24 Haziran 2024 Pazartesi

Çanakkale Destanı - Boyabatlı Ömer Oğlu Mustafa

 


Çanakkale muharebelerinin 1915 yılında askerin büyük bir özveri ve fedakarlığıyla kazanıldığına dikkat çeken Dr. Sabah, "Bu mücadelenin sonunda kahramanlıklar bizlere miras olarak bırakıldı. Bunlar arasında, Seyit Onbaşı, Yahya Çavuş veya Yusuf Kenan gibi isimler ön plana çıktı. Ancak bizler 1915 yılında askerin burada tutmuş olduğu kayıtları yani harp cerideleri okuduğumuzda saklı kalmış ya da gün yüzüne çıkmamış daha nice kahramanlıkları bu resmi evraklar üzerinde okuyabilmekteyiz. Bunlardan biri de 57'nci Alay, 3'üncü tabur, 3'üncü bölükte görevliyken 6-7 Haziran gecesi Arıburnu'nda Anzakların bir gece baskını esnasında şehit olan Sinop Boyabatlı Ömeroğlu Mustafa'nın hikayesi" diye konuştu.

"Ömeroğlu Mustafa söz konusu 6-7 Haziran gecesi Arıburnu'nda Anzak askerlerinin baskınına karşı siperleri savunurken şehit oluyor. Şehit olduktan sonra üzerinde kendi el yazısıyla yazmış olduğu bir destan bulunuyor. 57'nci Alay, 19’uncu Tümen'e yani Mustafa Kemal Atatürk'ün tümenine bağlı olduğu için Mustafa Kemal Bey'e gönderiliyor.

Yazışmalardan anladığımıza göre Mustafa Kemal Bey askerin üzerinden çıkan bu destanı çok beğeniyor. Bunu Kolordu Komutanı Esat Paşa'ya gönderiyor. Vatan sevgisini içeren dizeleri barındıran bu destanın kopyaları, 1915 yılında, cephelerdeki bütün birliklere gönderiliyor ve Çanakkale'de savaşan askerlere örnek olması için okutturuluyor. Yani siperden çıkan bu destan yine siperlerde bu kahramanlara okunmuş oluyor. 125'inci Alay veya 3'üncü Tümenin harp ceridelerine baktığımızda bu destanın kopyalarının bu birliklere gönderildiği ve siperlerde vatan savunması gerçekleştiren bu askerlere okunduğunu çok rahat görebilmekteyiz. DHA

Üç yüz otuz sözüm hakk'ın kelâmı
Padişah'ın geldi büyük selâmı
Enver Bey'in düşman kırmak meramı

Bugün bizden vatan razı olacak
Nefer şehit ordu gazi olacak

Euzü besmele çektim çıkarken
Köye baktım şöyle yüksek bir yerden
Karargâha koştum üç günde erken

Bugün bizden vatan razı olacak
Nefer şehit ordu gazi olacak

Kumandan emrini verdi bir gece
Anadolu'lardan lâyıktır nice
Yiğitler şehâdet şerbeti içe

Bugün bizden vatan razı olacak
Nefer şehit ordu gazi olacak

Rumeli toprağı yuğrulmuş kanla
Ün alınır ancak verilen canla
Herkesi yüreği çarpıyor canla

Bugün bizden vatan razı olacak
Nefer şehit ordu gazi olacak

Kurşunlar atıldı düşmana karşı
Şehitler buldular göklerde arşı
Gaziler döktüler hep sevinç yaşı

Bugün bizden vatan razı olacak
Nefer şehit ordu gazi olacak

Düşmanın gür sesli büyük topları
Delik deşik etti toprağı yarı
Korkak Frenklerin yokmuş hiç ârı

Bugün bizden vatan razı olacak
Nefer şehit ordu gazi olacak

İngilizler Frenge dostmuş diyorlar
Bir kötü kötüye elbette uyar
Onlara bu meydan gelecek pek dar

Bugün bizden vatan razı olacak
Nefer şehit ordu gazi olacak

Zırhlıların gitti deniz dibine
İlk hücumdan sonra ya bu kaçış ne
Kaç durma geçerse fırsat eline

Bugün bizden vatan razı olacak
Nefer şehit ordu gazi olacak

Çanakkale'yi hiç verir mi Türkler
İstanbul'umuzu alacak bir er
Var mıdır dünyada nerde o asker

Bugün bizden vatan razı olacak
Nefer şehit ordu gazi olacak

Boyabat'lı Ömer oğlu Mustafa
Yazdı bu destanı girerken sofa
Muradı gitmektir arşı tavafa

Bugün bizden vatan razı olacak
Nefer şehit ordu gazi olacak

11 Haziran 2024 Salı

DUYGU ASENA-ALAY EDİLEN ŞÖVALYE

 


Füruğ Ferruhazad'ın hayatının anlatıldığı Ve Yaralarım Aşktandır adlı oyunu izledikten sonra, onun hakkında yazı yazmaya karar verdim ama ondan önce hakkında yazı yazmam gereken önemli başka bir kadın olduğu aklıma geldi, Duygu Asena. Türkiye'de kadınlar, Duygu Asena, 1970'lerde başlayan, Türkiye'nin ikinci dalga feministlerinin öncüsü ve sözcüsüydü. Duygu Asena'nın tek mesleği gazetecilik, ten ünvanı da frministlilkti. Ona solcu bile demediler. Asena'da kadın sorunlarından başka bir konu ile ilgilenmedi. Sadece Asena değil, ikinci feminist dalganın pek çoğunun bugün adı hatırlanmayan üyelerinin tek derdi, kadın sorunlarıydı.

O yıllarda kadın sorunları, şimdikinden daha fazlaydı. Önce tecavüz edenin evlenme durumunda serbest kalması meselesini ayrıntısı ile anlatayım. 1986 yapımı Fatmagül'ün Suçu Ne filmi, bu yasaya karşı halkın duyarlılığını arttırmak için yapılmıştı. Film, zamanında iyi gişe yapmış, televizyonda reytin rekorları kırmıştı. Bir de bu yasanın artık olmadığını düşünürsek,  en başarılı Yeşilçam filmidir diyebiliriz. Ben bu filmi teelvizyondan, RTÜK öncesi izlemiştim, doksanlar yada ikibinlerde falandı, tam hatırlamıyorum. Geçenlerde bir Youtube videosunda denk geldim. Filmde tecavüz sahnesinden önce, tecavüzcü grup, Fatmagül'den (filmde bu rolü Hülya Avşar oynuyor) önce bir eşeğe halleniyor. Hatta eşeğin kafasına tülbent benzeri bir bez geçiriyor. Filmi göstren televizyon kanalı, o zamanlar zaten varlığı illegal (televizyon ve radyo kanalı sahibi olmak, 1982 anayası gereği devletin tekelindeydi o zamanlar) yapısı nedeni ile dört kişinin tecavüzünü uzun uzun yayınlamışken, eşek ile ilgili kısmı kesmiş. İşin ilginci bu sahne ne 1986'da, ne de yayımlandığı  doksanlarda dikkat çekmemiş. Herkes o dönemin ünlü oyuncusunu tecavüzüne odaklanmış. Bir kaç sene önce bu yasa, bazı iktidar milletvekilleri tarafından tekrar diriltilmek istenmiş, tepkiler sonucu sümenaltı edilmişti. Bu yasanın erkekler için de tehlikeleri var. Mesela gene o yıllardan bir üçüncü sayfa haberi haberi hatırlıyorum. Hastenenin birinde bir temizlikçi, doktorum diye bir kıza tecavüz ediyor. Kız, doktor olsaydı evlenirdim,  cezasını çeksin diyor. Yani adamın cezası tecavüz değili kızın evleneceği erkek olmamak. Bu yasa sürecinde kaç erkek, tecavüzcü iftirası veya şantajı ile evlenmek istedi, belirsiz.

Tecavüzcü ile evlenme yasası, kadınların sorunlarından sadece birisiydi. Hatta tecavüz yasaları ile ilgili tek dert bu değildi. Gene o dönemde, tecavüz edilen fuhuş yapıyorsa, tecavüz cezasında üçte bir indirim yasası vardı. Bu yüzden tecavüze uğrayan kadınlar, bir de fahişelik ithamına maruz kalıyordu.  Twcavüzde kurbanların kızlık zarının yırtılmaması da bir sorun oluyordu. Kızlık zarı denen doku, çoğu kez kadının ilk cinsel ilişkisinde yırtılır. Ancak nadiren de olsa yırtılmaz, buna zar esnek denilirdi o zamanlar. Özellikle seksenli yıllar, halen kanlı çarşaf sergilendiği yıllar olduğu için, pek çok yeni gelinin ölümüne sebep olurdu. Tecavüz sonucu kız hamile kalırsa, doğum beklenir, doğum sezaryen olursa, tecavüzcü gene ceza almayabilirdi. Bütün bunlar ve daha fazlası gerçekti, doksanlardan itibaren yavaş yavaş bitti yada azaldı.

Bakirelik o zaamnlar daha bir önemliydi. Hatta Milli Eğitim ve sağlık bakanlığının, bakirelik testi uzmanı hemşireleri vardı. Hatta İngiliz eğitim bakanlığı, kırk ayağın vajinası nerede uzmanlarınız bulabilir mi diye Türk eğitim bakanlığı ile alay etmişti. Okullara yada yurtlara ani kızlık zarı muayenesi baskınları yapılır, falan okul yada yurtta kızlık muayenesi yapılmış da,  sadece şu kadarı kız çıkmamış  diye efsaneler anlatılırdı. Bir kaç intihar olayından sonra böyle şeyler, 18 yaşından küçükler için aile iznine bağlandı, sonra unutuldu gitti.

Zinanın suç olamtan çıkma sebebi, hem suç tanımı, hem de ceza açısından, kadın ve erkek arasındaki muazzam farktı. Kadının zina suçu işlemiş olması için bir erkekle beraber, yatakta yakalanması yeterliuken, erkek, herkesin bileceği bir şekilde, beraber yaşamış olmalıydı. (Eskiler buna dost  hayatı derler) Üsteliak suçlu bulunsa bile erkek altı ay, kadın altı yıl hapis yatardı. Zinanın suç olmaktan çıkmasının tek sebebi, erkeklere ufak tefek zampaaralıklarında dolayı altı yıl hapis verilememesiydi.

Feministler, bu ve buna benzer kadın ayrımcılığı için çabaladı ve çabalamaya devam ediyor. Doksanlarda elle taciz eden erkelere karşı ellerinde mor kurdeleli iğnelerle gezdiler. Kadınların rahatça girip, çıkabileceği kafeler yoktu. Sadece erkeklerin gittiği kahvehaner vardı. Topluca kahvehaneleri bastılar.

Yazı daha şimdiden fazlası ile uzadı. Asena'nın önderliğindeki ikinci kuşak feministlerin kazanımlarıydı. Sistem onlarla alay ederek mücadele etti. Çünkü Asena ve dönem feministleri, kadın sorunlarına yoğunlaşmıştı. Asena'ya solcu bile diyemediler. Asena ve dönemin feministleri, bugün bile komedide (sahne-sinema yada televizyomda) genel anlamda kullanılan karikatürize feminist tipine ilham verdiler. Bu karikatürize feminist, otuzunun üzerinde, çirkin, bekar (evde kalmış), erkek düşmanı,  kötü giyinen, kedi besleyen, cırtlak saçlı kadındır. Bu karikatürize modelin gerçekçi tarafı, güzel ve genç kadınların feminist olmaması. Gerçekte düzenimiz erkek egeme diye geçiyor ama ben bu düzene sözde erkek egemen diyorum. Erkek, değerli  ödül olan kadını elde etmek ve elinde tutmak için sürekli çabalamak ve kadını memnuh etmek zorunda. Kadınlara toplumsal eşitlik adına verilen her pozitif ayrımcılık, bu erkek egemenliği daha da sözde yapıyor. 

Oysa erkekler, halen bu egemenliklerinin karşılığını istiyor ve bu bazen de bu karşılık kadının canı oluyor. Her kadın bir gün feminist olmayacaktır ama feminizmden yardım istiyecektir.

https://onbinkitap.blogspot.com/2020/05/ayse-ozyilmazel-ve-her-kadin-bir-gun.htm

https://onbinkitap.blogspot.com/2018/11/kadn-cinayetlerinin-politikligi.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2019/09/dinsizlik-turleri-4-feminist-dinsizlik.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2020/07/cinsi-fasizme-karsi-kadinlari-direnmesi.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2018/11/feminizmden-once-kizkardeslik.html




5 Haziran 2024 Çarşamba

DİNCİ REJİMLERLE GELEN KAPALI ALAN HOMOSEKSÜELLİĞİ

 


Psikolojide kapalı alan homoseksüelliği, karşı cinsin bulunmadığı ortamlarda canlının, libido denen cinsel enerjisini, kendi türünün bireylerine yöneltmesidir. Yani erkelerin bulunduğu ortamda kadın bulunmaması yada yeterince bulunmaması, kadınların olduğu ortamda erkek bulunmaması, yada yeterince bulunmamasıdır. Sürü yada topluluk halinde yaşayan ve çift cinsiyetli olan hemen her canlıda olan bir durumdur. Sürü yada topluluk, erkek-dişi dengesine tekrar kavuştuğunda,  bu kapalı alan homoseksüelliği de yok olur. İnsan türü için de bu böyledir.

İnsan türünde kapalı alan homoseksüelliğini en fazla erkekler yaşar. Kadınların toplu olarak olduğu yerlerde, en azından güvenlik için, bekçi yada harem ağası olarak erkekler bulunurken; erkekler kadın görmeden, sesini bile duymadan yıllar geçirir. Askerlik, denizcilik (özellikle eski çağlarda), uzak şantiyeler, madenler, ve hapishaneler; erkeklerin aylarca ve bazen de yıllarca kadın kavramını unuturcasına yaşadığı yerlerdir. Ülkemizde ve dünyanın pek çok ülkesinde, mahkumların yüzde seksenbeşinden fazlası erkektir. Kadın mahkumların suç hikayeleri de geneldse onları suça iten bir erkekle başlar. Pek çok tiyatro oyununda (Shakespeare'in Sezar oyunu özelliklie),  filmlerde (On İki Öfkeli Adam özellikle) hiç kadın yoktur.

Bütün bu yaşamsal sorunların üzerine bir de dinlerin kadın ile erkek arasına duvar örer. Zaten toplumda en ciddi tabu ve yasaklar, cinsellik üzerinedir. Dinler de kendisini ahlaklı göstermek ve metafizik aleme (gayb) ulaştırmak için, bedensel zevklerden uzaklaşmayı emreder veya tavsiye eder. Yüksek dağ başlarında, ıssız çöllerdeki manastırlar ve tekkeler,, dünyayı terk etmek isteyenleri çağırır. Bu çağrıya uyanlar yada uyması beklenenler, genelde erkeklerdir. Bu tip kurumlar sık sık homoseksüel sek sıkandalları olur.

Çünkü cinsellik, yemek-içmeh ve tuvalet gibi, Maslow ihtiyaç piramidinin tabanında olan bir ihtiyaçtır. Öyle yok edilmez, yok olmaz. Bir insana cinselliği hiç yaşama demek, hiç yemek yeme, hiç yemek yeme, su içme demek gibidir. Siyasal İslam'ın diliyle konuşursak, fıtratın bir parçası da libidodur ve illa akacak mecrayı bulur. Kadın ve erkeğin birbirne uzak olduğu toplumlar,  homosekssüel ilişkileri önce yaygınlaştırmay, sonra normalleştirmeye mahkum olurlar. Antik Yunan'dan beri bu böyle olmuştur. Afganistan'da Bacca Bazi'nin varlığı ve Taliban rejimi ile kurumsallaşması da bundandır. Tarikatlarda sık sık duyduğumuz sıkandalların da sebebi budur. Benzer sıkandallar, Roma Katolik kilisesi tarihinde papa 16. Benedictus'un, 2016 yılında istifasına sebep olmuştur. (Katolik kilisesi tarihindeki 2. papa istifasıdır bu).  Papalığın çocuk tacizcilerini koruduğu imajı, Katolik kiliselerine bağışları yarı oranından fazla azalltmıştır. Bu da Papanın istifasına yol açmıştır.

Rıza Zelyut'un Osmanlı'da Oğlancılık adlı kitabını okuyunca, bu yazıyı yazmaya karar verdim. Çünkü teşhisi doğru koymak ve açıkça ilan etmek lazım. Lisede bize divan edebiyatı anlatan öğretmenler yıllarca yalan söyledi. Oğlan diye genç kızlara deniliyormuş, şarap denilen aşk şarabıymış da falan filan. Oysa o şaraplar, sahici şarap. Zira Şiraz'ın şarabı olmasaydım, şair olmadım, kırmız şarap şöyle, güç şarabı böyle diye dizeler yazıyorlar. Sevgilim, yüzünde kıl çıkmış, sen sevilmez oldun, git traş ol diye dizeler yazmışlar. O dizelerdeki her şey, yaşanmış olaylar ve hissedilen duygular. Kanuni ve Fatih, kendilerine içki sunan Hristiyan oğlanların güzelliğine şiirler yazmış. 2. Selim, Peçevi'nin tarih kitabının yazdığına göre, hamamda bir oğlanı kovalarken düşüp, kafasını yaralayarak ölmüştür. Google amcaya veya Yandex dayıya Osmanlı'da oğlancılık nedir diye sorarsanız, size benden çok şey anlatacaktır.

Burada benim anlatmak istediğim, gerek Osmanlı, gerek de diğer Müslüman toplumlar veya kadın-erkek arasına kaç-göç koyan toplumlardaki kapalı alan homoseksüelliğidir. Toplumda kadın ve erkeği birbirinden ayırmak, araya duvarlar örmek,  libidonun hiç akmaması gereken yerlere akmasına sebep olur. Metafizik, dinsel doğmaları bırakıp, bilimin önerdiği, toplumda insanlara huzur ve mutluk veren ahlakı kurmalıyız.
































3 Haziran 2024 Pazartesi

SEVİYORUM (GEZİ PARKINDA)-MELAHAT ÇETİNKAYA

 




SEVİYORUM

(GEZİ PARKINDA)
Ben Gezi Parkında,
Kanat çırpan kelebeklerin,
Ruhumda estirdiği
Fırtınayı seviyorum...
Ben Gezi Parkında,
Açan umut çiçeklerinin,
Başımı döndüren,
Kokusunu seviyorum...
Ben Gezi Parkında,
Barış güvercinlerinin,
Havada süzülerek,
Kanat çırpışını seviyorum...
Ben Gezi Parkında,
Özgürlüğün,
Nefes nefese,
Yürek atışını seviyorum...
MELAHAT ÇETİNKAYA

31 Mayıs 2024 Cuma

Cumartesi Anneleri-Figen Şakacı

 






Taş oldum, çatlamadım!​​​

Üzerimden gelip geçenler izlemez tarihin izini
Ancak durunca görünür hakikat
Aynadır yalan söylemez, lafını esirgemez.
Zamanı parmakla, kadranla saymam ben.
Kaç kişi varsa her hafta gelip başımı bekleyen,
Bağdaşını kuran, koynundaki fotoğrafa sarılan
Ben de onlarla aynı yaşta, aynı yastayım.
Taşıdığım ağırlıklarla ısınırım
gazlara kurşunlara bulanırım da bana mısın demem.
İnadı analardan, kardeşlerden, sevgililerden öğrendim
Sabrı o fotoğrafa baka baka yumruğunu sıkanlardan
Direnmeyi kol kola girenlerden.
Gezinmeyi sonra ta Akdeniz’e kadar,
parmaklarının ucu kuma değesiye.
Her yüzün, yüzdeki her çizginin bin haftadır derinleştikçe benzeştiğine şahidim sonra,
Az şey mi?
Yasın tutulmayan kaydını taşlarda arayın, çalmayan kapılarda,
bozulmayan yataklarda, bıraktığı uykunun ılığıyla kalmış yorganlarda arayın.
Hiç müjde almamış, bir ses, bir nefes, bir haber beklemiş, beklemiş
Beklemişlerin içine içine yazdığı mektubum ben.
Bizim gibi taşlar bir mezara konmayı diler mi
Yeter ki adresim olsun, gelin geçenler ezmesin diye diler mi diler.
Bin yılların, yüzlerce günün, gecenin, nihayet bin haftanın,
Hiç yitmeyen umudun, bitmeyen sabrın dinleyicisiyim ben
Bu gözler neler gördü, kimler ezip geçti de
Annelere baktıkça, ellerini tuttukça söz verdim kendime
Onlar bekledi, bekledi.
Ben onları bekledim bekledim
Bin haftadır gözümü gözlerinden ayırmadım
Anaların ağıdı, inadı, sabrı ve umuduyum.
Taş doğdum, taş oldum da
İlla da cumartesileri mıh oldum
Çatlamadım…
figen şakacı

29 Mayıs 2024 Çarşamba

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN BİNMEDİĞİ İKTİDAR TRENLERİ

 




Yaklaşık otuz yıl kadar önce, ben daha üniversitenin birinci sınıf öğrencisiyken, muhafazakar ve dindar  arkadaşım Demir Dinipak bana MHP'nin, NATO'nun bir örgütü olduğunu, benzer yapıları hemen her Nato ülkesinde ve içinde hareket geçecek bir ad  ile kurulduğundan bahsetmişti. Geçenlerde de sosyal demoktrat bir arkadaşım,  Ülkücülerin her türlü iktidar partisine (bu parti DEM yada TKP olsa bile) oy yardakçılık yapacağını söyledi. Aklın yolu bir denildiğinde, böyle şeyler kastediliyor. Otuz yıldır yaşanılanların üstüne, son bir yılda şahit olduklarım bana bu söylenenlerin doğruluğu ispatladı. 1995'den beri Ülkücüler, halkın iktidar davetini geri çeviriyorlar.

1995 seçimleri ile ilgili olarak mütevefa Alparslan Türkeş'i çok eleştirmiş, hatta onuna alay etmiştim, dişçisini, doktorunu, dünürünü aday gösterdi ve teşkilatları küstürdü diye. Oysa benim dünürü, dişçisi, doktoru dediğim kişler, yıllarca parti teşkilatında çalışmış kişilermiş. Benzer şekilde Isparta'da, Süleyman Demrile Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesinin dekanı iken milletvekilliğine aday olan ve öğrenciler olarak  Şamanist diye alay ettiğimiz, rahmetli profesör Bayram Kodaman'ın, Isparta halkı tarafından sevilen biri olduğunu daha sonra öğrendim. Bu durumda MHP teşkilatlarının, 1995 seçimlerinde başbuğlarına tavır almasını  sebebi.ni başka yerde aramalıydım.

Leni;, devrimin son adımında bulunacağınız taraf, tamamen hangi sınıfta olacağınızla ilgilidir, demiştir. Sosyalist-komünist  devrim uğruna savaşan yada mücadele eden bir burjuva olabilirsiniz. Romalı senatör ve Stoacı filozof Seneca, yazıları ile teorik olarak, sosyalist sayılabilecek biriydi. Pratikte imparatorlıuğun en uzaktaki bölgesi Britanya'nın, ( İngiltere'nin) tüm madenlerinin sahibi, ticaretini ve neredeyse tüm ekonomisini kontrol eden bir emperyalistti. İmparator Caligula,Seneca'nın tüm servetini müseddere (devlet adına el koyma) etmişti. Devrimin iktidar anında, iktidar değişimi ile neler kazanacağınız ya da kaybedeceğiniz önemlidir. Sosyalist bir devrimci olmanız için için işçiden öte, proleter, ( aç insan)olmanız gereklidir. Hatta gelecekte çocuklarınızın da bundan kurtulma umudu olmaması gerekir. Şartlar tam oluşmadığından,  pek çok devrim, ucundan dönmüştür. 1917'den sonra Bolşevikler, Avrupa'yı saracak devrim rüzgarlarını bekliyordu. Özellikle Orta  Avrupa'da grevler, işgaller, günlük yaşamın bir parçası haline gelmiş, bazı sanayi şehirleri bir kaç gün yada hafta işçi sovyetleri ile yönetilir olmuştu. Bolşevikler,  arka arkaya yeni Ekim devrimleri bekliyordu. Oysa iktidara gelen faşizm oldu.

1995 seçimlerine de bu açıdan bakmalıyız. 1995'de olası bir iktidar değişiminden Ülkücülerin kazanacağı bir şey yoktu, kaybedeceği çok şey vardı. Zaten iktidarda gibiydiler. Güvenlik güçleri Ülkücüydü. Özellikle  özel harekat, Ülkü ocaklarının hakimiyetindeydi. Hem JÖH, hem PÖH, hilal bıyıklılardan geçilmiyordu. Alparslan Türkeş, Özel Harekat Ülkücüyse Ülkücü, ne olmuş ulan demişti. (Evet, Türkeş ulan kelimesini kullanmıştı) Jandarma o yıllarda Genelkurmay'a bağlı olduğundan, askerlerin her gün traş olmaları gerekiyordu ama buna aldıran yoktu, karışan yoktu. Özel Harekat seçmelerinin sonuçlarının, İçişleri bakanından önce Ülkü Ocaklarına geldiği sır değildi. Ülkücülerin tek gücü güvenlik kurumları değidi. Genel anlamda bürokraside Ülkücüler etkindi. İçişleri ve sağlık bakanlığı Ülkü ocaklarının egemenliğindeydi

Sadece kamu kuruluşları değil, mafya denilen oluşumlar, domuş durağı  kahyalığı, pazar yerleri yöneticiliği  gibi küçük görülen ama para getiren alanlar da Ülkücülerin elindeydi.  Sonuçta 1995'de Ülkücülerin, barajı aşma, devlet isteği yoktu. Dönemin başbakanı Tansu Çiller, Alparslan Türkeş'e başbuğum die hitap ediyor; Erdal İnönü dahil mecliste grubu bulunan parti genel başkanları Söğüt belediyesinin geleneksel şenliklerine Başbuğ Türkeş sloganları altında eşlik ediyordu.  DYP ve ANAP, Ülkücüleri bu kadar beslerken, MHP için çalışmanın gereği yoktu. Seksenine yaklaşmış Alparslan Türkeş'in  iktidar olma arzusunun önemi yoktu. MHP il ve ilçe başkanlıkları, ANAP ve DYP genel merkezinden daha canlı, daha havalıyıdı.  DYP yada ANAP'da kariyer yapmanın yolu da Ülkü ocaklarından geçiyordu.

1995 seçimlerinde MHP barajı aşamadı ama ciddi bir oy potansiyeli olduğunu gösterdi. Bu yüzden Ülkücülük, devlet tarafından  budanmaya başladı. Budama için iki yıl sonra, 1997'de başbuğun ölümü beklendi. Türkeş, Ankara'nın bir daha Muhsin Yazıcıoğlu'nun cenazesine kadar göremeyeceği büyük bir cenaze ile Ankara'nın, kısaca Bahçeli denen Bahçelievler mahallesindeki anıt mezarına gömüldü. Sonra olaylı, sandalyelerin havada uçuuştuğu, bol kavgalı  bir kongreoldu. Partiye kayym atandu. Kayyumun yenilediği kongrede Devlet Bahçeli'nin seçilmesi ile tasfiyeler başladı. Anralya'da, Akdeniz Üniversitesinde olan olaylardan sonra Bahçeli, Ülkü ocaklarını sokaklardan, kavgalardan çekti, Ülkü ocağı sayısını yavaş yavaş azalttı. Bürokraside de gizli eller tarafından  Ülkücü yöneticiler azaltılmaya başlandı.  MHP'nin 1999 seçimlerinde ülkenin ikinci, sağın birinci partisi ve iktidar ortağı olması da tasfiyeleri yavaşlatmadı. Hilal bıyıklı Ülkücü müdür ve şeflerin yerini, badem bıyıklı Fetöcüler aldı. Yurt-Kur ve Üniversiteler de Ülkücüler, eskisi gibi zorbalık yapmak bir yana, yer yer kendilerini koruyamaz oldular. Ülkücülüğün tasfiyesinde son aşama, Ülkücü mafyanın tasfiyesi oldu. Ülkü ocağında yetişmiş ve suç dünyasında bile olsa belli ahlak kriterleri olan, devleti sahiplenen mafya tasfiye oldu ve hatta oluyor.

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/09/son-yillarda-azalarak-biten-ulkucu.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/08/son-yillarda-azalip-biten-bazi-ulkucu.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/10/son-yillarda-biten-ulkucu-seyler-3.html

Aslında 1995 seçimlerinden evvel ortaya çıkan bir gerçek var. Bu din maskeli neoliberal düzenden sıkılmış insanların bir kısmı, milliyetçi bir iktidar istiyor. Bunlar,  sola oy vermek istemeyen insanlar.  Oysa Ülkücü liderler,   devlete ve neoliberalizm partilerine yancılık yapmakla meşgül. Uzun süre muhalefetlik yapamıyor. Meral Akşener ve  İyi parti, son seçimde iktidarı AKP-MHP koalisyonuna hediye etti. İyi parti, Akşener'in genel başkanlıktan ayrılmasıyla, CHP'de Kılıçdaroğlu ayrılmasından sonrayaşadığına benzer bir oy patlaması bekliyor olabilir. Rakip olarak Zafer partisi görünüyor. Fakat bu iki parti ve diğer pek çok parti, yerel seçimler sırasında, muhalefet parisi olmak yerine, muhalefete muhalefet partisi oldular.

Bu seçim, muhalefete muhalefet partilerinin de yenilgisiydi. Son yerel seçimlerden sonra CHP'yi iktidar yolundan kendisi bile engel olamaz. Halk artık bu neoliberal düzeni istemiyor. Bu yüzden medya ve eğitim sisteminin öcü gibi gösterdiği CHP'yi, otuz yıldan sonra yüzde otuz beş üzerine çıkardı. Gerçek muhalefet etmeyenler, muhalefete muhalefet edenler, gelecekte ana muhalefet bile olmayabilirler. 

https://onbinkitap.blogspot.com/2020/06/turkes-ve-muhsin-kotulugun-yuceligi.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/turk-milliyetciliginin-acinasi-hali.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/04/turkesin-discisi.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2017/09/doksanli-yillar-4-merkez-sagin-erimesi.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2017/09/doksanli-yillar-3-ulkuculer-ve-mhp-o.html

24 Mayıs 2024 Cuma

CALGACUS- (Antik Çağ Cesur Yürek-Braveheart) ve Emperyalist Düşmana Direnme Gerekliliği ve Pax Roma tarifi

 


Calgacus (bazen Calgacos veya Galgacus olarak da adlandırılır) - çok kabaca - MS 50'den MS 100'e kadar yaşadı, eğer yaşadıysa. MS 84'te Mons Graupius Savaşı'nda Romalılara karşı savaşan Kaledonyalıların lideriydi. O dönemde İskoçya'daki daha geniş resim , Tarihsel Zaman Çizelgemizde gösterilmektedir .

Calgacus, Britanya'nın Romalı Valisi Julius Agricola'nın, damadı Tacitus tarafından MS 98'de yazılan De vita et moribus Iulii Agricolae biyografisinde önemli bir karakter olarak karşımıza çıkar . Onun hakkında başka hiçbir kaynaktan başka hiçbir şey bilinmiyor ve onun gerçekten var olup olmadığı konusunda bazı şüpheler olsa gerek. Ama eğer yapmadıysa, muhtemelen onun gibi biri yapmıştır. Adı "kılıç ustası" anlamına geliyor.

Julius Agricola, bugün İskoçya dediğimiz toprakları fethetmek için seferine MS 80'de başladı. MS 84'ün başlarında Tayside'a kadar her şeyi kontrol ediyorlardı ve o yıl Kaledonya lideri Calgacus'un ana güçlerini açık savaşa çekmek için kuzey İskoçya'ya doğru daha da ilerlediler. Ancak Kaledonyalılar vur-kaç taktiklerini sürdürmeye kararlıydı. Ancak Agricola'nın birlikleri Kaledonyalıların yakın zamanda topladıkları hasadın saklandığı ambarların çoğunu ele geçirdiğinde Calgacus savaşmakla halkının önümüzdeki kışta açlıktan ölmesine izin vermek arasında seçim yapmak zorunda kaldı. Son hesaplaşma, görünüşe göre MS 84 Sonbaharında Mons Graupius Savaşı'nda gerçekleşti.

Savaşın yeri bugün geniş bir tartışma konusu; adaylar arasında Aberdeenshire'daki Bennachie ve Perth'in batısındaki Gask Sırtı ; ancak Moray, Fife ve Sutherland kadar uzak yerler de önerildi. Tacitus coğrafya konusunda biraz belirsiz olsa da savaşın gidişatı konusunda daha kesindir. Ona göre Kaledonyalılar, Agricola komutasındaki 20.000 Romalı lejyoner ve yardımcı kuvvetle yüzleşmek için yaklaşık 30.000 adam topladı.

Savaş, Roma ön hattındaki 8.000 Romalı yardımcının yokuş yukarı saldırmasından önce füze değişimiyle başladı ve Kaledonyalıların daha uzun kılıçlarını etkisiz hale getirmek için onlara yaklaştı. 3.000 Romalı süvari daha sonra Kaledonyalıları geride bırakarak onların kaçmasına neden oldu. Mons Graupius'taki Roma ordusunun ana kısmı, 9.000 lejyon adamı yedekte tutuldu ve savaşta hiçbir aktif rol almadı. Tacitus'un anlatımına göre savaş 10.000 Kaledonyalının ve sadece 360 ​​Romalının hayatına mal oldu. Kalan 20.000 Kaledonyalı tepelerde eriyip gitti. Calgacus'un ölümü ya da yakalanmasından hiç söz edilmiyor, dolayısıyla onun hayatta kalanlar arasında olduğu ve dağlarda gizlenen varlığıyla Romalıların İskoçya'yı asla fethetmemesini garantileyen bir kişi olduğu anlaşılıyor.

Tacitus'un Mons Graupius Muharebesi'ne ilişkin haberlerinin bir yönü, modern gözlere özellikle tuhaf geliyor. Tacitus'a göre Calgacus savaştan önce ordusuna bir konuşma yapmıştı. İçinde şunları söyledi:

"Bu savaşın kökenini ve konumumuzun gerekliliklerini her düşündüğümde, bugünün ve bu birlikteliğinizin tüm Britanya için özgürlüğün başlangıcı olacağına eminim. Kölelik hepimiz için bir Bilinmeyen bir şey var; bizim dışımızda hiçbir kara yok ve Roma filosunun tehdidi altında olduğumuz için deniz bile güvenli değil. Ve böylece, cesurların zafer bulduğu savaşlarda, korkakların bile güvenlik bulacağı bir yer. Değişen şanslarla Romalılara direnilen, Britanya'nın en ünlü milleti olması, ülkenin tam kalbinde yaşaması ve kıyılarının gözden uzak olması nedeniyle hâlâ içimizde son bir yardım umudu bırakan Romalılar. Fethedilmiş olsak bile, köleliğin bulaşıcılığından gözlerimizi bile koruyabilirdik. Dünyanın ve özgürlüğün en uç noktalarında yaşayan bizler için, Britanya'nın görkeminin bu uzak mabedi bugüne kadar bir savunma görevi gördü. Britanya'nın en uç sınırları açılıyor ve bilinmeyen her zaman muhteşem sayılıyor. Ama bizim dışımızda hiçbir kabile yok, aslında dalgalar ve kayalardan başka bir şey yok ve daha da korkunç olan, baskılarından kaçmanın boşuna itaat ve teslimiyetle arandığı Romalılar var. Dünyayı yağmalayanlar, genel yağma yoluyla toprağı tükettikten sonra derinleri talan ediyorlar. Düşman zenginse açgözlüdür; eğer fakirse, hakimiyet arzusundadırlar; Ne doğu ne de batı onları tatmin edebildi. Erkekler arasında yalnız onlar, yoksulluğa ve zenginliğe aynı şevkle göz dikiyorlar. Soygunlara, katliamlara, yağmalara imparatorluğun yalancı adını veriyorlar; yalnızlık yaratıyorlar ve buna barış diyorlar."

Romalı Valinin damadının Calgacus'un maç öncesi moral konuşmasını duyabileceği mesafeye girmesine izin verilme ihtimalini bir kenara bırakırsak, bunlar Tacitus'un Agricola biyografisinde yer alan çok tuhaf duygulardır. Bunu bile bir kenara bırakırsak, aktarılan konuşmanın doğru röportajdan çok kahramanca kurguya borçlu olduğu görülüyor. Aslında bunların bir kısmı, Braveheart filminin senaryo yazarının William Wallace karakterinin ağzından söylediği savaş öncesi konuşmasına oldukça benzemeye başlıyor . Ancak tarih, insanların inanmayı kabul ettiği şeydir; bu yüzden belki de İskoçya'nın, tarihinin farklı noktalarında bu kadar dikkate değer iki hatibe sahip olduğu için minnettar olmalıyız...

(https://www.undiscoveredscotland.co.uk/usbiography/c/calgacus.html'dan alınmış, goole'a çevirtilmiştir.)

https://onbinkitap.blogspot.com/2021/02/braveheart-cesur-yurek-filmi.html