9 Nisan 2022 Cumartesi

CHAPO DİZİSİ VE UYUŞTURUCU MAFYASINA HOLLYYWOOD BAKIŞI

 


,El Chapo dizisini izleyip bitirdim ve ve hem bu dizi, hem de genel anlamda Amerikan dizilerindeki Meksika görüntülerinin değişimini gördüm. Bir kere, olayın Meksika'da geçtiğine dair sarı filtreyi çıkarmışlar. Meksika'ya girdiğinizi görüntüler sararınca anlamıyorsunuz. Diğer bir yenilikte, koca ülkede başkent Meksiko City dışında da büyük şehirler olması, olayların minicik köylerde geçmemesi ve de üçte ikisinden fazlası tropik ve yarı tropik orman, tarla ve bahçelerle dolu ülkeyi nihayet yeşilliklerini de gösterilmesi olmuş.

Asıl büyük fark, bu dizide Netflix'in daha önceki Narcos dizilerinde her yere yetişen DEA ajanlarının ortada pek görünmemesi ve işleri genelde Meksikalıların yapması. Oysa Narcos ve Narcos Meksico'da DEA ajanları aslan gibiydi.  El Patron (Chapo), Cali'nin Beyfendileri, Sıska Adam Felix Galardo ve daha nice dolar milyarderi mafya babasına karşı babalar gibi savaşan DEA; cüce ya da bücür El Chapo Guzman'a karşı bire bir savaşmaktan kaçınmış gibi. Üstelik Guzman daha mafya hiyerarşisinin altlarındayken bile bu böyleymiş sanki. Sırf bu yüzden El Chapo'nun hikayesi, Narcos serisinden ayrılmış.

Bu dizide ise DEA ajanlarının tek yaptığı, Meksika devleti bürokratlarını ve politikacılarını sıkıştırmak, onları tehdit etmek. Guzman'ın tüm siyasi ilişkileri, homoseksüel bir politikacıyla sınırlandırılmış. Bu biraz da dizi senaryosunu dağıtmamak ve dizi kadrosunu daraltmak amaçlı da olabilir.

Diğer yandan dizi, az da olsa uyuşturucunun toplumsal etkisine katılmış. Zira kartel denen çeteler, gençleri zorla örgütüne katmakta. Pek çok genç de futbolcu, sanatçı olmak gibi hayallerini gömüyor.

 Diziyi izlerken, Amerika'nın gerçekten uyuşturucu ile mücadele edip, etmek istemediğini düşündüm. Çünkü bu uyuşturucu ticaretinden Amerika ve Avrupa devletleri daha çok kazanç sağlıyor. Escobar bir zamanlar, Amerikan merkez bankasının banknot matbaasından daha hızlı para kazanıyordu, pek çok uyuşturucu baronu da benzer kazançlar sağlıyor. Öte yandan hem bu uyuşturucu parası için çetelerin kendi aralarında savaş, hem devletlerin uyuşturucuyla savaşı, pek çok ülkede iç savaş görüntüsü veriyor; hem de uyuşturucu parası, iç savaşları besliyor. Dünyada en çok para kazandıran birinci illegal iş uyuşturucu kaçakçılığı, ikincisi ise silah kaçakçılığı. Silahın parası da uyuşturucu kazancından geliyor. Bu yüzden uyuşturucu kaçakçılığının yoğun olduğu ülkelerden Amerika ve diğer gelişmiş ülkelere doğru bir servet akıyor. Kimse birilerin ne zaman öldürüleceği ya da kaçırılacağı belli olmayan ülkelere yatırım yapmak veya oralarda yaşamak istemiyor. Amerika ya da Avrupa ülkelerinde uyuşturucuya başlayan bir üniversiteliye karşılık en az on tane tertemiz beyin göçü alıyor.

O kadar DEA dizisi izledikten sonra kafamda komplo teorisi oluştu Amerika aslında o kadar da uyuşturucu ile mücadele etmediği, edermiş gibi yapıp, ortalığı karıştırıyor. Bu dizileri de kendisini aklamak için yaptırıyor.

8 Nisan 2022 Cuma

AHMET KAYA OLAYI ÖRNEĞİNDE PROGROM VE LİNÇLERİN ÜÇ YALANI



 1)Ani öfke krizi: 

Ahmet Kaya'nın saldırıya uğradığı gecenin, Gülten Kaya'nın ağzından anlatıldığı Ordaydım belgeselini izledim. Orada saldırganların ani öfke krizinin yalan olduğunu anladım. Aslında saldırganlar, çok önceden örgütlenmiş,  ne söyleyeceklerini ve nerede duracakları bile önceden belirlemiş.  Bu örgütlenmeye katılmayan sanatçıların bir kısmı ortadan sıvışmış, bir kısmı da Ahmet ve Gülten Kaya'yı savunmaya çalışmış.

Basın mensupları ise ilginç bir şekilde saldırganları net çekme çabasında. Ayrıca her şey bitip, evlerini dönmek için arabalarına binerken de suratlarına flaşları patlatıp, daha da yaralama çabasından da olayların planlı olduğu anlaşılıyor.

Öte yandan linçe katılanlar, o yıllarda Tansu Çiller-Sedat Peker etrafında dolaşan, bu ikilinin her etkinliğine koşan sanatçılar. Sonraki yıllarda da Reisçi olmuşlar, kazara bile muhalif olmamışlar.  Zaten pek çoğu yırtık dondan çıkarcasına iktidar yanlısı ya da muhafazakar açıklamalar yapıyor.

Sivas katliamı için de benzer şeyler denildi. Oysa yıllar sonra ortaya çıkan bazı fotoğraflarda, pek çok kişinin camiden ellerinden benzin-gaz yağı bidonlarıyla çıktığı görülüyor. Yani masumca namaz kılmaya gittiğiniz camilerde, progrom yapmak için silah ve yanıcı maddeler olabilir.

Ahmet Kaya'nın linç gecesi öncesi Kürtçe klip çekeceğini belli ki daha önce birilerine söylemiş. Oradakilere pek de sürpriz olmamış. Öyle olsaydı tek tük bağıran ya da ortamı terk eden olurdu. İnsanlar kolay kolay kalabalıklarda tek başına saldırıda bulunmaz. Oysa görüntülere baktığınızda koro halinde bağırıyorlar.

Ayrıca bu grup, daha sonra çözüm süreci ve Habur sınır kapısında olanlara ses çıkarmadığı gibi, bu sanatçıları, her hangi bir şehit cenazesi veya her hangi bir milliyetçi etkinlikte görmedik. Hatta bu ekipten bazıları çözüm sürecini desteklemişti.



Maraş katliamının en erken hazırlıkları iki yıl öncesidir denilmekte. Oysa 1972 yılında işlenen Ali Balseven cinayetine dikkat çekmeli. 1973'de öldürülen Alevi-Ülkücü gencin cinayetinin suçunu Atsızcılar, Türk-İslam sentezcilerine, yani Türkeş taraftarlarına atarlar.

Oysa bu önermede iki eksik olan şey vardır. Birincisi Ülkücülerin ya da Türkeşçilerin içinde zannettiğinizden daha fazla Alevi, Kürt ve hatta Ermeni vardı ve halen gerek MHP, gerekse diğer ırkçı-milliyetçi grupların içinde bolca azınlıklardan vardır. Türklerin azınlıkları ya da yönettikleri etnik gruplardan bireyleri devşirme almalarının geleneği çok eskidir. Ben Osmanlı'dan başladı sanıyordum ama Selçuklularda da Yeniçerilik ve Enderun benzeri kurumlar varmış. Gerçi Osmanlı, tımarlı sipahiler, yeniçerilik ve Enderun'u doğrudan Doğu Roma, yani yanlış bildiğimiz adla Bizans'dan almıştır. Hatta Enderun, adı bile pek değişmeden Andarun adı ile Asur devletinde bile vardı. Çok uluslu imparatorluklar, egemen oldukları toplulukları, içlerinden bazılarını kendilerinden yapmadan yönetmeleri çok zordur.

İkinci eksik olan şeyse, Ülkücülerin ya da Atsızcıların Alevi katliamları, Türkiye'de sağ-sol çatışmalarından ve Türkeş'in Atsızla (sözüm ona yolunu ayırdığı) 1968 Adana kongresinden çok önce başlamıştır. 1961'de Aydın şehir merkezinde sekiz Alevi katledilmiştir. Bu tarihten daha önce de saldırılar vardır ve 1961'de henüz Türkiye'de henüz sağ-sol kamplaşması yoktu. Kaldı ki bu tarihten önce de

Peki Ali Balseven'in öldürülmesi, fikir ayrılıkları mıydı? Ülkücülükte de tüm faşizan örgütlerde fikir ayrılıkları öyle ölümcül çatışmalara sadece süper liderleri (burada Başbuğ Alparslan Türkeş oluyor) öldükten sonra olası makam çatışmalarında olasıdır.

Öyleyse Ülkücüler, içlerindeki Alevi bireyi neden öldürdüler? Burada Ali Balseven'in Maraşlı olduğunu öğrendiğimizde cinayetin sebebini anlayabiliriz. Zaten ailesini öldürecekleri arkadaşlarını daha önce öldürmüşlerdir; sonradan kendilerine düşman olmasın diye. Atsız'ın sonradan yazdıkları sadece katliam planlarını saklama çabasıdır.

Kaldı ki Atsız'da, Niğdeli Kadı Ahmet'in Taptukiler üzerine yazdıklarını kullanarak, Türkiye'de sağ-sol kavramları daha hiç bilinmiyorken Alevi düşmanlığını körüklemiştir. (Şimdilerde çocuklarına Yunus Emre adını koyan muhafazakar Sünni aileler üzülmüş müdür, sanmam.) Ülkemizdeki pek çok progrom, böyle uzun süreli bir hazırlığın sonucudur.

2)Pek çok şeyden habersiz masum saldırganlar: O gece madem o saldırganlar çok sinirliydi ve öfke krizindeydi, neden Ahmet Kaya ve Gülten Kaya öldürülmedi ve ciddi bir yara almadı? Çünkü öyle planlanmıştı. Zira asıl linç, sonraki günlerde Ertuğrul Özkök'ün yönetimindeki koro tarafından yapıldı. O kalabalık, nereye ne kadar saldıracağını biliyordu. Hiç biri Ahmet Kaya ve Gülten Kaya'ya ölümcül bir şekilde saldırmadı. Gülten Kaya'nın alnına gelen çatal bile hesaplıydı.

Trakya (1934), Maraş, Çorum, Sivas ve benzeri progromlarda saldırganların çok az, çoğu kez de hiç devlet kurumuna saldırmadığına ya da hasar vermediğine hiç dikkat ettiniz mi? Her saldırgan, gitmesi gereken yeri bilir. Mesela hem Maraş, hem de Çorum'da camide cenaze sahiplerine saldırır ama camiye zarar vermezler.

Ama pek çoğunun savunması, tesadüfen orada oldukları ve sonradan olacaklardan haberi olmadığı yalanıdır. Hatta Sivas olaylarının ertesinde, o zamanlar Hürriyet gazetesi, o zamanlar gazetede köşe yazarlığı yapan Emin Çölaşan'a yazılmış ya da yazıldığı iddia edilen bir mektubu manşetine taşımıştı. Bu masum adam, camiden benzin bidonları ile çıkanları görmemiş mi?



3)Faşizmin yalancı pişmanlığı:

Olaya katılanların ve olayın basın saldırısının koro şefi Ertuğrul Özkök'ün, özellikle çözüm sürecindeki yalancı pişmanlığına. Siyasi düzen değişse, gene Ahmet Kaya'yı linç ederler.

Acı gerçek şu ki, kimse cezasını çekmeden pişman olmaz. Ben katliamlardan dolayı pişman olmayı bırakın, üzgün olan bir Maraşlıya, Çorumluya, Sivaslıya rastlamadım. Bu şehirler de Drasden, Hiroşima ve Nagazaki gibi bombalansaydı, belki de pişman olurlardı.

Gene Atsız demişken. Oğlu Yağmur Atsız neden yetmişinden sonra tüm sola ve Kürtlere sırt çevirdi. (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/10/yagmur-atsizin-muhtesem-bitisi.html) Çünkü gerçekte solcu falan değildi. Sadece babasının suçlarının bedelinden kaçtı. Bir ara kardeşi Buğra'da Cumhuriyet gazetesinin Almanya bürosunda çalışıyordu. Kanada'da bir süre Ateizm peygamberliği yaptı, şimdi yeniden Türkçü-ırkçı tavırlar içinde. Çünkü iki kardeş de ırkçı olarak babalarının bedelini veremezdi. İkisi de yurt dışında olsa, babalarının ideolojisi yalan olacaktı.,

Buğra bey Kanada gibi medeni bir memlekette, Türk ırkçılarının gururunu okşayıp babasının kitaplarından telifini yiyor. Oysa onu Kanada'da rahatsız eden olsa böyle ırkçılık yapmaz. Ya da o ırkçılığı Kanada'da yapsın bakalım.

31 Mart 2022 Perşembe

KARAOSMANOĞLU-MİLLİ EDEBİYATIN ACIMASIZ GERÇEKÇİSİ

 


Yakup Kadri  Karaosmanoğlu'nu, hem Fecr- Ati, hem de Milli Edebiyat akımındaki esas yeri, acımasız gerçekçiliğidir. Özellikle klasikleşmiş Yaban romanı, bunun simgesi gibidir. Kurtuluş Savaşı ortasında, Kurtuluşa yabancı insanları anlatır. Bence en acımasız gerçeklik kitabı, Kurtuluş Savaşı sırasındaki İstanbul sosyetesini anlatan Soddome ve Gomere'dir. Roman daha adında acımasızdır. Roman adını, Tevrat'ta geçen,  Kur'an da da Lut suresinde bahsi geçen ve sapıklığı ile ünlü şehirlerdir. Kurtuluş Savaşı süresince, işgalci güçlere evini, hatta yatağını açan İstanbul zenginlerini acımasızca eleştirir.

Karaosmanoğlu, bu acımasız gerçeklik anlatımını yazı hayatının sonuna kadar kullanmıştır. Kendisi bu açıdan cumhuriyet döneminin ilk yazarlarındandır. Bu acımasız gerçekçiliği, siyasi tavrını değiştirmez. Her zaman Atatürk, Milli Mücadele ve onun partisinden yanadır. Başka bir parti ya da oluşum, onun için alternatif değildir. Partisine ve liderlerine akıl da vermez, onları suçlamaz bile. Yaban romanında bir suçlama vardır ama bu suçlama genel anlamda aydın sınıfa ve Osmanlı yönetimine yönelik bir suçlamadır.

Benzer bir acımasız gerçekliği daha sonraları ancak Kemal Tahir'de görürüz. Ama o bolca öğüt verir, yol gösterir. Bu uğurda en cahil roman kahramanları, birer sosyolog, ekonomist edası ile konuşturur. Tarihi kahramanları bile bir kaç yüz yıl sonrasını görür.

Türk edebiyatında Karaosmanoğlu tarzı acımasız gerçeklik, aslında sanılandan daha azdır. Köy Enstitülü yazarlar, köylerini anlatmıştır. Aziz Nesin,  Muzaffer İzgü ise gerçekleri güldürü ile göstermişlerdir.

Karaosmanoğlu ise tarzında neredeyse tektir ve bence taklit edilmesi de gerekir. Ülkemizde pek çok yazar, hatta gazeteci, acı ve net gerçekleri yazmaktan ya da söylemekten çekiniyor. Oysa gerçekler gün gibi ortadadır. 

Aziz Nesin'in çok tartışılan aptallık sözlerini hatırlayalım. Hani ülkenin aptal oranıyla ilgili dedikleri ne çok tepki çekmişti ve çekiyor, hatırlarsınız (en azından yaşı kırkın üzerindekiler). Oysa siyasi yelpazenin en ters köşesindeki Nihal Atsız, Nesin'den yıllar önce ''Bu ülke delilerle, gerizekalılarla ve aptallarla doludur'' demiştir.

Bu ülkenin acı gerçekleri görmeye ihtiyacı vardır. Son olarak Karaosmanoğlu'nun pek az bilinen Panorama kitabını özellikle öneririm.


22 Mart 2022 Salı

DİKMEN LİSESİ TARİHİ



 1993'de mezun olduğum ve şimdilerde tamamen tarihe gömülmüş lisem hakkında da bir şeyler yazmam gerektiğine karar verdim. En baştan söyleyeyim, yazdıklarım güzel şeyler olmayacak. Zira iki kere de sınıfta kalmış biri olarak pek hoş anılarım yok. Zaten lisenin de pek hoş bir şöhreti yok. Şimdilerde tarihe karıştı. Eski binası önce Hürriyet Anadolu Lisesi (Hürriyet Caddesinde olduğu için), sonra da Şehit Erhan Dural Anadolu lisesi oldu. Yeni binası da Lokman Hekim Sağlık Meslek lisesi (Lokman Hekim Teknik ve Meslek lisesi) oldu.

Okul, her zaman olaylar ve disiplin cezaları ile ünlüydü; bir de sınıfta kalan öğrencileri. Orada okuduğum sürede kafamda en net kalan, okulun ilk günü öğretmenlerin çoğunun öğrencilere göz dağı vermesi, derslerin zorluğundan, disiplin kurulunda (şimdilerde ödül ve ceza kurulu), öğretmenler kurulunda öğrenci aleyhinde olmasından bahsederdi.

Okul da zaten, bir kaç torpilli öğrenci hariç, öğrenci aleyhine çalışırdı. Lise diye anılırdı ama uzun yıllar orta okul ile birlikteydi. Resmi adı ortaokulu ve lisesiydi ama genelde kısaca Dikmen Lisesi olarak anıldı. Okul, ikili sistemdeydi; yani sabahçı ve öğlenciydi. Orta bir ve iki (o zamanlar ilkokul beş, ortaokul ve lise üç yıllıktı) sabahçı, orta üç ve lise öğlenci idi. Okulun, daha doğrusu müdürü Zeki Genç ve yöneticilerinin, sınıfta bırakalım, yıldıralım politikasının başarısıydı. Torpille disiplin cezası ile okuldan kurtulan vardı ama sınıfta kurtulan yoktu. 1991'e kadar olmadı. 1991'de de Milli Eğitim bakanlığının zoruyla oldu. Ona da sonra değineceğiz.

Okul, geniş bir bölgenin tek orta okulu, lisesi olması sebebi ile,  şimdilerde Şehit Erhan Dural Anadolu lisesine ait olan küçücük binasına rağmen (spor salonu da yoktu) kabul ederdi. Sonra gelen öğrenciler, aşırı zor ve yıldırıcı bir öğrenim sonucu arka arkaya sınıfta kalarak, okulu bırakır, sanayiye çırak falan olurlardı. Olay sadece derslerin ya da sınavların zorluğu değildi. Öğretmenlerin psikoloji bozucu, öğrencileri hor gören tavrı da bunda etkiliydi. Yazının başında anlattığım, her sene başı tehdidi, bir kaç sözel öğretmeni hariç, gerçek olurdu. (Tarihçiler ve edebiyatçıların bazılarını hatırlıyorum ben.)

Bu yüzden lise sınıfları, hele de üst sınıflar,  yaşça bayağı büyük öğrencilerle dolu olurdu. Öğretmenlerin bu kıyma makinesinden, çoğunluğu kız, bazı çok çalışkan öğrenciler kurtulurdu. Onlardan da bazıları üniversite sınavını kazanır, genelde de onlardan da kazanamayan çok olurdu.

Böyle bir okul, benim gibi dikkat eksikliği ve hiperaktivitesi olan bir bireye göre değildi, doğal olarak. Okula girdiğim andan itibaren öğretmenlerin bana karşı nefretini hep hissettim. Aksi gibi bu okulda verilen onlarca disiplin cezasına rağmen, akran şiddeti de fazlaydı. Hem alay edilme, hem de aşağılama olarak, akran şiddetinden de nasibimi fazlası ile aldım.

Okulla ilgili olarak  Ekşi'deki yorumları okuyunca fark ettim. Okulun Stephan King romanlarındakine benzer bir dehşeti de vardı. Hani King'in romanlarında kasabada vahşice ve mantıksızca işler olur. Pek çok kişi doğal olmayan yollardan ölür ama kasaba halkı bu olağan dışılığı, bir ya da bir kaç roman kahramanı dışında hissetmez, aynen öyle. Her sene en az bir öğrencisi ya da mezunu, trafik kazası, alkol koması ya da bıçaklanma gibi olağan olmayan yollardan ölürdü. Bu ölenler de genelde okulun namlı serserilerinden olurdu. Okulun pek çok mezunu da, üniversiteyi yarıda bırakır, bir kaç üniversite değiştirirdi. Okulun mezunlarını dershaneler çok severdi. Altı-yedi yıl boyunca dershaneye giden pek çok mezunu olurdu.

Mezunlarının bu başarısızlığında okul öğretmenlerin öğrencilere karşı yıkıcı tavrı da etkiliydi. Okulda, şimdilerde adı teknoloji-tasarım dersinden, ödevimi yapmadığım için yarım saat boyunca öğretmenden azar işittiğimi biliyorum. Orta ikide yedi dersten kalmıştım ve derslerimden biri resimdi. Hatta resimden sınıfta kalınmıyor diye bildiğim için bütünleme sınavına girmemiş, sonra tek ders bütünleme sınavına girmiştim. Sonra tek ders sorumluluk sınavına girmiştim.

Bu okulu iki defa (orta üç ve lise bir) sınıfta kalarak ve mucizevi tesadüflerle bitirdim. Bazı gerçekler zamanla anlaşılıyor.  Ben de sınıfta kalmadığımı, sınıfta bırakıldığımı yıllar sonra anladım. Herkes bana, nasıl olup da iki defa sınıfta kalan biri olarak, üniversite sınavını kazandığımı ve üniversite bitirdiğimi soruyor. Oysa ben, en azından bildiğim 1993 mezunları arasında üniversite mezunu olan tek benim. Dersleri benden iyi olan bir arkadaşım üç üniversite terk etti.

Sorunlu öğrencilerin, öğretmenlerin gayreti ile sınıfta bırakıldığını, öğretmen atanınca öğrendim. İlk atandığım küçük lisede, müdürün ağzından dinlemiştim bu politikayı. Askerden evvel müdürüme  uydum ama askerden sonra da uymadım. Öğretmenlik hayatımda şu ana kadar iki kere öğrenciye notla zulüm ettim, ikisinde de mecbur kaldım. Genelde bol notlu bir öğretmen oldum. Bu da ayrı konu.

Okulda saç, ayakkabı gibi şeylerin denetimi çok yapılır, spor ayakkabı ya da beş santim saç yüzünden öğrenci okula alınmazdı. En azından ben alınmazdım. Hiç dersime girmemiş bir kadın öğretmen vardı, kafayı bana takmıştı. Her nöbetimde ille beni geri çeviriyordu. O ve onun gibi öğretmenler yüzünden uzun süre saçlarım üç numaraya kestirerek gezdim. Spor ayakkabı pek az kullandım.

Site bu gaddarlığına rağmen disiplinsizliği ile ünlüydü. Pek çok öğrenci, en fazla iki haftada bir, çoğu kez de her hafta disiplin kuruluna gider ama ceza almazdı. Ceza alsalar da okuldan atılmazlardı. Okulun sabahçı-öğrenci değişimi ve öğle arsı bir buçuk saatti. Okuldan atılanlar ve bazı mezun olanlar,  vakitlerini bu uzun öğle arasında geçirirdi.

Okul, iyi-kötü işliyordu. Ben orta üçte kalıp, okula ara verip, sonraki sene okulu tam bırakacakken,  o yıl toplanan eğitim şurası, yabancı dil dersinden kalmayı kaldırdı. Sonra ben lise birinci sınıfta bir sene okuyup, gene sınıfta kaldım. Bu sefer de imdadıma kredili sistem yetişti. O yıl liselerde kredili sistem denen saçmalık uğruna herkes, öğretmenler kurulu kararı ile sınıfı geçti. 

Eminim kurulda zırıl zırıl ağlamışlardır. Zira o vakte kadar okul, iyi-kötü işliyordu. O sene (1991-92 eğitim-öğretim yılı), şimdi sağlık meslek olan yeni bina da hizmete açılmıştı. Ama öğretmenlerin elindeki en büyük silah olan sınıfta kalma kalkmıştı. Hem şimdilerde tarih olan (benim üniversiteyi bitirdiğim 1998 yılında bile tarih olan) kredili sistemde bunu yapamıyorlardı, hem de eğitim bakanlığı, lise sıralarının üçte birinin sınıf tekrar edenlerce doldurulduğu, sınıfta kalma ile öğrenci terbiye etme düzenine karşıydı. kaldı ki Dikmen lisesinde bu oran üçte iki civarıydı. Daha 1991 yılında okulda disiplin kopmaya başlamıştı. Eski binanın kantininin bir kısmı, iş-teknik sınıfı ile birleştirilip, kartonpiyerlerle çevrilerek, yüz on (110) kişilik sınıf yapılmıştı. 

Ben 1993'de mezun oldum, hem de teşekkürle. Müdür yardımcısı ve resim öğretmeni Enver hoca (soy adını unuttum), lütfedip, on üzerinden beş yerine altı vermişti. Bunu da karneyi verirken özellikle söylemişti. Kendisi iki yıl benim derslerime girdi, ders anlattığını bilmiyorum. Zaten müdür yardımcısıydı. Ya bir erkek öğrenciyi model diye öğretmen masasına çıkarır, ya da gene öğretmen masasına bir nesne koyar, çizin derdi. Yalandan bir iki şey gösterir, sonra da telefon gelmiş diye odasına kaçardı.

Biz geri kredili sisteme ve okulun çöküşüne geri dönelim. Doksanların ortalarında okul, bahçesinde sürekli yunus denen motosikletli polislerin sürekli beklediği,  adı her gün adliyede duyulan, disiplin kurulunun toplanmaktan bıktığı, gazetelerin üçüncü sayfalarında ve Show TV başta olmak üzere televizyonların haber kanallarının en büyük kaynağı olmuştu ki, eski binada, yeni bir okul kuruldu (Hürriyet Anadolu, şimdiki adı ile Şehit Erhan Dural Anadolu lisesi). Eski bina da bir süre serserilik devam etti ama orası da Lokman Hekim Sağlık Meslek lisesi oldu.

Okulum bir kaç ünlü dizi oyuncusu, bir kaç bürokrat yetiştirme ve bir sene Ankara Futbol şampiyonu olma dışında önemli bir başarı göstermeden tarihten silindi.  Zaten Dikmen civarında, Sokullu Mehmet Paşa lisesi ile beraber tek olma ve bir sürü öğrenciyi kabul etme mecburiyetini yitirmişti. Ayrıca bir zamanların gecekondu mahallesi iken apartmanlarla dolmuş, semt halkı da sınıf atlamıştı. İlker mahallesindeki meslek lisesi bile daha cazip olmuştu.

Okul, semt halkının mecburiyet okuluydu. Sadece öğretmenleri için cazipti. Mesela Enver öğretmen, idareci olarak rotasyonu çıkınca, istifa edip, öğretmen olarak kalmıştı. Kendisi doğma-büyüme Dikmenliydi. Dikmen'de lise olmadığı için Çankaya lisesini bitirmişti. Pek çok öğretmende bu liseden mezundu.

Benim için Dikmen Lisesi, bir kaç iyi öğretmen ve bir kaç mutlu anı dışında, kabus gibi bir dönem olarak anılarımda kaldı. Hiç de özlemiyorum. Bir ara yıllığımı da yaktım.

16 Mart 2022 Çarşamba

SALAKO FİLMİ İNCELEMESİ



 1974 yapımı Salako filmi, Kemal Sunal'in ilk baş rol filmdir ve filmlerinde kullanacağı ve genelde Şaban adı ile özdeşleşen hafif aptal, iyi niyetli, tesadüflerle başarılı olmuş halk kahramanı tiplemelerinin prototipidir.

Aslında Salako, Kemal Sunal'ın rol aldığı karakterlerden en aptalı olmaktan da öte, bildiğin zeka özürlü bireydir.  Öyle ki, salak kelimesinden türetilmiş (daha doğrusu Türkçe ve Kürkçe'dei o sesi ile sevimlileştirme ile türetilmiş ) salako unvanı, artık adı olmuştur. Başkaca her hangi bir adı yoktur. Kemal Sunal'ın başka bir filminde olmayan bir özelliğidir.

Öte yandan Salako'nun anası-babası da yoktur. Ağaların yanında yanaşma denen orta hizmetlidir ve her ne kadar Osmanlı-Türk kültüründe beslemeler kız da olsa, Salako, ağanın evine besleme olarak terk edilmiştir. Ağanın kızı Emine dahil, herkes onunla alay etmektedir.  Emine ise muhtemelen gördüğü tak kız olan Emine'ye aşıktır. Emine, onunla alay eder. Daha jenerikte Salako'yu öperek, bayılmasına yol açar.

Olaylar, Emine'nin, babası yaşında Abuzer Ağa ile evlendirilmesi ile değişir. Emine, çıkış yolu olarak çocukluk aşkı eşkıya Hamido'yu ve ona ulaşmak için de Salako'yu görür. Filmde kendisi ile ilişkiye girmek isteyen Salakoyu çeşitli bahanelerle engeller, hatta bir sahnede Salako'ya tabanca doğrultur. Bahaneler demişken, haftanın günlerinden türetilen, salı sallanır, çarşamba çarşafa dolanır gibisinden komik bahanelerdir.

Filmde, köylünün ve Emine'nin umudu eşkıya Hamido'nun da ağalardan yana olması, dönemde popüler olan, Kemal Tahir'in Rahmet Yolları Keski romanına göndermedir. Film, daha sonraki Kemal Sunal filmlerindeki gibi saf karakterin, talihin yardımı ile başarılı olması şeklinde ilerler. Salako, köylünün kahramanı olur ve Emine'nin gerçek niyetini de öğrenir. 

Film, bir parça antik Yunan komedilerine benzer. Urfalı Babi, korobaşı rolündedir, ara ara açıklamalar yapar. Köylünün umut bağladığı tüm eşkıyaların kendini kurtarması özellikle belirtilmekte.

Filmin finalinde Emine'nin Salako'yu arzulamasının iki sebebi vardır. İlki bir haftadır Salako ile dağlardadırlar ve o dönemin bakirelik odaklı zihniyetine göre, bakire kalmış olsa da bakire değil, Salako'ya aittir. İkincisi de Salako artık gerçek bir kahramandır. Babasını ve Abuzer ağayı falakaya yatırmakta, halk tarafından da bir kurtarıcı olarak görülmektedir. Öyle herkesin alay ettiği zeka özürlü değildir.

Sonuç olarak bence her izleyişte yeni ayrıntılar keşfedilecek bir Kemal Sunal klasiğidir.

7 Mart 2022 Pazartesi

NİHAT GENÇ'İN DELİREREK BİTMESİ

 


Ülkemizde kimseyi ölmeden övmeye gelmiyor. Bir zamanlar çok sevdiğiniz bir yazar, birden cephe değiştirebiliyor. Oysa ben Nihat Genç'i doksanlarda, Leman dergisindeki yazılarından beri severdim. Her zaman onunla aynı görüşte değildim, ham kendisi ezelinden beri dengesiz bir yazardı. Bir gün ak dediğine, bir gün kara demişliği, bir gün övdüğünü, ertesi gün yermişliği çoktur.

Nihat Genç, son dönüşümünü, daha Veryansın grubunu kurarken verdi. Yerel seçimlere haftalar vardı. Kendisi birden bire CHP İstanbul il başkanlığına saldırmaya başladı. Derken art niyetini belli eden bir laf etti. İstanbul il başkanı Canan Kaftancıoğlu için, Canan Bilmemneoğlu dedi.

Canan Kaftancıoğlu, 12 Eylül öncesi devrim şahitlerinden,  yazar, televizyon programı yapımcısı Ümit Kaftancıoğlu'nun gelinidir. Her hangi birinin soy adı için bilmemneoğlu denemeyeceği gibi, Kaftancıoğlu ailesi  için hiç denmez.

Diğer yandan bu Veryansın grubu, Ekşisözlük ve Twitter trolleri sayesinde Nihat Genç ve ekibinin yaptıklarından haberdar olmaya başladım. İktidar partisinde, Pensilvanya'ya gitmeyen ciddi bir mevkiye gelemezken, muhalefetin her şeyinde Pensilvanya izleri arıyor.

Ülke yağmalanıyor, yokluk, açlık had safhada ama o ve ekibinin derdi muhalefet ve Veryansıncıların işi iyice muhalefete muhalefet oldu.

Ülkemizde ne yazık ki her an, herkes taraf değiştirebiliyor. Nihat Genç ise, bu taraf değimi ile giderek deliriyor. İktidar yanlıları sözüm ona onu önemserken, muhalefetin de giderek umurundan uzaklaşıyor.

6 Mart 2022 Pazar

SAMET BEHRENGİ'Yİ OKUTMAK



Dünyada hak ettiği yeri bulamayan yazarlardan birisidir Samet Behrengi. Azeri Türkü kökenli bir İranlı,  sıkı bir sosyalisttir. İran Azerilerinin hakları, kültürü ve folkloru için çalışmış, İran yoksul kesimlerinin sesi olmuştur. Türk ve İran dünyası için önemli bir masal derleyicisi ve yazarıdır. Bütün bunları da 28 yıllık kısa ömründe  yapmıştır. 

24 Haziran 1939'da başlayan yaşamı, 31 Ağustos 1967'de cesedinin Aras nehrinde bulunması ile son bulmuştur. Resmi raporlarda boğularak öldüğü söylense de, herkes onu, dönemin İran Şahının gizli polis teşkilatı SAVAK tarafından öldürüldüğü konusunda hem fikirdir. Behrengi öleli yetmiş yıl olmadığı halde, pek çok yayınevi, muhtemelen de telif ödemeden kitaplarını yayınlamakta.

Behrengi'nin şöhreti, çocuk edebiyatı ve masallarla ilgili ve Türkçe 'ye çevrilen ve piyasada olan kitapları da genelde masal kitapları. Behrengi'yi çocuklara önermek değil bu yazının amacı. Kitapları sadece çocukların gelişimi için olsaydı, onun için yazmam gereken yazı, bu kadar olurdu.

Behrengi, sadece çocuklar için yazmamıştır. Yazdıkları ilk ya da basit bir şekilde okursanız, çocuklara öğüt veren ya da hayatı anlatan masallar-hikayeler gibidir. Oysa dikkatli okuyanlar ya da bilgece okuyanlar, o basit masal ya da hikayedeki felsefeyi görür.

Bir şeftali, bin şeftalide sınıf savaşı ve yoksulların ezilmişliği vardır. Duvarda iki kedide, kin ve kavgaların anlamsızlığı vardır. Küçük kara balık, basit bir masal gibi giderken, küçük kırmızı balığın uykusuzluğu ve heyecanından, asıl maceranın nokta konulduğunda başlamakta olduğunu görürüz.

Samet Behrengi, İran ve Azeri edebiyatının ve dünya edebiyatının çeyrek asırlık çınarıdır ve her nesilde tekrar keşfedilmelidir. Behrengi, yetişkinlerin bile çok iyi bilmesi gerekirken, çocuk edebiyatında bile hak ettiği konumda değildir.