesi mezunu yazarlar, çağının Fransız edebiyatının,
Türkiye temsilcileridir. Kendi başlarına bir edebi okul değildirler.
Veli Karaca'da böyle bir kitap
yazmıştı. Hatta düzeltmelerini beraber yaptık. Bu kitap internette yayımdaydı
ama kalkmış. Aslında kendi cebinden ödese, o kitabı çok güzel yayımlardı.
Isparta'nın matbaalar caddesindeki matbaacılar bile kitabı basabilirlerdi.
Neyse, ayrıntıları bizzat onu ilgilendiren bir hikayede anlatırım. Konumuz o
değil, kayınpederi.
Kayınpederi Hüseyin efendi,
Yenişarbademli ilçesinin biricik köyü, eski adı muma olan, Gölkonak'ın eski,
Cumhuriyetin ilk yıllarındaki imamı ve sübyan mektebi hocasıdır. Şahsına özel özellikleri vardır ki, ayrı ayrı
hikaye çıkar. Sıkı mantıkçıymış ve Aristo'nun doksan altı ayrı kıyasını ezbere
bilirmiş. Camiden evine sadece yere bakarak gidermiş. Bir keresinde, bir çocuğu
ona getirmişler. Çok şeker yiyor, dişleri çürüyecek, öğüt ver diye. O da,
çocuğun götürülüp, kırk gün sonra getirilmesini istemiş. Kırk gün sonra
geldiğinde çocuğa,
-Şeker çok yeme, dişlerin çürür
evladım, yazık dişlerine demiş. Bu sefer çocuğun babası hocaya sormuş.
-Ya hoca, sen bu iki kelime laf için
niye kırk gün sonrasına dedin.
-Ben de çok şeker yiyordum. Şekerin
Zaralı olduğunu bilmiyordum. Kendi yaptığıma yapma demek içimden gelmedi.
İşte bu Hüseyin Hoca bir gün, iş gereği
kış ortasında Beyşehir'e gitmek zorunda kalmış. Yenişarbademli ile Beyşehir,
haritadan yakın görünürse de, kara yolu
ile yaklaşık altmış kilometredir. Doksanlı yılların asfaltlı yollarında
bu çok kolay değilken, yirmili yıllarda imkansızdır. Örneğim, Beyşehir'e,
Yenişarbademli'ye oranla iki kilometre daha yakın Kurucuova diye bir kasaba
vardır. Orada kesimi yapılan ağaçlar, kışın, gölü ters istikametten,
Şarkikaraağaç'ın biraz güneyinden dolaşarak, Beyşehir'e gider. Bu, almış
yerine, üç yüz kilometre yol demektir. Çok yüksek dağ olmamakla beraber
buzlanan yol, aşırı virajlar ve göle uçma tehlikesi, bu yolu tehlikeli yapar.
Sonuçta o da, gölden kayıkla gitmeye karar vermiş. Basit kayık, motoru yok.
Galiba yelkeni yok, sadece kürekli.
Kış ortası ve akşam, bir de yağmur yağmış. Yağmur gölde çok kötü
fırtınaya dönmüş. Hoca ve arkadaşlarının olduğu kayığı sürüklemiş ve onları
kuzeye bir yerlere atmış. Bunlarda nasıl olmuşsa, gecenin bayağı geç bir
vaktinde ilçeye varmayı başarmış. İlçede o zamanlar han var. Otel yok. Daha
doğrusu o zamanlar han diyorlar. Han kapalı. Kapıyı yumrukluyorlar, açan yok. Bağırıyorlar,
açan yok. Yağmur da bir yandan. O sırada
oradan bir sarhoş geçiyor. Olayı öğreniyor. Eline bir taş alıp, kapı
demirlerine vuruyor, bir yandan da bağırıyor.
-Hancı, açsana lan kapıları. Lan söküp,
diktiklerim, lan sökmeden diktiklerim. (Bunlar o yöre ağzında çok ağır
küfürler. Erkekler ne anaya geldiğini anlarlar.) Ben sana yarın sormaz mıyım?
Sana Dünyayı dar etmez miyim?
En sonunda han kapısını açıp, bu
gariplere oda veriyorlar. O geceyi Şarkikaraağaç'ta geçirip, ertesi gün kara
yoluyla Beyşehir'e gidiyorlar. Birkaç hafta sonra Cuma vaazı geliyor. Konu
alkolün Zaralarına geliyor. Bir de günah tabi. Dayanamıyor, şöyle bir laf
ediyor.
-Günah olmasına günah, zararlı olmasına
zararlı ama yağmurlu havada lazım oluyor.