17 Temmuz 2022 Pazar

MUHLİS AKARSU , ADI AZ BİLİNEN DEĞER

 


Bazı kültürel değerleri çok kişi bilir, sebebi popülerliğidir. Aşık Veysel ya da Mahsuni Şerif gibi. Müzikte popülerlik, eğer büyük bir müzik şirketi elinizden tutmazsa, şans işidir. Mesela Mahsuni Şerif'i hemen herkes biliyorsa, Domdom Kurşunu şarkısını İbrahim Tatlıses okuduğu içindir. Eşkıya filmi Kazancı Bedih'i, Yılanı Öldürseler filmi, Arif Sağ'ı popüler etmiştir.

Bir de bazı ozanlar vardır ki, pek çok sıradan kişi adını duymamıştır. Bunlar daha ziyade bestecidir ve bir bestenin ona ait olduğunu öğrenenler, aaa, öyle miymiş diye çok şaşırırlar. Sivas'ta ölen ozanlar genelde böylesi insanlardır. Pek çok kişi onların adını, Madımak otelinde ölenlerin listesinden hatırlar:

-Muhlis Akarsu, Sivas'ta karısıyla ölmüştü.

Burada popüler olduğu için Mahsuni Şerif ya da Arif Sağ gibi isimleri kötülemek ya da tam tersi Muhlis Akarsu gibilerin, kötülemek gibi bir amacım yok. Amacım, popüler işler yapmasa da, Türk Halk müziği ile ilgili hemen herkesin bildiği Muhlis Akarsu'yu başka insanların da merak etmesini sağlamak. 

Kendisi başarılı birisidir: TRT repertuarlarında 50'nin üstünde eseri bulunan M: Akarsu'nun 100'den fazla kırk beşlik plak, 4 uzunçalar, 20 kaset ve yüzlerce deyişi vardır.

Kimi kaynaklara göre bu sayı çok çok daha fazladır. Sadece yurt içinde değil yurt dışında da pek çok kişiyi etkileyen ozanın "Ya Dost Ya Dost” albümündeki “Allah Allah Desem Gelsem” adlı parçasının Portekiz asıllı Kanadalı şarkıcı Nelly Furtado'nun "Loose " adlı albümünde kullandığı “Wait For You” adlı parçada kullanıldığı belirlendi. Bu albüm sekiz milyon adet satmıştı.

 

Süleyman Zaman şairin hayatı ve şiirleri üzerinde bir çalışma yapmıştır. “ Muhlis Akarsu; Hayatı, Sanatı Şiirleri; Can Yayınları 2006 Yılı”

 1980’li yılların başında, Arif Sağ, Musa Eroğlu ve Yavuz Top ile birlikte »Muhabbet« grubu adlı bir aşık topluluğuna dahil olarak Anadolu’nun çeşitli kentlerinde konserler verip gecelere katılarak aşıklık geleneğimizin canlı tutulmasında önemli katkılara oluşturmuştur.

 

Muhabbet grubunun oluşması fikrinin Muhlis Akarsu'dan çıktığı söylenmektedir. İstanbul’un Sanayi Mahallesinde bir dönem Muhtarlık yapmış, lokantacılık, müzik yapımcılığı, kâğıt imalatçılığı, plak kaset yapımcılığı, restorancılık, kafeteryacılık yönetmenlik gibi birçok meslek dalında çalışmayı denemiştir.

 

1980'li yıllarda hem âşıklık mesleğini mesleği pekiştirmiş hem de ozanlardan etkilenme dönemi bitirerek ve kendi tarzını yaratmaya başlamıştır. Alevi ozanların kullandığı kısa kollu bağlamayı kullanarak her yıl yapılan Hacı Bektaş, Abdal Musa ve Pir Sultan Abdal etkinliklerine katılmıştır. 12 Eylül 1980 ihtilalından sonra üç yıl cezaevinde yatmak zorunda kalmıştır.

 

Akarsu, 80'lerin başından itibaren deyişlerindeki anlatımı güçlü, bağlamasına hâkim ve sesini deyiş tavrında kullanabilen bir sanatçı görünümündedir. Bu yıllar adeta parladığı yıllardır Akarsu'nun... "Muhabbet" serisinin her yapıtında yer alır. Akarsu, yurt dışında da çeşitli programlarda bulunmuş ve birçok ödül almıştır. Eserleri çeşitli türlerde şarkı söyleyen sanatçılar tarafından okunmuştur. Özellikle Sebahat Akkiraz ve Belkıs Akkale gibi ses sanatçıları M. Akarsu’nun eserlerini seslendirerek meşhur olmuş ses sanatçılarının başında gelmektedir. 

Kendisi öldüğü zaman, Aleviler ve Türk Halk müziği sevenler arasında yeterince ünlüydü ve ünlü ettiği sanatçılar tarafından da saygı duyulan biriyidi.

Hani derler ya, Çanakkale savaşları, yedeksubay savaşlarıdır, biz Çanakkale'de bir üniversite gömdük. 2 Temmuz 1993'de, Sivas'ta, Madımak otelinde, bir konservatuar yandı.

15 Temmuz 2022 Cuma

1934 TRAKYA PROGROMU

 


1934'de Trakya'da olanlar hakkında bilinenler azdır. Bu konudaki tek derli toplu eser olan Rıfat N. Bali'nin kitabını da yeni okudum. Bu olaylar, en az bilinen ve hatırlanan progromdur. Türkiye'de resmi ideoloji, progromları unutturmaya çalıştıkça azınlıklar hatırlatmakta, azınlıklar bunu hiç unutmamaktadır. İlginç olan Yahudilerin de bu olayları, en azından kamuoyuna hatırlatmak istemiyorlar. Kitabı okuduktan sonra, bu unutturma ile ilgili iki tezim var.

1)Yahudilerin, İsrail'in yıkılması ya da İsrail'den de kovulma ihtimallerine karşı Türkiye'yi sığınacak yer gibi görmeleri. Beyoğlu'ndaki Türk Yahudileri müzesinde, 1934 Trakya ya da Varlık vergisi ile ilgili bir köşe yok.

2)Yahudilerin, tefecilik yoluyla bölgede arazilere çökmesi. Ödenmeyen borçlar yüzünden elde ettikleri arazileri ve sürüleri de gene eski sahiplerine işletiyorlar. Yani pratikte para kazandıran bir iş değil. Çanakkale ve Gelibolu yarımadasında da bu iş özellikle yapılıyor. Kitapta böyle yazmıyor ama ben özellikle böyle yapıldığı kanısına kapıldım. Böyle kapsamlı bir arazi alımı, her ne kadar bölgede tekel olsalar da, Trakya Yahudilerinin tek başına yapacakları iş değil. Bu kitabı okurken, ben bu zanna kapıldıysam, 1934'ün Türk hükumeti de bu zanna kapılmış olabilir. 

Diğer bir olgu ise, devletin, Türk ulusunu oluşturma adına Gayrı Müslümlerden arında politikası güttüğünü de kitaptan öğreniyoruz.  Örneğin 1920'li ve 30'lu yıllar boyunca Anadolu'nun pek yok yerindeki Ermeni köylüsü, jandarma baskısından köyünü terk etmiş ve Suriye'ye göç etmiş. Özel olarak da ben bir bilgi vereyim, 1950'li yıllara kadar, o zamanlar Fransız manda idaresinde olan Suriye'ye, Türkiye'den pek çok göç olmuş. O zamanlar Sovyetler Birliği ve yandaşı ülkelerle, batılı devletler arasında olan Demir Perde ardı olan Sovyet Ermenistan'ına gidemedikleri için Suriye ve Lübnan'a, bazen de oradan daha uzak yerlere göç etmişlerdir. 1927 Nüfus sayımında bile on üç milyon altı yüz bin küsur ülke nüfusunun  üç yüz bin kadarı Ermeni. Bu günkü nüfus artışı ile kıyaslarsak, üç buçuk milyonluk bir Ermeni nüfusumuz olması demektir ki şu anda bu nüfus elli bin civarı. Sadece Ermeniler değil, isyanlar sonrası Nasturdiler, Kürtler, şapka devriminden sonra bazı muhafazakarlar  ( Kastamonu'da bir köy tamamen göç etmiş.) falan göç etmiş Ellilerde mayın döşenene ve Fransızlar çekilene kadar sürmüş bu göç.

Trakya  progrounda devletin planı ve programı çok belli. Mesela Kırkpınar güreşleri, muhtemelen tarihinde ilk ve son defa, Edirne yerine Kırklareli'nde yapılıyor. Kırklareli'nde Yahudilerin kaçtığı gece İstanbul trenine on beş yolcu vagonu takıyorlar. Oysa normalde üç vagonla hareket ediyor. Olaylar büyük ölçüde tehdit, tahrip ve yağma olarak gelişiyor, cinayet yok,  bir kaç tecavüz olayı var. Resmi söyleme göre vur deyince, öldürülmüş. Aslında hedef zengin Yahudiler. Yahudiler arasında ciddi bir sınıf ayrımı var. Zengin Yahudiler, fakir dindaşlarına (ya da ırkdaşlarına) aç kalmayacakları kadar sadaka veriyor. Mesela çamaşırcı bir kadın, yıllarca hemen yandaki ilçeye gelin giden kızını ve torunlarını yıllarca göremiyor.  O zamanlar ülkede bugünkü gibi bolca dolmuş-otobüs yok. Hatta ordunun ikmal için deve taburları var. Gene de böyle bir ziyareti yapamamak, büyük bir yoksulluk göstergesi.

Progrom öncesinde uzun bir kışkırtma devresi var. Cevat Rıfat Atilhan'ın Milli İnklap dergisi; Hüseyin Nihal Atsız'ın Orkun dergisi başı çekmekle beraber; Akbaba dergisinde her Cumartesi (Yahudilerin kutsal Sebt, yani dinlenme ve ibadet günü), Cemal Nadir Güler'in Yahudilere hakaret eden karikatürleri ve Almanya'da yaşayıp, Türkiye'ye mesajlar gönderen Mustafa Nermi, başı çekiyor.  Kışkırtmanın merkezi ise Atılhan ve Milli İnkılap dergisi.

Atilhan ve Milli İnkılap dergisi bu kışkırtmada başı çekiyor ve açıkça Nazilik yapıyor. Atilhan, Nazi partisinin davetlisi olarak Almanya'ya gidiyor, Antisemitik kitaplarını Nazi yayımcıları basıp, okkalı telifler alıyor. Kendisi de dergisini Nazilerden aldığı karikatür, resim ve yazılarla dolduruyor. Olaylardan sonra, mafya olarak bilinen bir Yahudi kabadayı, Atilhan'ı dövüyor. Ekşisözlük yazarlarından birinin dediğine göre, Mussolini'nin linç edilerek öldürülmesine, vatanseverliğin bedeli olarak yorumlayacak kadar ateşli bir faşisttir. Olanlar yatışında, Yahudi bir kabadayı, Atilhan'ı tenhada kıstırıp, dövüyor.

Atsız'a gelince, kitap Atsız'ı merkeze almıyor ama Atsız'ın Orkun dergisi, bölgede, özelliklede Edirne'de çok okunuyor. Edirne lisesinde sadece üç ay öğretmenlik yapmış ve bu kısa sürede bayağı çevre yapmış. Dergisi Edirne'de kalmayacak şekilde bitiyor. Şehirdeki gazete bayisi, bizzat Edirne lisesinin kapısına gelip, son nüshasına kadar satıyor. Yani Atsız'da bu süreçte etkin. Olaylar yatışında, Milli İnkılap ile beraber, Orkun'da kapatılıyor.

Kitapta pek dikkat edilmeyen bir ayrıntı var. Daha 1933-34 yılında Atsız, Orkun'da, Yahudileri, biz de Almanlar gibi katledelim diyor. (Kitap, Orkun'dan alıntı yapmış.) 1934'de daha henüz katliam yok. Kristal Gece ve boykotlar sonrası Yahudileri ürkütme ve kaçırma politikası var. Naziler henüz kıyım ve katliamları dillendirmiyor ama belli ki bunu planlamış ve Türkiye'deki işbirlikçilerine anlatmış.

Bir yerde Atatürk ile bir Yahudi'nin konuşması var. Bu konuşma olmuş mu pek belli olmadığı gibi, söz konusu Yahudi'nin kim olduğu da belli değil. Kimilerine göre önemli bir tüccar, kimilerine göre de sokaklarda yaşayan bir deli. Ancak şu var ki, gerek Dersim tertelesinden, gerekse Trakya progromundan Atatürk'ün haberdar olduğu aşikar.

Olaylar, İsmet İnönü'nün açıklamasından sonra sona eriyor. Yahudiler, özellikle yoksul olanlar can havli ile önce İstanbul'a, sonra Fransa, Bulgaristan, Suriye, Filistin ve Küba'ya göç ediyor. O kadar her şeylerini bırakıyorlar ki, bazıları resmen çıplak. Fransa'ya gidenleri daha sonra aynı Türkiye, toplama kamplarında yakılmasın diye kurtarmaya çalışıyor. Bulgaristan ilginç bir şekilde, Nazi işbirlikçisi olmasına rağmen, tek bir Yahudi ya da Roman vatandaşını Almanlara vermediği gibi, kendisine sığınan Yahudi ve Romanları da çoğu kez geri vermeyip, Türkiye'ye kaçmasına göz yumuyor. Bana Küba'ya gidenler çok ilginç geldi.

Progromdan sonra Trakya'da ekonomi çöküyor, çünkü Türk tüccarlar, Yahudilerin yerini alamıyor. En çok zararı, Edirne görüyor. Olaylar öncesinde, sınır ticaretinden ve tarihsel başkent oluşundan dolayı Trakya'nın merkezi Edirne. Tüm bölgedeki tek lise ve sanat enstitüsü burada. Lakin Türk Tüccarların, Bulgaristan ve Yunanistan'da iş bağlantıları olmadığı için sınır ticareti, 1950'lere kadar eski haline gelmiyor. O zamanda bölgede ticaretin merkezi, limanından dolayı Tekirdağ'a geçiyor. Diğer bir kaybeden şehir de Çanakkale. Güney Marmara'nın ticaret merkezliğini Balıkesir'e kaptırıyor.

Son olarak, özellikle Atsızcılar, olaylar İzmir'e de sıçrasın diye uğraşıyorlar ama olmuyor.


13 Temmuz 2022 Çarşamba

CECİL RODESH KİMDİR?

 


Cecil John Rhodes isimli İngiliz (1853-1902), kırk dokuz yıllık kısa hayatına pek çok kötülük sığdırmış, sömürgeciliğin görünen yüzü olmuştur. On yedi yaşında, verem tedavisi için geldiği Güney Afrika'nın efendisi olmuştur. O kadar ki, bugünkü Malavi'ye Doğu Rodezya,  bugünkü Zambiya'ya Kuzey Rodezya, bugünkü Zimbabve'ye Orta Rodezya ve bugünkü Botsvana'ya Güney Rodezya denmiş;  Zimbabve'nin resmi adı, 1965-79 arasında Rodezya olmuştur. Bu kadar geniş alanlara adını veren Rodesh, benim şahsi tahminimce adını Rodos adasından almış olabilir.

İngilizler, daha doğrusu İngiliz ordusu, Afrika'nın iç bölgelerine, Rodesh'in De Bears elmas ve De Bears madencilik şirketlerinin çıkarları için girdiği gibi,  1899-1902 arasındaki Boer savaşı da onun şirketinin çıkarlarını savunmak için yapılmıştır. Bu savaşta İngilizler 8 bin kadar savaşta,  13 bin kadar hastalıkta ( Afrika'nın ölümcül sıtması), bin kadar kayıp, 23 bin kadar yaralı (onların da çoğu sıtma ve benzeri hastalıklar) 45 bin kadar kayıp vermiştir. Bu kayıp, İngilizlerin, Napolyon savaşları ile Birinci Dünya savaşı arasında en çok kayıp verdikleri savaştır. Genelde böl-yönet ve paralı asker kullanarak savaşan İngilizler, çoğu kez, deniz haricinde öyle büyük çaplı savaşlara girmemişlerdir. İngilizlerin meşhur tarihçisi Arnold Joseph Toynbee, İngiliz imparatorluğunun geri çekilişini bu savaşla başladığını yazar. (Kendisi Ermenilerle ilgili olarak Türkleri suçlayan meşhur Mavi Kitap'ın da yazarıdır) Jack London'ın Ezilenler kitabına göre ( Bu kitap London'ın gözlemlerine dayandığından roman değildir), bu savaştan sonra terhis olan askerlerin çokluğu, İngiltere'de işsizliği arttırmıştır.

Kendisi hayatı boyunca evlenmemiş, çocuk sahibi de olmamıştır. Roman yazarı Wilbur Simith'e göre de bir homoseksüeldir. Ölünce de mirasını, kendisinin çıkarları için savaşan İngiliz devletine ve milletine değil, Güney Afrika hükumetine bırakmıştır. Güney Afrika hükumeti de aslında kendi şirketinden farklı değildir. Aslında Rodesh, mirasını kendi uşaklarına bırakan bir efendidir.



Kendisi sadece kapitalistçe eylemleri değil, fikirleri ile de kötülük  kaynağıdır. En başta ırkçıdır ve ona göre beyaz adam, tüm insanlığa hükmetmelidir. Diğer ırkların, özellikle de Afrikalıların mutluğu beyaz adama itaattir. Kendi çıkarları bozulunca, beyaz ırktan Boerlere savaş açmaktan da çekinmemiş, İngiliz ordusu Boerlerle mücadele edemeyince, kadın ve çocuklara saldırmış, ilk toplama kamplarını inşa ettirmiştir.

Johannesburg ile İskenderiye'yi demiryolu ile kurma planı üzerine çizilen bir karikatür, onu konu edinen en ünlü sanat eseridir. Etkisi halen sürmektedir. Zimbabve, Rodezya adı ile ve onun fikirlerine göre, nüfusu yüzde biri bile olmayan beyazların egemenliğinde bir devlet olarak kuruldu ve dünyada hiç bir ülke tarafından tanınmadı. Daha sonra benzer bir yönetim (Apartheid), uzun yıllar Güney Afrika'da geçerli oldu. 

Güney Afrika'daki Rodesh'in izleri, Apartheid rejimi yıkıldıktan sonra başlıyor. Yavaş yavaş heykelleri kaldırılmaya, adını taşıyan yerlerin adları da yavaş yavaş değişti ve değişiyor. Rodesh ile ilgili yazılmış çok kitap olsa da, Türkçe'ye çevrilmişi (Wilbur Simith'in romanları dışında) 



 Batıyı ve beyaz adamları anlamak, Rodesh gibileri anlamakla başlar.

SÜLEYMAN DEMİREL KİMDİR?



 Süleyman Demirel, Türkiye'de yedi kere başbakanlık yapmış, iki askeri darbenin doğrudan muhatabı, 9. cumhurbaşkanı, gayet başarılı bir politikacıdır. Hakkında pek çok bilgi bulabilirsiniz. Ben size okul ödevi bilgisi vermeyeceğim. Bir ölü ile de kavga etmeyeceğim. Amacım ülkemizdeki kel ölür, sırma saçlı olur, kör ölür, badem gözlü olur geleneğini yıkmaktır.

Demirel asla demokrat biri olmadı. Şimdilerde birileri onu demokrasi şövalyesi gibi gösterme çabasındadır. Oysa kendisi, Nazım Hikmet'in şairliğini övdü siye, o zamanlar Türkiye İşçi Partisinin milletvekili olan Çetin Altan'ı, kendi milletvekillerine dövdürüp, sonra da bu linçi meclis kürsüsünden övmüştür.

Hayatı boyunca en büyük marifeti, suçunu başkalarına atmak olmuştur. Yetmişli yılların, çoğu da kendisi ya da kendisinin başında olduğu Milliyetçi Cephe hükumetleri iktidardayken,  tüm ekonomik krizi ve yoklukları, 1977'de bir kaç aylık ve 1978-79'daki  bir yıllık iktidarının üzerine yıkmıştır. Seksen öncesinin katliamlarında (Maraş-Çorum-Malatya vs) belediye başkanları çoğu kendi partisindeydi. Bu katliamların suçunu da sadece MHP'ye attı. Maraş ilinde (şehirde değil, il genelinde) kan gövdeyi  gösterirken, o meşhur sözünü söyledi: ''Bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz''

12 Martta şapkasını alıp gitmişti, 12 Eylülde de alınıp, götürüldü. Her gidişinde, geri döneceğine emindi. buna emin olmasını iki sebebi vardı. biri bürokraside kendi militanı olan kadrolar ki bu kadroların bir kısmı içişleri ve sağlık bakanlığı  başta olmak üzere devlete doluşan Ülkücüler ile, Nurcular başta olmak üzere tarikatlılar oluşturuyordu; diğeri de çoğunluğu köylü olan ve gazete-dergi okumayan, kendisine sadık, seçmen kitlesi. 2010 Yetme ama referandumu öncesinde yapılan  propagandanın aksine, bürokrasi hep sağın egemenliğinde oldu. Nurcular başta olmak üzere tarikatlar da, Necmettin Erbakan ve partilerini ( Milli Nizam, Milli Selamet, Refah, Fazilet vs) pek sevmediler daha doğrusu Erbakan onları pek sevmedi.

12 Eylül sonrasında, tekrar parti kuruduğunda ise, kendisini 12 Eylül öncesindeki uzlaşmaz tavrından dolayı suçlayan seçmene karşı, biraz da tek parti olamadığı için, 

Memleketi Isparta'da halk, hem ona ve ailesine küfreder, hem de oy verirdi. Isparta'da pek çok kurumun adı Süleyman Demirel ya da onun akrabalarının (karısı Nazmiye ve kardeşi Şevket Demirel vs) adını taşıyordu. Koca şehirde tek bir tane halısaha vardı, onu da kardeşi işletiyordu. Kendisi , 1962-1980 arası ve Özal öldükten, 28 Şubat sürecine kadar sağın genel lideri konumundaydı.

28 şubat süreci ise, onun cumhurbaşkanlığının son yılına denk geldi, ne tesadüf değil mi? Kendisi bu süreçte, türbanlılar okumaya Arabistan'a gitsin diyerek, kendisini yıllarca destekleyen dindar insanlara sırt çevirdi. 28 Şubat döneminde temel amacı, anayasa değişikliği ya da başka bir yoldan kendisi ya da ailesinden birilerinin siyasete devam etmesi, kendisini tekrar cumhurbaşkanı yapmaktı. O sıralar zaten tükenmekte olan merkez sağ, Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz'ın elinde can çekişiyordu. Bülent Ecevit'in gayretleri ile, dönemin Anayasa Mahkemesi başkanı Ahmet Necdet Sezer'in cumhurbaşkanı seçilmesi ile kendisi ve merkez sağın siyaseti tamamen bitti

11 Temmuz 2022 Pazartesi

HASRET GÜLTEKİN; ÇEYREK ASIRLIK ÇINAR



 Bu yıl da 2 Temmuzda anma mitingine gidemedin, tam da o gün üşüttüm. Temmuz ayı başladığı halde, Ankara'ya doğru-dürüst yaz gelmemesi de, temmuz ayında üşütmeyi başarmama yardımcı oldu. Geçen yıl, Temmuzda açık kalmayı başaran okulumun pansiyonunda nöbetçiydim, ondan önceki yılda epeydir görmediğim arkadaşımı otogardan alıp, evde misafir etmem gerekmişti.. Sonuçta içimde bir suçluluk duygusu bastı doğal olarak. Derken bendeki bu suçluluk duygusunu arttıracak başka bir şey fark ettim. Sivas'ta, Madımakta ölenlerle ilgili yazı yazmamıştım.

Yazmaya da, Hasret Şükrü Gültekin'den daha doğru bir efsane isimden başlayamazdım. Yirmi iki yıla sığdırdığı üç solo, katıldığı dört grup albümü,  katkıda bulunduğu yirmi beş albüm (bağlama, yönetmen, besteci ve söz yazarı olarak) pek çok şiir, ve besteye rağmen, kendisi ile ilgili derli-toplu bir kitabın halen piyasada olması (Yazılmış olan varmış ama onun da baskısı bitmiş. Ütopyalar Ülkesinin Ateş Hırsızı ) da başka bir suçluluk duygusu sebebi olabilir. Oysa onun gibi birisi hakkında şimdiye kadar en az yirmi kitap yazılmalıydı. Benim, onun hakkında kitap yazacak donanımım (Kürtçeyi hiç bilmiyorum, oysa bunu yapacak kişi, Kürtçeyi iyi bilmeli, Türk Halk Müziği, Alevilik üzerine de uzman olmalı.) ve vaktim yok. Bu yüzden sadece bu yazıyı yazıyorum.

2 Temmuz 1993 günü, Sivas il merkezinde ölen 37 kişiden ( 2'i otel görevlisi, 2'i oteli ve insanları yakarken, kendisini de yakanlar da dahil olmak üzere) biri olan Hasret, sadece bir besteci-şair ya da iyi bağlama çalan değil, bağlama müziğinde devrim yapmış birisiydi. Onun kadar iyi şelpe çalan çok azdır. Kendi müzik zevkim adına, Hasret'ten daha iyi şelpe çalan, bir Arif Sağ vardır, bir de Erdal Erzincan. İlginç olan ise, şelpe daha ziyade Teke yöresi Türkmenlerinin bağlama çalma alışkanlığıdır.

Kendisi daha sonra kısa zamanda çok ve büyük işler yapması gerektiğini biliyormuşçasına, eski adı Maarif Koleji olan, Kadıköy Anadolu Lisesini yarıda bıraktı. Kadıköy Anadolu lisesi, o zamanlar İstanbul'un ilk on lisesinden biriydi, şimdi de ilk yirmi lisesinden biridir. İstanbul'un, Haydarpaşa lisesi ile birlikte, Anadolu yakasındaki iki tarihi lisesinden biridir. Kadıköy Anadolu lisesi, çok ünlü mezun etmiştir ama Hasret Gültekin kadar büyük birini  yetiştirmemiştir.

İlk albümü Gün Olaydı'yı 16 yaşında çıkarmıştır. 12 Eylül'ün Kürtçe albüm yasağını, yasa boşluklarından yararlanarak 1991'de (Rüzgar'ın Kanatlarında) ilk defa o çıkarmıştır. Yaptığı işler, eserler, büyük ölçüde Kalan müzikte çalışması sonucu olmuştur. Kalan müziğin, bu yılların en büyük müzik-yapım şirketi olmasında emeği büyüktür.

Ölümünü hissedercesine erkenden evlenmişti, öldüğünde eşi hamileydi. Oğlu, Roni Hasret Gültekin,  babasının ölümünden iki buçuk ay kadar sonra, 2 Eylül 1993'de doğdu. Ona, baban bir efsane oldu denildiğinde,  keşke hayatta olsaydı cevabını verdi. Katliamda ölenlerin listesine baktığımızda, ölenlerin büyük çoğunun Gültekin'in yaşıtı ve ondan küçük olmasıdır (16 yaşındaki ablası Asuman Kaya ile beraber ölen 12 yaşındaki Koray Kaya, en küçükleriydi.). Bunun da sebebi, ölenlerin çoğunun, yangındaki alev kapanına ilk kapılanların, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, Ankara şubesinin semah ekibi ve muhtemelen onlar kadar genç insanlar olmasıydı. Aziz Nesin'in dediğine göre, bir an önce kaçmak için aşağıya inmek istemişler, Nesin'de onlara yol verince, birden alev kapanına kapılmışlar ve Nesin buna pişman olmuş.

Son olarak, Sivas katliamının sebebi ne Aziz Nesin'di, ne de Pir Sultan Abdal şenliklerinin Banaz köyü yerine il merkezinde yapılmasıydı. Sanki Hamid Fendoğlu suikast olmasaydı Malatya,  Emin Sazak suikastı olmasaydı, Çorum katliamı olmayacak mıydı? Camiden benzin bidonlarıyla çıkan kalabalık, hazırlığını çok önceden yapmıştı.

Sivas'ta  katledilenler ve katliamdan kurtulanlar öğrenmek, onların arkasından bıraktıklarını dinlemek, izlemek ve okumak kadar, onlar hakkında konuşmak ve onlar hakkında yazmak da görevimiz olmalı.

8 Temmuz 2022 Cuma

SON YILLARDA AZALIP -BİTEN BAZI SOLCU ŞEYLER (GİZEMİN ÖLÜMÜ 2)

 


Genelde bu listeleri yaparken, halen iktidarda oldukları için İslamcıları seçerdim ama tersten başlamak ve biten, azalan solcu şeyleri yazmaya karar verdim. Şöyle maddeleri sıralayalım.

1)Çok solcu olmak ve Cehapeyi az solcu bulmak: Daha doğrusu biten, çok solculuğun havası oldu. Bu olay Gezi sırasında bazı radikal solcu grupların, polis provokatörü olduğu ve polis korumasında olmasına dair videoların sosyal medyada dolaşması; pek çok radikal sol grubun, Gezi'de darbeyi gördük diyen Selahattin Demirtaş'ın peşinden Gezi'yi yarıda bırakmaları ile hızlandı. Son darbe ise, Türkiye Komünist Partisinin ( Yasal TKP'lerden birinin) başkanını ve genel merkez üyelerinin, Ekrem İmamoğlu'nun ikinci defa İstanbul, Büyükşehir Belediye Başkanı olmasını desteklemek bir yana, boykot adı altında karşı çıkıp, el altından Binali Yıldırım'ı desteklemesiydi. İstanbul Büyükşehir Belediyesinin seçimleri tekrarlandığına, AKP için kazanmak çok önemliydi ve Komünistler AKP'ye destek oluyordu. T.K.P'nin meşhur Ovacık belediye başkanı bile buna karşı çıktı. Seçimi Cehape ve İmamoğlu tekrar kazandı ve sosyalistlerin havası söndü. Bir de bu seçimlerde, Millet ittifakının adaylarına (özellikle uzun yıllar MHP'de siyaset yapmış Mansur Yavaş için) solcu demeyenler vardı. Ankara'da DSP'nin Büyükşehir belediye başkan aday, kendisini tek sol aday olarak tanıtıyordu. Kendisi AKP'nin Ankara'daki tüm baskı işlerini yapan büyük bir matbaacısı. Yaptığı işleri de DSP'nin seçim araçları ile teslim ediyordu. Alevi bir ailede doğup, büyümek dışında da bir solculuğu yoktu. Eskilerin deyimi ile, dervişliği taç ile hırkada kalmıştı.

Şimdilerde Komünist başkan Maçoğlu ve Türkiye İşçi Partisi başkanı Erkan Baş ve başkan yardımcısı Barış Atay var. Onlar da birilerini az solcu bulmuyor. 

2)Grup Yorum ve Özgün Müzik. Grup Yorum'un son eserleri ve eylemleri kamuoyunun hiç ilgisini  çekmiyor, uzun zamandır. Youtube'da arada bir Grup Yorum'un sayfasından videoları bin tane bile izlenmiyor. Grup, sebebini kamuoyuna anlatmadığı  açlık grevleri ile elemanlarını harcadığı gibi, bu grevde katılmayı ret eden bir elemanını da linç için hedef gösterince, hepten gözden düştü. Gözden düşmesinde yukarıda anlattığım çok solcu olmanın gözden düşmesinin de katkısı var. Grup, her konserinde, on saniye kadar, barkovizyon üzerinden DHKP-C'nin eski lideri Dursun Karataş'ın görüntülerini yansıtır ve Dayı (Karataş'ın lakaplarından biri ve en çok bilineni) diyerek adını anar.

Grup Yorum yanında, Özgün Müzik dediğimiz sol protest müzik de, türkü yorumlamaya dönüştü. Şöyle şiir besteliyen güçlü besteciler azaldı ne yazık ki.

3)Dergiler: Siyasal taraf tutmak,  ne okuyacağını seçmek anlamına da gelir. Solda her fraksiyonun kendi dergisi olduğu gibi,  yetmişler ve seksenlerde Gırgır, doksanlara da Leman gibi dergiler, solun bayraktarlığını yapardı.

Malumunuz internet, kağıt medyayı yiyip, bitirmekte. Dergileri asıl bitiren kafe işletmeleri oldu. Kafeler işletilince, doksanlardaki o efsanevi muhaliflikleri yavaş yavaş azaldı. Bunda politik baskılar kadar, bu yerlerin müşterilerinin de sadece solculardan oluşmaması, hatta yer yer sağcıların daha çok buralar uğramasıdır. Bu mekanlar (Leman Kafe, Ot Kafe, Zaytung Zone, Kafa kafe vs) aslında seksenlerin entel, doksanların türkü barlarının zincir hale gelmiş olması olmasında rağmen: artık ne solcu barı değiller. Hatta pek çoğu alkollü mekanlar olmasına rağmen, müşterilerinin önemli bir kısmı da alkol almayan insanlar. Muhafazakar mahallenin insanları, özellikle de gençleri, mahalle baskısından rahatsız. Bu yüzden de arada bir sol mahalleye kaçıyor.

4)Liberal sol. En kötü biten liberaller oldu, adları bile kalmadı, Merkez sağın en azından adı kaldı (Onu biten Ülkücü şeylere yazacağım. Çünkü tanıdığım her Merkez sağ seçmeni-politikacısı Ülkücü kökenli olduğunu söylüyordu. )Liberallerde o da kalmadı. Yetmez ama evet öncesi bir kaç yıl boyunca CHP ve Atatürk aleyhine propaganda yaptılar. Bunun için araçları da,  Aydın Doğan'ın Radikal ve Yeni Yüzyıl gazeteleri oldu. 27-25 Aralık yolsuz operasyonlarından sonra gördük ki Yeni Binyıl (Yeni Yüzyıl'ın kadrosu çıkarıyordu), Fettullah Gülen'inmiş meğer. 

Bu Liberal güruhu, sırf solu, dinci iktidara ikna etmek adına kendine sol diye, eskiden hem de çok eskiden solcu olan şahısların, kendilerine solcu demelerinden ibaretti. Yetmez ama evet referandumu sonrası dinciler bunları çöpe attı ve artık ne yaptıkları merak bile edilmiyor. Ben bunları affedecek değilim. Bunu bu bloğa (kaç tane okuyanım varsa) defalarca yazdım ve daha da yazmayacağım. https://onbinkitap.blogspot.com/2018/03/liberalleri-lincetmeyin-onlar.html

7 Temmuz 2022 Perşembe

LUMUMBA'NIN DİŞi



 Patrice Emery Lumumba, sömürgeciliğe karşı Afrika'daki en büyük direnişçilerden biridir. Kendisi ile ilgili pek çok bilgiyi Vikipedi ve bilgilendirici diğer sitelerden alabilirsiniz. Kendisi  bir ara adı Zaire olan, bugünkü Kongo Demokratik Cumhuriyeti'nin kurucu lideridir. Ülkesini sadece kağıt üzerinde değil, ekonomik ve kültürel olarak da bağımsız yapmak istemiş, karşılığında da ayrılıkçı hareketler ve darbe ile almıştır. Kurşuna dizilerek öldürülmüş, cesedi asitte yok edilmiştir. Ondan geriye sadece bir diş kalmıştır. Lumumba hakkında internette araştırma yapın, bu yazının konusu, Lumumba'nın asitte erimeyen dişidir. Lumumba'nın infazı sonrası, cesetten kurtulmakla sorumlu Belçikalı sömürge polisi, o dişleri ülkesine, evine götürmüş, ganimet olarak saklamıştır.



Lumumba'ya nefretin tek sebebi, bağımsızlık lideri olması ya da Sovyetler Birliği ile yakınlaşmadı değildir. Açıkça Avrupa kültür ve medeniyetinin üstünlüğünü ret etmesi, Kongo'da olanlar için Belçika'yı açıkça suçlamasıdır. Kendisi ve cesedi, onlarca işkenceye katlanmasına rağmen, sömürge polisleri halen hırslarını alamamış, asitte erimeyen bir dişi de hatıra diye evlerine götürmüşlerdir.



Benzeri bir durum da, bir Çanakkale şehidimizin başına gelmişti. Bir ANZAK askeri, öldürdüğü Türk askerinin kafatasını (belki de o zamanlar kellesini) ülkesine götürmüş, olay ortaya çıkınca da, Avusturalya hükumeti, kafatasını Türkiye'ye iade etmiş, isimsiz kafatası, törenle şehitliğe gömülmüştü. Yani bu durum batılı askerlerin sıkça yaptığı bir davranış. Türklere bakışlarının, Afrikalılar ya da diğer Avrupalı olmayanlara farklı olmadığının göstergesi.



Almanya ve Belçika, coğrafi keşiflere katılmadı, sömürgeciliğe de geç katıldı ama tam katıldı. Belçika zaten 1830'a kadar Hollandada krallığının bir parçasıydı. Afrika, özellikle batı kıyıları, Çeçe sineği ve onun yaydığı ateşli humma hastalığı nedeni ile uzun süre Avrupalılarca işgal edilemedi. Bölgeyi, halkını Amerika kıtasına kaçırıp, köle yaparak sömürdü. Beyaz adam,  ancak kinin ve benzeri ilaç ve aşılar yaygınlaştıktan sonra, 1860'lara doğru kıtanın içlerine ilerledi. Kıtanın paylaşımı 1885 Berlin kongresi ile oldu. Bugünkü Afrika sınırları, büyük ölçüde o konferansta çizildi.

Almanya, birinci dünya savaşından sonra tüm sömürgelerini kaybetti. Hitler, Kavgam'da, daha 1922-23'de, Almanya'nın bir deniz ülkesi olmadığını, imparatorluğunun karasal olacağını,  doğuda olacağınız söylemiştir. Aslında Hitler'in yaptığı şey, sömürgelerde yapılanı, Avrupa kıtasında yapmaktı. İlk toplama kamplarını İngilizler, 2.  Boer savaşı (1899-1902) sırasında Boer denen Hollanda kökenli Afrikalı çiftçilere karşı kurmuştu. Bu kamplara Boerler, Vikipedya'a göre 24 bin kadarı 16 yaş altı çocuklar olmak üzere, 28 bin kadar insanı kaybetmişti. ( Savaşarak ölenler hariç, kamplarda ölenlerden bahsediyorum.) Soykırıma gelince, sömürgelerde bazı kabilelerin soyunu kurutmak, Beyaz adam için olağan işti. Bizzat Almanya bile 1904-1907 yıllarında Herero ve Nama kabilelerinin tüm üyelerini katletmişti. Bu tarihe Kayzer soykırımı olarak geçmişti.



Belçika ise, aslında İngiltere'nin hediyesi olan (Belçika'yı devlet olarak kuran da İngilizlerdir. Belçika kralı Loepold, daha önce Yunanistan kralı olmayı ret etmişti) bu devasa ülkeyi, acımasızca sömürdü ve akla hayale gelmeyen kıyım ve katliamlar yaptı. Belçika Kongo'suna, devaya Kongo'nun yanında, Belçika kadar küçük Ruanda ve Burundi'de dahildi. Kongo sayesinde dünyanın elmas merkezi oldu. Kongo havzası halkı üzerine Tutsi-Hutu ayrımı yaptı ve bu ayrımı yerli halkın zihnine de yerleştirdi. Katolik Hristiyanlığı da yerli halk arasında yaydı.

Patrice Émery Lumumba (doğum adı Élias Okit'Asombo) ile ilgili olarak Türkçe kaynak yok gibi bir şey. O zamanki adı Zaire olan (bu ismi ülkeye darbeci diktatör Mobutu Sese Seko Kuku Ngbendu wa za Banga ( doğumdaki adı Joseph-Désiré Mobutu vermişti. Bu isim ülkenin 3. adıydı ve 1971-1997 arasındaki adıydı) ülkeyle ilgili olarak lise ya da üniversite yıllarımda televizyondan bir belgesel izlediğimi hatırlıyorum. Onunla ilgili Türkçe ya da çeviri kitap, hatta Türkçe Youtube videosu bile yok. 

Ülkemiz ilginç bir şekilde Afrika ile ilgili ve Afrika konusunda cahil. Kurban bayramı yaklaşıyor. Bir sürü vakıf-tarikat, Afrika'da kurban kesmeyi vaat ediyor. Pek çok kuruluş, Afrika'da su kuyusu açmakla meşgul. 

Oysa bir şeyle ilgileniyorsak, onun hakkında bilgi de edinmeliyiz, onun hakkında bir şeyler de öğrenmeliyiz. Buna, kıtanın kahramanlarını öğrenerek başlayabiliriz. Lumumba'da iyi bir başlangıç olabilir.