22 Ocak 2023 Pazar

DÜŞECEĞİNİ HATIRLA- Memento cades (2-DÜŞMEME TEDBİRLERİ)



 Düşmek kaçınılmazdır demiştim. Gene de insanlar düşmemek ya da düşmeyi ertelemek için çeşitli tedbirler alırlar. Ben de bu tedbirleri ve ne kadar işe yaradığına bakmaya çalışacağım.

1.Korku, baskı ve terör: En çok kullanılan yöntemdir. Size muhalif olanı öldürün, katledin, hapse atın falan filan. Tabi bunu yapmanızın da bir sınırı var. Fazla baskınız, insanların size karşı nefretini arttırır. Bu yüzden arada bir iyi yüzünüzü göstermeli, en azılı muhaliflerinize bile şefkatinizi göstermelisiniz. Bu sadece sizin imajınızı düzletmekle kalmaz, size muhbir ve yeni yandaş kazandırır.

2.Muhbir ağı: Muhbir ağı denilince ilk akla gelen 2. Abdülhamit'de olsa, bu tarih boyunca vardı. Abdülhamit, bu muhbir ve jurnal ağını kurumlaştırmıştır. Hani Bulgaristan'a hurda kağıt diye satılan tonlarca Osmanlı arşivi var ya. İşe arşiv, bu jurnallerdi ve hatta Abdülhamit sonrası İttihatçılar ve öncesinde de bolca ihbar vardır. Bu ihbar ağı, baskı toplumlarında, toplumsal ahlakı en çok çürüten şeydir. Bir zaman sonra insanlar, içlerindeki gizli nefret ve kıskançlıkları, asıllı ve asılsız ihbarlarla giderir. Diktalar yıkıldıktan sonra geriye açıldığı zaman tüm toplumu birbirine katacak kocaman bir arşiv kalır. Atatürk'de muhtemelen bu arşivi hurda kağıt olarak sattı.

Aslında muhbirlik Türklerde çok eskidir. Nizamülmülk'ün Siyasetname kitabında, dış istihbarata ait bir öğüt yoktur ama vali ve benzeri görevliler arasında isyan ve düşmanla işbirliğine karşı muhbirler bulundurulması gerekliliği anlatılır.

3.Muhaliflerinizi satın alın. Bu bir Osmanlı geleneğidir. Celali isyanlarının aralıksız yüz yıl, aralıklarla da iki yüz yıl kadar sürmesinin bir sebebi de devletin sık sık asilerle uzlaşması, onları Balkanlara akıncı, vali ve Girit savaşına falan göndermesiydi. Yayla İmamı Tarihi adlı kitap, Girit fethine gönderilen Celalilerin, nasıl kaçtığını ve Venediklilerin koca Osmanlı gemilerini kolayca almalarını anlatır. Celali İsyanları bitse de Osmanlı, dağa çıkan eşkiyalara sık sık af çıkarmaya, İstanbul kabadayılarını  polis başkomseri yapmak gibi icraatlarda bulundu. Abdülhamit'de muhaliflerini sık sık satın alır ya da korkutarak kendi saflarına çekerdi. Teodor Kasap'ı şahsi kütüphanecisi yapıp, ona roman çevirileri yaptırmıştı. Namık Kemal'i, önce Magosa zindanına mahkum, sonra Magosa'ya mutasarrfı (Kaymakam), sonra da Sakız mutasaraffı yapmı, son yıllarında da Namık Kemal o aşırı muhalif tavrından vazgeçmişti. Rahmetli biraz daha yaşasaydı yandaş bile olabilirdi.

4.Kendiniz kutsayın, uüceltin, metafizikleştirin. Firavunlardan beri işe yarayan sistemdir. O kadar işe yarar ki, tarihte en uzun süren rejim, firavunluk olmuştur. Neredeyse üç bin yıl sürmüştür, hatta belki daha fazla. Yazının daha ilk icat edildiği milattan önce üç binli yıllardan, milattan önce ellilerde Roma işgaline kadar aralıklarla sürmüştür. Fakat bu sizi yanıltmasın. Bu süreçte otuz üç ayrı firavun sülalesi hüküm sürdü. Halkın ayakları altında linç edilen firavunlar oldu. Firavun sülalelerinin bazıları Sudanlı, yani siyahi, bazıları da Libyalıydı.  Aslında bu süreç içerisinde, gerçek iktidar Amon rahipleri denen din sınıfının elindeydi. Benzeri bir rejim de, şu anda Japonya'da devam eden rejim. Bizim imparator dediğimiz Japon Meijiliğinde de meijiler, firavunlara benzer bir kutsallık halesi ile çevrili. Halen de meiji ile ilgili protokol farklı.

Bu kutsallaştırma hep oldu, özellikle de devletin egemenliği zayıfladığı zamanlarda. Orta çağlar boyunca Avrupa krallarına Papalar ya da kardinaller tac giydirdi, papalar bazı kralları afaroz etti,  hatta Kutsal Roma (Alman) imparatoru 4. Henrich, afedilmek için papanın yanına yürüyerek gitti. Hatta meşhur Makyavel, Türklerde şeyhülislam padişaha bağlı, padişah kızarsa kafasını uçuruveriyor (gerçekten de Osmanlı tarihi boyunca idam edilen şeyhülislam sayısı, sadrazamdan fazladır), biz kardinallerin karşısında titriyoruz. Bizde de din, devlete bağlı olmalıdır, demiştir. Şu anda Avrupa'nın Protestan kuzey krallıklarında (İngiltere, İsveç, Norveç, Danimarka) kilise doğrudan krala bağlıdır.

İslam dünyasında da krallar kendilerine seyfullah (Allah'ın kılıcı), hıfzullar (Allah'ın gölgesi), halife  gibi kendilerine unvanlar vermiştir. İşin doğrusu bu unvanlar da işe yaramamıştır. İslam tarihi tahttan indirilen, linç edilen halifeler, padişahlar, Hristiyan tarihi de papalarla doludur.

 5.Halkı cahil bırakın: Geçenlerde sosyal medyada Mahmut Esat Bozkurt'a ait olduğu söylenen güzel bir söze denk geldim. Madem bu Arap alfabesi bu kadar kutsaldı, neden halka öğretilmedi bunca yüzyıl? Osmanlıda okuma-yazma oranı hiç bir zaman yüzde on beşe ulaşmadı. Türk halı zaten o yıllarda okuma-yazma bilmiyordu. Kadınlarda okuma-yazma oranı binde dörttü, binde. Kaldı ki şu anda yüzlerce Kuran kursu, İmam Hatip lisesi, Osmanlıca bilen eleman yetiştirebiliyor mu? Tarih ve Türkoloji mezunarı dört dönem Osmanlıca okudukları halde, Osmanlıcaya hakim olamıyorlar. Çünkü Osmanlıca diye tek bir dil yok. Arapça, Farsça ve son dönemlerinde de Fransızca ve İngilizce'den özentilerle ileri derecede bozulmuş bir Türkçe var. Sorun sadece alfabe değil, alfabe kendi başına bir sorun. Bir kere Kuran alfabesi ya da yazımı ile aynı değil. Esre, ötre gibi pek çok işaret, belli bir dönem Osmanlıcasından sonra yok. Tanzimatla matbaa yaygınlaşıncaya kadar noktalama işaretleri de yok. Kaldı ki el yazısı Osmanlıca, çok kuralsızlıklar içeriyor ve bazen o yazıyı okumak için, o yazıyı yazanı tanımak gerekiyor. Mesela elif ya da dal gibi bazı harfler, bir sonraki harfle birleşmiyor ama mektuplaşan kişi birleştirmiş. Alfabe dışında başka bir problem de, kelimelerin anlamları. Mesela hasta, Farsça yorgun demek, hastane de otel. Farsça ya da Arapça'dan, hatta batı dillerinden alıp, farklı anlamlar verdiğmiz pek çok kelime var. Mesela İngilizce İngilzce meeting, toplantı demeke, Türkçe'de kitlesel meydan gösterisi. Osmanlıca'da da o kelimeyi hangi anlamda kullanıldığını anlamak için, metnin bütününe bakmak gerek, mesela sümük kelimesi, kemik, dil kelimesi kalp anlamından kullanılmış olabilir.

Osmanlı alfabesi ve dilindeki bu çelişkilerin sebebi, Osmanlı devletinin bir eğitim politikası olmamasıydı. Osmanlı için eğitim, elit eğitimiydi. Bu tarih öncesine, Asur, Babil'e kadar dayanır. Platon bile, Devlet kitabında, köle sınıfına sadece el becerisi öğretilmesi gerektiğini,  okuma yazmanın kölelere yasaklanması gerektiğini söyler. Gazali, felsefenin, matematik dahil konularının, halkın kafasını karıştırdığını ve sadece din alimlere öğretilmesi gerektiğini yazar. 

Osmanlı da, sistematik olarak halkı cahil bırakmıştır. Matbaayı yasaklamasının sebebi de budur. Matbaa için, hattat esnafını suçlamak, çok zavallıca bir durumdur. Fatih muhtemelen matbaanın yeni fikirleri hızla yayacağını biliyordu. Osmanlıya matbaa, gerçek anlama ancak Tanzimattan sonra geldi. İbrahim Müteferrika'nın ve sonraki amatör matbaacıların matbaalarının çok bir önemi yoktur. Osmanlıdan sonra cumhuriyet döneminde de Osmanlı kökenli aydınların cahil halk aşkı devam etmiş, Cüneyid-i Bağdadi'nin Nişaburlu okuma bilmeyen kadınların imanı gibi, cahil insanların ferasetini övmüştür. Cumhuriyetin ilk yıllarında da, sağcı akademisyenler de koro halinde Tuba ağacı nazariyesi diye ötmüştür. Bu teoriye göre milli eğitimin bütçesini, okuma-yazmayı arttırmak ya da köylere okul yapmaya harcamak yerine, çok iyi eğitilmiş, deha gençler için bir elit eğitime harcanmalıdır. Bu yüzden köy enstitüleri çabucak kapatılmış, Demokrat Parti iktidarı ile uzun yıllar köy okulları ihmal edilmiş, okuma-yazma oranlarının düşüklüğü  pek önemsenmemiştir.12 Eylül darbesi olduğunda ülkede okuma yazma halen çok düşüktür. Darbe yönetimi de geniş çaplı bir okuma-yazma seferberliği başlatır, kırklı, ellli ve daha yaşlı pek çok insana okuma-yazma öğretir.

Gene de Türkiye tarihinin en okuma düşmanı rejimi 12 Eylüldü. Tonlarca kitabı yasaklayıp, hurda kağıda gönderdiği yetmiyormuş gibi, kitapları bir suç aleti yaptı. Ülkenin tek kanalı olan TRT, yıllarca ana haber bülteninde, bazıları klasik olmuş kitapları, suç unsuru olarak gösterdi. Seksenli yıllar Türk yayımcılığı için tam bir kabus olarak geçti. Bir ara TÜYAP İstanbul kitap fuarı hariç, ülkedeki tüm kitapların üçte biri Ankara'da satılıyordu. Bazı yayınevleri yıllık satışlarının yarıdan fazlasını 2 haftalık TÜYAP İstanbul kitap fuarında satıyordu. O yıllarda pek çok kişi okuma-yazmayı tabelalardan öğrendi.

Şu anda da Dünya'da, Komünist ya da eski Komünist ülkeler haricindeki diktatörlüklerin, uzun süreli iktidar ve saltanatların cahil halka borçludurlar.   Tüm dünya Müslümanlarının %55'nin okuma-yazma bilmediğini bizzat cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, bizzat kendisi söyledi.

(Yazı fazla uzadı, ikiye bölüyorum.)

15 Ocak 2023 Pazar

KURAK GÜNLER VE SÜRÜ DAVRANIŞI

 


Kurak Günler filmi, eleştirilmesi zor bir filim. Bir taraftan bazı mantıksız noktaları var. En başta savcı beyin dikkatsiz davranışları ve soruşturma sırasındaki özensizliği. Aslında kendisine savcı, hatta hukuk öğrenci iken kendisine öğretilmesi gerekenlere ters düşecek işler yapıyor. Belediye başkanı onu içmeye davet ediyor. İlçe başsavcısı nedense, serin oluyor diye bir çeşit mahsende içmeye davet ediliyor. Sonra belediye başkanı, bir telefonla ortamı terk ediyor. Ardından da kendisi büyük bir tuzağa düşüyor. Kendisinin de dahil olduğu bir olayı, kendisi soruşturması gibi bir garabet var.

Öte yandan film, taşranın içe kapanık, dedikoducu, komplocu ve sürü psikolojisini çok iyi anlatıyor. Mesela savcının, sonradan rakısına hap konduğunu öğrenmesii kalabalıktan birinin araasına bidon atması, kim yaptı dediğinde de kimsenin çıkmaması ve sondaki linç sahneleri ile tam kasaba filmi. Küçük yerlerde aynı filmdeki gibi bir suçu ya herkes işler ya da kalabalıktan biri. Ayrıca kasabada hapın yaygınlaşması ki, taşra zannettiğimiz kadar bakir değildir. Hiç bilmediğiniz uyuşturucular ya da sapıklıklar, çok yaygın olabilir. Bir de dedikocu yaygındır. Zira dedikodu, anında herkese ait olur, zira kimse bu olayı ben gördüm ya da ben uydyrdym demez. Herkes böyle söylüyor ya da böyle demişler, birileri görmüş şeklindedir. 

Küçük yerlerde en az görülen suç, adi hırsızlıktır. Çünkü buç hep bireyseldir, çalan kişi de küçük yer olduğu için çabucak ortaya çıkacaktır.Oysa yağma, linç ve tecavüz yaygındır. Tecavüz ise, birden fazla kişinin tecavüzü olarak, yani sürü davranışı olarak yaygındır. 

Bu sürü kavramını kendim uydurmadım. Profesör Emre Kongar, Ankara'da özel bir liseye, biraz kitap tanıtımı, biraz konferans vermeye gelmişti. İlk defa ondan duydum, klan, kabile ya da aşiret gibi karvarmlar yerine, doğrudan sürü demişti. Bu açıdan bakarsak, Karl Marks ve Marksistlerin iddia ettikleri ilkel komünal toplum, bir kaç istisna  hiç var olmamış olabilir ya da olmalıdır. Aslına tüm insanlık aynı şartlarda yaşamadığından, aynı şekilde evrimleşecek diye bir kural olmamalı. Her sürüde farklı kurallar varmış gibi görünse de, genel anlamda  yaş ve aileye bağlı iş-görev ve meslek seçimi,  ötekileştirilen etnik gruplar, devletten hem korkma, hem de devleti kandırmaya çalışma, merkezde iktidar kimse, ondan yana olma çabası,  merkez biraz zayıflayınca, güçlenme sevdası,  dışarıdan gelen yabancıya, özelikle de memura gözdağı verme, güçlü olma çabası ve bu çabanın sonucu arada bir çıkan linç olayları, hepsi aynı taşralılık, aynı sürü davranışıdır.

Filmin sonunda, seçim günü ve gecesi olanlar, Türkiye'nin pek çok ilçe ve kasabasında yaygındır. Meşhur Adam Kazandı olayı da bunun ülke çapında olanıdır. İkamete dayalı nüfus sayımının ile pek çok belde (kasaba) belediyesinin, ikamete dayalı nüfus sayımı ile yok edilmesinin bir sebebi de, bu belde belediyelerinden doğan gerilmi azaltmaktı (filmde ilçe var). Başka bir çok sebep te vardı, bu belde belediyelerin pek çoğu, hiç bir iş yapmayıp, mümkün olduğunca çok kişiye maaş veren kurumlar olmasıydı, o da ayrı konu.

Filmin finali, çok felsefi olmuş, zira izleyiciye soru sormuş. Obruklar, kasabaın dibine kadar gelmişken, yer altı sularında ısrar etme sebebi, sadece su ihtiyacı mı?


6 Ocak 2023 Cuma

ANADOLU KAPLANLARI-SON YILLARDA BİTEN İSLAMCI ŞEYLER 3

 




Azalarak biten İslamcı şeyleri yazarken, son üç harfli marketler tartışması, bana Anadolu Kaplanları sıfat tamlamasını hatırlattı. Doksanlı yıllarda ardı ardına fabrikalar açan Kombassan ve Yimpaş başta olmak üzere, ülkenin dört bir yanında, Konya'nında her ilçesinde fabrikalar açan halka açık sermayeli şirketler için söylenirdi bu sıfat tamlaması. Siyasal İslamın ekonomik refah vaadinini anahtar kelimesiydi. Bu halka açık sermayeli şirketlerle, küçük sermayeler birleşecek ve dev şirketler, ülkeyi sanayiye boğacaktı. (O zamanlar bu kadar sık petrol-doğalgaz ya da jelibon rezervi bulunmuyordu.)

Bu şirketler, her ne kadar adlarında Anadolu kelimesi olsa da, çoğu merkezi İstanbul'da bir caminin emekli müezzini olan tarikatlar tarafından yönetilmektedir. Son tartışmalara neden olan BİM'in Erenköy cemaati denen vakfa ait olduğunu da Barış Terkoğlu'nun yazısından öğrendim. FETÖ'nün tarikat şirketleri TUSCON denen  bir dernekte birleşmişti. Şimdi sormak isterim TUSCON üyelerinden hapiste olan var mı? 15 günlük acemi erler halen hapiste. Şimdi ben maddi sebeplerden dolayı BIMCEL kullanıyorum diye iki buçuk yıl sonra bir darbe teşebbesünden sonra terörist diye tutuklanmam umarım. Hiç FETÖ okuluna-dershanesine gitmedim; Bankasya'nın kapısından bile içeri girmedim. FETÖ yurt ve evlerinde bir gece bile kalmadım. Yalnız iki kere ziyaret ettim. Biri öğrenciyken, 1997 yılıydı sanırım, Isparta'da  hemşehrilik sebebi ile tanıştığım alt sınıf bir öğrenci beni öğrenci evine davet edilmiş ve orada Risale-i Nur (Said- i Nursi)okuması dinlemiştim. Ortamda F.G'nin bir resmini görmemiştim ama daha o zamanlar bu tür evleri başkası işletmezdi. Diğeri de 17-25'den sonra birgün  kendi öğrencilerimi ziyaret ettiğim öğrenci evinde,  sohbetin sonunda öğrenmiştim. Bütün bu süreçte FETÖ ile tek ticari ilişkim, o zamanlar sürekli olarak aldığım Atlas dergisi ve bazı ucuz kalemler almak  oldu. Oysa bu ucuzluk marketlerinden çok alış-veriş ettim ve arada bir de ediyorum. Bu marketler, eskisi kadar ucuz değiller ve hatta pahallı olması ile ünlü marketler ( Ankara'nın yerel marketi Çağdaş ve MİGROS'u biliyorum ben ve onları örnek vereceğim.) bazı ürünlerde daha ucuz olabiliyor. Bu üç harfli marketler,  ancak kendi özel ve çoğu kez  çok kalitesiz markalardan alırsan ucuz o da her zaman değil. Kaldı ki epeydir market zincirlerinin tüm şubelerinde aynı ürüne aynı fiyat uygulaması da olmuyor. Kiranın yüksek olduğu semtlerde aynı ürünler daha pahallı iken, kapı komşusu yerel marketlerle rekabetten dolayı da fiyatlar daha ucuz olabiliyor. 

Benim yazacaklarım ise daha geniş çaplı. Bu market zincileri, Anadolu Kaplanlarının ucuzuluk vaadiydi. Bu kaplanlar, ülkeye sanayileşme ve kalkınma da vaat etmişti. Bu halk iktidara hem seçimlerde hem de referandumlarda oy verme sebeplerinin başında, bu ani kalkınma vaatleri vardı. İşsizlik bitecek,  ülke süper kalkınmış bir teknoloji ülkesi olacaktı. Sonuçta bunların hiç biri olmadı. Bu tarikat holdingleri pek çok alana el attıkları gibi,  çoğu kez de kendilerini gizlemekteler. Mesela özel hastanelerin neredeyse hepsi, bu tarikat holdinglerine ait ama bu hastanelerde çok az türbanlı doktor-hemşire var. Benzer şeilde tarikatlar,  eğitim sektörüne de hakimler. Her yaz Cumhuriyet, Sözcü ve Birgün gibi gazetelere, bol Atatürklü ilan veren ve Atatürklü tiyatrolar oynayan pek çok özel okul da tarikatlara ait. Para kazanma konusunda tamamen pragmatist (faydacı) ve hatta oportünizstler (Fırsatçı).  Pek çoğu 12 Eylül döneminde de zengin olmuş. Geçenlerde Uğur Mumcu'nun Cumhuriyet gazetesi yazılarının derlemelerinden biri olan, 12 Eylül ve Şeriat adlı kitabı okudum. O gazete yazılarının ilk yayımlandığı tarihlerde daha ilkokul çocuğuydum. Sonra okumak bugünlere nasip oldu. Bugünün beşli çete üyeleri ve tarikat şirkelteri, 12 Eylülü pek sevmiş. O dönem gazetelerine de bir göz atın.

Bu Anadolu Kaplanı denen tarikat holdinglerin belkemiğini oluşuturuyor. Fetöcüler bile en son, Banksaya'da, banka kapanmasın diye tesbih çekip, dua ediyordu. Tarikatların yurtları ve kuran kursları, bu holdinglerin eleman devşirme kurumları. O kadar ki, işlerine yaramayacak gençleri, yurtlarından çabucak atıyorlar.  Sadece kendi şirketlerinde ya da tarikatların faaliyetlerinde çalışmaya değil, devlete sızmaya da adam arıyorlar. Devlete sızma amaçları da artık daha fazla rant. Anadolu kaplanları diye diye başımıza çıkarılan bu tarikat holdingleri, giderek ekonomiye daha büyük yük olmakta. 

Onları sevimli göstermemek adına, bu yazıma görsel eklemiyorum.


25 Aralık 2022 Pazar

MUFAZAKARLIKTA SORUN OLMASI DEĞİL, DUYULMASIDIR

 


Uzun yıllarım muhafazkar ve sağın kalesi yerlerde geçti. Şu anda da benzeri bir okulda çalışıyorum. Çalıştığım ilçe, Ankara'da uzun yıllar sağ partilerin kalesi olan bir ilçe. Son seçimde CHP zorlamış ama alamamış. Buralar da benim bildiğim fazlası ile muhafazakar ama öğrencilerde o kadar muahfazakarlık görmüyorum. Acaba bunlar Z kuşağı diye mi, fen lisesi diyemi, bilmiyorum.

Ben daha önce gördüklerimden, yaşadıklarımdan bahsedeceğim. Aslında pek çok okuyucumun bildiği şeyler. Sadece etrafınıza daha dikkatli ve eleştirel bakmanız gerekli. En başta gündüz kuşağının polisiye programlarına bakın sevgili okuyucularım. Kaç tana üniversite mezunu gördünüz? Ülkemizde eğitimli işsiz ve yoksul, bu kadar fazlayken, eğitimli suç oranının düşüklüğünü görmüyor musunuz? Muhafakar kesim ise halen eğitimli insanlara karşı düşmanca bir tavır içinde. Muhafazakarlık hep kendi pisliğini gömme ve bunun içinde başkalarına çamur atma derdinde.

Bu son olayda da, hemen karşı saldırıya geçtiler ve uzun zamandır muhalefete muhalefet eden bir şahıs, üstelikte dava açma tehditleri ile Atatürk'e hakaret etti. Tam Kadir Mısırlıoğlu ya da Rıza Nur'a yakışacak bir hakaret. Amacı sadece son kız çocuğu istismarını unutturmak. Ortalığı karıştıran son mahkeme kararında da benzer bir amaç var. Bir anda herkes bu olayı konuşmayı bıraktı.

Nihat genç bunu uzun süredir yapıyor. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2022/03/nihat-gencin-delirerek-bitmesi.html ) Gündemi değiştirmek için, abartılı ve saçma bir yoldan Atatürk'e saldırması ve sonrasında da herkesi dava açmakla tehdit etmesi,  tarikat mensubu birilerinden akıl aldığının göstergesi. Meşhur fesli üstatları da böyle yapardı. Bir de Goebels ilkesine uygun bir yalan. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2021/09/duygu-egitimi-nasil-olur-1goebbels.html) O kadar büyük bir yalan ki, ne Türk tarihi ile ilgisi var ne İslam tarihiyle. İslam tarihinde Fas ve Maldiv adaları haricinde kadın sultan olmamış. Türk tarihinde de kadın naibler var. Oğulları büyüyene kadar naib olarak ülkeyi yönetmişler, tathta çıkıp, adlarına hutbe okutup, sikke kestirmemişler  (para bastımamışlar) ve benzeri devlet mülküne bizzat sahip olmak gibi eylemlerde bulunmamışlardır. Germiyanoğlu Mehmet beyin oğlu olmayınca, vasiyeti üzerine devleri Osmanlı'ya miras kalmıştı. Abaka Hanın oğlu olmayınca, devleti yıkılmıştır. (Bu konuyu daha sonra uzun uzun yazacağım.)

Dinci taifesi, soluksuz yalan söyler ve yalanı anında üretir. Yalanı da, herkes böyle söylüyor diye doğrular. Oysa o herkes, çoğu kez kendisidir ya da kendi tarikatının üyeleridir. Elde bir delil yoktur ama durmadan döndürdükleri dedikoduları vardır. Köy enstitüleri  ile ilgili tek bir adli vaka yoktur ama sağcıların bolca dedikodu ve hakareti vardır. Ahır yapılan cami ya da benzeri iddialar sık sık ortaya atılır ama delili yoktur. Onların böyle dedikoduları bolca üretmesi ve konuşması yeterince delildir. 

Oysa kendi kabahatleri, suçları öyle mi? Bir Müslümana günah olarak, duyduğunu söylemesi yeterlidir.  Müslüman, gördüğünü örtmeli, görmediğini söylememelidir. Gıybet etmek, ölü eti yemektir, Kabe'nin örtüsü altında anne ile zina etmektir.  Bir de olayları hep münfetittir. Karaman olayını ne çabuk unuttuk. Kırk beş oğan çocuğunu sadece bir öğretmenin istismar ettiğine ortada bir taciz-sübyancı çetesi olmadığına inanıyor musunuz? O kadar çocuğun hiç biri mi bir şikayette bulunamadı.

Tarikatlarda ve muhafazakar dediğimiz toplulukların içinde değil, biraz yakınında olduğumuzda bile ne kadar çok skandal olduğunu, ülkenin en az on tane Müge Anlı'yı besleyecek potansiyelde olduğunu görürsünüz. Arşivleri açarsanız, toplumun ne skandalları unuttuğunun farkına varırsınız. En basitinden, Sivas'ın, Kangal gibi küçük bir ilçesinde,  otuz beş erkeğin grup sekste basılması olayını nasıl unuttuk? Tabi o zamanlar FETÖ'nün en güçlü zamanlarıydı.

Bir de hiç görünmeyenler var. Alkislarlayasiyorum.com'un etkin üyesiyken,  eski sevgilimin, kamuoyunun çok iyi bildiği ve bolca öğrenci yurdu ve kuran kursu işleten bir tarikatın üst düye bir üyesinin kızı olduğundan, türbanlı olduğundan falan bahsediyordum. Sonra bir çok kiş, sitenin özel mesaj kutusundan bana o tarikat yurtları ile ilgili bir şeyler anlatıyordu. Bu yurtlarda her masraf, halkın parasıyla yapılıyor ama yurdun büyük bir kısmı yurt ya da kurs müdürü ve diğer diğer çalışanların yaşamına, daha doğrusu lüksüne ayrılmıştı. Odalarda öğrenciler tıkış tıkış yaşarken, müdür odası ve diğer alanlar devasadır ve bahane de misafir gelecektir. Misafirler de ya tarikatın diğer büyükleridir ya da Maarif (Milli Eğitim) müfettişleri başta olmak üzere, devlet görevlileridir. Yurtta herkes, her konuma gelebiliyor. Aslında tarikattaki herkes hoca, Kuran hocası. Pek çoğu, yaptıkları vukuatlar sonucu, başka yurt yada Kuran kurdlarına, rütbe düşerek tayin olurlar. Bir kursta hoca olan, ertesi sene hizmetli ya da aşçı olabilir.

İşin doğrusu tüm tarikatlarda benzeri sistem vardır. Bu tarikatlar, cumhuriyet devrimlerinden bu yana pek de yer altına inmemişler,  tek parti CHP'si, İnönü zamanında Ticani tarikatı şeyhi Pilavoğlu'nun üye olmasına razı olmuştu. Sonra Pilavoğlu'nun çocuk tacizi ortaya çıkması, Gökçeada'ya sürülüüp, aynı suçu orada da işlemesi üzerine, yerini diğer tarikatlar almıştır.

Tarikatlar, Osmanlıda da ara ara paralel devlet olup, linç edilmiş ve ezilmişlerdir (suçları vardır ya da yoktur, ya da suçları azdır ya da çoktur, tarihçiler daha iyi bilir).  Kadızadeler denen Balıkesirli bir aile, Mevlevilere kan kusturmuş, Köprülü Mehmet Paşa da Kadızadelerin sökünü kurutmuştur. Hristiyanlık tarihi de benzeridir. Meşhur Tapınak Şövalyeleri, İspanya'da, Müslüman emirliklerle savaşmak yerine, ticaret ve tefecilikle para kazanmayı tercih ettiklerinde, Fransa kralı ve Papa'nın öfkelerini çekip, paralel oldular.  Paralel olduklarında da pek çok şeyleri ortaya çıktı ve bazı şeyler eklenip, bir şeyler de dahil oldu. 

Muhafazakarlık, tarihte de pek çok olayı gizleme ve tarihi isimlerin yüceliğinin zedelenmesine engel olma çabasındadır. Peçevi tarihi, Kanuni'nin oğlu 2. Selim'in hamamda oğlan kovalarken düşerek öldüğünü açık açık yazarken,  pek çok tarihçi bunu red etmek ya da bahsetmemek eğilimindedir.  Divan şiirindeki oğlan kelimelerinin ise, genç anlamına geldiğini falan söylerler.  Oysa bu şiirlerde, ey sevgili, senin yüzünde sakal çıktı da, sen sevilmez oldun, der. Yani adam düpedüz oğlan çocuğuna yaşattığı cinsel istismara aşk diyor. Okullarda da okutulan Sadabada gidelim şiirinde, annenden cumaya diye izin alda, sadabadda buluşalım der. Selvi civanım dediğine göre, uzun bir oğlandan bahsediyor, kızlar için civan tanımı kullanılmaz. Yani divan şiirine göre sübyancılık düpedüz normal bir şeydir.  Bugünün edebiyatçıları ve  tarihçileri, herşeyi inkar etme çabasında.

Son olarak, ben Esra'nın bana aşık olduğunu ya da kendisinin çok farklı biri olduğunu sanıyordum. Sonradan pek çok muafazakar ve zengin kızın, garibanlar uyguladıkları dini zorlamaları pek yaşamadıklarını öğrendim. Kızını Katar'da okutan Taliban sözcüsü gibi.

Muhafazakarlar için olması değil, duyulması sorundur.

15 Aralık 2022 Perşembe

MUHALEFETE MUHALEFETİN 12 EYLÜLÜ VE DARBELERİ



Sadece Zafer partisinin değil, iktidara muhalif olduğunu söyleyen Türk milliyetçisi tüm unsurların durumu böyle. Hatta daha önce yazmıştım: ( https://onbinkitap.blogspot.com/2019/08/sahte-muhalefet-muhalefete-muhalefet.html ) Bu yazıyı yazma sebebimse, Zafer partisi olmak üzere, bu ideolojiye sahip olan kitlenin trollerinin 12 Eylülü övmeye başlamaları. Özellikle Kenan Evren'i övmeleri. Ben, pek az okunan şu blogumdan onlara sesleniyorum:

Beton soğuk, üşüyorum diye şiir yazan rahmetli reisinizden de mi utanmıyorsunuz? İdam edilen onlarca insan gözünüzün önüne gelmiyor mu? Ülkeden kaçan yüzlerce profesör, devasa bir beyin göçünü de mi hatırlamıyorsunuz? Ülkedeki devasa yıkımı da mı hatırlamıyorsunuz?

Bir de özellikle Erdal Eren'e saldırmaları, onun üzerinden olması. Onlara göre Erdal Eren 19-20 yaşlarındaydı ve önemli bir teröristti.  Gene onlara göre Evren paşa, ülkeye huzur getirdi.

12 Eylülden sonra ülkeye huzur geldi de, birincsi kaç sene geldi, ikincisi de gerçekten geldi mi? Birncisi, 12 Eylülde, bizzat askerin hakim olduğu süre içinde olan pek çok terör olayı,  basına uygulanan ağır sansür ve baskı nedeni ile duyulmadı. Sonra 12 Eylül rejimi, sivil (olduğu şüpheli) Turgut Özal (Anavatan partisi) iktidarına  verir vermez patlayan PKK terörüne ne diyorsunuz?

Aslına bu sağın askeri darbelere bakış açısını gösterir. Mesela sağcıların, Adnan Menderes'e yaktıkları ağıtlara bakarak, 27 Mayıs'a karşı çıktılar veya tevekkül ile geçmelerini beklediler falan sanıyorsunuz. Oysa 27 Mayısı elleri patlarcasına alkışlamışlar, Menderes'in idamını da tarikat kurucusu Süleyman Hilmi Tunahan'ı istediği türbeye değilde, sıradan bir mezara gödürmesine falan bağladılar . (bakınız: https://onbinkitap.blogspot.com/2020/07/27-mayisi-solcu-sanmak.html ) 27 Mayıs, özgürlükçü bir anayasa hazırladı, daha doğrusu özgülüğümsü. Zira darbe yönetimlerinin bahşettiği özgürlük, mahkumlara verilen izinler gibidir. İcabında bir tokatla geri alınır. 16-17 Haziran 1970 olaylarından sonra geri alınmasına karar verilmiş, 12 Mart 1971 ile de büyük oranda geri alınmıştır.

O zaman neden 27 Mayıs böyle cömert bir anayasa hazırladı? Çünkü meşru olmak istiyordu. 27 Mayıs darbesi olduğunda, ülkede öyle olağan üstü bir ortam yoktu. Öyle ciddi bir sağ-sol veya mezhepsel çatışma falan da yoktu. Hatta bir kaç ay önce bir baba, oğlunu Menderes'e kurban etmeye çalışmıştı. Darbenin tek gerekçesi, 27 Mayıs'ın muhalefet ve muhalif basın üzerindeki olağan üstü baskısıydı. Tek parti CHP'sinin, Takrir-i Sükun döneminden bile daha beter bir sansür vardı. Ana muhalefet partisinin malına, mülküne el konuluyor, muhalefete oy veröiş iller, ilçe yapılıyordu.  Darbeye tek destek,  Demokrat partinin baskısından bunalmış muhalefet ve alım gücü düşen (askerler dahil) subaylardı. Sırf onlar istedi diye de darbe yapmış olamazdı. Darbeci de olsa, herkesin gözünde yaptılarını meşru göstemenin, ya da meşruymuş gibi yapmanın tek yolu, özgürlükçü bir anayasaydı. Bunda da bir sakınca görmediler. Zira gene aynen geri aldılar.

Bu sözde muhalif ve sözde milliyetçiler de, daha şimdiden gerçek yüzlerini göstermeye başladı. Seçimlere az kala iktidardan yana bayrak açacak gibiler.


11 Aralık 2022 Pazar

DÜŞECEĞİNİ HATIRLA- Memento cades (1-DÜŞMEK NEDİR VE KAÇINILMAZDIR)



 Romalılar, Momento Mori demişlerdir, yani öleceğini hatırla. Oysa insan hep öleceğini hatırlar. Bu yüzden cennet, uçmak ya da valhala'yı icat etmiş, devasa anır mezarlar, türbeler, anma günleri, anma törenleri falan icat etmiştir. Daha yazının ilk çağlarında, cesedini mumyalatmıştır. Tarihin her devrinde, bir amaç uğruna ölüm yüceltilmiş ya da ölüm sonrası cennet ile ödül vaad edilmiştir.

İnsan ölümden korkmaz, gerçek budur. İnsan ölümdeca bu kadar çok sabaş olmaz, savaşlada bu kadar çok insan ölmezdi. İnsanın korktuğu, Türkçede genel anlamda düşmek dediğimiz şeydir. Türkçe'de sadece yürürken, koşarken, attan, gökten ve benzeri yerlerden isteksizce yere inme ya da çakılma işlemine düşmek dediğimiz gibi, her türlü mal, para, değer ve itibar kaybına da düşme denir.  İnsanların asıl kokrktuğu budur ve bu yüzden savaşlarda ölümden korkmaz. Düşeceğine, ölmeyi tercih eder.

İnsanların ölümden korkmama sebebi, ölümün kaçınılmaz ve belirsiz oluşudur. Elbette bir günün, bir zamanında öleceğizdir.  Bunun geç olmasını dilesek de,  bunun için çabalasak da, her an, her zaman ölebilirizdir. Korkunun ecele faydası yoktur, ecel gelmiş cihane, baş ağrısı bahanedir. Sabaha çıkacağımız belli değildir. Öyleyse yapmamız gerekeni yapmalı, ayakta ölmeli, düşmemeliyiz. Düşmemek için her çabayı göstermeliyiz.

Bilmediğimiz şey, düşmek de kaçınılmazdır, ne zaman düşeceğimiz belirsizdir. Kaçınılmaz bir günde ve eninde ve sonunda, nasıl öleceksen, paramız, makamımız, servetimiz, mülkümüz ve saltanatımız düşecektir. Bu saltanat, para, makam, mal ve mülke dayanan itibar da çökecektir. Bunun için aldığımız tedbirler, çırpınmalarımız boşunadır.

Benito Musolini muhtemelen muzaffer bir lider olarak hasta yatağında, mesut ve başarılı bir lider olarak, halkını yasa boğarak öleceğini, büyük bir törenle, belki de Papalıkla anlaşarak kurduğu Vatikan'da düzenlenecek, devasa kitlelerin katılacağı törenle, devasa bir anıt mezara gömüleceğini düşlüyordu. Her ölüm yılında törenlerle anılacak, öldüğü dakika saygı duruşunda bulunulacaktı belki de. Oysa bir Partizan lideri tarafından yargılanacağı, cesedinin baş aşağı asılıp, cesedine türlü darbeler ineceğini, üzerine tükürülüp, işeneceğini, mezarının yıllarca yeri belli olmayıp, yıllar sonra ailesine verileceğini falan düşünmemişti. Ya da Hitler, sığınağında ve Sovyet askerleri yaklaşık iki yüz metre ötesindeyken intihar edeceğini düşünmemişti muhtemelen. Cesedine, Mussolini'nin cesedine yapılacaklar yapılmasın diye yakılmasını istedi.

Hitler ve Mussolini, ölmeden devrilmenin acısını yaşadılar. Onlar bir savaşa girdi ve kaybetti. Osmanlının, İngiliz ve Fransızların, Rusların ve diğer milletlerim yüz, yüz elli yılda kurdukları imparatorluğu, en fazla on, on beş yılda yapmaya karar vermişlerdi. Çavuşesku ise, kaybedilmiş bir savaşı anlamadığı için düştü.Sovyetler Birliği dağılmıştı ve sözde bağımsız doğu Avrupa ülkelerinde iktidarlar değişirken, kendisi aynen kalacağını sandı. Romanya, Çekostovakya'nın 1968'deki işgeline ve 1984 Los Angeles olimpiyatları boykotuna katılmadı diye, Sovyetler olmadan dayanacağını sandı. Sonuçta mezarı halen belli değil.

Bazı liderler, öldükten sonra düşerler.  Stalin, öldükten hemen sonra düştü. Nazım Hikmet bile ardından, taştan dı, kağıttandı, çeliktendi, bir gece aniden üstümüzden kalktı diye şiir yazdı. Franko ise, ölümünden sonraki elli yıl bouunca parça oarça düştü. O devasa anıt mezarını, on dört yıllık kesintisiz sosyalist parti egemenliği bile yıkamadı. Pek çok kamu mültü, Franco'nun ailesinde kaldı. Mezarının aile mezarlığına taşınması ve kendisine şehir halkları tarafından hediye edilen mülklerin kendisinden geri alınması için, ölümünden elli yıl geçmesi gerekti.

Bazen de ideoloji tümden olür, 1990'da Sovyet Sosyalizminin başına gelen tam da buydu. Halbuki Sovyet Sosyalizmi, Rus Çarlığını ve Nazi iktidarını düşürmüştü. O yıllarda Türkiye'de üç kuruş para kazanmak isteyen Rusların ve şimdilerde eskiyen doğu bloku ülkelerin insanların halini hüzünle hatırlarım.

Siyasi partiler ya da oluşumlar için düşmemenin yolu pek yoktur. İktidar sahipleri, kurucu liderlerden sonra ideolojiyi yaşatmak için zorbalığa uğradıkça, düşüşün şiddetini arttırırlar. İktidarı uzatırlar mı, uzatmazlar mı, bilemeyeceğim. Eğitimsiz ve örgütsüz toplumlarda, böyle şeylerle iktidar oynunu uzatılabilir belki ama kaç yıl ya da kaç dakika? Toplumun karmaşık dinamikleri içinde buna kesin cevap veremeyeceğim. Eğitimsiz ve cahil toplumlarda iktidar süresi uzayabilir ama Kaddafi gibi kalaşnikof tüfeğin ısınmış namlusuna muhattap olma ihtimali de vardır. İşin doğrusu düşmüşe acınılmaz. İktidar partisi, ciğercinin kedisi, muhalefet partileri, sokak kedileridir. 

Bu düşme kaçınılmazsa, kendiniz inmelisidizdir bu tahttan. CHP tarih boyunca, ülkeyi kurup, ihtilal yaptığı halde, kendi isteiği ile iktidarı bırakan tek partidir. Hemen 1846 seçimlerini hatırlatan olacaktır. Ben de diyeceğim ki, 1946 seçimlerinden sonra bombalar patlamadı, Demokrat Parti ve yandaşları tutuklanmadı. CHP, Rus komünist partisi gibi, seçkoymadı.im ne olursa olsun, kendisinin iktidar olacağına dair bir maddeyi anayasaya koymadı.  Demokrat partinin mallarını kamulaştırmadı. 

Demokrat parti, tüm bunları yapmasına rağmen bir darbe ile iktidardan düştü. Menderes orduyu, gençliği ve kendisine muhalif unsurları çok küçümsemişti.

(Yazı çok uzayacak, bu yüzden burada kesiyorum) 

5 Aralık 2022 Pazartesi

SAĞCILARIN ALEVİLİK SORUNU



Ağırlıklı olarak Alevilikle ilgili kitaplar çıkaran Leyla Akgül hanımın stand açacağını öğrenince Oğuz Ocakları'nın Alevilikle ilgili konferansına gittim. Doğru dürüst dinlemedim. Dinlediğim kadarı ile de diğer sağcı kuruluşlar gibi,  yaşayan Alevilikten uzak, bambaşka şeylerden bahsettiler. Fark ettim ki sağcıların bir Alevilik sorunu var ve ben de bunu  yazmaya karar verdim. Bu sorun, sadece Alevilerin sağa oy verme ve sağa oy verenleri dışlamasından ibaret değil. Alevilerin sol partiler için çalışması, propaganda yapması ve sol yayımları satın alması, tüketmesi. Pek çok sağcı, Alevi düşmanı ve Aleviler, milliyetçili yapacaksa bile ulusolculuk yapıyor, yani bunu gene sol partiler içinde yapıyor.  Pek çok Sünni, Alevi düşmanlığından sağa oy veriyor ama sırf bu yüzden oy verenler giderek azalıyor.

Sağcıların, Alevilerle ilgili olarak hatırlaması gereken bir gerçek var. Bugün Edirne'den Kars'a, Muğla'dan Muş'a, Sinop'tan Hatay'a neredeyse tüm Aleviler solcudur. Kırım, Bosna, Arnavutluk, Makedonya, Kosova, Kırcaal, Deliorman, Halep, Musul-Kerkük, Ahıska'da Türkiye'ye bağşı olsaydı, oralardaki Türkler ve Alevi olacaktı. Zira Alevileri solcu eden, onlara kötü muamele eden sağcılardır.
 Sağın Alevi sorunu iki parçadan oluşuyor. İlki Alevileri olduğu gibi kabul etmeme, ikincisi de özeleştiri yapamama.
Alevileri olduğu gibi kabul etmemeyi de ikiye ayırabililiriz. İlki, evet, Aleviler namaz kılmıyor, Ramazan orucu da tutmuyor ve bundan size ne? Biz böyleyiz ve bu sizi hiç ilgilendirmez. Size nedenini ve nasılını açıklamakla yükümlü değiliz. Bazı Alevi toplulukları namaz kılıyor, oruç tutuyor olabilir. O da bizi ilgilendirmez. Bir de sanki tüm Sünnilerin alnı posttan kalmıyor da, Alevilere laf atıyorlar. Özellikle mahalle camilerinin çoğu, yaşlı erkekler sosyal merkezine dönüşmüş, genç biri gelince huzursuz oluyorlar. Tanıdığım pek çok Sünni, Alevi olduğumu öğrendikten sonra namaza başlayıp, beni namaza çağırdı.
Bir de, neden sağcılarda birazcık din anlattıklşarında inançlarımızda ya da hayat tarzımızdan vazgeçeceğimizi sanıyor veya inatla bu şekilde bizi rahatsız ediyor? 


Alevileri olduğu gibi kabullenmemenin diğer bir safhası da, tüm Alevileri Türk yapmaları.  Bunu pek çok Alevi de yapıyor ve itiraf edeyim Kürt bir Alevi olduğum halde, bir zamanlar ben de yapmıştım. Bunun en başta gelen sebebi, Aleviliğin köken olarak Türklerin Sibirya-Orta Asya'dan kalma inançlarının, üzerine Şii İslam boyası serpilmiş hali olmasıdır. Dede Korkut hikayelerini okuyan herhangi bir Alevi bunu anlayabilir. Kürt ve Zaza Alevilerinin, cem ibadetlerini çoğu kez Türkçe yapması da bunun delilidir. Pir Sultan Abdal'ın bir deyişinde Dürr-i Meknun'u oku dediğini öğrendiğimde, merak edip, kitabı okudum. Pir Sultan Abdal'ın, Osmanlı elit zümre kültürüne ait bir kitapla ne işi olabileceğini merak ettim. Kitabın bir yerinde Aleviliğin Hıtaylardan yani Uygurlardan geldiği yazıyordu. Alevi semahlarının, Uygurların Senem dansına çok benzemesinin sebebi de bu olmalı.
Diğer yandan da Alevilik, sadece Türkler ya da Oğuz boyları arasında kalmamış, Babailer isyanından sonra bugünkü kimliğine ulaşan inanç, diğer toplumlar arasında yayılmıştır. Kürt Aleviler sadece Türkiye'de değil, İran ve Suriye'de de yaşar.Suriye'de Beşar Esad, Arap Alevisidir ve Alevi de olsa Kürtleri sevmez.   Ben hayatım boyunca, Kürt, Zaza, Türk ve Arap Alevilerinin yanında Roman ve Kırım Tatarı Alevilerini de tanıdım. Boşnak, Arnavut, Makedon, Pomak, Sabataycı Aleviliği ilgili de bir şeyler okudum ya da duydum. Türkiye'de Alevilik, bütün bu etnik gruplardaki Alevilerin üst kimliği haline gelmiş durumda. Bu yüzden Zaza, Kürt ve hatta Arap Alevileri hızla Türkleşmekte.  Bunun sebebi de Türk Faşizminin dinci ve mezhepçi özelliğidir.Alevilerin Türkleşme ve Aleviliğin üst kimlik olması, Türkiye'ye özgüdür. Lakin Aleviler, milliyetçi ideolojiden uzak durmakta, daha önce de söylediğim gibi, yapacaksa da, ulusolculuk yapmakta.


 Sağın Alevilikle ilgili asıl sorunu, Alevilere karşı işledikleri suçlar konusunda özeleştiri yapamama sorundur. (Benzer şekilde Kürtlerle ilgili de vardır, o bambaşka bir yazı konusudur.) Türkiye'de sağ, Alevilere çok önceleri düşman olmuştur.  Atsız bile, daha 1930'lu yıllarda bile, bulabildiği bazı orta çağ yazıları ile Alevilere saldırmış, sonra da 1972'de kendi Ülküdaşları tarafından öldürülen Ali Balseven ardından timsah gözyaşları dökmüştür. (Ali Balseven, sağ-sol çatışmasının en hazin kurbanıdır. Herkes kendisi için üzülür, ama kimse de adını pek anmaz.)
Diğer yandan, Ülkücülerin kendilerinin de söylediği gibi tek Ülkücü Alevi Ali Balyemez değildi. Ben de hayatım boyunca farklı tarihlerde ve farklı yerlerde böylesi iki kişi ile tanıştım. Sonra Ülkücülerin içinde pek çok Alevi, Kürt, hatta Ermeni olduğunu öğrendim. Pek çoğu da asimile olmak isteyen ama asimile olamayanlardı.
Ülkücülerin ve genel anlamda da sağın Alevi düşmanlığının, Alevilerin solcu olduğu ile iddiasının bu vesile ile yalan olduğunu öğrendim. Kaldı ki MHP, daha CMKP (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi) zamanında ve daha parti Osman Bölükbaşı başkanlığındayken ve Türkiye'de öyle bir sağ-sol ayrımı yokken, parti içindeki Türkeşçiler, 1961 yılında Aydın şehir merkezinde sekiz Alevi öldürmüştü. Maraş ve Çorum'da katliam yapanlar, Ülkü ocaklarından çıkmıştı. Madımak'ı yakanlar, tarikat dergahlarından çıkmıştı. Yıllar sonra başörtü isteyenler Suudi Arabistan'a gitsin diyecek olan Süleyman Demirel, bana sağcılar cinayet işliyor diyemezsiniz demişti, katliam sonrasında. 
Türkiye'de sağda özeleştiri kültürü yoktur. Zira özeleştiri, suçu itirafta gerektirir. Halen öldürülenleri, horgörülenleri,  öldürüldüğü ve horgörüldüğü için suçlauaycaksanız, bence hiç uğraşmayın.