29 Haziran 2025 Pazar

İRAN-İSRAİL SAVAŞI VE MAVİ VATAN



 12 gün süren son İran-İsrail savaşından çıkarılacak pek çok ders var. Pek çok İsrail hayranı ve Sünnici, İran'ın yenildiği fikrinde. İran, zafer kazanmadı, daha doğrusu her iki tarafta zarar etti ama İsrail, daha çok zarar etti. İran'dan beklentiler düşüktü. Ben şahsen Kürtlerin ve Belucilerin (İran'daki en büyük Sünni grup) isyan değilse bile, infial halinde olacaklarını bekledim, PJAK'ın orta doğu halklarını tüm Kürtlede düşman etmekten başka bir işe yaramayan açıklaması (o da muhtemelen İsrail'in isteğiyle oldu) haricinde ciddi bir olay olmadı. Ben bir karamsar olarak, İsrail'in bu ani saldırısı sonrası İran'ın 1967, 6 gün savaşı sonrası tüm hava kuvvetlerini kaybetmesini falan bekledim. Ben dahil pek çok kişi, yüz binlerce, hatta milyonlarca İranlı'nın Türkiye dahil çevre ülkelere göç etmesini, iltica etmesini bekledi. Tam tersine, Türkiye'de yaşayan pek çok İranlı, ülkesine döndü. İran'ın yaraları ağırdı ama ben dahil herkesten daha azdır muhtemelen. İsrail, maddi kayıptan çok, güvenli ülke imajını kaybetti. Bu açıdan İsrail'in kaybı, uzun vadede daha büyük. Beyin göçü ve vasıflı emek için ideal göç ülkesi olmayacak. İsrail, turizm ülkesi de olamayacak artık. Turizmde kaybeden başka bir ülke de Dubai başta olmak üzere, körfez ülkeleri, artık vurulabilecek bir hedef oldular ve buralara giden turistler, aynı zamanda savaş durumunda kaçma rotasını da öğrenmeli veya buralara turist getiren tur şirketleri, acil durumda misafirlerini kaçırmanın yollarına bakmalı.



Savaşın bitişi, İran'ın, Hürmüz boğazı kapatma tehdidi ile oldu. Çok geniş olmayan Hürmüz boğazı, dünya petrol yolunun can damarı ve alternatifi de yok. İran'ın desteklediği Yemen'li Husi milisler, Babülmendep boğazını kısmen de olsa kapatmaları, hem İsrail, hem de Dünya ticaretini yaralamıştı. Pek çok gemi ve armatör, Babülmendep-Süveyş kanalı yerine, Afrika'nın güneyini, Ümit burnunu dolaşmayı tercih etmişti. Tam da burada İran'ın, bence en büyük güçsüzlüğü olan, denizci bir millet olmaması, tarih boyunca da ciddi bir deniz kültürü olmamasıdır. Bunun en başta sebebi, İran coğrafyasının denize düşmanlığıdır. İran, tarih boyunca sınırları değişmekle beraber, genel anlamda batıda Fırat-Dicle nehirleri, doğuda en fazla İndus nehri, genelde Afgan-Hindikuş dağları, kuzeyde Kafkasya dağları, Hazar denizi, Sirdeya-Amuderya nehirleri, güneyinde de Arap veya İran denizi, bazen de Basra körfezi denen deniz bulunur. Hazar, Dünya'nın tek kapalı denizi olması bir yana,  Elburuz  dağları yüzünden İranlıların bu denize yada bu denizden İran'a ulaşım zordur.  Güney kıyıları ile Şiraz dağları arasında, Bedevileri ve develeri bile yıldıran acımasız bir çöl vardır. Bu sebeple İran, tarihi boyunca denizden istila görmemiş, deniz ticareti de İranlıların ilgisini çekmemiştir. Başka bir sebepte, meşhur İpek yolunun İran'dan mutlaka geçmesi, Kırım'ın Kefe ve Kerç limanlarında düğümlenen kuzey rotasından  çoğu kez güvenli olmamasıdır. İran, güney dahilinden sadece bir ara Sasani imparatorluğu döneminde Yemen'in güneyi, Arap yarım adasının doğusunu fetetmiş, ama Justinyanus vebasından sonra bu bölgeleri terk etmiştir. İlk çağda Akhameniş (Pers )imparatorluğu döneminde İran'ın Akdeniz donanması, Fenike medeniyetinin Sur (Tir) şehir devleti, Halikarnasos (Bodrum) şehir devleti donanması ve Miletos şehir devletlerinin denizcilerinin kontrolündeydi. Bu şehirler Bütük İskender'in ordularının kuşatmalarına aylarca dayandıktan sonra acımasızca yakılıp, yıkıldı,  erkekleri katledilip, kadın ve çocukları köle yapıldı. Denizcilik bu kadar önemlidir. Sasani imparatorluğu ve Büyük Selçuklu Devleti (İranlılar , Selçuk devletini de sahiplenirler)'de Akdeniz'de bir  donanma gücü olmadı. Osmanlı ise bir Akdeniz gücü oldu ancak bir okyanus gücü olmadı.

Modern İran, sınuçta bu günlere deniz gücü olmadı ve bir denizcilik kültürü de olmadı. Bu sorun nerederyse tüm İslam aleminin sorunu. 1967 Altı Gün savaşı öncesinde, ciddi bir deniz-denizaltı gücü, İsrail kıyılarını abluka altına alsaydı, yenilgi bu kadar ağır olmadı. İsrail'in saldırısı da, Mısır ve Suudi Arabistan-Ürdün'ün Akabe körfezi girişini ve İsrail'in güneydeki tek limanı Eliat limanını kapatması tehdidi üzerine başladı. 

Deniz gücü olmak, parasını verip, donanma inşa etmekle (Abdülmecid böyle bir donanma yaptı, Abdülhamit bu donanmayı Haliç'de çürüttü) olmuyor. Denizcilik yapan bir toplum olması, denizcilik geleneği de gerekiyor.

Ek olarak: Bu son saldırıda İran'daki Afganların, muhtemelen Sünnicilik uğruna İsrail ajanı oldukları görüldü. Ülkemize son on yıldır doluşan Afgan, Somali ve Suriyelilerden; üzerine de üniversitelerimize doluşan yabancu öğrencilerden ne kadar eminiz, bu bambaşka bir yazının konusu.



27 Haziran 2025 Cuma

AZINLIK SİYASETİNE MACERAPERESTLİK

 


Dikta-otokrat yönetimlerinin bir özelliği de maceraperestliğidir. Zira tek adam rejimleri, hele de uzun süre  iktidarda kalmışlarsa, kabadayı gibi düşünmeye başlarlar. Bir suikastin arka arkaya Birinci Dünya Savaşını başlatma sebebi, Avrupa'yı saran ve artık iyive çürümüş olan monarşilerdi. Hiç bir kral, yiğitliğine leke sürdürmek istemedi, gerçi çekilmedi ve savaş başladı. İkincisinide de aynı kabadayı kişiliğinde olan diktatörler başlattı. 20. ve 21 yüz yılın pek çok diktatörü asker olmadığı halde, hep ünüforma ile gezdi ve üniforma ile pozlar verdi. Başkomutanlık ünvanlarını zevkle kullandılar. Pek çoğunun başkumandanlığı, orduyu yönetmekten çok, orduyu kullanarak ülkeyi nasıl maceralara sürükleneceğine karar vermekten ibarettir. Saddam Hüseyin mesela, hiç askerlik yapmamış, sırtından ünüformayı da hiç çıkarmamıştır. Ülkesini İran, Kuvey, A.B.D ile savaşa sokmuş, bir ara elindeki fi tarihinden kalma, Sovyet yapımı Scud füzelerini İsrail'e fırlatmayı akıl etti. İran, ciddi ciddi hedef tespiti yapıyor, Mosad merkezini, Microsoft tesisini falan vuruyor; Saddam körlemesine sallardı. Küçücük İsrail coğrafyasına büyük hasarlar vermişti, zira o zamanlar Demir Kubbe yoktu, Saddam'dan sonra inşa edildi. 

Sadece Saddam yada Arap coğrafyası değil, dikta-otokrasi olan her ülkede siyaset, maceraya döner. Yeterince denetlenmeyen liderler, zamanla delirip, gerçeklikten uzaklaşır. Yetki paylaşımını da bırakırlar. Ülke ellerinde oyuncak olur, savaş, içsavaş, yıkımlar vesaire. Bazıları da savaşamaz, savaşmayı göze alamaz yada savaştan dersini almıştır. Bu sefer de çılgın inşaat projelerine girişir. Bunlar ilk başta pratik ihtiyaca yönelik işlerken, daha sonra hiç birişlevi olmayan inşaatlara döner. Bol bol yeni kamu binaları yapılır. Dış politikada ise sürekli gel-gitler vardır. Diğer ülkeler, özellikle komşular, bir dost, bir düşman, en nihayetinde hepsi düşman olur.

Maceraperest siyaset, geri kalmış, okuma-yazması az ve demokrasi kültürü olmayan ülkelerde yaygındır. Sebebi en temelde din ve dinlerin kendini adama kültürüdür bence. Manastıra, tekkeye saklananları, hayatını Allah'a adamış sanmak, tarikat üyelerini daha dindar sanmak hatasıdır. Bunun ileri dereceside radikal ve ani kararlar, cesaretmiş gibi görülür.

Konuyu son günlerin (2025 Haziran itibarı ile) konusu olan son sözde çözüm sürecininin macera oluşuna getireyim. Tekrar tekrar Saddam ile anlaşan, Amerika yada İran isteği ile isyan çıkaran Irak Kürtlerine benziyorlar. Her seferine Amerika, İran ve Saddam'ın ihanetine uğradılar. Bu son çözüm sürecimsi dönemin sonu, baştan belli değil mi?

Temel sorun, hafıza sorunu. Cumhuriyetin ilk yıllarında olanları çok iyi hatırlayan ve her fırsatta ana muhalefeti suçlayan Kürt siyasetçliler, bir kaç yıl önce olanları neden hatırlamıyor yada hatırlamazdan geliyor. Kolbani düştü düşecek diyen şahsın ağzından sular akmıyor, geriden Erol Taş, Hayati Hamzaoğlu kahkahaları gelmiyor muydu? Şehirde pek çok kadın ve çocuk, şu anki Suriye'yi yöneten grupların katliamını beklemiyor muydu? Şu an Suriye'li Kürtler de her an tetikte değil mi? Ana muhalefetin cumhurbaşkanı adayını üç aydır delilsiz ve iddanamesiz hapiste tutan ve pek çok belediye başkanına benzer muameleler yapan iktidar, gerçekten barış istiyor olabilir mi? İktidarın diğer ortağının geçmişinde Maraş-Çorum katilamları yok mu? Bu parti yada parti yandaşı-sempatizanı kalemler,  seksen öncesi yada 12 eylül öncesi denen durum için bir özeleştiri yapmış mıdır?

Azınlık liderleri, azınlıkları maceraya atmamalıdır.

20 Haziran 2025 Cuma

İNSANIN ARILIĞI VE AYILIĞI

 







İnsanlar, çizgi filmler yüzünden ayıları yanlış biliyor. Ayılar, hantal ve sevimli yaratıklar değildir. Aksine çok hızlı ve çok uzun süre koşabilen canlılardır. Belki tamamen otçul bir tür olan pandalar hariç. Pandaların da çoğu günümüzde koruma altında, özel rezervlerde yaşamakta, gene de saldırgan olabiliyor. Ülkemizde tüm yabani ayıların tamamı ve dünya üzerindeki ayıların çoğu bozayı. Ayılar üzerine ansiklopedik bilgi vermeyeceğim. Ayıların tamamının ortak özelliği, bireyci canlılar olmaları, kendi kendilerine yetmeleri, kendilerine arkadaş aramamaları, o koca gövdelerine (bazı türleri küçük te olsa, ayı denilince ilk akla gelen bozayı, karaayı, kahverengi ayı, kutup ayısı, panda gibi türler, genelde yüz elli ve daha üstü kiloda, iki ayak üzerinde de iki metre kadar boydadırlar.) rağmen tokgözlü olmalarıdır. Yiyecek bolsa onlarca, hatta yüzlerce ayı, bir arada yaşayabilir. 

Ayıların en büyük güçsüzlüğü, sürü olamamalarıdır. Bu yüzden sürü hayvanlarının yoğun olduğu düz arazilerde ve orman olmayan bozkır-savana iklimlerinde  nadiren görülürler. Hatta Afrika'da hiç ayı türü yoktur. Güney Amerika'da, And dağları boyuniytica, bölgeye özgü gözlüklü ayı görülür. Ayıların, insanalardan sonraki en büyük düşmanı, sürü hayvanlarıdır. Çünkü ayılar asla sürü olamazlar.

Bazı hayvanlar da birey olarak yaşayamazlar. Arılar, karıncalar, termitler gibi böcekler böyledir. Erkekleri, kraliçeyle bir kere çiftleştikten sonra ölür, kraliçe ise sürekli yeni yavru yumurtlayan bir köledir. Yuvanın güvenliği için her birey kendisini feda eder.

İşte insan, her ikisine de uyamayan bir canlı. Tek başına her işini halledemediği gibi, duygusal açıdan da topluma yada sürüsüne muhtaç. Sadece güzel bir kadınla birlikte olmamalı, ayrıca zamparalığını cümle aleme yada  yakın arkadaşlarına ballandıra ballandıra anlatmalıdır. Yakışıklı ve zengin bir erkekle evlenmek yetmez, düğün yapmalı, eşi-dostu çağırmalı, hatta sosyal medyadan tüm dünyaya duyurmalıdır. Buna karşın kendisini topluma kayıtsız-şartsız adayamaz yada bunu nadiren yapar. Bu fedaları için şehit sayılmalıdır. İnsan topluluklarında herkesin kişiliği aynı değildir. Çok fedakar bireyler kadaar, çok bencil bireylerde vardır. İnsan toplumlarındaki karışıklık, çatışma ve kargaşalıkların temel sebebi budur. Bu yüzden toplum sözleşmeleri kolay kurulmaz ve çok hassasdır. 

İlkel toplumların pek azı Jane-Jacques Rousseau'nun düşlediği gibi barış içerisinde yaşar. Rousseau'nun yaşadığı yıllarda antropoloji ilmi çok fazla gelişmemiş, yeterince gözlem yapmamıştı. Karl Marks'ın ilkel komünal toplum tanımına ilham olan ve tarihin başlangıcında tüm insan topluluklarında var olduğunu bahsettiği bu barış toplumu, gerek doğal gözlemler, gerek arkeolojik veriler, gerek se veri taramaları ile nadiren gözlemlenmiştir. Arkeologlara göre Çatalhöyük antik yerleşimi, ilkel komünal toplumdu, ancak yazı olmadığı için bilmiyoruz. Burada antik Mısır'dan daha eski bir ekmek kalıntısı (hem de en az 5500 beş bin beş yüz yıl) daha eski bir ekmek kalıntısı daha yeni bulundu.

Ben de naçizane bir ukala olarak, toplum sözleşmesi ve onun üç kademeli aşaması ve neden pek çok toplumun ikinci kademede kaldığı üzerine tezlerimi yazmadan evvel, insanın öyle toplumcu, paylaşımcı olmadığı, arı kovanında yaşamaya mahkum olmuş ayılar olduğunu söylemeliyim.




19 Haziran 2025 Perşembe

“Arızayı onarın. Fırsatların Kilidini Açın!” Prof. Dr. Murat Türkeş


17 Haziran 2025 Çölleşme ve Kuraklık Günü: “Arızayı onarın. Fırsatların Kilidini Açın!” Prof. Dr. Murat Türkeş
BOĞAZIÇI ÜNIVERSITESI İKLIM DEĞIŞIKLIĞI VE POLITIKALARI UYGULAMA VE ARAŞTIRMA MERKEZI

Bu yılki Çölleşme ve Kuraklık Günü, en acil küresel zorluklardan birine odaklanıyor: 1.5 milyar hektarlık bozulmuş araziyi restore etmek (onarıp daha sağlıklı eski durumuna döndürmek) ve 2030 yılına kadar trilyon dolarlık bir arazirestorasyonu ekonomisini başlatmak.” “Araziyi Onarın. Fırsatları Açığa Çıkarın“ teması altında, 2025 kutlaması doğanın temeli olan araziyi onarmanın nasıl iş yaratabileceği, gıda ve su güvenliğini artırabileceği, iklim eylemini destekleyebileceği ve ekonomik dayanıklılığı nasıl inşa edebileceği konusunda ışık tutuyor.

Ana mesaj şöyle özetlenebilir: “Bozulmuş arazileri (yeryüzünü ve toprağı içerir) yeniden yaşama döndürme gücümüz var. Onarılmış bir arazi, sonsuz fırsatlar ülkesidir. Şimdi onları açığa çıkarma zamanı.”

Arazi Restorasyonu Gezegen İçin Bir Dönüm Noktası Olabilir

Küresel Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın (GSYİH) yarısından fazlası sağlıklı ekosistemlere dayanmaktadır. Yine de her yıl Mısır büyüklüğünde bir alan bozulmakta, biyolojik çeşitlilik kaybı, artan kuraklık riski ve toplulukların yerinden edilmesine yol açmaktadır. Bağlantılı dalga etkileri küresel olmakla birlikte, artan gıda fiyatlarından istikrarsızlığa ve göçe kadar yerel, ülkesel ve bölgesel etkileri de olmaktadır. Ancak arazi restorasyonu bu olumsuz senaryoyu tersine çevirebilir. Yapılan çalışmalar, restorasyona yatırılan her doların 7 ila 30 ABD doları getiri sağladığını gösteriyor. Araziyi canlandırmak üretkenliği geri kazandırır, su döngülerini güçlendirir, iklimi ve biyoçeşitliliği korur ve milyonlarca kırsal geçim kaynağını destekler.

BM Ekosistem Restorasyonu On Yılı’nın (2021–2030) orta noktasına ulaştığımıza göre, restorasyon eylemi her zamankinden daha acildir. Küresel hedeflere ulaşmak için 2030 yılına kadar çoğunluğu az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde bulunan 1.5 milyar hektar arazinin onarılması gerekiyor. Şimdiye kadar G20 Küresel Arazi Restorasyonu Girişimi ve Büyük Yeşil Duvar Girişimi gibi girişimler aracılığıyla 1 milyar hektar için sözler verilmiş durumda.
Bazı Önemli Bilgi ve Hedefler
• Her saniye, dört futbol sahası büyüklüğünde sağlıklı arazi bozuluyor ve bozulan arazilere her yıl 100 milyon hektara kadar ekleniyor.
• Dünyadaki arazilerin yaklaşık %40’a kadarı bozuluyor ve arazi bozulumu küresel ölçekte 3 milyardan fazla insanı etkiliyor; iklimimiz, biyolojik çeşitliliğimiz ve geçim kaynaklarımız için çok tehlikeli sonuçlar doğuruyor.
• 25 yaşın altındaki bir milyar insan, iş ve geçim kaynakları için doğrudan araziye ve doğal kaynaklara bağımlı bölgelerde yaşıyor.
• Mevcut eğilimler devam ederse, arazi bozulması açısından nötr (arazi bozulmasının dengelendiği) bir Dünya elde etmek için 2030 yılına kadar 1.5 milyar hektar arazinin geri kazanılması gerekecek.
• Her yıl, arazi bozulması, çölleşme ve kuraklığın birleşik etkileri küresel ekonomiye yıllık 878 milyar ABD dolarına mal oluyor.
Arazi – Yaşamın, Her Şeyin Temeli
Sağlıklı ve üretken topraklar, küresel GSYİH’nın yarısından fazlasının doğal sermayeye bağlı olduğu gelişen ekonomilerin temelini oluşturur. %51’lik bir orana sahip olan toprağın besin döngüsü, her yıl sağlanan tüm ekosistem hizmetlerinin toplam değerine en büyük katkıyı sağlar. Yine de bu kaynağı endişe verici bir oranda tüketiyoruz; her yıl yaklaşık 1 milyon km2 sağlıklı ve üretken toprak bozuluyor.

Buraya kadar yaptığımız kısa değerlendirmelerden anlaşılabileceği gibi, arazi bozulmasının ciddiyetini gösteren tüm olumsuz göstergeler yalnızca iklimimiz için ciddi zorluklar sunmakla kalmıyor, aynı zamanda küresel ölçekte ülkeler üzerinde muazzam sosyal ve ekonomik yükler yaratıyor. Kuraklık, arazi bozulması ve çölleşme, küresel olarak her yıl tahmini 878 milyar ABD dolarına mal oluyor.

Tüm bu nedenlerle, şimdi, Birleşmiş Milletler Çölleşme ile Savaşım Sözleşmesi (UNCCD) gibi hükümetlerarası ya da ikili ve bölgesel antlaşmalar kapsamında bugüne değin kabul edilmiş ve yakın bir gelecekte belirlenecek olan daha kuvvetli söz ve yükümlülükleri eyleme dönüştürme zamanıdır.

17 Haziran 2025 Salı

GİZLİ İŞLEVLER DEĞİL, İKİNCİL İŞLEVLER PEDAGOJİSİNE İHTİYAÇ

 




Yapay zekanın öğretmenliği bitireceği iddiasına çok gülüyorum. Bu iddiayı ortaya atanlar, öğretmenlerin ve okulun tek işlevinin bir şeyler öğretmek olduğunu sananlar. Öyle olsa, korona salgınından sonra okullar kapanırdı. Hangi yapay zeka, öğrenciye rol model olabilir? Günümüzde üç kuruş maaşlı öğretmenler, rol model olmaz diyeceksiniz. Okullar, kariyer günleri diye mesleğinde başarılı kilileri, öğrencilerin karşısına çıkarıyorlar. Sayın okurlarım, rol model olma, sadece meslek seçimi değildir. Çocuk yada genç kişinin edebiyat, müzik,  yemek zevki,  tuttuğu takım gibi konular, yemek yeme, yürüme şekli gibi pek çok davranışı, rol modellerle ilgili bir konudur. Mesela ben Nurcuların erkeklerini çoğu kez(Föcöcü olsun-olmasın) yürüyüşleri veya ses tonları gibi özelliklerinden anlayabiliyorum. Sadece ben değil,  pek çok kişi bunu fark etmekte. Kısa bir süre Ankara'da, bir kız meslek lisesinde görev yapmıştım. Bazı sınıfta tüm öğrenciler, davranış ve konuşma açısından birbirine benziyordu. O okulda meslek öğretmenleri çoğu kez, genel anlamda lisenin ilk yılından, son yılına kadar, sınıfı tek başlarına götürüyordu. Yıllarca, haftada yirmi saate yakın zamanlarını aynı öğretmenle geçiren öğrenciler,  öğretmenlerinin her davranışını kopyalıyordu.

Aristo'nun, İskender'i yetiştirmesi için istediği parayı çok bulan Filip'in, okur-yazar bir köle bulurum sözüne, o zaman iki tane kölen olur cevabının anlamı da burada gizlidir. Yoksa pek çok okulda-eğitimde ters-yüz edilmiş eğitim modeline geçilmiş durumda. Öğrenci evde 2 ila 20 dakikalık (idelai 5-6 dakika) ders anlatım videosunu inceliyor, sınıfta da ödev, araştırma ve tartışma yapıyor. Burada öğretmenin temel rolü, dersi anlatmak değil, rol model olmak, öğrencinin araştırmasındaki olası hataları önlemek.

Görüldüğü gibi yapay zeka,  en basit öğretmen görevi olan rol model olmayı bile yapamıyor. Ek olarak, bu ters-yüz eğitim için öğrenci, hem üstün zekalı, hem de her türlü kaynağa erişebilecek kadar varlıklı olması gerekiyor; öğretmen de bu alanda ciddi anlamda yeterli, en azından yüksek lisanslı olmalı.

Gizli işlevler, açık işlevler kadar, hem öğrenciye, hem veliye, hem de devlete ihtiyaçtır. Günümüzde pek çok şehirde, gençlerin ve çocukların, yaşıtları ile sosyalleşebileceği en iyi yer, hatta çoğu kez tek yer, okullar. Okullar aynu zamanda pek çok ailenin, çocuğun güven içinde bakımı için emanet edebileceği tek kurum. Devlet açısından gençleri sokaktan uzak tutmanın en güvenli yolu okullardır. Pk'ya katılan gençlerin çoğunun okuldan atılmalar olduğu tespit edilince, okuldan atılma zorlaştırıldı. Öğrencilerin en fazla izinsiz devamsızlık yaptıkları günlerce suç işledikleri fark edilip, izinsiz devamsızlıkları azaltıldı, izinli devamsızlıkları arttırıldı, öğrenci okulda değilse, ailesinin yanında olsun diyerek. İtalya'da felaketlerde okul tatili değil, ders tatili varmış, zira çoğu çift çalıştığı için, çocukları güvenle bırakcak akraba falan da olmadığı için, bu uygulama yaygınmış. Bu yıl da bazı son an okul tatillerinde veliler sosyal medyadan isyan etmişti. Ülkemizde de bu uygulama yakında gelebilir.

Bu işlevler öyle büyük ihtiyaç ama gizli diyoruz, çünkü bunların ihtiyaç olduğunu kabullenmek istemiyoruz. Biz derken, tüm eğitimcileri kast ediyorum. Bu işlevler, özellikle çocuk bakımı, fazlasıyla açık bir  ihtiyaçtır. Bu konuda, en azından benim bildiğim ne akademik çalışma var, ne de öğretmen eğitimi. Üniversiteden yıllar sonra, Anadolu lisesi öğretmenliği sınavlarına hazırlanırken (sınavı kazandım), Anadolu Öğretmen Liselerinde, öğretmenlik meslek bilgisi öğretmeni olurken, uzman-baş öğretmenliğe hazırlanırken ve kurum içi çeşit sınavlara hazırlanırken, tekrar ve tekrar pedagoji dersleri aldım, vidolarını izledim, makalelerini okudum; bu ikincil işlevlerle ilgili bir konuya rastlamadım.  Üniversitede pedagoji derleri alırken de böyle konuların anlatıldığını hatırlamıyorum. Eğitimciler bunlara gizli işlevler deyip, geçiyor. Akademik araştırma yapsa da, öğretmen yada öğretmen adaylarına bir şey öğretmiyor.

Oysa öğretmenleri bu  gizli işlevlerden çocuk bakımı ve ana-baba yerine geçmeyi öğrenmeye ne çok ihtiyacı var, bilmiyorlar. Yatılı okullar, pek çok kere gizli yetimhaneler işlevi görür. Çocukların bir ana-babası vardır ama onlar, ana-babalık yapmak bir yana, çocuğu evde görmek bile istemezler. Çocuğun ailesi,  caddenin karşısında oturuyor ve aile okula doğru düzgün uğramıyor bile. Ben, anadolu öğretmen liseleri ve fen liselerinde öğretmenlik yaptım. Bu okullar, devlet okulları da olsa,  aileler genelde varlıklı oluyor, çünkü bu puanlar kolay alınmıyor. Burjuvalarda bile ciddi aile sorunları görebiliyorsunuz. Bazı ailelerdeki sorunları para yokluğu ile ilgili olmayabiliyor. Asıl bakım görevi yatılı ilkokullarda oluyor, oradaki öğrencilerin hem yaşları çok küçük, hem de çok daha zor koşullardan gelmiş olabiliyor. Şimdi de dört yıldır pansiyonda çalışan öğretmenlere verilen ekstra hizmet puanları (erkeklere ayda 1, kadınlara 2) kaldırılmış. Gene pek çok okul, pansiyoner öğretmen arayacak. Ben kadrom olmayan okulda pansiyoncu olmamam gerektiğini öğrendim, anlatması uzun sürer.

Çocuk bakımı ve ana-baba yerine geçme görevine karşı en hazırlıksız olanlar lise öğretmenleri; çocukların boyları, posları ve yer yer zekaları bizleri kandırıyor; onlar halen çocuk. Mesela lise dizilerinde çocuklar, genelde yetişkin oyuncular oynadığından, dizi boyunca hiç uzamaz; gerçekte dört yılda bazı öğrenciler bir metre uzayabilir.  Duygusal dalgalanmalarında, saçma kararlar alıp, sonra birden yardım isteyebilir. Başka bir sorun da lise öğrencilerini sözle kandıramamız ve onlara güç yetirememizdir. Liseye gelmiş öğrenci, öğretmenlerin zaaflarını fark edip, öğretmenlere karşı kullanabilir. Lise öğrencisi ile mücadele, bambaşka mücadele gerektirir.

Okulların sosyal öğrenme, toplum içine karıştırma görevi de çok küçümseniyor. Pek çok okul, okul gezisi, sergilere, fuarlara götürme, okul piyesi, oyunu, okul takımı kurma gibi etkinlikleri küçümsüyor yada yapmıyor. Çünkü çoğu kez yapmadığınızda, neden yapmadığınız sorgulanmıyor. Yapıp, sorun yaşarsanız, o sorun sorgulanıyor, icabında ceza alınıyor. Bu yüzden özellikle küçük okullarda bu tür işlere pek girilmiyor.  Resmi törenlerde de, okulun kamuoyuna rezil olmaması adına aynı öğrencilere görev veriliyor.

Oysa öğrencilerin ekip-takım çalışmasını öğrenmeyi, vali-kaymakam yada benzeri üst düzey bürokrat-politikacılar ile aynı ortamda olup, prtokolü öğrenerek yaşamayı, gezide disipli şekilde gexzmeye, otelde kalmayı da öğrenmesi, bunu çok erken yaşlarda deneyimlemesi de önemli. Bu sadece para-pul işi değil, zihniyet işi. Bu zihniyetin aileler, öğretmenler, eğitim bürokratları ve hatta politikacılardan önce, eğitim akademisyenlerinden başlayarak değiştirmek gerek. Staj eğitimleri üzerine hemen hemen hiç araştırma yok, staj ucuz işçilik kaynağı olmaya başladı. Stajdaki öğrenme faaliyetlerini gözlemleyip, tez yazan yok. Bir kaç yıldır müze eğitimi üzerine tezler yazılıyor, onda da böğrencileri serbest keşfetmeye teşvik yok, sunumun müzede yapılanı gibi. Oysa müzeler, gelenlerin bir şeyleri kendisi keşfetsin diye vardur.

Bulunduğu şehir, hatta kasabadaki ören yerleri, tarihi mekanları bilmeden ölüp, giden bir sürü insan var. İl, ilçe milli eğitimleri, o şehrin önemli müze, tarihi alan ve ören yerlerinin gezilmesi ve tanıtılması için, bölgedeki okulları plan dahilinde gezdirmeli. Devlet tiyatroları ve belediye tiyatroları, bölgelerindeki her okula en az bir gösterim yapabilmeli, öğrenciler benzer şekilde düzenli olarak konserlere de götürülmeli. Hem böyle bir mekanı ve eylemi erken yaşta yaşamış olmaları, hem de ilerleyen yaşlarda bunu ihtiyaç hissetmeleri için gerekli bu. Okulalarda da problemli öğrenciler dahil, tüm öğrenciler, yıl yada okulda bulundukları süre boyunca bir sosyal etkinlik yada törende görev almış olmalılar.

John Dewey'in dediği gibi, okul, yaşama hazırlanılan yer değil, yaşamın kendisi olmalıdır.


12 Haziran 2025 Perşembe

TANSU ÇİLLER'İN ANITKABİR HATIRA DEFTERİNE YAZDIKLARI

 


Tiyatrocu Ali Poyrazoğlu 2005 yılındaki oyununda, 23 ciltlik Anıtkabir özel defterinden seçtiği bazı bölümleri seyircileriyle paylaşmıştı ve şunları söylemişti: “Bu ülkede başbakanlık yapmış Tansu Çiller, 5 kez çıkmış Atatürk'ün huzuruna... 5 kez yazı yazmış deftere. 4'ü hiç okunmuyor, beşincisini de şimdi ben okuyacağım sizlere.”
Poyrazoğlu ardından Tansu Çiller'in okunur durumdaki tek Anıtkabir Özel Defterinde yazısını izleyicilerle paylaşmıştı, şöyle yazıyordu:
“Yüce önder. Ulu ve büyük Atam! Doğru Yol Partisi'nin 14'üncü yılını idrak ediyoruz. (Sonra 14'ün üzerini karalamış, 15 yapmış) Laik Türkiye Cumhuriyeti'nin ve demokrasinin bekçileri olarak 16'ncı yılımızda huzurundayız... Davamız yarım asırlık yani 65 yıllık bir davadır. Milliyetçilik ve çağdaşlık yolunda yarım asırdır yani tam 40 yıldır yürüyoruz. Bu ülkenin çimentosu olmanın sevinci içindeyiz. Biz bu ülkenin çimentosuyuz. Bizimle tuğlaları yapıştıracaklar, duvar örecekler, bina yapacaklar, içimize girecekler. İlkelerinin ışığı altında partimizin 17'nci yılını kutluyor, saygılar sunuyorum...
Görüşmek üzere...”

9 Haziran 2025 Pazartesi

ECEVİT PUTUNA BİR TEKME ATMALI

 


Bazı büyük isimler aleyhine yazmak zordur ama gereklidir. Bu genelde çok yapılan bir şeydir. Büyük kişileri eleştirmek yada eleştirmeye çalışmak da başlı başına bir iştir. Bunu da yapan çok olur, çünkü şöhrete ulaşmanın kolay yolu gibi görülür. O büyük kişinin polülaritesine bağlı olarak, o büyük kişiye eleştiriler ve hakaretler çoğalır. Popülaritesi düştüğünde ise onun  hakkında anca övgüler olur. Merhum politiacı, CHP ve DSP'nin eski genel başkanı, milletvekili ve başbakan Bülent Ecevit'te bu konumdadır ama ben onu eleştirmek taraftarıyım ve önce bunun nedenini yada nedenlerini anlatayım.

Bülent Ecevit, artık çoktan rahmetli olmuş ve eskinin silik bir anısıdır. Eşi, Rahşan hanımı, kocasının ölümünden sonra Ankara'da, kitap fuarında gördüğümü hatırlıyorum. Standda, imza için tek başına duruyor ve etrafına bakıyordu. Etrafında kimseler yoktu ve onunla ilgilenen yoktu. Ecevitçilik çoktan ölmüş, DSP'de Ecevit'in sadece adı kalır olmuş,  Herkes Ecevit'i övüyor ama iktidar cenahı, Ecevit'in iktidar yada iktidar ortağı olduğu dönemlerin başarılı işlerini Ecevit'e yada o dönemki iktidar ortağına atfedilirken; başarısızlıklar ve sıkandallar, CHP ve toptan Sol'a  atfediliyor. Bu yüzden Ecevit'in marifetlerini bir bir yazmalı. Ecevit'in kabahati, Ecevit'te kalmalı, CHP yada başka sol partilerde değil.

Ecevit'i efsane eden icraatları,  1972-1980 arasında CHP başkanlığında yaptığı icraatlarıdır. Özellikle 1974 Kıbrıs Barış Harekatı ile anılır. Bu dönemde MSP ( Necmettin Erbakan) ile olan koalisyonu, sanki sırf Kıbrıs Barış Harekatı düzenlenebilsin diye, zorla yapılmış gibidir. Harekattan sonra koalisyonun dağılması bir yana, iki liderin ve iki liderin daha sonraki partilerinin (DSP  ve Refah) bir araya gelmemiş olması, Erbakan'ın CHP'ye karşı Milliyetçi Cephe içinde yer alması da başka bir önemli ayrıntı. 1978-1979'daki 3. başbakanlığı, bir kaç sıkandalla anılır. İlki  en çok oy alan parti olduğu halde, meclisin salt çoğunluğunu ele geçirememesi, ele geçirmek için de on tane adalet partiliye bakanlık vermesi (Güneş Motel olayı); bunlar arasında gümrük bakanı yaptığı Tuncay Mataracı'nın rüşvet alırken yakalanmasıdır. İkincisi gene bu dönemdeki ani ekonomik kriz ve yokluktu. Ben ilk ikisinin TÜSİAD ve derin devlet denen illegal yapıların işi olduğunu düşünürüm. Ecevit'in asıl suçu, Maraş progromudur. Progromun en erken hazrılıkları iki yıllıktır. Sırf progrom için özel bir film (Güneş Ne Zaman Doğacak) yapılmıştır.  Katliam günler sürmüş, TRT'de canlı yayınlanmış, ancak bir haftanın sonunda, saldırılar devlet dairelerine ulaşınca, ordu müdahale etmişti. Kıbrıs savaşında, Kayseri hava indirme tugayını üç günde adaya gönderen Ecevit,  Maraş şehri için günlerce müdahale edememiştir. Ecevit'in bu tavrı da CHP hesabına yazılmıştır.

Asıl eleştirilecek Ecevit, 12 Eylül sonrasının Ecevitidir. 12 Eylül'ün hemen ardından, askerler tarafından üç parti kuruldu veya kurulup, örgütlenmesine izin verildi; Millyetçi Demokrasi Partisi, Sosyal Demokrat Parti ve Anavatan Partisi. Diğer partiler, beş generalden oluşan Milli Güvenlik Komitesinin vetoları gereği ya kurulamadı, ya da örgütlenemedi. Seçime giren ilk üç partinin genel başkanı emekl, general, üçüncüsü ise 12 Eylül rejiminin başbakanlık müsteşarı Turgut Özal'dı. Atatürk'ün yüz küsur yaşındaki yaveri veto yerken,  darbenin bahanelerinden olan, İstiklal Marşının kasten oturularak dinlendiği, MSP'nin Konya mitinginin organizatörü Mustafa Keçeciler, önce milletvekili, sonra bakan oluyordu. Eski politikacılar, eğer seçilmezlerse 1990'a kadar yasaklıydı. (1986'da yapılan bir referandum %60'a 40, oranla yasağı kaldırdı.1977'de İzmir'de MSP'den seçilseydi, Turgut Özal'da yasaklı oluyordu.) Bu dönemde partileri, eski liderlerin, siyasi yasak almamış arkadaşları kurdu ve bunlara EMANETÇİ dendi. Ecevit'in emanetçisi de Ecevit, yani eşi Rahşan hanım oldu ve DSP'yi kurdu.

DSP, yıllarca SHP-CHP'ye sataşarak ve SHP-CHP'nin zayıflıklarından faydalanarak oylarını arttırdı. Önce %10 barajını geçti, sonra solda en büyük parti ve 1999'da ülkede 1. parti oldu. Bu süreçte Ecevit ve DSP,  12 Eylül gibi, tek solcu yada Atatürkçü yanı laiklik savunması, laikliği savunmasının da tek göstergesi, başörtüsü ile uğraşmasıydı. Ben DSP'in iktidar yıllarında öğretmenliğe yeni başlamıştım. Milli Eğitim Bakanlığı, DSP'nin elinde ve Föcöcülerle doluydu. Ecevit'in iktidarı döneminde işçi hakları iyice budandı ve ekonomik krizi bitirmeye, IMF prensi Kemal Derviş getirdi. Bu son döneminde ülkeyi kendi mi yönetti, Hüsamettin Özkan denen karanlık şahıs mı, o da belli değil. Amerikan vatandaşı Merve Kavakçı'yı türbanı yüzünden mecliste ve kameraların önünde aşağılayıp, kahraman yapması; bunamasının ilerlemesi ve son.

Ben demiiyorum ki, ölüyü kötü analım, sadece Sezar'ın hakkını, kötü manada da Sezar'a verelim. Bugün, yani 9 haziran 2025 itibarı ile Nihat Genç, akciğer kanserinden entübe edildi. Genç'in doksanlı yıllardaki mücadelesini inkar etmeyeceğim. Altı yıldır muhalefete muhalefet etmesi ve son olarak İmamoğlu'nun diplomasının iptalinin Nihat Genç'in fikri olduğunu hep hatırlayalım. Kimsenin acısına oh, sevincine ah demeyelim ama ölmüş yada ölmeye yakın da olsa, yanlışlarını hep hatırlayalım.

MAVİ MARMARA VE MADLEEEN (MAHMUT TANAL)


 


TARİH TEKERRÜR EDİYOR, ADALET YİNE SUSUYOR!

Bugün, Gazze’ye insani yardım taşıyan Madleen gemisine 180 km açıkta saldıran İsrail, 12 insan hakları aktivistini zorla alıkoydu, ülkesine götürdü. Bu insanlık dışı müdahale, sadece bugünün değil, geçmişin de bir sonucudur!
Unutmadık: Mavi Marmara!
2010’da Mavi Marmara gemisine uluslararası sularda yapılan saldırıda 10 insan hayatını kaybetti. Dönemin AKP hükümeti, 2016’da TBMM’de çıkardığı kanunla İsrailli yetkilileri yargıdan kurtardı.
Üstelik ödenen “tazminat”
hukuken tazminat değil,
“ex gratia”
yani bir “lütuf”,
“bağış”
olarak sunuldu.
Bu anlaşmayla Türkiye, uluslararası hukuku ve kendi vatandaşlarını koruma görevinden vazgeçti.
İsrail, işte o günden sonra “cezasızlık” zırhını giydi.
Bugün Greta Thunberg gibi isimlerin içinde olduğu insani yardım gönüllülerine yapılan hukuksuz müdahalenin temelinde, işte o “bağış karşılığı vazgeçilen adalet” yatıyor!
Bugün yaşananlar bir ilk değil, o yanlış kararların devamıdır!
İsrail’e cesaret veren o anlaşmayı yapanlar da bu hukuksuzluğun ortağıdır!
İnsan hakları aktivistlerini kaçırmak savaş suçudur.
Uluslararası sularda sivillere müdahale insanlığa karşı suçtur.
Türkiye artık sessiz kalmamalı, hukuk ve insanlık adına güçlü diplomatik adımlar atmalıdır!
Adalet satılık değildir,
insan onuru pazarlık konusu yapılamaz!
Mahmut Tanal (Facebook sayfası)

8 Haziran 2025 Pazar

Johnson Mektubu ve Shanahan Mektubu

 


Sayın Başbakan,

Büyükelçi Hare aracılığıyla sizden ve Dışişleri Bakanınızdan, Türk Hükûmeti'nin Kıbrıs'ın bir bölümünü işgal etmek için askerî güç kullanarak müdahale kararı almayı düşündüğüne dair aldığım bilgilerden ciddi şekilde endişe duyuyorum. Tamamen dostça ve samimiyetle vurgulamak isterim ki, Türkiye'nin bu kadar geniş kapsamlı sonuçlarla dolu böyle bir hareket tarzının, hükûmetinizin önceden bizimle tam olarak istişare etme taahhüdü ile tutarlı olduğunu düşünmüyorum. Büyükelçi Hare, benim düşüncelerimi öğrenmek için kararınızı birkaç saatliğine ertelediğinizi belirtti. Aslına bakılırsa, Türkiye için Amerika Birleşik Devletleri gibi, yıllar boyunca sadakatle desteğini gösteren bir müttefike, birçok sonucu olacak tek taraflı bir kararı sunmanın, hükûmetiniz için uygun olduğuna gerçekten inanıp inanmadığınızı kişisel olarak soruyorum. Bu nedenle, böyle bir adım atılmadan önce sizin Birleşik Devletler ile müzakereleri tamamlama sorumluluğunu kabul etmeniz için ısrar etmeliyim.
İzlenimim odur ki bu tip müdahalelerin 1960 tarihli Garantörlük Anlaşması dahilinde kabul edilebilir olduğuna inanıyorsunuz. Fakat dikkatinizi çekmeliyim ki, bizim anlayışımıza göre Türkiye tarafından önerilen müdahale Ada'nın bir şekilde bölünmesini sağlamak amacıyla olacaktır ki, bu çözüm Garantörlük Anlaşması ile özellikle kapsam dışında bırakılmıştır. Dahası, bu anlaşma, garantör devletler arasında müzakere gerektirmektedir. Birleşik Devletlerin görüşü, bu durumda böyle bir müzakere olanağının hiçbir şekilde tüketilmediği ve bu nedenle, tek taraflı harekete geçme hakkının saklı tutulmasının henüz uygulanabilir olmadığıdır.
Ayrıca NATO yükümlülüklerine dikkatinizi çekmeliyim Sayın Başbakan. Kıbrıs'a Türk müdahalesinin Türk ve Yunan güçleri arasında bir askeri muharebeye neden olacağına dair şüpheniz olmasın. Rusk şehri başkanı, Lahey'deki en son NATO Bakanlık Konseyinde Türkiye ile Yunanistan arasındaki savaşın "tam anlamıyla imkânsız" olarak değerlendirilmesi gerektiğini açıklamıştı. NATO'ya bağlılık, özünde NATO ülkelerinin birbirlerine karşı savaş ilan etmeyecekleri anlamına gelir. Almanya ve Fransa yüzyıllardır süren kin ve nefreti NATO müttefiki olmak için unuttular, Yunanistan ve Türkiye'den daha azı beklenemez. Üstelik Türkiye'nin Kıbrıs'a askeri müdahalesi Sovyetler Birliği'nin doğrudan dahline neden olabilir. Umarım NATO müttefiklerinizin, Türkiye NATO müttefiklerinin tamamının kabulü ve onayı olmaksızın Sovyet müdahalesi ile sonuçlanacak bir adım atması hâlinde Türkiye'yi Sovyetler Birliği'ne karşı koruma sorumluluklarının olup olmadığını değerlendirme şanslarının olmayacağını anlayacaksınızdır.
İlaveten Sayın Başbakan, Türkiye'nin Birleşmiş Milletler üyesi olarak sahip olduğu sorumluluklarına dair endişeliyim. Birleşmiş Milletler barışı sağlamak için Ada'da kuvvetler bulunduruyor. Görevleri zor ancak geçen birkaç hafta boyunca, Ada'daki şiddet olaylarını azaltmakta giderek başarılı oldular. Birleşmiş Milletler Arabulucusu henüz görevini tamamlamadı. Birleşmiş Milletler'in genel üyeliğinin, Türkiye'nin Birleşmiş Milletler'in çabalarına karşı koyacak ve Birleşmiş Milletler'in Türkiye'ye bu zor sorunun makûl ve barışçıl bir çözüm bulunmasına yardımcı olabileceği ihtimalini ortadan kaldıracak tek taraflı eylemine en güçlü şekilde tepki vereceğinden hiç şüphem yok.
Ayrıca Sayın Başbakan, Birleşik Devletler ile Türkiye arasındaki askerî destek alanında imzalanan ikili anlaşmaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Türkiye ile Temmuz 1947 tarihli Anlaşmanın IV. Maddesi uyarınca, hükûmetinizin, askerî yardımın, bu yardımın sağlandığı amaçlar dışında kullanılması için Birleşik Devletler'den onay alması gerekmektedir. Hükûmetiniz, birçok kez Birleşik Devletler'e bu şartları tamamen anladığını ikrar etmiştir. Bütün samimiyetimle şunu söylemeliyim ki Birleşik Devletler, mevcut şartlar altında Kıbrıs'a Türk müdahalesi için Birleşik Devletler tarafından sağlanan herhangi bir askerî ekipmanın kullanılmasını kabul edemeyecektir.
Tasarlanan Türk hareketinin pratik sonuçlarına gelince, böyle bir Türk hareketinin Kıbrıs Adası'nda on binlerce Kıbrıslı Türk'ün katledilmesine yol açabileceği gerçeğine en dostane bir şekilde dikkatinizi çekmek zorunda hissediyorum. Sizin açınızdan böyle bir eylem öfkeyi serbest bırakacaktır ve sizin açınızdan askerî eylemin korumaya çalıştığınız pek çok kişinin toptan yok edilmesini önlemek için yeterince etkili olmasının hiçbir yolu yoktur. Birleşmiş Milletler kuvvetlerinin varlığı böyle bir felaketi engelleyemez.
Söylediklerimin çok sert olduğunu ve bizim Kıbrıs sorununda Türk çıkarlarına aldırış etmediğimizi düşünebilirsiniz. Sizi temin etmeliyim ki durum böyle değildir. Kıbrıslı Türklerin güvenliğini sağlamak ve Kıbrıs sorununun nihai çözümünün en doğrudan ilgili tarafların rızasına dayanması gerektiğinde ısrar etmek için hem açıktan hem de gizlice çaba gösterdik. Ankara'dan Birleşik Devletler'in sizin adınıza yeterince etkin olmadığını hissetmeniz mümkündür. Ancak, politikamızın (bize karşı gösterilerin düzenlendiği) Atina'da en canlı kırgınlıklara neden olduğunu ve ABD ile Başpiskopos Makarios arasında temel bir yabancılaşmaya yol açtığını kesinlikle biliyorsunuzdur. Birkaç hafta önce Dışişleri Bakanınızla yaptığım bir konuşmada söylediğim gibi, Türkiye ile olan ilişkilerimize çok değer veriyoruz. Temel ortak çıkarlar ile birlikte sizi önemli bir müttefik olarak kabul ediyoruz. Güvenliğiniz ve refah düzeyiniz Amerikan halkı için derin bir endişe kaynağı olmuştur ve biz bu endişeyi en gerçekçi şekilde ifade ediyoruz. Siz ve biz komünist dünya devriminin ihtiraslarına karşı direnmek üzere beraber mücadele ettik. Bu dayanışma bizim için çok şey ifade ediyor ve umarım sizin hükûmetiniz ve halkınız için de çok şey ifade ediyordur. Kıbrıs Türk topluluğunu tehlikeye atacak hiçbir çözüme destek sağlamakla ilgilenmiyoruz. Bu soruna nihai bir çözüm bulamadık çünkü bu kuşkusuz dünyadaki en karmaşık sorunlardan biri. Fakat sizi temin etmek isterim ki Türkiye'nin ve Kıbrıs Türklerinin çıkarları hakkında derin endişelerimiz var ve böyle de kalacak.
Sayın Başbakan, son olarak size söylemeliyim ki siz savaş ve barışın en ciddi sorunlarını ortaya çıkardınız. Bunlar Türkiye ile Birleşik Devletler arasında ikili ilişkilerin çok daha ötesine geçen sorunlardır. Sadece Türkiye ile Yunanistan arasındaki savaşı içermekle kalmayacak, aynı zamanda Kıbrıs'a tek taraflı bir müdahalenin doğurabileceği öngörülemeyen sonuçlar nedeniyle daha geniş düşmanlıkları da kapsayabilecektir. Sizin Türkiye Hükûmetinin Başkanı olarak, benim de Birleşik Devletler Başkanı olarak sorumluluklarımız var. Bu nedenle, daha fazla ve kapsamlı bir müzakere olmaksızın böyle bir adım atmayacağınıza dair güvencenizi alamazsam, Büyükelçi Hare'ye verdiğiniz gizlilik emrini kabul edemeyeceğimi ve derhal NATO Konseyi'nin ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin acil toplantılarını talep etmem gerektiğini en derin dostluk bağları içerisinde size bildirmek zorundayım.
Keşke bu durum hakkında kişisel bir tartışma yapmamız mümkün olsaydı. Maalesef mevcut Anayasal durumumuz nedeniyle Birleşik Devletler'den ayrılamıyorum. Detaylı bir görüşme için buraya gelebilirseniz, bunu memnuniyetle karşılarım. Genel barış ve Kıbrıs sorununun akılcı ve barışçıl bir şekilde çözüme kavuşturulması olanakları için sizin ve benim çok ağır bir sorumluluk taşıdığımızı hissediyorum. Bu nedenle, sizin ve meslektaşlarınızın aklında olabilecek kararları, siz ve ben tam ve açık bir şekilde istişare edene kadar ertelemenizi rica ediyorum.
Saygılarımla,
LYNDON B. JOHNSON



“Sayın Bay Bakan,
“Sizi Nisan’da Pentagon’da ağırlamak ve 28 Mayıs’ta beni telefonla aramış olmanız memnuniyet vericiydi. Görüşmelerimizin kıymet veriyor ve 6 Nisan 2019 tarihli mektubunuz için teşekkür ediyorum. ABD, ABD-Türkiye diyaloguna ve stratejik ortaklığına büyük değer vermektedir. Ne var ki, Türkiye’nin S-400 sistemleri üzerine eğitim almak için Rusya’ya personel gönderdiğini öğrenmekle hayal kırıklığına uğradık. 28 Mayıs’taki telefon konuşmamızda da tartıştığımız üzere, eğer Türkiye S-400 tedarik ederse, ülkelerimiz Türkiye’nin F-35 programını sürdürmemesi üzerine bir plan geliştirmek zorundadır. Değerli ilişkimizi sürdürmeyi gözetmekle birlikte, Türkiye S-400 teslimatını kabul ettiği takdirde F-35 almayacaktır. S-400 tutumunuzu değiştirme seçeneğiniz halen bulunmaktadır.
“Haziran 2019 Brüksel toplantımız öncesinde, ABD’nin Türkiye’nin 31 Temmuz itibarıyla F-35 programına katılımını askıya almak üzere [planladığı] eylemlerinin bir özetini [mektuba] ekledim. Bu takvim, eğitim gören Türk F-35 öğrencilerinin, tamamı olmasa bile çoğunun, derslerini 31 Temmuz’da ABD’den ayrılmadan önce tamamlamalarına imkân tanıyacaktır. Milli Savunma Bakanlığını da Türk personele Birleşik Devletlerde yeni F-35 eğitim programı başlatmasını önermediğimizi, yakın gelecekte [mevcutların] geri çekilmesini beklediğimizi bildirdik.
“Türkiye’nin F-35 programının idari faaliyetlerine katılımına, usulüne uygun şekilde son vermeyi sağlamak amacıyla, 12 Haziran 2019’da yapılacak yıllık F-35 İcra Kurulu Başkanları Yuvarlak Masa toplantısına Türkiye’nin katılımını öngörmemekteyiz ve programın yönetişim belgelerinin güncellenmesi de Türkiye’nin katılımı dışında ilerleyecektir.
“F-35’ler dair bütün eylemler Türkiye’de S-400 mevcudiyetinin riskleri üzerine temellendirilmiştir ve Rusya’ya ilişkin Amerika’nın Hasımlarına Yaptırımlarla Karşıkoyma Yasası (CAATSA) yaptırımlarından ayrıdır. Kongre’de her iki parti [Cumhuriyetçi ve Demokrat] tarafından S-400 edinmesi halinde Türkiye’ye CAATSA yaptırımları uygulanması konusunda güçlü irade mevcuttur.
“F-35 gibi platformların güvenliğini tehdit etmesine ek olarak, Türkiye’nin S-400 tedariki ulusunuzun Birleşik Devletlerle ve NATO bünyesinde işbirliğini geliştirme ve koruma imkânlarını aksatacak, Türkiye’nin Rusya’ya stratejik ve ekonomik aşırı-bağımlılığına yol açacak ve Türkiye’nin savunma sanayi ve iddialı ekonomik kalkınma hedeflerini baltalayacaktır. Bu yolda devam[ınız] istihdamda, milli gelirde ve uluslararası ticarette kayıplara neden olacaktır. Başkan Trump’ın hâlihazırda 20 milyar dolar olan ikili ticaret hacmini 75 milyar dolara yükseltme kararlılığı da, ABD’nin CAATSA yaptırımları ilanıyla tehlikeye düşebilecektir.
“Sizi temin etmek isterim ki, bu konuyu derin güvenlik işbirliğimizin diğer boyutlarını koruyacak saygılı bir şekilde ele alıyoruz. Cevabınızı ve yol haritamızı belirledikçe görüşmelerimizin devamını beklerim.”