3 Nisan 2025 Perşembe

TÜSİAD'I TANIYALIM



Hazır iktidarla arası bozukken, ülkemizin zenginler klübü hakkında içimi dökeyim, geçmişi deşeyim. 1971'de kurulan bu dernek, altı yüz kadar üyesiyle, ülke sermayesinin yarıdan fazlasını oluşturur. Kuruluşu 12 Mart  1971 muhtırasının hemen ertesinde (2 Nisan 1971) olması tesadüf değildir. DİSK'in kapatılma davasına karşı, 16-17 Haziran 1970 İstanbul işçi isyanı da bu örgütün kurulmasında önemli bir etkendir. Burjuva sınıfı olaak rahatının bozulacağını hissetmiş, siyasete ve topluma örgütlü olaak müdahale etmesi gereğini anlamıştı. TÜSİAD'ı kurmaya iten asıl sebep, efendilernini istekleridir. Çünkü TÜSİAD üteleri burjuvadan çol komprador, yani işbirlikçilerdir. 

En basitinden otomotiv sanayini ele alalım. Ülkemizin neden bir otomobil markası yok? TOGG denen şey, cumhurbaşkanlığı makamının Borcam'ı, yani hediyelik eşyası oldu. (Aklıma gelmişken,  Borcam denen şey, ne işlevsiz bir şeydir. Isınmaya zannedildiği kadar dayanıklı olmadığı gibi, ani soğuaya hassastır, birden çatlar. Her tarafı ısındığı için kulbu eldivensiz tutulmaz. Ancak ısıtılan yemeğim, masaya sıcak ve şık servisini sağlar. Diğer bir konu da, siz hiç İsveç kralının Volvo, İspanya kralının Seat, İngiliz kraliçesinin Benyley hediye ettiğini gördünüz, duydunuz mu? ) Pek çok otomotiv parçası (mesela dünya çapında fren başatalarının  üçte ikisi Türkiye'de üretilmekte) ülkemizd3e üretilirken, ülkemizde motor üretilmemesi, ilginç değil mi? Koç holding, 1961'den beri otomobil üretiyor ama dünya çapında bir tane bile otomobil markası yok. Dünyaca meşhur Kore markaları, Koç'tan onlarca sonra üretime başladı. Hatta bu holding, sanayiciliğe otomotivle başladı. Yetmiş yıldan uzun zamandır otomotiv sanayiciliği yapan Koç grubunun, uluslar arası bir otomotiv markası, traktör, kamyon, kamyonet markası yok ve edinmeye de niyeti yok. Aslında üretmeye de niyeti yoktu, disbürütörlük, yani bayilik ona yetiyordu. 27 Mayıs'ta gaza gelen bir grup devlet mühendisi, yerli araba üretmeye teşebbüs etmeseydi, üretmeyi de düşünmüyorlardı. Şimdi siz bu satırların sayın okuyucularım, Devrim Arabaları ile ilgili pek çok şey duymuş, okumuş ve hatta filmini bile izlemişsinizidir.  Ben şimdi tüm hepsini yalanlıyorum. O araba gayet iyi çalışıyordu. Alaska senatörü Ernest Gruening'e takdim edildi, mart 2025 itibarı ile videosu da var. Linkini de ekliyorum: 

https://www.youtube.com/watch?v=YfuicNUdswk

Videonun altındaki açıklamaları tercüme edin, Devrim adını açıkça okuyacaksınız. Bu araba, Türkiye'nin cumhurbaşkanı ve Türk halkından önce, Amerikalı senatörlere takdim edilmiş, senatör bey gezmiş, dolaşmış, incelemiş, sonra da otomobil rafa kaldırılmış. Yerli ve milli işletim sistemimiz Pardush'da, benzer bir şekilde rafa kaldırıldı. Aselsan'ın cep telefonunu da unutmayalım. Türk sanayisinin, beyaz eşyada kendi markasını üretmesi, Vestel'le başladı. Koskoca Arçelik, başlangıcın da Alman AEG'nin fason üreticisi ve AEG Arçelik'ti. Vestel, hem diğer Türk markalarının oluşmasını sağlamış, hem de Asil Nadir'in sonunu hazırlayan nedenlerden biri olmuştur. TÜSİAD, komprador topluluğu olarak efendilerine sadıktır. Kurulduktan sonra da Türkiye cumhuriyetini, efendilerine göre şekillendirmişlerdir. (Şu günlerdeki çatışmasıyda geçicidir.)

Kurulur kurulmaz, sol hareketler ve sosyal demokrasiye karşı mücadele vermiş, 1971-80 arası, seksen öncesi denen dönemde, sola karşı sağı bazen gizlice, bazen de açıkça destekledi. 1974'de Adalet Partisi ve diğer sağ partiler, seçimin birinci partiasi CHP ile koalisyon yapmıyordu. Kıbrıs'ta durum acildi. Bu sebeple MSP (Milli Selamet Partisi, Necmettin Erbakan başkanlığında) ve CHP, kısa süreli ve Kıbrıs harekatı mesaili bir koalisyon yaptı. Sonra sol iktidara gelmesin diye arka arkaya Milliyetçi Cephe koalisyonları yapıldı. 1977'de CHP, yüksek oy oranına rağmen, meclisin salt çoğunluğundan uzaktır ve hiç bir parti CHP ile koalisyon yapmıyordu. Derken meşhur Güneş Motel olayı, on adalet partili vekilin, bakanlık koltuğu karşılığında CHP hükumetine evet demesi oldu. Bu olaydan sonra TÜSİAD'ın CHP ile savaşımı sert oldu. O dönemin en etkili gazeteleri Hürriyet, Milliyet ve Günaydın'ın satın alamadıkları için,  paralı ilanlarla iktidara saldırdı. Hem CHP'yi, hem de bu gazeteleri de hedef almıştı. Bu gazetelerden Milliyet, 12 Eylüle günler kala, baş yazarı ve yayın yönetmeni Abdi İpekçi'yi öldürmesi ile TÜSİAD üyesi Aydın Doğan'a satıldı. Uzun yıllar medya patronu olacak, hatta bir  ara gazete ve dergilerin üçte ikisine sahip olacak olan Aydın Doğan'ın medya patronluğu da böyle başlayacaktır. TÜSİAD'ın Simavi kardeşlerle savaşı daha sonrayadır. Öncelikle CHP iktidardan düşmeli, sonra da iktidara bir daha gelmemesini ve solun bütünüyle ezilmesini sağlamalıydı. Bunun içinde 12 Eylül darbesi öncesi, CHP'nin zor bela kurduğu hükumetin düşmesini sağlamalıydı. Sadece gazeteye verdiği paralı ilanlarla olmazdı. Piyasaya mal sürülmedi, tonlarca mal depolarda bekledi ve bugün sağcıların ağızlarını şapırdata şapırdata  anlattığı tüp, ekmek, yağ kuyrukları oluştu. Ardından cumhuriyet tarihinin en büyük Alevi katliamı olan Maraş Progromu geldi. Sağcılar, solculara karşı saldırılarda vites yükseltmiş, bunu da iktidar olan ama muktedir olamayan CHP hukümeti döneminde yapmıştı. Ardından Güneş Motel'de transfer edilen Tuncay Mataracı'nın rüşvet soruşturması, istifa, meşhur bej sıfırlık ara seçim, ardında hukümetin istifası, Demirel'in, Erbakan'ın kehren desteği ile azınlık hukümeti, aylarca cumhurbaşkanı seçilememesi ve 12 Eylül darbesi.

12 Eylül, herkese kabus gibi çöktü, TÜSİAD hariç. Tüm işçi sendikaları kapatılırken, tüm işçi dernekleri, siyasi dernekler kapatılırken, TÜSİAD'a dokunulmadı. Tam aksine TÜSİAD ve yan örgütleri (Metal Sanayicileri sendikası MES, Türkiye işçi sendikaları konfederasyonu TİSK  gibi) yüceltildi. TİSK'in o dönemki genel başkanı Halit Narin, o meşhur sözlerini söyledi:

-Bugüne kadar hep işçiler gülmüştü, bundan sonra biz işverenler güleceğiz.

TÜSİAD,  sanki 12 Eylül öncesi siyasi kargaşalıkta rolü yokmuş, siyaseti karıştırmak için, sayfalarca ilan vermemiş, açıkça siyasi partilerin uzlaşmasına karşı çıkmamış gibi el üstünde tutuldu. 12 Eylül anayasası komisyonuna ve kurumların yeniden örgütlenmesine bizzat karıştı. Bir zamanlar profesyönel yöneticisi olan (hem TÜSİAD'ın, hem de Sabancıların) Turgut Özal, başbakanlık müsteşarı oldu. Kendisi daha sonra başbakan ve cumhurbaşkanı olarak, TÜSİAD ve Batılı efendilerinin emrinde olacaktı. 12 Eylül, eli kolu bağlı sendikalar, hak arayamayan tüketiciler yarattı. TÜSİAD'da emekli generalleri, lastik damga vererek, yüksek maaşlı yönetim kurulu üyelikleri bahşetti. Turgut Özal ve ardından gelen iktidarlar da, TÜSİAD'a ve 1990'da kurulan kardeşi MÜSİAD 'a, vergisiz ve grevsiz bir dünya bahşetti.  İthalatçı olan bu iki dernek sayesinde devlet yavaş yavaş çiftçiyi koruma politikalarını terk edip, tarım ülkesi Türkiye'yi, ithal buğdaya ve ete mecbur etti. 

Bu örgütün, bu günkü iktidarın gelişi ve iktidarda kalmasını sağlamada TÜSİAD'ın katkısı ve çabası olduğunu söylememe gerek yok. 2002'den itibaren özelleştirmeler hem hızlandı, hem ucuzladı, hem de elektirik dağıtımı başta olmak üzere daha da karlı oldu. 2007 seçimleri öncesi, Aydın Doğan'ın Hürriyet gazetesi, %47, her iki kişiden biri manşeti atmasaydı, iktidar bu günlere gelmezdi. Bu anketin yalan ve halkı yönlendirme amaçlı olduğu, sonradan ortaya çıkmıştır.

Bu örgütün üyeleri, siyasi açıdan hep iki taraflı oynamıştır. Her resmi bayramda ve 10 Kasımlarda cafcaflı Atatürk paylaşımı yapan Koç holding, Süleymancılık tarikatının en büyük sponsorlarındandır. Doksanlarda, Kürtçülüğün esas sebebi Türk kimliğini dayatmamızdır, diyen Cem Boyner'i gençliği Ülkü ocaklarında geçmiştir ve meşhur MHP'li siyasetçi Gün Sazak'ın damadıdır.

Şimdilerde kendi yarattığı yada desteklediği canavardan memnun değildir. Yerine koyacağı yeni bir canavar (Levait han) yaratamamakta, solun iktidarından da, en az iktidar kadar korkmaktadır. Siyaseti bile yönlendirmektedir. Bahçeli'nin, Mustafa Koç ile görüşmesinden sonra DEM  üzerine görüşleri birden değişmiştir.

Düzenden hesap soracaksak, siyasitçelerden çok, siyaseti yönlendirenlerden hesap sormalıyoz.

28 Mart 2025 Cuma

GÜNLÜK YAŞAMDAKİ SQUİDE GAME 5-YANDAŞLIK

 


İngilizler, bir iktidara yandaş olmak, muhalif olmak kadar tehlikelidir, derler. Bir yönetime muhalif olmanın riski, yandaş olmakla aynıdır. Bunun üç temel sebebi vardır.

1)İktidar her an düşebilir , iktidardakiler kendisini kurtarsa da, cezasını siz çekersiniz: Pek çok iktidar, Tiyanenmen isyanın bastıran Çin Komünist Partisi  yada Nika isyanın bastıran Justinyanus'un Doğu Roma (Bizans) devleti gibi, bunu da atlatıp, daha uzun yıllar iktidar olacağını düşünür. Oysa bazen iktidar, birden kaybedilir. Kaybedenler bazen kaçar, bazen kaçamaz. Kaçtıktan sonra genelde tekrar iktidara gelmeye çalışırlar. Rıza Pehlevi gibi geri dönseniz de, otuz sene sonra tekrar  kaçmak durumunda kalabilir. Kaçanlar, Musolini gibi linç edilip, Çavuşesku gibi kurşuna dizilebilir, Hitler gibi intiahar edebilir yada Rıza Pehlevi gibi lavabosu altından uçağı ile yurt dışına kaçabilir. Yurt dışında İdi Amin gibi ev hapsinde yaşayabilir. Amin'in telefon faturası çok yüksek gelince, Suudi yönetimi telefonlarını kesti ve Amin, ölünceye kadar, kendisini terk etmeyen karıları ile ev hapsinde yaşadı. Komşuları kim olduğunu ölünce öğrendi.

Asıl risk ise kaçamayan yandaşlarda, küçük yandaşlardadır. Onlar çoğu kez kaçamaz ve yeni yönetimin insafına kalır. Asıl felaketi onlar yaşar. Birinci olarak insanları hafızaları vardır ve acılar, intikam ve adalet duygusunu ateşler. İkinci olarak yandaşlar, eski yönetimi geri getirme çabası potansiyeli hatırlanır.

2)İktidar içi güç çatışmalarında kurban olabilirisiniz: Son 15 July darbe girişimi sonrası binlerce kişi yaşadı bunu, daha fazlası da yaşıyor. İktidarlarda tek adam yada tek parti olabilir ama unutmayın ki her kralın etrafında bir aristokrasi, her tiranın etrafında bir oligarşi vardır. Tiranlar yada krallar, güçlerini bu oligarklara ve aristokratlara da hissettirmek isterler. İçlerinden biri fazla güçlendi mi, kendisi yerine geçeceğini zannedip, harcar. Arada o oligark yada aristokrata yakın kişilerde harcanır. Genelde de alt seviyedekiler harcanır. Lord hazretleri sürgüne gider, lordun adamları zindana; bankanın yönetim kurulu üyeleri, merkez bankasında iş bulur, aynı bankadan beş kuruş havale yapan işsiz kalır.

3) İktidarlar, sırf tarafız, adil görünme yada güç gösterisi uğruna da yandaşlarını harcayabilir: Bunu en iyi, benim bir üst kuşağımın Ülkücüleri bilir. 12 Eylül darbesi, Solcular kadar değilse bile, sağcıları, özellikle Ülkücüleri de ezdi. Bu olay, Ülkücüler için aynı zamanda psikolojik bir yıkımdı. Devlet, polis, hatta asker destekli saldırılar yapan Ülkücüler, 12 Eylül zindanlarında işkence görünce, depresyona girdiler.  Tarih boyunca iktidarların, kışkırttığı paramiliter grupları yada yandaşları arada bir ezdikleri görülmüştür.

4)Yandaş olmak, size beklediğiniz ayrıcalıkları getirmeyebilir: Tiran rejimlerinde nomenklatura denen siyaseten aktif sınıf, gün geçtikçe daralık ve daha az kişinin sözü geçer ama hiç kimse de bunu itiraf etmez.Hepsi de güçlerini fazla gösterir yada göstermeye çalışır. Çoğu kez benim buna gücüm yetmez falan demezler. Yazılı sonavlarda birinci olup, mülakatta elenen gençleri muhalif mi sanıyorsunuz. Aslında herkes, hele ki işsizse, işsiz anası-babası ise illa bir yerlere yüz sürüyor, yalvarıyor. Aşırı derecede umut bağlayanlar ise iktidara gönülden bağlılar ve onlar kimbilir kaç vekilden, il-ilçe başkanından, arktık hakims,n-savı oldun, artık kaymakamsın diye söz aldı?

5)İktidarın  kötü politikaları sizi etkiler: İktidarlar sadece muhaliflerinden çalmazlar, yandaşlarından da çalarlar, yandaşlarını da yoksullaştırlar. Şu kadar zamandır partiye oy veriyordum yada bura yüzde şu kadar partiye oy veriyor ağlamalarına öyle gülüyorum ki! Ben de bir doğa sever olarak, yabani bir hayvan yada bir  hayvan sever tarafından evcil bir hayvan yada bir sokak hayvanı tarafından ısırılabilir, hatta öldürülebilirim. Şu kadar yıl Kılıçdaroğlu trollüğü yaptım ama 2 8 mayıs seçimlerinden sonra Kılıçdaroğlu'nun istifası için dört neden diye bir yazı yazdım. Gene şu kadar zamandır CHP trollüğü yapıyorum, yarın bir gün CHP iktidarı bana ve ülkeme zarar verirse, başka bir partiyi desteklerim. Kaldı ki 2002 seçimlerinde Baykal'a kızıp, TKP'ye oy vermiştim.

Sonuç olarak sayın okurlarım, muhaliflik çocuk oyunçağı değilse, yandaşlık da çocuk oyunçağı değildir.

26 Mart 2025 Çarşamba

İKTİDARLARIN RUBİCON'U GEÇMESİ



 Jül Sezar'ın Rubicon'u geçişi, Lejyon XIII Gemina'nın başında bulunan Jül Sezar'ın MÖ 10 Ocak 49'da,[1] o sırada generallerin orduları ile birlikte geçmelerinin yasak olduğu Rubicon nehrini geçmesi ve iç savaşı başlatması olayını ifade eder. Bazı kaynaklarda ordusu ile beraber nehirden geçişi sırasında Sezar'ın "Alea iacta est" (Zarlar atıldı artık) sözünü söylediği geçmektedir.

Günümüzüde "Rubicon'u geçmek" deyimi geri dönüşü olmayan kararları ifade etmek için kullanılmaktadır. Sezar,  Kuzey İtalya valisiyken, beş yıl içinde,   koca Galya'yı, yani bu günkü Fransa ve biraz daha fazla toprağı işgal etmiş, İngiltere'ye ayak basmış ve yüz sene sonraki fetih için bir köprü başı tutmuş, tahminen beş milyon insanı öldürmüş, bir milyon kadarını da köle yapmıştı. Rubicon'u daha geçmeden, çoktan geçmişti. Kartacalı Hanibal'i yenen ama Roma cumhuriyeti içindeki politik oyunlar yüzünden emeki edilen Sicipio Africanus gibi olmak istemiyordu kuşkusuz. Sezar, Rubicon'u, Galya seferien çıktığı gün aşmıştı. 

Bu durum için tek metaforumuz Rubicon'u geçmek değildir; zarlar atıldı artık, ok yaydan çıktı falan da diyebilirsiniz. Ben en fazla, leoparın kuyruğunu tutma, tuttuysan da bırakma sözünü seviyorum. Bazı kararlar hatadır ancak bu hatadan vazgeçmeye kalkmak, daha büyük hatadır anlamında. Diğer yandan bir kişi koltuğu terk etmiyorsa, koltuğa kaka yapmıştır sözünü de inceleyelim. Buna örnek, hiç izin almayan, hasta bile olmayan bürokratlardır. Çünkü bir günlüğüne bile yetkilerini birilerine devretseler, tüm foyaları açığa çıkacaktır. Bu sebeple büyük şirketler ve kamuda çalışanların az da olsa yıllık izin kullanımları zorunlu. Koltuğa pislemişlerse, görünsün diyerek.

İktidarların diktatörleşmesinin tek sebebi, iktidarın baldan tatlı olması değildir, yağmanın da pek tatlı olmasıdır. Bu yağmayı da sadece diktatör yapmaz, etrafındaki aristokrasi ve oligarşi de yapar. İyi bilmelisiniz ki zorbalar en fazla yalnız kalmaktan korkar. Her krallığın etrafında bir aristokrasi,  her diktatörlüğün etrafında bir oligarşi vardır. Bunlar tiranların suç ortağıdır ve onların pek çoğu için liderlerini terk etmek için çok geçtir.

Dünya'da tek parti iktidarı iken, çok partili hayata geçen, hatta geçmeye teşebbüs eden tek parti CHP'dir.  Kağıt üzerinde çok partili pek çok rejim vardır, mesela şu anki Rusya. Ülkede ana muhalefet partisi ile üçüncü parti, başkan adayı çıkarmıyor. Sadece bazı önemsiz belediyeleri alıyor. Çin'de, iktidardaki komünist parti ile beraber, beş parti daha var. 1989 Tianenmen meydanı protestolarından bu yana toplumsal protestoları bastırmış. Şu an yükselen bir imparatorluk ancak her an umulmadık isyanlarla karşılaşabilir.

1950'de CHP, çok partili hayata geçerken, Rubicon'u geçmiş miydi? İktidarı devretmeye cesaret ettiği ve ülkeyi çok partili hayata geçirdiği için, demek ki daha geçmemiş. Seksen yıldır tek başına iktidar olamadığına göre, biraz geç kalmış. 1946'da geçecekti. Gerçi seçimler çok adil olsa bile, halkın henüz tanımadığı Adnan Menderes ve partisi, muhtemelen iktidar olamaz ama daha güçlü muhalefet olurdu. Dİğer yandan demokrasiye geçmenin de bir bedeli vardır. İktidarı devrettiği Demokrat Parti, CHP'nin mallarına el koydu, pek çok CHP'liyi hapse attırdı.  Gene de Yugostlavya, Sovyetler Birliği ve diğer tek parti iktidarlarının nasıl devrildiğine, bu partilerin ve halkların nasıl bedeller ödediğine bakarak, ucuz atlattığını söyleyebilirim.


22 Mart 2025 Cumartesi

GÜNLÜK YAŞAMDAKİ SQUİDE GAME 4-MAFYACILIK OYUNU

 


Bu blogumda defalarca mafya dizilerini, filmlerini eleştirdim ve muhtemelen bu da son olmayacak. Squid Game özelinde, bundan da bahsedeyim. Türkiye'de, Deli Yürek dizisi ile başlayan ve halen, her sezon en az bir mafya dizisiyle başlayan bir propaganda süreci var. Sürekli olarak mafyatik örgütleri MİT,  Devlet gibi kurumlarla irtibatlandırmak, onların devlet adına savaştığı fikrini yaymak çabası var. Fransız yazar,  Jean Cristophe Grange, Türk mafyasını konu edindiği Kurtlar İmparatorluğu adlı romanının tanıtımında , Türk mafyasını, ideolojisi olan tek mafya diye tanıtmıştı. Oysa dünyada mafya genelde sağcı ve faşizan yapıdadır. Meşhur İtalyan mafya gruplarının bu kadar palazlanma sebebi, Komünistlere karşı Gladio'nun silahı olarak görülmeleridir. Türk mafyası, ideolojik yapısını büyük ölçüde bu güne kadar korumuştur ama artık bu da bitmektedir. Ülkemiz, parayı bastıranın vatandaşlık alması sayesinde, Sırp, Yeni Zelanda, İsveç gibi ülkelerin mafyalarının da üssü haline gelmiştir.  Yerli mafyamız da onların kompradorudur artık. En son Hasan Heybetli'nin 2009'dan beri yattığı cezaevinde ölmesi ile zaten bitmiş olan kabadayılk devri, sonlanmış oldu. Şimdilerde kendilerine baba, kabadayı falan da demiyorlar, iş insanı, iş adamı falan diyorlar.

Mafyatik örgütlenmeleri, fuhuş, kumar, insan-silah kaçakçılığı, kara borsacılık, haraç kesme gibi illegal alanlarla sınırlayamayız. Mafyanın tek silahı, ateşli silahlar değildir. Meşhur JULY 15 darbe girişiminin ardındaki tarikat, aslında eğitim sektöründen mafyaydı. Her sene April 20'de doğum günün kutladığımız şahsın şeyhi olan Noorsi'nin izinden giden diğer Noorsi gruplar da halen Eğitim sektöründe köşe başlarını tutmuş durumda. 10 Kasımlarda ve milli bayramlarda Atatürklü reklamlarına bakmayın siz. Hatta TÜSİAD holdinglerinin benzer reklamlarına da kanmayın. Pek çok tarikatı koç gibi destekliyorlar. Üçe bölünen ve bitmeyen çorbasıyla ünlü başka bir tarikatta, özel hastane sektöründe tekel. Ucuz doktor emeği ile Türkiye, eskilerin Brezilya'sı gibi tıp turizminin, daha doğrusu ucuz estetik cerrahi uygulamalarının uluslar arası merkezi olmuş durumda. Bu turizim de tarikatın kollarının elinde. Paylaşılmayan asıl para bu. Şimdilik silahlar patlamadı ama her an patlayabilir. Ayşe Barım olayı .ok konuşuldu ama bu ülkede yıllarca Fahrettin Aslan, gazinoculuk,  Türker İnanoğlu sinema mafyasının başındaydı. Kemal Sunal, bu mafyadan kurtulmak adına, silah kaçakçısı Dündar Kılıç'ın koruyuculuğuna girdi.

Mafya kavramı ise, sinema-dizi sektörü tarafından sürekli romantikleştiriliyor. Gerçekse her zaman çok başkadır. Bol bol film-dizi-roman ve çizgi romana konu olan meşhur Japon mafyası Yakuza'nın, 2020 itiibarı ile üyelerinin üçte bir Korelidir. Yani hiç bir mafya örgütü, anlatıldığı gibi değildir. Ülkü Ocaklı ve Abdi İpekçi'nin katili Mehmet Ali Ağca, eğer Papa 2 Jean Paul'ü ölgürebilseydi, bir ihtimal Sovyetler Birliği on sene daha yaşayabilirdi. Papa ölseydi, kardinaller konseyi, papa yapmak için yeni bir Polonyalı kardinal bulmak zorundaydı. Bin yıldan uzun Papalık tarihinin ilk Polonyalı papası olan Jean Paul, toprağı az, parası bol olan Vatikan'ın parasını, Komünist rejime karşı grevler yapan Dayanışma sendikası ve diğer sendikalara aktarmak için hazırlık yapıyordu. İyileşince de aynen öyle yaptı.  Suikasti Bulgar istihbaratı planladı. Türk mafyasının Avrupa ile ilişkileri için Bulgaristan hayati öneme sahipti. Yani ilişkiler çok grift. Son üç-beş aydır olanlar da bunu gösteriyor.

Ben mafya öznetiliği konusunda ben hep Kurtlar Vadisi, Çukur ve benzeri dizilere kızardım. Fark ettim ki Kol Paçino gibi mayfa komedileri daha etkin. Mafya karakterleri, komedi filmlerindeki komik karakterlere benzemez.

Mafyacılık, çocuk oyunu değildir.

21 Mart 2025 Cuma

BAHÇELİ'NİN PİLAVI

 Bu olay benim başımdan geçmedi. Kısa süre bana müdürlük ve müdür yardımcılığı yapan arkadaşlarımın başından geçti, adlarını unuttum, beni affetsinler. Yaklaşık iki aydır kameralar agörünmeyen ama birilerine telefon eden, MHP'nin şu andaki başkanı Devlet Bahçeli'nin de bu olayla ilişkisi fazlasıyla dolaylı ve hikaye dikkat çeksin diye onun adını kullanıyorum. Öte yandan, o dönemde koalisyonun kilit partisinin başkanı ve devlet başkanı olmasaydı, olay bu duruma gelmeyebilirdi diye de düşünüyorum. 



Olay, benim iki yıl görev yaptığım, Kırıkkale'nin, Karakeçili ilçesinde, doksanların sonlarında, iki binlerin başlarında olmuş. Karakeçili,  Bala ilçesinin eski kasabasıyken, Kırıkkale'nin il olması ile ilçe olmuş. Kendi merkezi haricinde iki tane de köyü var. Bu küçük ilçenin her yıl yapılan şenlikleri vardır. Ben bu şenliklere hiç katılmadım. Katılan arkadaşlardan öğrenebildiğime göre, bu şenliklerin esas önemli kısmı, yağlı güreşler oluyormuş. Doksanlı yıllarda, belediye MHP'de ve MHP'de koalisyonda iken Devlet Bahçeli, her sene mutlaka katılır, partisinden ve koalisyon ortaklarından bir kaç bakanı falan da yanında getirirmiş. Arkadaşlar da o zamanlar, yaz tatiline gelen bu günlerde, ilçenin o zamanki kaymakamı tarafından bu şenliklerde, aldıkları cezaya göre yemek organizasyonunda görevlendirilmişler. Arkadaşların aşçılıkla alakaları yok. Hatırladığım kadarı ile biri biyoloji, diğeri de elektirik öğretmeniydi. Her türlü organizasyonda illa bir aksilik olur ya, bu sefer aksilik, yemekte sunulan pilavdaki pirincin pişmemesi ve diri kalması olmuş. Bahçeli'nin de bulunduğu protokolun hoşuna gitmemiş bu durum. Protokol valiyi, vali kaymakamı, kaymakam da çok programlı lisenin müdürünü azarlamış. Müdür de iki yardımcının sicil notunu düşürmüş.

Asıl olay bu değil. Ben bu olayı 2005'de, bu iki arkadaşla beraber öğrendim. O zamanlar milli eğitim bakanlığı, uzman öğretmenlik ve okul yöneticiliği için sınav açtı. İlk şartlardan biri de on yıllık öğretmen olmaktı ve ben o zamanlar bu şartları sağlayamıyordum ve başvuramamıştım. Diğer bir şartta, son beş yıl boyunca sicil notlarının doksan ve üzeri olmasıydı. Başvurunca önce acı gerçeği, sonra da sebebini öğrendiler. Dava açıp, notu düzelttiler ama o sene sınava giremediler. Uzun zamandır da yöneticilik sınavı yapılmıyor.

Uzun zamandır kameralara görünmeyen sayın Bahçeliye şifalar dileyerek, hikayeyi bitiriyorum.

19 Mart 2025 Çarşamba

SADDAM HİKAYESİNİN EKSİK BÖLÜMÜ



 Bu yazım, çok kısa olacak. Zaten bildiğiniz kısa bir hikayeyi, eksik kısmını da ekleyerek yazacağım. (Nasıl olsa eksik kısmıyla da hayali.) Saddam Hüseyin, saklandığı delikten bulunduktan sonra, yargılanmaya başlamış. Kendisi buna itiraz etmiş:

-Bu mahkeme adil değil, hukuki değil. Adil ve hukuki bir mahkemede, adil ve hukuki yasalarla yargılanmak istiyorum. Mahkeme başkanı cevap vermiş:

-Saddam bey, bu mahkemeyi siz kurdunuz, yasaları da siz yaptınız, lütfen yaptığınız yasalar ve kurduğunuz mahkemeye uyun.

Eksik kalan kısmı şu: Sonra da eklemiş;

-Ne sandın ya tarrağım.

MAKYAVEL YETMEZ, GİTMESİNİ BİLMELİ

 


İtalyan filozof Niccolo Machiavelli,  tarihin en eksik tanınmış filozoflarından birisidir. Aslında kendisini filozof olarak da tanımlamamıştır ve en meşhur ederi Prens'i yazarken de, öyle felsefe yapma çabasına girmemiştir. Amacı tekrar iktidara gelen Medici ailesine yağ çekmek, kendi çapında öğüt vermektir. Bu öğütleri verirken de sık sık Türkleri  örnek gösterir. Türk padişahı, kendisine uymayınca, şeyhülislam'ın kafasını kestiriyor, biz se kardinallerin, Papa'nın karşısında tir tir titriyoruz demiştir. (Osmanlı tarihi boyunca 55 sadrazam, 56 şeyhülislam, idam edilmişti. Avrupa'nın protestan krallıklarına (İsveç, Norveç, Damimarka, İngiltere) kilise, doğrudan krala bağlıdır.) Osmanlı'nın Balkanlara Türk yerleştirdiği gibi, fethetttiğiniz yörelere kendi halkınızı yerleştirin, demiştir. Makyavel, feodaliteyi teoride bitiren kişidir. Türkler gibi merkezileşin, merkezi ordu kurun, derebeylerinizden asker dilenmeyin,  bölgeleri kendi valilerinizle yönetin, demiştir.

Biz asıl konumuza gelelim, Makyavelizm denilince akla gelen ilk şeye, yani iktidar için her şeyin mübah olmasına. Makyavel, olması gerekeni değil, olanı yazmıştır. Garip bir şekilde Makyavel'i de bu yanlışlar. Ne kadar çok Makyavellik yaparsanız yapıni iktidarınız bir gün bitecektir. Tarih hep bunu göstermiştir. Sizden önceki iktidarların,  bütün bu makyavelci hileleri yapmadıklarını, kuzu kuzu iktidardan düşmeyi beklediklerini mi sanıyorsunuz? Tedbir üstüne tedbir almamışlar mıydı sanıyorsunuz. Abdülhamit, Makedonya'daki genç subayların, kendisine karşı darbe  yapacağını biliyordu ve kendisince tedbirler almıştı. Abdülhamit'e sadık paşaların ve ailelerin çocukları subay olsa da Makedonya'ya gitmek istemiyordu. O yıllarda Makedonya, komitacı denen çetelerle doluydu ve çetelerin birincil hedefi Türk subaylarıydı. Paşazade denen bu subaylar için subaylık sadece bir meslekti. Bu yüzden Edirne ve Ege orduları, her an Makedonya'da her an ölebilecekleri ortama gitmek istemiyordu. Abdülhamit'te buraya hafiyelerini, muhbirlerini sokamıyordu. Bu yüzden Edirne  ve Egedeki birlikler, her an Balkanlardaki bir isyanı bastırmak için hazırlıklıydı. İsyan başladıüında Egedeki birliklere sızan Doktor Nazım bey yüzünden bu birliklerin Balkanlara iüistasyonunda, herkesin ortasında öldürülüp, katili de kaçıp, saklanınca, Abdülhamit'in paşaları da savaşmaya isteksizleşti. Onlar, yıllardan beri savaşmamışlar, 1897 Türk-Yunan savaşında bile birliklerini telgrala yönetmişlerdi. Şimdi ise emirlerinin altındaki alt kademe subayların da pek çoğu İttihatçıydı ve onları da vurabilirlerdi. Abdülhamit paşalarına bu olmazdı. Onlar, boğaza nazır yalılarında kahvelerini içsinler, göğüslerini nişanlar ile doldursunlar, oğulları yirmi beş bile olmadan alay beyi olsun, ama böyle riske girmeselerdi. Sonuçta Abdülhamşt'in düşüşü, bu Osmanlı aristokratlarının da düşüşü oldu. Abdülhamit'ten sonra padişahlık yapanlar (Mehmet Reşat ve Vahdettin), fiilen padişahlık yapmadığı gibi; Abdülhamit'in beslemesi, bazıları okuma-yazma da bilmeyen paşalar ve aristokratlar da, yönetimden uzaklaştırıldı. Oysa Abdülhamit'in de beseleme basını vardı. Hatta vatan şairliği ile meşhur Namık Kemal bile, ömrünün son yıllarında bayağı Abdülhamitçi olmuştu. Eğer biraz daha uzun yaşasaydı, bu kadar çok sevilmeyecekti. En ateşli muhalifi Teodor Kasap'ı, şahsi kütüphanecisi yapmıştı. Bu tedbirlerin hiç biri, 33 yılın sonunda iktidardan devrilmesine ve tahttan indiriler 12 padişahtan biri ve sonuncusu olmasına engel olamadı.

Abdülhamit ve Osmanlı sevdalıları, yani devrildi de iyi mi oldu, İttihatçılar daha mı iyiydi falan diyecekler.  Kendisinden daha kötüsünün suçu da, gitmesini bilmeyen iktidardır. Kendisine karşı muhalefeti bastırırken, daha da radikalleştirmiş, aklı başında muhalifleri gözden düşürüp, ülkeyi yönetebilecek olanlara siyaset hakkı tanıamışsınızdır. İyi bir iktidar, kendisi iktidardan gittikten sonra, ülkeyi kimin yöneteceğini de düşünebilmelidir. Mevcut ekonomik ve toplumsal sistemi yönetebilecek insanların siyaset yapmasını engellerseniz, sistemi tamamen çökertirisiniz. 1917'de Rusya'da, 1979'da İran'da olan budur. Rusya ve İran'da monarşilerle beraber,  aristokrasiler de çöktü. Her iki ülkede de aristokratların çoğu, yurt dışına göç etti. 1980'lerde yüz binlerce İranlı, Türkiye'ye geldi. Hatta TÖMER'in ilk kurulma amacı, İranlılara Türkçe öğretmekti. Her iki monarşi de muhalefeti tüm hukuksuz ve vahşi yöntemlerle ezdi ama muhalefet, bir yerden patladı.

Türkçe'de bir deyim-atasözü vardır; ölüm geldiyse cihana, baş ağrısı bahane diye. Bazen de iktidar, en çok tedbir aldığı yerden vurulur. Demokrat parti  hükumeti, olası bir darbeye karşılık, kendi taraftarı subayları o kadar kollamıştı ki, Ankara'da karargahlar general ve albaylarla dolmuştu. Eminsu'lar, emekli milli mücadele subatları değildi. Kurtuluş savaşı, silahlı çatışma olarak 18 Eylül 1922'de Bandırma'da son kurşun ile bitmişti ve 1960'da,  aradan 38 yıl geçmişti. Yani Kurtuluş savaşında savaşmış asker-subay kuşağı,  27 Mayıs darbesi olduğunda kabaca altmışlı yaşlarındaydı. Menderes, ömür boyu  iktidarda kalmanın formülünü bulmuştu. Osman Bölükbaşı'da oy veren Kırşehir ilçe yapılmış, elektirikleri kesilmişti. Sonradan geri il yapılsa da, Bölükbaşı'nın köyü, Nevşehir'de kalmıştı. CHP'nin mallarına el konuluyor, milletvekillerinden oluşan tahkikat komisyonu, muhalifleri yargılamadan hapse atıyor, hatta idam ediyordu. En büyük rakibi CHP'yi, 1961'de yapılacak seçimlerden önce kapatacak ve beş parasız bırakacaktı. Sait-i Nursi'nin elini öpmüş, tarikatlara ayrıcalıklar vermiş, aşiret liderleri liste başı yapmıştı ve seçimleri de garanti kazanacaktı. Tüm generaller de kendisindne yana olduğuna göre darbe ihtimali de yoktu. Oysa yükselme yolları tıkanan alt rütbeli subayların örgütlenmesine sebep olmuştu.

Yavuz Sultan Selim'de, babasını tahttan indirmesi, dolayısı ile meşruluğunun tartışılmalı olması sebebi ile hep gergindi ve hep öfkeliydi. Tam da Makyavel'in öğütlediği gibi sevilen değil, korkulan bir padişah olmuştu, önüne geleni idam ediyordu. O kadar ki, yaşadığı dönemde, Yavuz'a vezir olasın diye beddua bile çıkmıştı. Ölümü de korkulan lider olmasından oldu. Sırtında çıkan sivilce, sinir üzerinde olmuştu ve canı çok yanıyordu. Aslanpençesi falan diye havalı isimler verilse de hastalığı sadece sırt bölgesinde çıkan bir sivilceydi ve yapılması gereken, bir kaç gün olgunlaşmasını bekleyip, sonra da sıkmaktı.  Öfkeli ve idam cezası kusan bir canavarla karşı karşıya gelen doktorları, sivilceyi erken sıktı, sivilce iltihap kaptı ve sekiz yılda devletim yüz ölçümünü iki kat arttırna padişah, tahtına doyamadan, günler süren iltihap ağrılarını çeke çeke öldü.

Bütün bu Makyavelist oyunlar, muhalefetinde Makyavelist olmasına, muhaliflerin de Makyavelist yapar. İktidarların düşme vaktini bazen muhalifleri de hesaplayamaz. Batista düştüğünde Fidel Castro ve adamları toplam 83 (seksen üç) kişiydi. O yıllarda sadece başketn Havana bile bir milyonun üzerinde nüfusu vardı. Havana'nın zenginleri, bir kaç güne dönecekleri umuduyla evlerinin anahtarlarını, hizmetçilere vererek ayrılmıştı. 1979'da Sandilistler, Nikaragua'da Somoza ailesinin diktatörlüğünü yıktıklarında üç yüz kişiydiler. İktidarlar ise çöktüklerini nadiren anlarlar. 1999'da Isparta'nın Yenişarbademli ilçesindeydi. 18 Nisan seçimleri sonucu ANAP, 4. parti, DYP 5. partiyidi ana ilçe bu partiler arasında ikiye bölünmüştü. (Pek çok kasaba böyleydi) 2002'de her iki partide baraj altında kaybolacaktı.

Doğru olan, demokrasiye geçmektir, bunu daha önce de yazdım. Fakat bu konuda düşünürken fark ettim ki, pek çok kere zorba iktidarlar, iktidarlarını bırakamayacakları kadar büyük suçler işlerler. Suriye, Baas yönetimin 1982 Hama katliamı ve Çin Halk Cumhuriyeti Kominist partisinin 1989 Tianenmen isyanını bastırması, böylesi suçlardandır. Ben buna iktidarların Rubicon'u e geçmesi adını verdim. Bu da başka bir yazının konusu.