3 Mayıs 2022 Salı

UMUT (ŞİİR)

 


UMUT

 

Yenilmiş, bitmiş ve yıkılmıştık

Kımıldayacak gücümüz kalmamıştık

 Düşman, emsali görülmemiş bir galibiyet almıştı

Tüm kalelerimiz yıkılmış, tüm ordularımız dağıtılmış

Tüm tersanelerimize de girilmişti.

İmkân ve şeraitimiz namüsait değil, yok gibiydi

Fakr-ü zaruret içinde kıvranıyorduk

Vazifeye atılmaya takatimiz yok gibiydi

Düşmanlarımız böyle bir zaferi hayal bile edemezdi

Umutsuzluğumuz bile kalmamıştı.

Film bitmek üzereydi

 

Tam o sırada Bold Pilot en dış kulvardan atak yapmış geliyordu.


2 Mayıs 2022 Pazartesi

ALEVİ TARİH MİTLERİNE CEVAPLAR-1 (DERSİM VE KOÇGİRİ)


 

Bence henüz siyasi veya dini bir nitelik kazanmadıysa ve belki de hiç kazanmayacaksa bile, tarihsel yorum açısından Alevicilik diye bir şey var ve hem Sünniler, hem Aleviler ve hatta hem de Alevilerden nefret edenlerin, üstelik kamuoyunu da aldatarak ortaya attığı yanlış tarih tezleri var. Bu açıdan ortaya attığım Alevici Tarih kelimesi, Alevilere seven ya da Alevi olandan çok, Alevi kavramı etrafında gelişen tarih paradigmalarını içerir. Bunlardan. adım adım bahsedeceğim.

1)Koçgiri isyanı Kürt isyandır. Aslında Koçgiri isyanı, Koçgirilerin lideri, bölgenin ayanı olan Alişir ağanın, İstanbul hükumetinin isteği ile çıkardığı isyandır. Bu açıdan Konya, Delibaş Mehmet, Yozgat, Çapanoğlu isyanlarından farklı değildir. Nuri Dersimi'nin yazdığı ve internette yayılması sebebi ile pek çok kişinin yanlış bildiği  gibi 17 aşiretten (aslında daha fazla) oluşma konfederasyon falan da yoktur. Aşiretlerden en büyüğü olan Koçgirilerin ve liderleri Alişir'in diktası vardır. İsyanın sebebi de Alişir ağa ve Koçgiri ağalarının güçlerini kaybetmek istememesidir. İsyana İstanbul'dan, padişahtan emir ve destek aldığı için başlamıştır. 

Üzgünüm ama Osmanlı düşündüğünüz kadar Türk bir devlet olmadığı gibi, düşündüğünüz kadar Müslüman bir devlet de değildi. Pek çok gayrı Müslüm ve Alevi kimseler, devletçe korunuyor ve şımartılıyordu. Çünkü Osmanlı'da devlet yoktu, padişahın mülkü vardı. Padişah kendi çıkarı için Alevi ve Kızılbaş bir toplum olan Koçgirileri de kolluyordu. Osmanlıda Hristiyan ve Yahudi bazı unsurlar da, çeşitli dönemlerde korundu ve hatta şımartıldı.

2)Osmanlıya hep asi olan Kızılbaşlar: Bir başka muhteşem tarih efsanesi daha. Çok aşırı bir genelleme ve bunu da yanlışlayan çok örnek var. Mesela Pir Sultan Abdal'ın da şiirlerinde adı geçen, Kırııkale'de kendi adını taşıyan kasabada türbesi bulunan Hasan Dede, birinci Viyana kuşatmasına katılmıştır. Balkan Alevileri-Bektaşileri, genel anlamda Osmanlıya itaatkar olmuştur. Çeşitli Alevi toplulukları da bazı uzun dönemler boyunca devlete sadık olmayı sürdürmüştür.

3)Aşılmaz-geçilmez kale Dersim: Cumhuriyetin ilk yıllarında, Şevket Süreyya Aydemir ve Kemal Bilbaşar gibi yazarların ortaya çıkardığı, faşizmce desteklenen, solcularca da köpürtülen bir efsanedir bu anlatılan. Tamam, dağlık bölge, hele de bilmeyenler için savaşılması zordur. Ancak bizzat Osmanlı devletinin arşivlerinin gösterdiği üzere, Anadolu'yu Celali isyanlarının sardığı 17.yüzyılda bile Osmanlı, askerini-vergisini almıştır. Cumhuriyet hükumeti, 1937 yılı vergilerini mecidiye ve koyun  olarak almıştır. 

Bu efsanenin çıkış nedeni, isyandan çok önce çıkan düzenlemeleri ve askeri harekat planlarını haklı çıkarmaktır. İşin doğrusu Osmanlı'nın son iki yüz elli yılı boyunca merkezi otoritenin zayıflaması sonucu ayan denen pek çok derebeyi türemişti. Tarihte merkezi otorite zayıfladıkça, yerel unsurların derebeyliği yapması, bu  derebeyliğini korumak için de ara ara devlete isyan etmesi sık görülen olaylardandır.

Mesela Ankara'nın Elmadağ ilçesinin eski adı, Asiyozgat'tır (Elmadağ kayak merkezi, Elmadağ ilçesinde değildir.). Elmadağlılar, devlete isyan ettikleri için bu unvanı almamıştır. Elmadağlılar, Yozgat'ın derebeyi Çapanoğlu ailesine isyan ettikleri için, Yozgat'tan sürülmüş ve Ankara'ya yerleştirilmişlerdir. Yani Çapanoğullarının deyimlere (bu işin altında bir Çapanoğlu çıkmasın) konu olması boşuna değilmiş.

İşin doğrusu Osmanlı, daha Kanuni döneminde bile pek çok derebeyine özgürlük tanımıştı. Hatta gene Kanuni döneminde çıkan Şah Kalender isyanı, Damat İbrahim (Pargalı) Paşa tarafından, isyana katılan Dulkadir beyinin oğulları olmak üzere, pek çok derebeyi ile anlaşması ile sona ermiş, Şah Kalenderin etrafındaki son iki bin kadar insan da kolayca katledilmişti. Osmanlıda asiler, özellikle Şah Kalender isyanından sonra isyanlarını genelde devletle anlaşarak ve hatta devletten yeni makamlar alarak son verme alışkanlığına sahipti. Son dönemlerinde ise fazlasıyla rahattılar ve Kurtuluş Savaşı-Cumhuriyet devri isyanlarının en temel sebebi, bu rahatlarının bozulmaması idi.

4)Batı Dersim olan Koçgiri: Koçgiriler ile Dersimliler arasındaki tek ortak nokta Alevilik-Kızılbaşlıktır. Koçgiriler Kürt (Kırmanç), Dersimliler Zaza'dır. Bu iki yörenin Alevilik anlayışları arasında da belirgin farklar vardır. Sosyal yapı da çok farklıdır. Dersim genelde bir aşiretler konfederasyonu iken Koçgiri belli bir ya da bir kaç ağanın krallığıdır. (Nuri Dersimi'de Koçgiri ile Dersim'i birbirine karıştırdığından bir konfederasyondan bahsediyor)

1 Mayıs 2022 Pazar

ÖZGÜVEN EĞİTİMİ PROBLEMİMİZ



 Z kuşağı deniliyor ya, harbiden  gençlik sanki z konumunda, oysa bizim alfalara ihtiyacımız var. Şimdilerde ergenlerin dilinde bir alfa lafı var. Hani kabadayıca ve umarsızca hareketler için, çok alfa hareketler diyorlar ya, işte o alfa kelimesinin aslı, davranış biyolojisinde, sürüde baskın karakterler anlamında. Örneğin kurt, sırtlan gibi hayvan sürülerinde çoğu kez ya alfa denen başat çiftin yavrusu olur ya da gelen kıt besin önce onlara verilir. Burada alfa olmanın bir anlamı da önderliktir.

Böylesi kişilerin yetişmelerini tesadüflere bırakmak, olacak iş değildir. Yıllar önce okuduğum bazı Avrupalı yazarlar, Osmanlı'da bir aristokrat sınıfının olmamasının ve bir harp okulu-akademisinin olmamasının, Osmanlı için eksiklik olduğunu yazmıştı. Osmanlı da Enderun vardı, sanırım batılı yazarlar Enderun mektebini tam olarak tanımıyorlardı. Enderun mektebinin sorunu ise, devşirmelerden oluşması, doğrudan saraya bağlı, kendi milletleri ile ilişkisini kesmiş, Türklerle de ilgileri olmayan kimselerdi. Her an kelleleri uçabilecek kimseler olduğundan, öyle topluma önderlik yapacak kimseler değildi.

Osmanlı son döneminde ya da saray-devşirme sistemi hepten çürüyünce bu soruna çözüm aradı. Harbiye'yi, Mülkiye'yi, Galatasaray'ı, Kabataş'ı falan kurdu, cumhuriyetin öncü kadrosunu da bunlar kurdu. Lakin değişen toplumsal ve sosyal yapı nedeni ile alfa insanları yetiştirme özelliğini kaybetti.

Bu sebepleri de bir yazmak gerekli (tabi bu benim fikirlerim). Harbiye'yi yıkan darbelere ve darbe teşebbüsleri oldu. Sadece 15 Temmuz değil, 27 Mayıs'ta buna dahil. 27 Mayıs darbecileri, seçilmiş bir başbakanı idam etmenin yanında, doğru dürüst yargılamama suçunu işlediler. Solcu biri olan babam bile, köpek davası, bebek davası diye astılar adamı diye hatırlıyor olayı (Ben daha doğmamıştım). Radyodan (o zamanlar televizyon yoktu) canlı yayınlanan mahkemelerde, neden yargılandığını bile halka anlatmadıkları kişiyi idam etmek günü kurtarsa da, itibarı yıpratır. Üstelik bu darbelerin ilk büyük günahıydı ve sonuncusu da olmadı.

Galatasaray, Kabataş ve benzeri kalbur üstü liselerin sonunu da 12 Eylül rejimi, onları Anadolu lisesi yaparak getirdi. İşin doğrusu o liseler, verdikleri eğitimden çok, kalburüstü ailelerin çocuklarını öğrenci yaptıkları için kalburüstüydü. Yoksa öyle kalburüstü bir eğitim verseler, sınavla öğrenci aldıktan sonra gerilemezlerdi.  Mülkiye Mektebi yani Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilimler Fakültesi ise, Turgut Özal ve sonrasındaki politikacıların Afaroz etmesi sonucu gözden düştü.

Şu anki iktidar partisi de, kendi elitini yetiştirmek için, proje okullar diye bir kısım liseyi ayırmış durumda.  Ben de öyle bir okuldayım. Okulum yeni olmakla beraber, ilk yüzde iki veya üçten öğrenci alıyor.

Bu öğrencilerden de şikayetçi olursam, öğretmenlik mesleğime yazıktır. Böylesi güzel bir okulun öğrencilerinin bile gelecek kaygısını çok yüksek düzeyde yaşaması, beni üzüyor. Notlar yüz değil de doksan olsa, çan eğrisi var, orta öğrenim başarı puanımız düşecek diye panik oluyorlar. Hangi meslekleri seçeceklerini bilmiyorlar. Son sınıfa geldiklerinde, tamamen test çözme makinesi oluyorlar. Hatta bu uğursa son sınıfa geldiğinde sevgililer birbirinden ayrılıyor.

Ama ben şu meslek olacağım, hedefim bu diyebilen yok. Pek çoğunun ailesi astsubay, hakim, savcı, öğretmen gibi devlet memuru, bazıları da esnaf. Yani genelde ailesi iyi durumda sayılabilecek öğrenciler. Bazıları gerçekten çok yoksulsa da, bazıları harbiden varlıklı. Varlıklı ailelerin çocukları da çok farklı değil, aynı özgüven problemi onlarda da var.

Gençlerde güvensizlik sadece kendilerine ait değil. Hani giderlerse gitsinler denildi ya! Tıp öğrencileri daha ilk yıldan Almanca ya da İsveççe çalışıyor. İyi öğrenciler daha lisede yabancı dil ve yurt dışını düşünüyor.

Oysa bizim, en düşük seviyedeki öğrencilere bile özgüven verecek yeni bir eğitime ihtiyacımız var. En kötü bilişsel seviyedeki öğrencinin bile, en az bir kere başarı duygusunu tadacağı, laf olsun diye değil, öğrenci kendisini geliştirsin diye, her öğrencinin en az bir şekilde, bir kere katılacağı etkinliklere ihtiyacımızı var. Alfa yada seçkin gençleri yetiştirecek proje okullar yerine, her gencimizi kendisini alfa hissedeceği bir eğitime ihtiyacımız var. Gençlerimiz kendisine ve ülkesine güvenmeli. Kahraman beklememeli, kahraman olmadı.

Zaten Atatürk'te kahraman beklemeyin, kahraman olun dememiş mi?



30 Nisan 2022 Cumartesi

ZONGULDAK ŞEHRİNİN CEZALANDIRILMASI

 


Türkiye'deki şehir efsaneleri arasında, kalkınamayan, muhafazakar iç Anadolu şehirlerinin cezalı olduklarına dair efsaneler vardır ve bu efsaneler 2002'den evvel daha yaygındı. Mesela Yozgat'ta 5 katlıdan fazla bina yapma yasağı varmış, Çankırı'da fabrika kurma yasağı varmış vesaire, vesaire... Bütün bunların efsane olduğunu bu nesle anlatmaya bile gerek yok, lafı uzatmayalım. Ülkemizde esas sağcı politikacılar tarafından cezalandırılan bir şehir var, Zonguldak. Sebebi de 4-8 ocak 1991 büyük madenci yürüyüşü.

Bu yürüyüş, sağı o kadar tedirgin etti ki, şehir cidden cezalandırıldı. Şehrin iki ilçesi, çok büyük olmamasına rağmen ilçe yapıldı. Oysa bu ilçelerin, il olma potansiyeli olmadığı gibi, o kadar çok il olma arzusu da yoktu. Üzerine de şehrin ucuz ulaştırma imkanı olan demiryolu ile yolcu taşımacılığı kaldırıldı. Devlet deniz yollarının seferlerinin de kaldırılması ile, şehir otobüslere mahkum edildi. Ardından da şehrin ana geçim kaynağı olan madenler özelleştirildi ve işçi sayısı azaltıldı. 

Kapitalizmin şehir halkına karşı ciğeri soğumuş değil. Şehir ve maden işçilerine karşı bu nefret, üstelik ölümcül bir hal aldı. Şehirde covid-19'a bağlı ölümlerin aşırı yüksek olmasını sebebi, Ereğli ile Zonguldak arasında, pek çoğu da özel sektöre ait ve filtresiz çalışan termik santraller. Bu termik santraller,  cüzi miktarda ceza ödeyip, filtre masraflarından kurtuluyorlar.

1978 Aralığında, Kahramanmaraş ilinde (şehrinde değil, ilinde) yapılan katliam sonrası Süleyman Demirel, bana sağcılar ve milliyetçiler adam öldürüyor dedirtemezsiniz diye katliamı sahiplenmişti. Sağcılık, kendisine oy vermeyen Sünni, Türk halkına karşı da kindardır.

Zonguldak şehrini bu durumdan kurtarmak zorundayız. Bunun için ilk düşündüğüm tedbirler:

1)Şehrin demir ve deniz yolu ulaşımı iyileştirilmelidir.

2) Karabük ve Bartın'ın onurunu kırmayacak şekilde, bu iki ilçenin maddi kayıplarını da düzeltecek şekilde, il birleştirmeli ve hak edilen büyük şehir belediyesi kurulmalıdır.

3)Termik santrallere verilecek cezalar arttırılmalı, gerektiğinde kamulaştırılıp, kapatılmalı, şehrin hava kirliliği için acil durum ilan edinilmeldir.

4)Madenler açılmıyorsa, şehirde yeni iş olanakları arttırılmalıdır.

29 Nisan 2022 Cuma

TANSU ÇİLLER'İN SİYASİ TARİHİ

 


Türkiye'de siyaset ve müzik, illa bir doksanlara takılıyor. Müzikte, o zamanlar bazı depresyon günlerimde on saat Kral TV izleyen,  geceleri radyo açık yatan benim bile hatırlamadığım ya da hatırlamakta zorlandığım şarkıcıların ara ara iktidara destek çıkan açıklamaları da sanki bunun paralelinde.

Ben, ölen siyasetçilerin mezardan kalkacağına inanırdım da, Tansu Çiller'in ciddi ciddi siyasete döneceğine inanamazdım. Ülkemizde ünlü ve siyasetçi olmadan evvel, utanma duygusu ameliyatla aldırılıyor galiba.

Tansu  Çiller'in kısa süren politik yaşamında olumlu olarak anlatacak çok az şey bulabiliriz. Belki kendisinden önceki koalisyonun icadı olan ve liseleri iyice batıran kredili sisteme çok acil son vermiş olması olabilir. Ama pedagojik formasyon almak bir yana, öğretmen olmayı bile düşünmemiş, çoğu ziraat mühendisi on binlerce işsizi, sınıf öğretmenliği başta olmak üzere öğretmenliğe atamasını nasıl affedebiliriz, unutabiliriz?

Kendisinin saçmalıkları ya da gafları efsaneydi.  Tansu'nun Taneleri diye kitap bile oldu. Kendisi siyasete atılmadan evvel Boğaziçi Üniversitesinde profesördü, hem de iktisat profesörüydü. Ekonomideki çöküşü daha sonra anlatacağız. Kendisi pek Türkçe bilmezdi. DYP'in, DP'den, yani 1946'dan beri simgesi olan kırata, white horse demişti. Kuzey Irak'tan gelen Kürtlere, Kürtmen demişti. Cenab-ı Allah'ı sizlere emanet ediyorum, bacınızın bıdığı size helal olsun, Mesut Yılmaz iktidarsızdır, demesi, güven oyuna güvenlik oyu demesi gibi komik gafları vardı. 

Asıl utanç verici gafları, Türkiye üzerine olanlardı. Sivas'a il, Samsun'a büyükşehir belediyesi olma vaat etmiş, bir sürü saçmalamıştı. Çiller'in bu cahilliği ve olmayan Türkçesi  ile siyasete atılmasından çok, üniversite profesör olması üzücüydü.

Siyasi yaşamını bitirense gaflarından daha kötü olan siyasi kararlarıydı. Demin bahsettiğim pedagoji dersi almamış on binlerce kişiyi öğretmen, hele de sınıf öğretmeni ataması, bunlardan birisiydi. Çekici Güç diyerek herkesi kendisine güldürdüğü NATO'nun Çekiç Güç'ünü Malatya'ya koşullandırarak, Kuzey Irak'ta fiili bir Kürt devleti kurulmasını sağlayarak Türkçülerin, faili meçhul cinayetleri, örgüte yardım edenleri biliyoruz diye ateşleyerek Kürtçülerin düşmanlığını kazandı.

Başbakanlığında faili meçhuller bir kabustu. Düzce, Adapazarı-Sapanca üçgeni,  tam bir ceset tarlasına dönmüştü. Batman il merkezi ve Diyarbakır'ın bir kaç ilçesinde faili meçhuller olağan hale gelmişti. Çiller, Türkçe bile bilmeden gerçek bir Türk faşistliği yapıyor ve denilenlere göre Alparslan Türkeş'e başbuğum diyordu. Pek çok Kürtün partisi DYP, açıkça Kürt düşmanlığı yapıyordu.

Evet, 2002 öncesinde ben Ülkücüyüm diyenlerin çoğu ANAP ve DYP 'ye, özellikle DYP'ye oy veriyordu ama bu iki parti ve gene özellikle DYP,  doğu ve güney doğudaki aşiret reislerinin, şeyhlerin partisiydi. Halkın HDP'ye (o zamanlar HADEP ya da DEP) veya diğer partilere oy vermesine engel oluyordu. DYP'nin, MİT içinde kurduğu (Kurtlar Vadisinde sık sık adı geçen) KGT (Kamu Güvenliği Teşkilatı) ve o zamanların karanlık örgütleri ve Çiller'in bu örgütleri, devlet için kurşun atan da, yiyen de şereflidir diye övmesi, bu siyaset ağalarının siyasetinin sonu oldu.

Çiller siyasetinin asıl sonunu ekonomi politikaları, özellikle Amerikan doları başta olmak üzere  döviz kurlarının bir günde üç kat artması, Emlak Bank başta olmak üzere,  dövizle ev kredisi alanların intiharları ve esnafların bir gün bile değil, bir kaç saatte batması, nasıl unutulur? Dahası, büyük bankalar krizi,  insanların bankadaki paralarının buhar olması; alelacele tüm mevduatlara devlet güvencesi vermesi, bunun da daha büyük bir bankalar iflas zincirine sebep olması ve halen devam eden yastık altının artık iyice gelenek olması unutulabilir mi? 5 Nisan kararları sonrası, son sosyalist devleti yıktık demesi de unutulmamalı.

Kendisi hiç bir seçimi kazanmadı. Partiye alınma sebebi, köylü partisi görünümlü DYP'ye vitrin olsun diyeydi. Seçim meydanlarında anahtar sallayarak, beş yüz günde ekonomiyi düzeltme vaadi ile öne çıktı. Sadece 1993'de, Süleyman Demirel'in cumhurbaşkanı seçilmesi sonrası DYP kongresini ve artık parti iyice yok olana kadar da kongreleri kazanmaya devam etti. Bunun için de zaten kendisine oy vermeyecek delegeleri ve üyeleri partiden uzaklaştırdı. İlk DYP kongresini Aydın Doğan Holding basını olmak üzere, güçlü bir basın desteği ile kazandı. O seçimde karşısında Köksal Toptan ve İsmet Sezgin'in toplamından daha fazla oy almıştı. Sonrasında ilk yılında medya neredeyse topluca Çiller'i destekledi. Kasıma kadar İsmet abi formülünü direten Sabah (pelikan) grubu bile Çiller'i destekledi. Hatta o zamanların yazı işleri Hasan Cemal, Cumhuriyet gazetesini Çiller'in peşine taktı. O zamanın bazı köşe yazarlarının Çiller'i övgü yazılarını halen hatırlarım.

Çiller'e destek basınla sınırlı değildi. Şimdilerde cumhurbaşkanının etrafında görülen sanatçı takımı, şimdilerin itirafçı mafya babası Sedat Peker ve Ülkü ocakları da Çiller'i destekledi. Çiller, İstanbul bankasının iflasından sonra aile servetinde olan artışı, kayınvalidesinin kayıp bohçasından çıkan altınlarla açıklamıştı. SHP'de bu bohçayı ve altınları temsili olarak halka göstermeye başlamıştı. O zamanlar da SHP'lilere saldıran Çiller yanlısı önlenemeyen gençler ortaya çıkmıştı. Onlar da Ülkü ocaklıydı.

Başbakanlığında kendisine ait skandallar ve yolsuzluk iddiaları da bitmedi. Yolsuzluk iddiaları bini aştığı gibi, kendisinin Roma'dan dondurma getirtme ve oğlunun devletin Jet Sky'sini gasp etmesi gibi marifetleri de vardı. Sonra Jet Sky konusunda rahmetli Levent Kırca'nın yaptığı meşhur parodi ve sonrasında RTÜK'ün kurulması da ayrı konu.

İktidarının ikinci yılının ortalarında yani 1995'in ortalarında hem Aydın Doğan, hem de Pelikanlar olmak üzere holding medyası Çiller'e sırt çevirdi. Zaten DYP, 1987'den beri oy kaybediyordu.1994'de  DYP, İzmir'de birinci, İstanbul'da dördüncü partiydi. Öteki merkez sağ parti ANAP'da hızla oy kaybediyordu. 1999 genel seçimlerinde ANAP'ın 4., DYP'nin 5. parti olması ile vuruldular, 2002 genel seçimlerinde baraj altı kalarak öldüler.

Çiller bütün bu kötülükleri ve daha fazlasını on yıllık siyasi yaşamında yaptı. Son olarak ANAP genel başkanı merhum Mesut Yılmaz'ı onbaşı olma şerefsizliği gibi garip bir suçla suçlaması; Doğu Perinçek başta olmak üzere askerliğini onbaşı olarak yapanların Çiller'e dava açması ve muhalefete Taocu muhalefet demesini de unutmamalı. O yılların haftalık en çok satan dergisi Leman'ın erotik, Taocu muhalefet kapağını ise hiç bir yerde bulamıyorum. Elinde olan internete atsa güzel olur.

Bu yazıyı yazma sebebim, yetmez ama evet referandumunda iktidarın bir kozunun da Çillerli karanlık yıllara dönülmemesi idi. Çiller'e onbaşılık davası açan Perinçek 'de dahil, hepsi bunu nasıl unuttu ki, bir de Tansu Çiller, iktidar cephesini destekliyor.

28 Nisan 2022 Perşembe

 


HAMİDO'YA MEKTUP

(YA DA BAHRİYE ÜÇOK'UN KATLEDİLDİĞİ GÜN)

 

         Sınıfta kalmalarım ve üniversite sınavını ikinci girişte kazanmam sayesinde hayatımın bayağı bir kısmı çıraklıkla geçti. İkinci sınıfta kalışım ise, amca oğlunun oto galerisinde çıraklıkla geçti. Daha çok doç dediğimiz kamyonları satardık. Altı yüzlük, yedi yüzlük, dokuz yüzlük doç kamyonlardı. Crlyester markaydı hepsi ancak önlerinde  Dodge, Fargo ve Desoto olmak üzere üç ayrı marka daha olurdu. Kaçlık olduğu önemliydi, hepsi doçtu ve tüm özellikleriyle birbirinin aynısıydı.

         Dükkan İskitler sanayi sitesinde, Kazım Karabekir caddesinde, Tunahan'daydı. Dükkanın önündeki geniş alan kamyonlara ayrılmıştı. D

Kanda şimdilerde ofice boy dene n getir-götürcülük yapıyordum. İşim ortalığı süpürüp, silmek, çay yapmak, bankaya, bakkala falan gitmek, böylesi işlerdi. İşim sabah yedide başlardı. Akşam yediden evvel bitmezdi. Onu bulduğu çok olurdu, birkaç defa gece yarısını bulurdu. Kapının önünde biriken kaşarı küremek, arabaları yıkamakta işlerim arasındaydı.

         Dükkânın ziyaretçileri çeşitliydi. Büyük bir kısmı kamyon alıcısı hafriyatçı taşeronlar, müteahhitler, maden sahipleri, kamyonunu yenileyecek kamyoncular ve benzeti kişilerdi. Türkiye'nin her tarafından, çoğunlukla zengince insanlardı. Amcaoğlu, faizcilikte yaptığından, borç alan ve bazıları zor durumda tüccar ve esnaftı. Bu gibi insanlara mutlaka çay verirdim. Bazen bunlar dükkanda yemekte yerdi.

         Bir de sanayide her vakit dükkanlara uğrayanlardı. En nefret ettiklerim dilencilerdi. Mümkün olduğunca kovmaya çalışırdım, çoğu kez başarırdım. Ancak özellikle dükkanın kalabalık olduğunu anlarlarsa beni zorla itip, içeri girerlerdi. Bazen göz açıklık yapıp, onlar adına sadakayı toplar, çok azını onlara verip, çoğunu zimmetime geçirirdim. Çoğu kez aynı dilenciler bir günde iki, üç, hatta beş altı kez gelirdi. Perşembe akşamları ve Cuma günleri mübarek gün diye birkaç gelirlerdi. Bayram öncelerinde ise bayağı çoğalıralrdı.  Ayakkabı boyacıları, piyango satıcıları, sokak satıcıları, seyyar satıcılar da bu tabloya dahildi. Bizim dükkan Hürriyet, yandaki plastik malzeme toptancısı Sabah, bir ötedeki traktör satıcısı da Milliyet alırdı. Ben üçünü de okurdum. Dükkanda, benim yöneticim olan ve daha ziyade alım satım muamelesi yapan Mehmet abi en çok benim bu gazete okumama kızardı. Sokak satıcıları, sanayiye has şeylerde satardı. Soyulmuş, tuzlanmış hıyar, gübit denen, değişik bir pide ve arasına yapılan haşlanmış yumurtalı sandviç, bunlar arasındaydı. Seyyar satıcılar ise, elektronik eşya ve el makinesi falan satardı. İstisnasız Şanlıurfalı yada Gaziantepli olurdu. Şanlıurfalılar, pazarlıkla malı ilk söylediklerinin dörtte biri fiyatına inerlerken, Gaziantepliler bir kuruş aşağı inmezlerdi.

         Bir de postacılar vardı. Henüz email, internet çağı olmadığı için bolca mektup, tebligat, broşür ve benzeri  şeyler getirirlerdi. Bayramlarda ve yılbaşlarında bolca eşantiyon getirirlerdi. Bürün bunlar arasında en çok sevilen ve gelmesi beklenen misafirler bunlardı.

         Bu olay bir postacı ile ilgili. Fırça bıyıklı, orta boylu bir adamdı. Dükkan civarında dolaşan birkaç postacıdan birisiydi. Sanayide, konut alanlarına göre fazla posta ve paket ve de o kadar fazla postacı ve kargocu bulunur. O günü çok soğuk diye hatırlıyorum. Aklıma kış günü gibi kalmış, zaten ekim ayıymış, internetten öğrendim. Yedi ekim bin dokuz yüz doksan. Bahriye üç ok altı ekimde olmuş, o günde bu olayın ertesi günüydü. Dükkanda tam kimler var sayamayacağım. Az önce gelen gazeteciden alına Hürriyet gazetesi okunuyor, ben çayla ilgileniyordum. Dükkanda üç gözlü bir elektrik ocağı vardı. Ben bu ocak ve üstündeki irice demlikle çay demler, oralet dediğimiz, sıcak suya aromasını bırakan içecekler ve kat denen sıcak su şerbeti hazırlardım. Gazeteyi okuyanlar, kendilerinde olayı yorumluyordu. O sırada içeri postacı girdi. Biri şöyle bir cümle sarf etti.

         -Kargocu kız da örgüttenmiş. Gerçekten de o günlerde kargocu kız konusu tartışılıyordu olayla ilgili. Postacı olaya müdahale etti.

         -O çocuğun ne suçu var. Biz de Hamidoya bombayı gönderdik. Hiç haberimiz yoktu. Bu Hamido'nun, Malatya'nın eski belediye başkaını Hamid Fendoğlu olduğunu sonradan öğrenecektim.

         -Ula, Hamido'ya paketi sen mi verdin?

         -Ya, ben verdim dedi. Sonra gayet rahatça bir koltuğa oturdu. Biri çay koymamı söyledi. Ben de öyle yaptım. O da anlattı.

         O zaman kamyonlarla gezerdik. Üç arkadaş beraberdir. Kamyonların üzerinde Türkiye Postaları yazardı. Depolardan aldığımız paketleri ev ev gezerek, sahiplerine teslim ederdik. Paketlere çokta nazik davranmazdık.

         Hamido'ya paketi ben verdim bizzat. Aradan bir saat kadar zaman geçti. Adamda toplamış çoluğunu, çocuğunu, hepsinin ortasında paketi açmış. Adamlar paketteki düzeneği ayarlamışlar. Paketi tam açınca patlıyormuş. Depoda otururken telefon geldi amirimden. Paket bombalıymış, tekmil Malatya ayakta. Arabayı da alın, dağa çıkın dedi. Aldık kamyonu, çıktık dağa. Bir hafta dağda, ıssızda kaldık. Sonra Adana'ya gittik. Kamyonu teslim ettik. Sonrasında Malatya hep yanmış. Korudan yıllarca kimselere anlatamadım. Hala da korkarım.

         Hikayesini anlattı, çayını içti ve gitti postacı. 17 nisan yetmiş sekizden beri sakladığı sırrını anlatmış, rahatlamıştı.



 


27 Nisan 2022 Çarşamba

ORYANTALİZM'DE SONUN BAŞLANGICI

 




Oryantalizm, tam çevirisi ile doğu bilim demektir. Doğulular bizden her şeyiyle farklıdır, onları kendimiz gibi yapmaya çalışmamalıyız,  onları olduğu gibi kullanalım demektir ve aslında özellikle kuzey Avrupalılar, kendileri dışındaki tüm Dünya için uyguladıkları siyaseti anlatır. Hatta Uzay Yolu dizisinde farklı gezegenlerdeki  akıllı canlı formlarına da benzer tavırlar gösterirler. Yani bu davranış, batılı dediğimiz insanları kişiliğine işlemiştir. Hatta Avrupa'da sosyal demokratlara, Türkiye'de sağ partilere oy veren gurbetçiler de benzer kafa yapısına sahiptir. 

Bunun sonucunu yer yüzünde Hristiyanlığın en büyük mezhebi Roma Katolikliği oldu. Çünkü coğrafi keşiflerin ve deniz aşırı sömürgeciliğin öncüsü İspanya ve Portekiz, egemen oldukları ülkelerin halkını Katolik yapmak için uğraştı ve bunda da başarılı oldu. Oysa İngilizler, Fransızlar, Hollandalılar, Almanlar ve Belçikalıların böyle bir derdi olmadı. Hatta İngilizler, işgal ettikleri yerlerde Katolik mezhebine daha çok göz yumdu. Hintli şair Tagore'un Gora romanına göre Hindistan'a İslam, İngiliz egemenliğinde yayıldı. Benzer bir iddiayı da Hollanda egemenliğindeki Endonezya için duymuştum.

Osmanlı'da bu konuda benzer bir politika gütmüş, özellikle Balkan milletlerini Müslüman etmekte isteksiz davranmış, işin doğrusu çok da uğraşmamıştır.,

Ruslar, genel anlamda fethettikleri ülkelerde özellikle Şamanist-pagan toplulukları Ortodoks Hristiyan yapmakta başarılı olmuş,  pek çok Müslüman topluluğu da Hristiyan yapmıştır. Zeki Velidi Togan'ın anılarına göre bunların bir kısmı olan Hristiyan Tatarlar,  1905 kargaşalığında Müslümanlığa geri dönmüş, Togan'da Bolşeviklerle çalıştığı dönemde gene böyle bir topluluğu Müslüman yapmak istemiş, kiliselerini yakmış ama halk kiliseleri yakıldığı için isyan çıkarıp, Togan ve adamlarını Lenin'e şikayet etmiş, Stalin onu bizzat yanına istemiş, kellesinin gideceğini anlayınca da Orta Asya'ya, Basmacıların yanına gitmiştir. (Basma derken, baskın verme anlamında) (Konumuz Zeki Velidi değil, yoksa kendisinden daha çok bahsederiz) 

Rusya, Napolyon işgalinde asimile politikalarına son vermiş ve Müslüman azınlığın güvenini kazanmıştır. Gene de oryantalizmden uzak durmuş, Müslüman azınlık içinde aşırı uçları ve tarikatları barındırmamaya çalıştı ama Çeçenistan örneğinde olduğu gibi bazı durumlarda başaramadı.

Rusya ve Bazı Avrupa arasındaki temel fark, Rusların Müslüman azınlıkla iç içe yaşaması, Batı Avrupalılar için Müslümanların doğuda yaşayan bir takım insanlar olmasıydı. Bu yüzden Afganistan savaşı ya da Büyük Ortadoğu Projesi gibi  konularda doğuyu yönlendirmede en aşırı uçları kullanmaktan çekinmedi.

Ta ki sınıfında Muhammed karikatürleri gösteren öğretmenin öldürülmesine kadar. O vakit anladılar ki, onlar da Rusya gibi Müslümanlarla iç içeler. Orta doğu ülkeleri karışsın, güçlensin diye besledikleri tarikatlar ve aşırı dinci siyasi akımlar, onları içten de vurmakta. 

Şimdi en azından kendi içlerine bu radikal dinci akımlara dur demek zorunda olduklarını fark ettiler. Fransa'nın girişimlerinden daha önemlisi, bunun diğer Avrupa ülkelerinden de destek bulması, diğer Avrupa ülkelerinin de Fransa kadar değilse bile, benzer girişimlere bulunması veya girişimlere hazırlanması.

Amerika halen Ilımlı İslam adı altında oryantalizmden yana olur mu bilmem, birincil Avrupalı ortağı İngiltere bile bu işten sıkılmış. Pakistan ve Yemen başta olmak üzere milyonlarca göçmeni ile baş etmeye çalışıyor ve içlerindeki radikal unsurları bitirme çabasında.