13 Temmuz 2022 Çarşamba

CECİL RODESH KİMDİR?

 


Cecil John Rhodes isimli İngiliz (1853-1902), kırk dokuz yıllık kısa hayatına pek çok kötülük sığdırmış, sömürgeciliğin görünen yüzü olmuştur. On yedi yaşında, verem tedavisi için geldiği Güney Afrika'nın efendisi olmuştur. O kadar ki, bugünkü Malavi'ye Doğu Rodezya,  bugünkü Zambiya'ya Kuzey Rodezya, bugünkü Zimbabve'ye Orta Rodezya ve bugünkü Botsvana'ya Güney Rodezya denmiş;  Zimbabve'nin resmi adı, 1965-79 arasında Rodezya olmuştur. Bu kadar geniş alanlara adını veren Rodesh, benim şahsi tahminimce adını Rodos adasından almış olabilir.

İngilizler, daha doğrusu İngiliz ordusu, Afrika'nın iç bölgelerine, Rodesh'in De Bears elmas ve De Bears madencilik şirketlerinin çıkarları için girdiği gibi,  1899-1902 arasındaki Boer savaşı da onun şirketinin çıkarlarını savunmak için yapılmıştır. Bu savaşta İngilizler 8 bin kadar savaşta,  13 bin kadar hastalıkta ( Afrika'nın ölümcül sıtması), bin kadar kayıp, 23 bin kadar yaralı (onların da çoğu sıtma ve benzeri hastalıklar) 45 bin kadar kayıp vermiştir. Bu kayıp, İngilizlerin, Napolyon savaşları ile Birinci Dünya savaşı arasında en çok kayıp verdikleri savaştır. Genelde böl-yönet ve paralı asker kullanarak savaşan İngilizler, çoğu kez, deniz haricinde öyle büyük çaplı savaşlara girmemişlerdir. İngilizlerin meşhur tarihçisi Arnold Joseph Toynbee, İngiliz imparatorluğunun geri çekilişini bu savaşla başladığını yazar. (Kendisi Ermenilerle ilgili olarak Türkleri suçlayan meşhur Mavi Kitap'ın da yazarıdır) Jack London'ın Ezilenler kitabına göre ( Bu kitap London'ın gözlemlerine dayandığından roman değildir), bu savaştan sonra terhis olan askerlerin çokluğu, İngiltere'de işsizliği arttırmıştır.

Kendisi hayatı boyunca evlenmemiş, çocuk sahibi de olmamıştır. Roman yazarı Wilbur Simith'e göre de bir homoseksüeldir. Ölünce de mirasını, kendisinin çıkarları için savaşan İngiliz devletine ve milletine değil, Güney Afrika hükumetine bırakmıştır. Güney Afrika hükumeti de aslında kendi şirketinden farklı değildir. Aslında Rodesh, mirasını kendi uşaklarına bırakan bir efendidir.



Kendisi sadece kapitalistçe eylemleri değil, fikirleri ile de kötülük  kaynağıdır. En başta ırkçıdır ve ona göre beyaz adam, tüm insanlığa hükmetmelidir. Diğer ırkların, özellikle de Afrikalıların mutluğu beyaz adama itaattir. Kendi çıkarları bozulunca, beyaz ırktan Boerlere savaş açmaktan da çekinmemiş, İngiliz ordusu Boerlerle mücadele edemeyince, kadın ve çocuklara saldırmış, ilk toplama kamplarını inşa ettirmiştir.

Johannesburg ile İskenderiye'yi demiryolu ile kurma planı üzerine çizilen bir karikatür, onu konu edinen en ünlü sanat eseridir. Etkisi halen sürmektedir. Zimbabve, Rodezya adı ile ve onun fikirlerine göre, nüfusu yüzde biri bile olmayan beyazların egemenliğinde bir devlet olarak kuruldu ve dünyada hiç bir ülke tarafından tanınmadı. Daha sonra benzer bir yönetim (Apartheid), uzun yıllar Güney Afrika'da geçerli oldu. 

Güney Afrika'daki Rodesh'in izleri, Apartheid rejimi yıkıldıktan sonra başlıyor. Yavaş yavaş heykelleri kaldırılmaya, adını taşıyan yerlerin adları da yavaş yavaş değişti ve değişiyor. Rodesh ile ilgili yazılmış çok kitap olsa da, Türkçe'ye çevrilmişi (Wilbur Simith'in romanları dışında) 



 Batıyı ve beyaz adamları anlamak, Rodesh gibileri anlamakla başlar.

SÜLEYMAN DEMİREL KİMDİR?



 Süleyman Demirel, Türkiye'de yedi kere başbakanlık yapmış, iki askeri darbenin doğrudan muhatabı, 9. cumhurbaşkanı, gayet başarılı bir politikacıdır. Hakkında pek çok bilgi bulabilirsiniz. Ben size okul ödevi bilgisi vermeyeceğim. Bir ölü ile de kavga etmeyeceğim. Amacım ülkemizdeki kel ölür, sırma saçlı olur, kör ölür, badem gözlü olur geleneğini yıkmaktır.

Demirel asla demokrat biri olmadı. Şimdilerde birileri onu demokrasi şövalyesi gibi gösterme çabasındadır. Oysa kendisi, Nazım Hikmet'in şairliğini övdü siye, o zamanlar Türkiye İşçi Partisinin milletvekili olan Çetin Altan'ı, kendi milletvekillerine dövdürüp, sonra da bu linçi meclis kürsüsünden övmüştür.

Hayatı boyunca en büyük marifeti, suçunu başkalarına atmak olmuştur. Yetmişli yılların, çoğu da kendisi ya da kendisinin başında olduğu Milliyetçi Cephe hükumetleri iktidardayken,  tüm ekonomik krizi ve yoklukları, 1977'de bir kaç aylık ve 1978-79'daki  bir yıllık iktidarının üzerine yıkmıştır. Seksen öncesinin katliamlarında (Maraş-Çorum-Malatya vs) belediye başkanları çoğu kendi partisindeydi. Bu katliamların suçunu da sadece MHP'ye attı. Maraş ilinde (şehirde değil, il genelinde) kan gövdeyi  gösterirken, o meşhur sözünü söyledi: ''Bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz''

12 Martta şapkasını alıp gitmişti, 12 Eylülde de alınıp, götürüldü. Her gidişinde, geri döneceğine emindi. buna emin olmasını iki sebebi vardı. biri bürokraside kendi militanı olan kadrolar ki bu kadroların bir kısmı içişleri ve sağlık bakanlığı  başta olmak üzere devlete doluşan Ülkücüler ile, Nurcular başta olmak üzere tarikatlılar oluşturuyordu; diğeri de çoğunluğu köylü olan ve gazete-dergi okumayan, kendisine sadık, seçmen kitlesi. 2010 Yetme ama referandumu öncesinde yapılan  propagandanın aksine, bürokrasi hep sağın egemenliğinde oldu. Nurcular başta olmak üzere tarikatlar da, Necmettin Erbakan ve partilerini ( Milli Nizam, Milli Selamet, Refah, Fazilet vs) pek sevmediler daha doğrusu Erbakan onları pek sevmedi.

12 Eylül sonrasında, tekrar parti kuruduğunda ise, kendisini 12 Eylül öncesindeki uzlaşmaz tavrından dolayı suçlayan seçmene karşı, biraz da tek parti olamadığı için, 

Memleketi Isparta'da halk, hem ona ve ailesine küfreder, hem de oy verirdi. Isparta'da pek çok kurumun adı Süleyman Demirel ya da onun akrabalarının (karısı Nazmiye ve kardeşi Şevket Demirel vs) adını taşıyordu. Koca şehirde tek bir tane halısaha vardı, onu da kardeşi işletiyordu. Kendisi , 1962-1980 arası ve Özal öldükten, 28 Şubat sürecine kadar sağın genel lideri konumundaydı.

28 şubat süreci ise, onun cumhurbaşkanlığının son yılına denk geldi, ne tesadüf değil mi? Kendisi bu süreçte, türbanlılar okumaya Arabistan'a gitsin diyerek, kendisini yıllarca destekleyen dindar insanlara sırt çevirdi. 28 Şubat döneminde temel amacı, anayasa değişikliği ya da başka bir yoldan kendisi ya da ailesinden birilerinin siyasete devam etmesi, kendisini tekrar cumhurbaşkanı yapmaktı. O sıralar zaten tükenmekte olan merkez sağ, Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz'ın elinde can çekişiyordu. Bülent Ecevit'in gayretleri ile, dönemin Anayasa Mahkemesi başkanı Ahmet Necdet Sezer'in cumhurbaşkanı seçilmesi ile kendisi ve merkez sağın siyaseti tamamen bitti

11 Temmuz 2022 Pazartesi

HASRET GÜLTEKİN; ÇEYREK ASIRLIK ÇINAR



 Bu yıl da 2 Temmuzda anma mitingine gidemedin, tam da o gün üşüttüm. Temmuz ayı başladığı halde, Ankara'ya doğru-dürüst yaz gelmemesi de, temmuz ayında üşütmeyi başarmama yardımcı oldu. Geçen yıl, Temmuzda açık kalmayı başaran okulumun pansiyonunda nöbetçiydim, ondan önceki yılda epeydir görmediğim arkadaşımı otogardan alıp, evde misafir etmem gerekmişti.. Sonuçta içimde bir suçluluk duygusu bastı doğal olarak. Derken bendeki bu suçluluk duygusunu arttıracak başka bir şey fark ettim. Sivas'ta, Madımakta ölenlerle ilgili yazı yazmamıştım.

Yazmaya da, Hasret Şükrü Gültekin'den daha doğru bir efsane isimden başlayamazdım. Yirmi iki yıla sığdırdığı üç solo, katıldığı dört grup albümü,  katkıda bulunduğu yirmi beş albüm (bağlama, yönetmen, besteci ve söz yazarı olarak) pek çok şiir, ve besteye rağmen, kendisi ile ilgili derli-toplu bir kitabın halen piyasada olması (Yazılmış olan varmış ama onun da baskısı bitmiş. Ütopyalar Ülkesinin Ateş Hırsızı ) da başka bir suçluluk duygusu sebebi olabilir. Oysa onun gibi birisi hakkında şimdiye kadar en az yirmi kitap yazılmalıydı. Benim, onun hakkında kitap yazacak donanımım (Kürtçeyi hiç bilmiyorum, oysa bunu yapacak kişi, Kürtçeyi iyi bilmeli, Türk Halk Müziği, Alevilik üzerine de uzman olmalı.) ve vaktim yok. Bu yüzden sadece bu yazıyı yazıyorum.

2 Temmuz 1993 günü, Sivas il merkezinde ölen 37 kişiden ( 2'i otel görevlisi, 2'i oteli ve insanları yakarken, kendisini de yakanlar da dahil olmak üzere) biri olan Hasret, sadece bir besteci-şair ya da iyi bağlama çalan değil, bağlama müziğinde devrim yapmış birisiydi. Onun kadar iyi şelpe çalan çok azdır. Kendi müzik zevkim adına, Hasret'ten daha iyi şelpe çalan, bir Arif Sağ vardır, bir de Erdal Erzincan. İlginç olan ise, şelpe daha ziyade Teke yöresi Türkmenlerinin bağlama çalma alışkanlığıdır.

Kendisi daha sonra kısa zamanda çok ve büyük işler yapması gerektiğini biliyormuşçasına, eski adı Maarif Koleji olan, Kadıköy Anadolu Lisesini yarıda bıraktı. Kadıköy Anadolu lisesi, o zamanlar İstanbul'un ilk on lisesinden biriydi, şimdi de ilk yirmi lisesinden biridir. İstanbul'un, Haydarpaşa lisesi ile birlikte, Anadolu yakasındaki iki tarihi lisesinden biridir. Kadıköy Anadolu lisesi, çok ünlü mezun etmiştir ama Hasret Gültekin kadar büyük birini  yetiştirmemiştir.

İlk albümü Gün Olaydı'yı 16 yaşında çıkarmıştır. 12 Eylül'ün Kürtçe albüm yasağını, yasa boşluklarından yararlanarak 1991'de (Rüzgar'ın Kanatlarında) ilk defa o çıkarmıştır. Yaptığı işler, eserler, büyük ölçüde Kalan müzikte çalışması sonucu olmuştur. Kalan müziğin, bu yılların en büyük müzik-yapım şirketi olmasında emeği büyüktür.

Ölümünü hissedercesine erkenden evlenmişti, öldüğünde eşi hamileydi. Oğlu, Roni Hasret Gültekin,  babasının ölümünden iki buçuk ay kadar sonra, 2 Eylül 1993'de doğdu. Ona, baban bir efsane oldu denildiğinde,  keşke hayatta olsaydı cevabını verdi. Katliamda ölenlerin listesine baktığımızda, ölenlerin büyük çoğunun Gültekin'in yaşıtı ve ondan küçük olmasıdır (16 yaşındaki ablası Asuman Kaya ile beraber ölen 12 yaşındaki Koray Kaya, en küçükleriydi.). Bunun da sebebi, ölenlerin çoğunun, yangındaki alev kapanına ilk kapılanların, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, Ankara şubesinin semah ekibi ve muhtemelen onlar kadar genç insanlar olmasıydı. Aziz Nesin'in dediğine göre, bir an önce kaçmak için aşağıya inmek istemişler, Nesin'de onlara yol verince, birden alev kapanına kapılmışlar ve Nesin buna pişman olmuş.

Son olarak, Sivas katliamının sebebi ne Aziz Nesin'di, ne de Pir Sultan Abdal şenliklerinin Banaz köyü yerine il merkezinde yapılmasıydı. Sanki Hamid Fendoğlu suikast olmasaydı Malatya,  Emin Sazak suikastı olmasaydı, Çorum katliamı olmayacak mıydı? Camiden benzin bidonlarıyla çıkan kalabalık, hazırlığını çok önceden yapmıştı.

Sivas'ta  katledilenler ve katliamdan kurtulanlar öğrenmek, onların arkasından bıraktıklarını dinlemek, izlemek ve okumak kadar, onlar hakkında konuşmak ve onlar hakkında yazmak da görevimiz olmalı.

8 Temmuz 2022 Cuma

SON YILLARDA AZALIP -BİTEN BAZI SOLCU ŞEYLER (GİZEMİN ÖLÜMÜ 2)

 


Genelde bu listeleri yaparken, halen iktidarda oldukları için İslamcıları seçerdim ama tersten başlamak ve biten, azalan solcu şeyleri yazmaya karar verdim. Şöyle maddeleri sıralayalım.

1)Çok solcu olmak ve Cehapeyi az solcu bulmak: Daha doğrusu biten, çok solculuğun havası oldu. Bu olay Gezi sırasında bazı radikal solcu grupların, polis provokatörü olduğu ve polis korumasında olmasına dair videoların sosyal medyada dolaşması; pek çok radikal sol grubun, Gezi'de darbeyi gördük diyen Selahattin Demirtaş'ın peşinden Gezi'yi yarıda bırakmaları ile hızlandı. Son darbe ise, Türkiye Komünist Partisinin ( Yasal TKP'lerden birinin) başkanını ve genel merkez üyelerinin, Ekrem İmamoğlu'nun ikinci defa İstanbul, Büyükşehir Belediye Başkanı olmasını desteklemek bir yana, boykot adı altında karşı çıkıp, el altından Binali Yıldırım'ı desteklemesiydi. İstanbul Büyükşehir Belediyesinin seçimleri tekrarlandığına, AKP için kazanmak çok önemliydi ve Komünistler AKP'ye destek oluyordu. T.K.P'nin meşhur Ovacık belediye başkanı bile buna karşı çıktı. Seçimi Cehape ve İmamoğlu tekrar kazandı ve sosyalistlerin havası söndü. Bir de bu seçimlerde, Millet ittifakının adaylarına (özellikle uzun yıllar MHP'de siyaset yapmış Mansur Yavaş için) solcu demeyenler vardı. Ankara'da DSP'nin Büyükşehir belediye başkan aday, kendisini tek sol aday olarak tanıtıyordu. Kendisi AKP'nin Ankara'daki tüm baskı işlerini yapan büyük bir matbaacısı. Yaptığı işleri de DSP'nin seçim araçları ile teslim ediyordu. Alevi bir ailede doğup, büyümek dışında da bir solculuğu yoktu. Eskilerin deyimi ile, dervişliği taç ile hırkada kalmıştı.

Şimdilerde Komünist başkan Maçoğlu ve Türkiye İşçi Partisi başkanı Erkan Baş ve başkan yardımcısı Barış Atay var. Onlar da birilerini az solcu bulmuyor. 

2)Grup Yorum ve Özgün Müzik. Grup Yorum'un son eserleri ve eylemleri kamuoyunun hiç ilgisini  çekmiyor, uzun zamandır. Youtube'da arada bir Grup Yorum'un sayfasından videoları bin tane bile izlenmiyor. Grup, sebebini kamuoyuna anlatmadığı  açlık grevleri ile elemanlarını harcadığı gibi, bu grevde katılmayı ret eden bir elemanını da linç için hedef gösterince, hepten gözden düştü. Gözden düşmesinde yukarıda anlattığım çok solcu olmanın gözden düşmesinin de katkısı var. Grup, her konserinde, on saniye kadar, barkovizyon üzerinden DHKP-C'nin eski lideri Dursun Karataş'ın görüntülerini yansıtır ve Dayı (Karataş'ın lakaplarından biri ve en çok bilineni) diyerek adını anar.

Grup Yorum yanında, Özgün Müzik dediğimiz sol protest müzik de, türkü yorumlamaya dönüştü. Şöyle şiir besteliyen güçlü besteciler azaldı ne yazık ki.

3)Dergiler: Siyasal taraf tutmak,  ne okuyacağını seçmek anlamına da gelir. Solda her fraksiyonun kendi dergisi olduğu gibi,  yetmişler ve seksenlerde Gırgır, doksanlara da Leman gibi dergiler, solun bayraktarlığını yapardı.

Malumunuz internet, kağıt medyayı yiyip, bitirmekte. Dergileri asıl bitiren kafe işletmeleri oldu. Kafeler işletilince, doksanlardaki o efsanevi muhaliflikleri yavaş yavaş azaldı. Bunda politik baskılar kadar, bu yerlerin müşterilerinin de sadece solculardan oluşmaması, hatta yer yer sağcıların daha çok buralar uğramasıdır. Bu mekanlar (Leman Kafe, Ot Kafe, Zaytung Zone, Kafa kafe vs) aslında seksenlerin entel, doksanların türkü barlarının zincir hale gelmiş olması olmasında rağmen: artık ne solcu barı değiller. Hatta pek çoğu alkollü mekanlar olmasına rağmen, müşterilerinin önemli bir kısmı da alkol almayan insanlar. Muhafazakar mahallenin insanları, özellikle de gençleri, mahalle baskısından rahatsız. Bu yüzden de arada bir sol mahalleye kaçıyor.

4)Liberal sol. En kötü biten liberaller oldu, adları bile kalmadı, Merkez sağın en azından adı kaldı (Onu biten Ülkücü şeylere yazacağım. Çünkü tanıdığım her Merkez sağ seçmeni-politikacısı Ülkücü kökenli olduğunu söylüyordu. )Liberallerde o da kalmadı. Yetmez ama evet öncesi bir kaç yıl boyunca CHP ve Atatürk aleyhine propaganda yaptılar. Bunun için araçları da,  Aydın Doğan'ın Radikal ve Yeni Yüzyıl gazeteleri oldu. 27-25 Aralık yolsuz operasyonlarından sonra gördük ki Yeni Binyıl (Yeni Yüzyıl'ın kadrosu çıkarıyordu), Fettullah Gülen'inmiş meğer. 

Bu Liberal güruhu, sırf solu, dinci iktidara ikna etmek adına kendine sol diye, eskiden hem de çok eskiden solcu olan şahısların, kendilerine solcu demelerinden ibaretti. Yetmez ama evet referandumu sonrası dinciler bunları çöpe attı ve artık ne yaptıkları merak bile edilmiyor. Ben bunları affedecek değilim. Bunu bu bloğa (kaç tane okuyanım varsa) defalarca yazdım ve daha da yazmayacağım. https://onbinkitap.blogspot.com/2018/03/liberalleri-lincetmeyin-onlar.html

7 Temmuz 2022 Perşembe

LUMUMBA'NIN DİŞi



 Patrice Emery Lumumba, sömürgeciliğe karşı Afrika'daki en büyük direnişçilerden biridir. Kendisi ile ilgili pek çok bilgiyi Vikipedi ve bilgilendirici diğer sitelerden alabilirsiniz. Kendisi  bir ara adı Zaire olan, bugünkü Kongo Demokratik Cumhuriyeti'nin kurucu lideridir. Ülkesini sadece kağıt üzerinde değil, ekonomik ve kültürel olarak da bağımsız yapmak istemiş, karşılığında da ayrılıkçı hareketler ve darbe ile almıştır. Kurşuna dizilerek öldürülmüş, cesedi asitte yok edilmiştir. Ondan geriye sadece bir diş kalmıştır. Lumumba hakkında internette araştırma yapın, bu yazının konusu, Lumumba'nın asitte erimeyen dişidir. Lumumba'nın infazı sonrası, cesetten kurtulmakla sorumlu Belçikalı sömürge polisi, o dişleri ülkesine, evine götürmüş, ganimet olarak saklamıştır.



Lumumba'ya nefretin tek sebebi, bağımsızlık lideri olması ya da Sovyetler Birliği ile yakınlaşmadı değildir. Açıkça Avrupa kültür ve medeniyetinin üstünlüğünü ret etmesi, Kongo'da olanlar için Belçika'yı açıkça suçlamasıdır. Kendisi ve cesedi, onlarca işkenceye katlanmasına rağmen, sömürge polisleri halen hırslarını alamamış, asitte erimeyen bir dişi de hatıra diye evlerine götürmüşlerdir.



Benzeri bir durum da, bir Çanakkale şehidimizin başına gelmişti. Bir ANZAK askeri, öldürdüğü Türk askerinin kafatasını (belki de o zamanlar kellesini) ülkesine götürmüş, olay ortaya çıkınca da, Avusturalya hükumeti, kafatasını Türkiye'ye iade etmiş, isimsiz kafatası, törenle şehitliğe gömülmüştü. Yani bu durum batılı askerlerin sıkça yaptığı bir davranış. Türklere bakışlarının, Afrikalılar ya da diğer Avrupalı olmayanlara farklı olmadığının göstergesi.



Almanya ve Belçika, coğrafi keşiflere katılmadı, sömürgeciliğe de geç katıldı ama tam katıldı. Belçika zaten 1830'a kadar Hollandada krallığının bir parçasıydı. Afrika, özellikle batı kıyıları, Çeçe sineği ve onun yaydığı ateşli humma hastalığı nedeni ile uzun süre Avrupalılarca işgal edilemedi. Bölgeyi, halkını Amerika kıtasına kaçırıp, köle yaparak sömürdü. Beyaz adam,  ancak kinin ve benzeri ilaç ve aşılar yaygınlaştıktan sonra, 1860'lara doğru kıtanın içlerine ilerledi. Kıtanın paylaşımı 1885 Berlin kongresi ile oldu. Bugünkü Afrika sınırları, büyük ölçüde o konferansta çizildi.

Almanya, birinci dünya savaşından sonra tüm sömürgelerini kaybetti. Hitler, Kavgam'da, daha 1922-23'de, Almanya'nın bir deniz ülkesi olmadığını, imparatorluğunun karasal olacağını,  doğuda olacağınız söylemiştir. Aslında Hitler'in yaptığı şey, sömürgelerde yapılanı, Avrupa kıtasında yapmaktı. İlk toplama kamplarını İngilizler, 2.  Boer savaşı (1899-1902) sırasında Boer denen Hollanda kökenli Afrikalı çiftçilere karşı kurmuştu. Bu kamplara Boerler, Vikipedya'a göre 24 bin kadarı 16 yaş altı çocuklar olmak üzere, 28 bin kadar insanı kaybetmişti. ( Savaşarak ölenler hariç, kamplarda ölenlerden bahsediyorum.) Soykırıma gelince, sömürgelerde bazı kabilelerin soyunu kurutmak, Beyaz adam için olağan işti. Bizzat Almanya bile 1904-1907 yıllarında Herero ve Nama kabilelerinin tüm üyelerini katletmişti. Bu tarihe Kayzer soykırımı olarak geçmişti.



Belçika ise, aslında İngiltere'nin hediyesi olan (Belçika'yı devlet olarak kuran da İngilizlerdir. Belçika kralı Loepold, daha önce Yunanistan kralı olmayı ret etmişti) bu devasa ülkeyi, acımasızca sömürdü ve akla hayale gelmeyen kıyım ve katliamlar yaptı. Belçika Kongo'suna, devaya Kongo'nun yanında, Belçika kadar küçük Ruanda ve Burundi'de dahildi. Kongo sayesinde dünyanın elmas merkezi oldu. Kongo havzası halkı üzerine Tutsi-Hutu ayrımı yaptı ve bu ayrımı yerli halkın zihnine de yerleştirdi. Katolik Hristiyanlığı da yerli halk arasında yaydı.

Patrice Émery Lumumba (doğum adı Élias Okit'Asombo) ile ilgili olarak Türkçe kaynak yok gibi bir şey. O zamanki adı Zaire olan (bu ismi ülkeye darbeci diktatör Mobutu Sese Seko Kuku Ngbendu wa za Banga ( doğumdaki adı Joseph-Désiré Mobutu vermişti. Bu isim ülkenin 3. adıydı ve 1971-1997 arasındaki adıydı) ülkeyle ilgili olarak lise ya da üniversite yıllarımda televizyondan bir belgesel izlediğimi hatırlıyorum. Onunla ilgili Türkçe ya da çeviri kitap, hatta Türkçe Youtube videosu bile yok. 

Ülkemiz ilginç bir şekilde Afrika ile ilgili ve Afrika konusunda cahil. Kurban bayramı yaklaşıyor. Bir sürü vakıf-tarikat, Afrika'da kurban kesmeyi vaat ediyor. Pek çok kuruluş, Afrika'da su kuyusu açmakla meşgul. 

Oysa bir şeyle ilgileniyorsak, onun hakkında bilgi de edinmeliyiz, onun hakkında bir şeyler de öğrenmeliyiz. Buna, kıtanın kahramanlarını öğrenerek başlayabiliriz. Lumumba'da iyi bir başlangıç olabilir.


4 Temmuz 2022 Pazartesi

SUÇ ÖRGÜTÜ LİDERİNİN BOZDUĞU BÜYÜ (GİZEM'İN ÖLÜMÜ 1 )

 


Bir zamanların saygın işadamı, az eski bir zamanın suç örgütü lideri, şimdilerin sosyal medya fenomeni beyefendi, bir zamanlar oluk oluk kan akıtmak istediği muhalif kampa geçti malumunuz. Geçen yıl yaptığı on adet video ve bir kaç görüntü ifşaatı ile iktidarın kabusu olmuştu. Bu yaz da benzer ifşaat ve mesajları ile iktidara ikinci kabusunu yaşatmakta. Kendisi iktidarın mevsimsel hastalığı olmuş durumda. Dediklerini de kimseler yalanlayamıyor.

Şimdi diyorlar ki, bu şahısın iki yılda yaptığını muhalefet yirmi yıldan beri yapamıyor diyorlar. Yapamaz, zira muhalefet o alemden gelmiyor, o alemin büyüsünü bozamaz.

Hikaye odur ki, Şemsi Tebrizi ile Mevlana ilk karşılaştıklarında, Şemsi, Mevlana'ya, Peygamberin mi yüce, Hallac-ı Mansur'un mu yüce  olduğunu sorar. Mevlana, bunun soru bile olmadığını, Peygamberin her zaman yüce olduğunu söyler. Bu sefer de Şems, neden Mansur her Allah dediğinde titrerken,  Peygamberin bu kelimeyi çok rahat söylediğini sorar. Mevlana bu sorunun cevabını bir yıl düşünür. Bir sene sonra tekrar karşılaştıklarında Mevlana şu cevabı verir:

-Peygamber zaten gayb aleminden geliyordu, Allah sözüne alışkındı. Mansur ise gayb alemine ilk defa girdiği için, sudan girmiş balık gibi titredi.

Benzer bir öykü de, meşhur Kelile ve Dimme kitabından gelsin. Bu hikayede bir balık ve bir ceylanla arkadaş olan bir kurbağa vardır. Balığa karada gördüklerini, ceylana suyun dibinde gördüklerini anlatamaz. 

Öteki alem, gayb, yani gizem olduğu için anlaşılamazdır ve bazen düşman da olsa, biraz yüceltilerek görünür. Buna da bizzat Hallac-ı Mansur 'un sözleri ile anlatayım:

Gizem, ona ulaşmadığınızda gizemdir. Gizeme ulaşırsak gizem biter, gizemden parça alırsak, gizem bozulur.

Bunu kendimce şöyle açıklayayım. Diyelim ki bir film ünlü bir aktör, şarkıcı, sunucu ya da sporcuyu yakından tanımıyorsunuz, sadece medyadan takip ediyorsanız, o kişi sizin için bir güzellik, bir kadınlık-erkeklik timsalidir. Oysa onu yakından tanıyanlar için öyle değildir. Bu konuda Reşat Nuri Güntekin'in Leyla ,le Mecnun adlı bir öyküsü vardır. Bir genç, annesi yaşında evli bir kadına aşıktır. Arkadaşı onu, komşusu bir eve taşır ve bir delikten bu kadın ve ailesini izler. Kadının dırdırına ve cadılığına şahit olur ve kadına aşkı söner.

Şimdi olayın Youtube fenomeni-suç örgütü lideri kısmına gelelim. Ülkemin sol kesim için sağ kesim halen bir gizem. Bunun sebebi, bu satırların yazarı şahsım gibi lisede ülkücü takılmış kişileri saymazsak, sağdan-sola geçmiş, onun derinini bilen az. Bir de solda özeleştiri yaygın. Sağda ise özeleştiri az ve sağı böyle iyi bilip, kirlilerini bu kadar iyi bilen az. Bu kişi, bütün gizemi yıkıp, komple kirli çamaşırları ortaya döküyor. 

3 Temmuz 2022 Pazar

SİNEMANIN MAFYATİK ÜÇ SUÇU



Hep Yek film serisini, en azından ikisini izlemiş bulundum. Üçüncüsü o kadar zırvalamıştı ki, bırakmak zorunda kaldım. Film serisi, iki binli yılların ortalarından beri moda olan, aşırı vasıfsız komedilerden bir kaçı bu serideki filmler. Anlatmaya bile değmez. Bir kaç sahnesindeki sözler viral denen popüler, günlük sözlerden olduğu için izledim. Konumuz bu film serisi olmadığı gibi genel anlamda komedi filmleri de değil. Gene de bu yazıyı bana yazdıran, bu film serisinin ilk ikisi oldu. Çünkü serinin baş kahramanı ikili, başlarına gelen onca işkence ve şahit oldukları onca ölüme rağmen, mafyayı ve mafya üyesi olmayı iyi bir şey sanıyorlardı.
Sebebi de izledikleri filmlerdi. Karşılaştıkları mafya üyelerini, film-dizi karakteri sanıyorlardı. Gerçi bu film, daha doğrusu film serisi de,  aşağıda yazacağım gibi, en vahşi olayları bile gülünçleştiriliyor ve gülünçleştirilerek masumlaştırılıyor. Ben buna ikinci suç diyeceğim. Bu sıralamayı, kendimce önem sıralaması olarak yaptım. Şimdi birinciden başlayayım.
1)Mafyayı karizmatik, sadık ve yüce gösterme: Bu Amerikan kökenli ilk mafya filmlerinden, özellikle meşhur Baba serisinden kalma bir suçtur. Mafyayı güçlü kişilikli erkeklerden oluşan, bir aile olarak birbirini kollayan kişiler gibi göstermek, mafyanın sinemadaki en yaygın suçudur. Suç örgütlerinin üyeleri, çıkar için birbirlerini çok kolay satar ve çok kolay öldürür. Kurtulmak için de kolayca polisle işbirliği yapar. Bir mafya ailesi içinde olmak,  diğer çeteler ve polis kadar, kendi çeten tarafından da öldürülme, zorbalık görme ihtimalin var demektir. Pek çok mafya üyesi, çete üyesi, en yakın arkadaşı- adamı tarafından öldürülmüştür.
Filmlerde ise, pek çok kere mafya babalarına gişe yada reyting uğruna aşırı karizmatik gösterilmekte. Bu, genelde tüm kötü karakterler için geçerli. Bu, klasik ikinci dünya savaşı filmlerindeki Adolf Hitler ile, 2004 yapımı ÇÖKÜŞ filmindeki Adolf Hitler karakteri arasındaki fark ile açıklayabiliriz. Klasik ikinci dünya savaşı filmlerinde Hitler, karizmatik, kararlı, dirayetli bir lider olarak gösterilir. Çöküş filminde ise, sağ tarafına felç inmiş, kararsız, bunalımda bir ihtiyar görürüz. Diğer filmlerde bakışı ile içimizi titreten lider değil, hatalarını kabullenemeyen zavallı bir ihtiyar olarak karşımıza çıkar. 
Oysa mafya filmlerinde mafya babaları son anda bile racon keser (o ne demekse).
2)Mafyayı Komikleştirme: Son yıllarda komedi filmleri, mafyasız olmaz oldu.  Hani film kalıpları vardır. Sit-com dizilerinde, aynı evde kalan üç üniversite öğrencisi, fantastik özelliklerini  (cadılık, vampirlik, uzaylılık vs) komşularından saklamaya çalışan ev sakinleri ya da korku filmlerindeki ıssız yerde kamp yapan üniversiteliler, yanlışlıkla girilen şatoda kabus gece ve benzeri kalıplar gibi; hurda bir araçla mafyadan kaçan aptallar ( Jim Carrey'in Salak ile Avanak filmi, bu filmlerin anasıdır), mafyaya borcunu ödeyemeyen kumarbazlar, gibi mafyatik komedi kalıpları oldu.
Mafyatik ilişkiler, insan öldürülmesi, kumarhane işletmek, uyuşturucu, fuhuş, cinayet gibi işler, gülünecek işler değildir. Bu işleri sürekli espri konusu yapmak, bu işleri normalleştirmek demektir. Daha kötüsü, özellikle pek çok genç insanın,  mafya üyesi olmayı olağan görmesine yol açmakta.
3)Derin devleti yüceltme: Bu her ne kadar Deli Yürek dizisi ile başlasa da, patlaması Kurtlar Vadisi ile oldu. Dizi, ne kadar çok izlendiyse, o kadar da masraflı oldu. En ünlü ve iyi oyuncular, en iyi müzikler, her şey ayarlandı. Oyunculara, doğaçlama yapmalarına ya da çok fazla karakteri yorumlamasına izin verilmedi.
Bu dizi ve ardılları, derin devlet denen yapıları övdü ve halkta bu yapıların normal görülmesini sağladı. Yeni nesil dizilerle de, bu devam ettiriliyor. Devlet içindeki çeteler, devlete faydalı değil, zararlıdır. Bu tür diziler, topluma zararlıdır.