Dürüst olmalıyım ki uzun süredir bu ideolojideyim ve bu ideolojiye bir günde gelmedim. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2021/03/kahrolsun-hirosima-kotulugun-yuceligi-2.html ) İşin doğrusu ne atom bombasını yiyen Japonlara acırım, ne de Sovyet askerlerinin tecavüzüne uğrayan Alman kadınlarına. Onlara en başta kendi iktidarlsrı acıdı mı? Hitler, gerçeği haykırıyordu. Hitler, Rusya'ya salıdırcağını, 1923-24 yıllarında yazdığı (sonradan eklemeler, düzeltmeler yapmış) Kavgam kitabında yazıyordu. Milyonlarca insanın katledilmesinden, Alman halkının çoğunun habersiz olduğu masalına nasıl da inandık? Münihliler, şehrin 16 kilometre uzağındaki Dachau'da olanlardan habersiz miydiler? Gruppe 47 yazarları ( Firuzan'ın Kırkyedililer romnının ismi, bu grubun ismine atıf gibidir.) bu yalana tüm dünyayı inandırdılar. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2018/05/kavgam-elestirisi-3-etkileri.html ) Japonların o yalanı söyleyecek durumu da yoktu. Günlük Japon gazeteleri, arazi konfor kadınları diye fuhuş yaptırılan Koreli kız çocuklarından yada Japon subayların, Çinli esir öldürme yarışlarından övünçle bahsediyordu.
Geçen günlerde televizyonda kanalları zaplarken, bir kanalda güzel bir filmin başlangıcına denk geldim. Filmin adı Mayın Ülkesi'ydi yanılmıyorsam. Gerçek bir olaydan alındığı, hikayenin acımasızlığından belli. İkinci dünya savaşı birmiş ama Avrupa'nın pek çok yeri, kara mayınları ile dolu, özellikle de plajlar. On dört tane esiri, bir Amerikalı subay emtinde mayın temizlemeye zorluyorlar. Asker dediysem, Hitler'in son aylarda silah altına aldırdığı 14-18 yaş arası, belki de daha küçük ergenler. Bu ergenler, mayın temizleme gibi tehlikeli bir işte, zorla çalıştırılıyorlar ve Amerikalılar (ve müttefikleri) onlara doğru-dürüst yemeği bile çok görüyorlar. Film, bu eziyetler içinde sürüyor. Sürekli aralarında biri ölüyor. Çıkarılan mayınlar, tahmin edilenden az çıkınca, zorla arazide yürütülüyorlar. Bütün bu olanların sonunda, on dört çocuktan, dördü hayatta kalıyor. Bazıları kollarını kaybediyor. Çocuklardan sorumlu subay, çocuklarla duygusal bağ kurmaya başlıyor. Onun amirleri ise, Alman değiller mi, köklerine kibrit suyu diyor. Kalan dört çocuğu da, tecrübeliler diye başka yerde mayın aramaya göndermek istiyor. Subay da dört çocuğun kaçmasına göz yumuyor.
Bu olaydaki Alman çocuklara acıdım mı? Hayır, çünkü sonuçta cezalarını çekiyorlar. Bence Almanya ve Japonya'nın savaştan sonra kalkımıp, bir sanayi devi olmasının temel sebebi, cezalarını hızlı ve kesin bir şekilde yaşamalarıdır. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2023/02/kitlelerin-sucu-da-suctur.html ). Bu düşüncemin sebebi umutsuzluğum değil. Öyle olsa buralara yazı bile yazmazdım. Hayatta umutsuzluk yoktur ve pek çok kez, her şey bitti dendiği anda, her şey yeniden başlar. İslamın ilk yıllarında, Uhud savaşı yenilgisi sonucu imzalana Hudeybiye barışı,Sevr antlaşması gibi bir antlaşmaydı. ( Sevr'in sonunu Türk okurlarına anlatmaya gerek yok sanırım) Müslümanlara sadece sınırlı hac imkanı tanınıyordu. Buna rağmen İslam taraftar kazanınca, Mekkeli müşrikler saldırıya geçmiş, Müslümanlar da İran kökenli (adı üstünde Farisi) Salman-ı Farısi'nin tavsiyesi ile hendekler kazmışlardır. O dönem Arapların kuşatma bilgisi olmamasından dolayı bu savunma sıtratejisi başarılı olmuştur.
u acımasızlığımın ilk nedeni, kendi düşen ağlamaz fikri ama esas sebebi değil. Gene de sayın okurlarım, bile bile lades dediyseniz, başınıza gelene katlanacaksınız. Vergi ve harçların seçimden sonra zamlanacağı, daha baştan belliydi. Seçimden hemen sonraki günlerde, şehir içi otobüsle giderken, iki gencin konuşmasını dinlemiştim. Mehmet Şimşek, yeni bakan olmuştu. Şimşek'in önceki maliye bakanlığı döneminin, ülkenin en müreffeh dönemi olduğunu anlatıyorlardı. AKP'nin 2010 öncesi dönemi, ülkenin en müreffeh ve özgür yıllarıydı. Özgürlüğün amacı, halkı yetmez ama evet referandumuna hazırlamaktı. Yetmez ama referandumu zannedildiği gibi sembolik falan değildi. Yargıyı ele geçirme referandumuydu ve şu günlerde (2023 temmuz) İsrail'de halkın haftalardır, aylardır sokaklara döküldüğü yargı reformu da benzer bir düzenlemedir. Bu düzenlemeyi savunan hiç kimse masum değildir. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2020/04/yetmez-ama-yanildiniz-kendiniz-icin.html ) Bu sebeple bir zamanların yetmez amacıların sürgünde ve hapiste olmasına da oh olsun diyorum. Yetmez amacı güruhu da affetmiyorum. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2020/07/adalet-agaoglu-ve-affetmeme-ozgurlugumuz.html ) Benim gibi ortalama bir felsefe öğretmeni bunu fark etmişse, benden kat kat daha eğitimli, yabancı dil bilen bu insanlar, bunu öngörememiş olamazlar. Onlar sadece kendilerinin bu yeni düzende yeri olacağı konusunda yanılmışlardır.
Bu acımsızlığım biraz da kendime ve kendim gibilerine de dönük. Bir ülkede muhalif olmak her zaman belli bedeller ödemek demektir. Acı çekiyorsak, kendimize çekmeliyiz. Başkasına anlatmak, muhalife yakışmaz.Oh olmuşsa, bize yada bana, kendimize de oh olmuştur. Bu iktidarı deviremediğimiz için. (Bunu son madde içinde hatırlayalım.)
İkinci oh olsun sebebim, bu halkın yalanlara nasıl inandığı ve neden oy verdiğinin, kendimce vardığım asıl sebebidir. Bu halk aynı zamanda iktidarın suç ortağı ve bu ortaklıltan pay isteyendir. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2023/02/kitlelerin-sucu-da-suctur.html ) Sadce bu iktidara değil, çok partili iktidara gelişten beri işlenen tüm suçların suç ortağıdır ve iktidar değiştiğinde suçlarının cezasını çekmekten korkmakta ve birgün bu iktidarın onların da karına çalışacağı ümidini taşımaktadır. İşin bu kısmını kısa kesiyorum.
Üçüncü ve son sebep ve asıl sebep, insanların canları acımadan öğrenmemesi, yani şartlı refleks, klasik koşullanma olgusudur. İnsan zekası ile öğünse de, özellikle şartlı refleks ile öğrenme yeteneği zayıtır. Herhangi bir hayvana bir kere kötü muamele yapın, sizi asla unutmaz ve size yaklaşmaz. Mesela sınır kaçakçıları, kullanacakları at-eşek-katır ve benzeri ahyvanları asker kıyafetli kişilere dövdürürler. Sonra bu hayvanlar askeri çok uzaktan görseler de kaçar. Oysa insan öyle mi, çok fazla acılar çekmesi gerekir. Babam bana her kızdığında, eşek, eşekken bir çukura iki kere düşmez, derdi. Hayvanlar bir kere mayınlı araziyi öğrendiler mi, bir daha oradan geçmezler.
İnsanın deneme-yanılmada defalarca uğraşması gerekir. Edison'un ampulu bulmak için binlerce (asistanları ile birlikte) deney yaptığını duymuşsunuzdur. Lui Pastör'de kuduz aşısını bulana kadar dokuz tane atı öldürmüştür. Atlardan evvel tavşanlarla deneyler yapmış, epey bir tavşan öldürdükten sonra vazgeçmiş, atlara yönelmiştir. İnsan, kendi başına gelenler, kendi acıları ile ilgili deneyimlerde ise daha zayıftır, etkenleri daha zor değerlendirir. Biz Yahudi soykırımı olarak sadece Nazilerin yaptığını biliriz. O zamanlar Avrupa'da dokuz, tüm dünyada on iki milyon Yahudi vardı ve Naziler altı milyonunu, yani yarısını öldürmüştü. (Dünya Yahudi nüfusu bu sayıya tekrar ancak 2015-20 yıllarında ulaşmıştı. Bu sürede dünya nüfusu 6-7 kat artmıştı) Oysa 1917-1922 arasında, Ekim devrimi sonrasında Rusya'da çıkan iç savaşta, tahminen bir milyon kadar insan, beyazlarca (Menşevikler-karşı devrimciler) sırf Yahudi oldukları için öldürülmüştü. Yani Yahudiler de pek çok şeyi acı çekerek öğrenecekti.
Son olarak da topraklama olmamak adına oh olsun diyorum. Birisinin derdini dinlemek, o kişinin acılarına ortak olmak, o kişinin acılarını azaltıyor. Ben de bunu hissettiğimden, uzun süredir sıkıntılarımı kimselere anlatmamaya dikka etiyorum. Çünkü o zaman bu eziyete daha fazla katlanıyor, isyan etme ya da çözüm üretme yeteneğimi kaybediyorum. Bu yüzden artık kendime bile acımıyorum.
Sonuçta acı öğretir, ne kadar aptalsanız, o kadar öğretir. Bunu kendi deneyimlerim için de diyorum.