5 Temmuz 2025 Cumartesi

İLK KAN (ROCKY 1) FİLMİ (1982) FİLMİ; FİLM NE ANLATIR, İZLEYİCİ NE GÖRÜR



 Sanatçının anlattığıyla, eserde anlaşılan her zaman aynı değildir. Bunun sinema sanatındaki en ünlü örneği, 1982 yapımı İlk Kan yada diğer adıyla Rocy 1 filmdir. Film, İlk Kan diye çıktı ama daha vizyondayken bile, filme Rambo 1 deniliyordu, çünkü gişede patlamıştır. Sinema sektörünün devam filmi gereği 2. kesin gelecekti, ne zaman geleceği sorundu. Filmle ilgili pek çok ayrıntıyı internette bulabilirsiniz. Ben sadece birinci fimden bahsedeceğim. Ben ilk üçünü izledim, 4 ve 5'i izlemediğim gibi, izlemeyi düşünmüyorum. Şiddet-aksiyon bornozu meraklısı değilim. Film, romandan uyarlanmış ama romandan çok uzakmış, normaldir. Sinema, en az yirmi, yer yer binlerce insanın emeği ile yapılan bir iştir ve mecburen ticaridir. Roman 1972'de, savaş halen sürerken ama Kuzey Vietnam'ın zaferi ve Amerika'nın kaçışı kesinken yayınlanmış; film, 1982'dei savaş biteli çok olmuşken yayımlanmış.

İnternette herkes filmde hiç kadın olmamasına değinmiş lakin dikkat ederseniz, açılış kısmı hariç, siyahi (zenci)'de yok. Filmin girişinde tek katlı bir ev ve önünde karavan var. Amerika'da öyle kafanıza göre gecekondu yapamadığınız için, fakir kişiler, karavanda yaşıyor geenlde. Rocky, Vietnam'dan arkadaşını ziyarete gidiyor, orada zenci bir kadınla konuşuyor, kadın da arkadaşının kanserden (muhtemelen uranyum, toryum dahil envai çeşit radyoaktif madde ve zenvai çeşit zehirli kimyasal madde içern mühimmatlardan dolayı) öldüğünü söylüyor. Rocky'de, birlikte çektikleri hatıra resmini kadına verip, ayrılıyor. Bu sahneden sonra kadarajda ne zenci var, ne de kadın. Kasaba, Amerika'da eskiden yaygın olan günbatımı kasabalarından muhtemelen. Bu kasabalar, siyahilerin, hava kararmadan ayrılmak zorunda oldukları kasabalar; eski Amerikan romanlarında bahsedilir bunlardan. Şimdilerde ayrımcılığa karşı yasalar güçlüyken de böyle yerler var mıdır, bilemem. Filmde sadece beyaz Amerikalılar var, Asyalı (.in-Japon), Latin Amerikalı'da yok. Jack Rambo'ya karşı ucuz kahramanlık harekatı yapılıyor ve ucuz kahramanlığı sadece egemen güçler yapar. Rambo'ya saldıranlar, kasaba şerifinin uyduruk bir yeminle işe aldığı, eli silahlı köylüler, kasabalılar. Kasaba şerifinde, Anadolu köylerinde görülen, biz buraların yerlisiyiz kafasıyla, oradan tesadüfen geçen yabancıları ezme yabaniliği var. Zorbalanan Rocky tetiklenince,  olaylar başlıyor. Özetin özeti olarak, eğitimsiz yerel polis, savaş tecrübesi görmüş mavi bereli (Türkiye'de bordo bereli) komandoyla baş edemiyor.

Yerel polis demişken, işi şu tarafını da açıklamak gerek. A.B.D'de federasyon olduğundan, bizdeki yani üniter devletlerdeki gibi ulusal bir polis-jandarma teşkiları yok. Yerel polisler, tıpkı itfaiye, zabıta gibi belediyelere bağlı. Polis teşkilarının tepesinde, doğrudan adalet bakanlığına bağlı meşhur FBI var. FBI, Eyalet polisleri ve büyük şehirlerin (New York, Miami, Houston gibi), ciddi  polis eğitim kurumları var ama olayın geçtiği taşra kasabalarında işler o kadar ciddi değil. Filmlerde ve dizilerde eyalet polislerini pek görmüyoruz. Fimde de şerife, yardımcılarından biri, işi eyalet polisine devretmesi gerektiğini söylüyor. Şerifte ölen-yaralanan kişiyi kaç yıldır tanıdIğını falan söylüyor. Bir kaç sahne sonra, elini havaya kaldırmış, tek başına olduğu ve canlı bomba olmadığı belli olan Rambo'yu teslim alamıyor ve vuramıyor. Vuracaksan en azından biraz daha yakına gelmesini bekle. Nasıl olsa yıl 1982, ne cep telefonu, ne internet, ne de bir kamera kaydı var. Şerif aptalca ateş edip, adamı kaçırtıyor ve ardından kendisi gibi, bir buranın yerlisiyiz kafasında bir sürü aptaldan oluşan ordu toplayıp, en sonunda Rambo'yu bir maden ağzından köşeye sıkıştırıp, roketle patlatıyor. Rambo ise dışarı kaçmak yerine içeri kaçıyor. Vietnam deneyimlerinden, insan yapısı mağaraların, Vietkong tünelleri gibi birden fazla çıkışı olabileceğini biliyor. Kocaman farelerle dolu tünellerden geçip, dışarı çıkıyor ve asıl şenlik o zaman başlıyor.

Filmin en unutulmaz yeri, Roky'in teslim olmadan önceki, savaş ve askerlik karşıtı söylevi.  Filmi izleyenler, Vietnam sendromu, travma sonrası şiddet, sevaşın anlamsızlığı gibi şeyler yerine; tek kişinin, özel eğitimle neler yapabileceğini görüyor ve seksenlerde savaş ve askerlik filmlerinda artış yaşanıyor. Rakibi Arnold Schwarnazeger, savaş filmlerinin ekmeğini kendisinden çok yiyor, Ölüme Koşan Adam, Terminatör, Robocop gibi filmler yapıyor. Bu filmler, asker filmlerinin tipolojisini değiştiriyor. Önceden asker filmleri, vatani hizmet filmleridir. Filmlerde sıradan insan ve sıradan mesleği olan siviller, devletin çağrısı yada emri üzerine askere alınırlar. Filmin başındaki beceriksiz askerler, film ilerledikçe ustalaşırlar. 1987 yapımı Full Metal Jacket, bu tür filmlere en iyi örnektir. Rocy yada Terminatör, mesleği askerlik olan, bunun için özel eğitim almış ve sivilde bir bilmeyen kişilerdir. Rambo ile beraber, prpfesyönel askerlik filmleri başlar. Bu filmler ilk başlarda Rambo yada Terminatör gibi bireysel kahramanlık, askeri süper kahraman filmleridir. Cüneyt Arkın'ın bir kısmı Aytekik Akkaya'yla beraber yaptığı bir seri filmde, bunlardandır. (Bu dönem Cüneyt Arkın-Aytekin Akkaya filmerinin en ünlüsü, Dünyayı Kurtaran Adam'dır.) 1992 yılında yapılan Evrenin Askerleri (Universal Solidier) filminin başarısıyla filmciler, askerliğin bireysel bir spor değil, bir takım işi olduğunu hatırladı. Band Of Brothers, Er Ryan'ı Kurtartmak, Börü gibi özel harekatçı takım-manga-bölük filmeri yapıldı.

Her aşırı başarılı film gibi, yaşama-modaya yön verdi. Komandoluk, askerlik kavramının merkezine yerleşti. Rambo'nun film için özel (daha sonra serinin diğer filmleri içinde ayrı ve özel) tasarladığı bıçak yok sattı. Milliyet gazetesinin uzun yıllar her pazar kendisi ile birlikte verdiği Oscar TV adlı ekinde, yıllarca Rambo, Yaşam Savaşı Verme Bıçağı'nın reklamı yayımlandı. Askeri botlar ve kamufulaj desenli paltolar, parkeler, doksanların sonuna kadar moda oldu. Rambo'nun alnına, kanama dursun diye sardığı bez bile moda oldu. 1993'de, televizyonlarda Rambo'nun çizgi filmi vardı (Sezai Aydın seslendiriyordu, kaçınılmaz olarak)  Rambo, aksiyona geçmeden evvel botunu ve alın bezini bağlıyordu. Bu bez, uzun süre komandoların, sporcuların, fitnes-yoga yapanların ve hatta bir ara gayların simgesi oldu. Saçların ön kısmını bir baş örtü gibi örten bandana denen bezler de uzun süre moda oldu.

Romanın ve filmin amacı, militaristliğin ve savaşın kötülüğünü göstermekti, en azından ilk filmin amacı oydu. Savaş karşıtı bir filmde, aksiyonu ve askerin karşıtlığını fazla abarttığınızda, militarizm propagandasına döner. Serinin geri kalan filmleri de askiyon ve şiddet bornosudur. Serinin diğer filmleri de çizgi roman-süper kahraman tadındadır. En komiği de Afganistan'da geçen 3. filmdir. Film vizyona girmeden, Sovyetler, Afganistan'dan çekilmiş; sonraki yıllarda Afganistan'da, Sovyetlerin yenilgisinin  benzerini Amerikalılar yaşamıştır. 

4 Temmuz 2025 Cuma

MİDSOMMAR (RİTÜEL-2019) FİLMİNDE FAŞİZM



 Korku filmine pek meraklı değişim, bu yüzden de bu filmden yakın zamana kadar habersizdim. Filmi de klasik korku filmi izleyicileri pek beğenmiyor.  Film de korku filmine benzemiyor.  Korku filmlerinde olaylar, karanlık- izbe yerlerde geçken, Midommar'da ortam ışığa boğulmuş durumda. Kuzey ülkelerinde, yılın en uzun günleri olan 22 Haziran ve sonraki günlerde oluyor. Korku filmlerinde kahramanlar genelde yalnız kalır yada küçük gruplara ayrılır, izbe ve karanlık yerlerde de işkenceye uğrar yada katledilirler. Filmin merkezindeki oyuncular, kolay kolay yalnız kalmıyor. Film fazlası ile uzun (148 dakika) ve konuya geç giriyor. Korkuya konu olan grubun, Amerika'dan, İsveç'e, Harga denen komüniteye gelmeleri yarım saat sürüyor. İlk ölümleri görmek için de bir saat beklemek gerekiyor. Sevgilizle karanlıkta, birbirinize sarılarak. çığlık çığlığa izleyebileceğiniz bir film değil. 

Bu tip korku filmlerine, folklorik korku yada pagan(purperest) korku deniliyormuş. Konu da genel olarak yabancı bir kültürün vahşetine maruz kalınması olayı. Bu filmde de Avrupa'da kökleri 19. yüzyıla kadar giden, ata dinine dönme fetişizminin korku unsuru haline getirilmesi ile yapılan filmlerden birisi. Bu filmin asıl amacı, bu tür faşist toplulukların (komünite) tehlikesine dikkat çekmek. Türkiye'de faşistler, Tengriciliğe meyletseler bile, böyle komüniteler kuramıyorlar (şimdilik). Bunun ilk sebebi, Türkiye'de milliyetçilik ve faşizmin temellerinin din ekseninde atılmadı; hatta millet kelimesi Arapça, din-mezhep anlamına geliyor. Kelime bugünkü anlamını Namık Kemal sayesinde almış ve aslında Namık Kemal'in de millet kelimesinden anladığı bu. Herkes Namık Kemal'i, okulda okuduğu vatan şiirleri ve Vatan yahut Silistire oyunuyla tanıyor. Namık Kemal'in sırf Şiiliği kötülemek için yazdığı Cezmi diye bir romanı, harem yaşamını ve siyahileri kötülemek için Kara Bela diye tiyatro oyunu var. Mason locası üyesi ve alkole düşkün de olsa, namazlarını kaçırmayacak kadar dindar ve nefreetini her zaman kusacak kadar mezhepçi. Tengricilikle ilgili bilgilerse fazlasıyla sınırlı. Bazı Arap seyyahlarının gezi notları, bazı Rus antropologların tespitleri gibi az sayıda belgedir. Aslında sorun bu da değil.  Orta Asya Türk inancının Anadolu yansımaları illa Alevilikle çakışıyor ve faşizm, kendi öz kültürü de olsa,  azınlıkları sevmez. Alevilik, Faşizm için çok Hümansit falan diyeceksiniz, buna iki itirazım var. Biri, Aleviler de bazı dönemlerde yeterince vahşileşebilmiştir, diğeri de Faşizm, pragmatist , yani faycadı ve oportünist, yani fırsatçıdır. En hümanist fikirleri biel kendine yonttuğu gibi, baş düşmanı komünist-sosyalist ideolojiyi kullandığı da olmuştur.

Filme dönecek olursak, ilk dikkati çeken, filmdeki bütün karakterler Hristiyan yada Hristiyan adına sahipken, film boyunca, başlangıç yemeğindeki masaların kombinasyonu hariç hiç haç bulunmaması ve hiç bir oyuncunun boynuna haç takmaması. Haç demişken, filmin konusu İsveç'de geçiyor ama üzerinde kocaman haç bulunan İsveç bayrağını hiç bir şekilde görmüyoruz (Çekimleri Macaristan'da yapmışlar) Kuzey ülkeleri, geç tarihlerde, neredeyse Haçlı seferleri ile Hristiyan oldukları için olsa gerek (Lapon diye de bildiğimiz Sami (Samee) toplumu halen çoğunluğu Pagandır), pek çoğunun bayrağında kocaman haç vardır. Filmse tamamen Pagan kültür üzerine konulu ve filmde Hristiyanlıkla ilgili tek şey, Dani'nin erkek arkadaşı Kristi (İsa) ve o da filmin sonunda uyuşrululmuş şekilde, bir ayı postunun içinde, gruptaki Dani ve Pelle hariç diğerleriyle beraber kurban ediliyor.  Cristian, ayı postuna konan tek kurban, adından dolayı simge, ayı ise kuzey paganlığının simgesi, bizdeki bozkurt gibi. Dani'nin Amerika'daki evinde büyükçe bir ayıya sarılan kız çocuğu resmi var. (Maşa ve koca ayı çizgi filmini hatırlayın) Bizde erkeklere nasıl alparslan, bozkurt gibi isimler konuyorsa, Rusya ve İskandinavya'da ayı ismi konuyormuş. Bizde ayı genelde asosyalliğin, pisliğin ve nezaketsizliğin simgesidir be birine ayı demek hakarettir. Kuzey ülkelerinde ise cesaret ve güç simgesi. Dani, her şeyin sonunda bu gruba üye oluyor, Pelle zaten grubun üyesi ve diğerlerini buraya getiriyor, Cristian'dan da döl çalıyorlar. Cristian, Dani'yi Harga'nın yerlisi bir kızla defalarca aldatıyor, en sonunda da törensel bir cima ile bu çocuğu kabulleniyorlar. Törensel cima dediğim sahne, bir çeşit absürt burno sahnesi. Cristian'da, kafa mantarlı çayla güzelleşmiş bir halde, bir sürü yaşlı ve çıplak kadının inlemeleri ile kızla birlikte oluyor. Bir erkek olarak söyleyeyim, böyle absürt bir ortamda, bu kadar göz üzerimdeyken, kafa dumanlı değilse, heyecan ve şaşkınlıktan hiç bir şey yapamam. Pelle, Cristian ve Dani'nin ortak noktası Harga köyü halkı gibi sarışın olması. İskandinav ülkelerindeki bu sarışın yoğunluğunun sebebi tamamen ırsiyet değil. Norveç devletinin açılan gizli bilgilerine göre, otuz küsur yıl içinde, dört buçuk milyonluk ülkede (2025 itibarıyla beş buçuk milyonu aşmış), otuz binden fazla kadını, esmer veya Samee (Lapon)iTater (az nüfuslu bir azınlık)  gibi topluluk insanlarını gizlice kısırlaştırmış. Sarışın derkeni Kıvanç Tatlıtuğ gibi civciv-platin sarısı olacak; Atatürk ve Balkan Türkleri gibi sarımtırak kahverengi değil. 

Filmde pek çok  olay, çeviride elma mantarı denen halüsülojen etkisinde gerçekleşiyor. Harga'ya girerken,  kamera ters dönüyor, göntülerde kayma oluyor. Dikkatli bir izleyiciyseniz, ekibimiz Harga'ya girdikten sonra, kamera lenslerinde dengesizliği görebilirsiniz. Harga'ya gelen  misafirler, filmin sonuna kadar mantarın etkisinde. Filmde ilk cinayet, birinci saatin sonunda ve herkese açık şekilde işleniyor. İntihar ama ihtiyar çiftimiz, topluluğun zorlaması ile atladığı için, bu da bir cinayet. Kadın hemen ölüyor,  erkekse hemen ölmeyince, tahta balyozlarla, kafalarına vurularak ölüyor. Suçları da yetmiş iki yaşlarına gelmeleri. Bu olayın vahşiliğini ve zırvalığını anlayan Connie ve Simon çifti, diğerleri gibi Amerika'dan değil, İngiltere'den gelmiştir. Aralarında çok fazla boy farkı olan çiftimiz, yeterince halüsülojen mantarı kanında biriktirmediği için,  vahşeti anlıyor ve ortamdan kaçmaya karar veriyor. Diğerleri ise olayın vahişiliğini anlamıyor, antropolojik tez yazacağız, bunamak istemiyorlar falan diyor.

Harga tarikatı oluşturulurken, Hristiyanlığın ve diğer tek tanrılı dinlerin, putperestliğe ilişkin mitleri ve dedikodularından faydalanılmış. Uyuşturucu, alkol, grup seks ve cinsel sapkılık gibi dedikodular, Yahudiliğin ortaya çıkışından itibaren, (Sodom ve Gomora) çeşitli topluluklar aleyhinde üretilmiş ve halen üğretilmekte. Filmdeki, akraba evliliği ve ensestten sakat çocuk üretip, kutsal kişi yapma konusu, Jean-Cristophe Grange'ın Kızıl Nehirler romanında da geçiyor. Grange'ın romanı 1999 çıkışlı ve 2000'de film yapılmış, bu filmden önce yani. İnsan kurban etme de insanlık kadar eski bir gelenek. Avrupa'da, özellikle bataklık alanlarda, tunç çağından kalma pek çok insan ölüsünün kurban edildiği düşünülüyor. Putperestliğ u kadar kötüleyen tek tanrılı dinler, çok mu masum, bu da ayrı konu. Roma imparatorluğunun, Hristiyanlığın ilk ortaya çıkışı ile resmi din olması arasındaki üç yüz yıldan fazla sürede katlettiği Hristiyandan daha fazlasını Saint Bartalamay katliamından 1 gecede (25 Ağustos 1572) katletti. Filmin kurgusu, Avrupa'da yaygın olan putperest tarikatların tehlikesine dikkat çekmek için yapılmış gibi geldi bana.

Filmde faşistliği en iyi anlatan sahne, sonda Dani'nin ağlama-panik atak krizinden sonra birden gülümseme sahnesi. Artık topluluğa kabul edilmiştir. Bundan sonra zorbalanan, aşağılana, alay eden, ezilen değildir; artık zorbalayanların, aşağılayanların, alay edilenlerin, ezenlerin safına geçmiştir. Artık o, Polonya'da yada Almanya'da bir Yahudi değildir; Filistiy'de, İsrail'de bir Yahudidir. Bundan sonra filmin evreninde muhtemelen Pelle ile evlenecek, onun gibi tarikata kurbanlar ve yeni döller getirecektir. Burada Kristin'den döl alınması ve tarikata yeni üyeler alınmasının başka bir amacından da bahsedeyim. Akraba evlilikleri ve genetik kilitlenme, ırsi hastalıkları, bedensel dezormasyonları ve zeka özürlülüklerini arttırır. Bence ülkemizde bu saydıklarımın bu kadar çok  olması, halen akraba evliliklerinin çok olması (tahminen yüzde 20, beşte bir). Tarikat, dışarıdan gen alma ihtiyacının da farkında. 

Filmin sonunda Dani'nin Mayıs kraliçesi olarak giydiği komik kıyafete bakarak, faşist böyle mi olur diye düşünebilirsiniz. Adorno'da faşizmin her zaman Nazi ünüforması ile gelmeyeceğini söyler. Bizler de Faşist denilince, beyaz gömlek-siyah takım elbise, dev metal tokalı kemer kullanan Ülkücü ağaları anlarız. Oysa insana ait her kötülüğün, en azından başlangıçta, sevimli bir yüzü vardır. Merlin Monroe'nin dediği gibi, iki yüzlü olacaksanız, bir yüzünüz sevimli olacaktır. Propaganda için sevimli değilseniz bile, sizi sevimli gösterecek, yetmez ama evet, onlar tarikat değil, sivil toplum örgütü falan diyecek birilerini kiralarlar. Doksanlı yıllarda 32. Gün programı, bir genç soru sorma kılığında Orhan Pamuk'u övüyor. O genç, daha 20-21 yaşlarındaki R.O.K. Adalet Ağaoğlu, Oya Baydar yada ona benzer kişiler, tarikatların ve siyasal İslamın vahişiğini bilmiyor muydu? Onların şu an akıttıkları timsah gözyaşları bile yalan. Şu an ülkenin 1 tane bile yangın söndürme uçağı yok ama cumhurbaşkanlığının 13 tane uçağı avr. Yetmez amacıların ise tek üzüldüğü, bu 13 uçakta kendilerine yer verilmemesi. Sevimlilik deyin, filmde Harga'nın sevimsiz bir yanı var mı? Tertemiz, yeşillikler içinde, huzulu bir köy. Sevimlilik demişken, şu günlerde tekrar parlatılmaya çalışılan Cem Karaca ve Barış Manço, FÖCÖ tarikatının adamydı.

Filmi kötülüğün sevimli şeylerin arkasında nasıl gizlendiğini anlatıyor. Bu yüzden de klasik korku filmi izleyicisine göre değil.

2 Temmuz 2025 Çarşamba

ERMENİ KIYIMI-TEK SUÇLU TALAT PAŞA MI?

 


Nuri Dersimi'nin anılarını okurken, ani bir aydınlanma anı yaşadım. 1915'de Dersim'de, Ali Boğazında gördüklerini anlatamayacağını söylüyordu. Neden anlatamıyordu? Kendisi gerçek bir Türk düşmanı ve Tükler aleyhine her şeyi ballandıra ballandıra anlatıyor. Bu olayı anlatmama sebebi, olayın vahşetinden çok, olayın faillerinin Dersimliler olması. Atatürk'de Ermeni kırımı diyor. Osmanlı sıkı yönetim (Örfi İdare) ve Divan-ı Harp mahkemeleri 1500 kadar (yuvarlak hesap) vatandaş ve memurunu yargılayıp, cezalandırmış,  Ermenilerin mallarını yağmalamaktan idam edilenler bile var. Meşhur, Boğazlıyan Kaymakamı Ali Kemal'de, yargılanıp (göç eden Ermenilerin mallarına el koymaktan), beraat ediyor ama savaştan sonra kurulan Nemrut Mustafa Paşa (Kürt Mustafa Paşa) mahkemesince idam ediliyor.

Burada başka bir gizeme ulaşıyoruz. İngilizler, Malta adasına doldurdukları 145 Türk devlet görevlisini (biri emir eri, çoğu asker ve politikacı) neden yargılamadıklardıır, zira oraya toplanma amaçları budur. Malta, tarihin ilk Nümberg mahkemesi olacaktı. Bu kadar kişinin, adaya getirilme sebebi Ermeni kıyımıdır. Planlanan şey, tarihin ilk savaş suçları mahkemesini kurmaktır. Ancak bir mahkeme yada soruşturma olmaz. Türklerin iddiasına göre  İngilizler, delil bulamamıştır. Oysa İngilizler, zaten yargılanıp, suçsuz bulunmuş Ali Kemal, yeniden yargılanıp, idam edilmezdi. İngilizler, somut bir imha-infaz emri bulmasalar bile, sağ kalan kurbanların ifadeleri yeterli olabilirdi. Yahudi soykırımı (Holokost) öyle olmuştu. Naziler, sona yakın pek çok belgeyi, yapıyı, özel hatırayı, itina ile yok etmiş, sağ kalan kurbanların ifadeleri ile soruşturmalar yapılmıştı. İngilizlere göre Ankara hükumetinin (İngilizlerin deyimiyle Kemalistlerin) rehin aldığı İngiliz askerleri ve vatandaşları sebebi ile bu yargılamalar yapılmamıştı. Bu doğru olsa bile, İngilizler ön soruşturmalarını raporlarını kamuoyuna verebilir, bakın, vatandaşlarımız rehindi, yargılayamadık, diyebilirlerdi.

İngilizlerin yada müttefiklerin, asıl canını sıkan, tehcir ve katliamların hem karşılıklı, hem de kitlesel  olmasıydı. İngiliz diplomarlarının dediği gibi, Ermeniler de sekiz yaşında kız çocuğu değildi. Osmanlı tökezledikten sonra, ilk Sırplar isyan edip, ilk Yunanlar bağımsızlık kazanmıştı. Ermeniler de (en azından bir bölümü) kendi paylarını istiyordu. İngiliz, Fransız ve Amerika başta olmak üzere batılı ülkelerin kolejleri ve misyoner okulları, orta doğuyu bir ağ gibi sarmıştı. Pek çok Ermeni, Ortodoksluğu bırakıp, Katolik ve Protestan olmuştu. 1915'de isyan çoktan başlamıştı ve silahlı Ermeni çeteler, isyana katılmak istemeyenler başta olmak üzere, katliamlara çoktan başlamıştı. Pek çok Ermeni toplumu, Ermenice'yi unutmuştu ama Türkleşemişyordu da. Ermeni kıyımı da aslında çoktan başlamıştı. Hatta 2. Abdülhamit'e, meşhur Kızıl Sultan lakabını Ermeniler takmıştı. Özellikle 21 Temmuz 1905 günü, cuma selamlığı sırasında tesadüfen (camiden çıkmadan evvel, imamın kendisini lafa tutmasından dolayı dışarı geç çıktığı için) sağ kurtulduğu suikastten sonraki günlerde o kadar çok Ermeni öldürüldü ki, kendisi yeter, yapmayın dedi. (Kemal Tahir, Esir Şehrin İnsanları'nda bahsediyor.) Aksini ispat gibi, Abdülhamir döneminde önemli bakan ve danışmanların pek çoğu da Ermeni'ydi. (Ermeni meselesi ve pek çok vahşi olayda pek çok aksini ispat (oksimoron) durum vardır. İngilizler bu ve benzeri pek çok işin içinde sıyrılamayacakalarını bildikleri için, Ermeni kıyımını yargılamak yerine, zamana yaymaya karar verdiler. Kıyımı katılan Hamidiye alayları başta olmak üzere Kürtleri, Arapları yada diğer Hristiyan unsurları, yer yer tehcire uğramayan Ermenilerin de yargılanması gerekecekti. Bu, İngilizlerin meşhur böl-yönet ilkesine aykırıydı. Bu yargılayacağı kitleler, daha sonra kendisi ile mütefik olmayabilirdi.

Kıyım-isyan fazlası ile karışıktı. Bu günkü Ermenistan, Rus çarlığındaki 1905 isyanından sonra, bölgedeki Azeri Türkleri (o zamanın tanımıyla Kafkasya Tatarları) katledip, Rusların desteği ile kurmuşlardı. 1990'da Sovyetler yıkılır yıkılmaz Ermenistan, komşusu Azerbaycan'a saldırdığında da 1915'i bahane etmişti. 1915'de Azerbaycan, Osmanlı'ya değil, Rusya'ya bağlıydı ve Azeriler, Osmanlı için Türk değil, Acem (İran-Fars) ulusunun bir parçasıydı. Osmanlı'da halklar, birbirine de düşmandı. Teknolojiyi kabul etmemeleriyle ünlü olan Amiş mezhebinin pek çok üyesi, bir zamanlar Osmanlı'ya yerleşmişti. Kars'ın gravyer peynirini ilk üretenler de Ruslar değil, anavatanları İsviçre olan bu toplumdu. Bu topluluk Yunan ve Ermenilerin kendilerine olan saldırıları yüzünden Amerika-Kanada ve Meksika'ya tekrar göç etmişti. Gene aksini ispat gibi, Ermeni kıyımı, Dersimlilerin daha sonra, özellikle Tertele dedikleri 1938'de yaşayacaklarına sebep olmuş, göç kafilelerini soyan dersimliler, eşkiya, haydut ve devletin sözünü dinleyemeyen Dersimliler imajına sebep olmuştu. Buna rağmen Dersimliler, kendi yerli Ermenilerini korumuşlar, Ovacık-Pülümür ilçe sınırındaki yasak bölgedeki bir yada bir kaç Ermeni köyü, 1938'e kadar varlığını sürdürdü. Hem Dersim'de, hem de ülkemizin coğrafyasında pek çok Ermeni, kendisini gizleyerek bu günlere geldi ve pek çoğu da halen gizleniyor.

Sonuçta İngilizler amacına ulaştı. Anadolu ve Osmanlı coğrafyasındaki haaydutlar, komşularının felaketinden fayda umanlar, tüm suçu önce  Türklere, sonra İttihat ve Terakki'ye yükledi. Şimdilerde de tek bir kişiye, Talat Paşa'ya yüklenmek isteniyor. Paşa, kolay hedef, en başta İttihatçıların üç başından (Enver ve Cemal ile beraber) en sevilmeyeni; doğum yeri sebebiyle Pomak, esmerliği sebebi ile Roman olduğu iddiası var (Nüfus kayıtlarına göre Türk). Bektaşi tarikatı ve Mason locası üyesi, sıradan bir posta çalışanıyken, ülkenşn en güçlü adamlarından ve İttihat iktidarının baskılarının simgesi oluyor, görevdeyken de pek seveni yok.  Neyzen Teyfik, hakkındaki şu dörtlüğü yazıyor:

Fırka, parti diye halkın boğazından sıkarak
Milletin on senedir olmuş idi mengenesi
Kazdığı cah-ı belaya yine kendi düştü
Örsünü, kıskacını (...) tiğimin çingenesi

Talat Paşa'nın başka bir özellliği de infaz edilmesi, Paşa'yi düpedüz infaz etmişler. Katili, Soğomın Tehliryan, iki günlük bir yargıalandan sonra, Türk tarafının tanıkları bile dinlenmeden, tehcir travması bahanesi ile beraat etmiş. Muhtemelen infazı, Berlin'deki Türkler hariç, herkes biliyordu. Bütün bunlar olurken, Adolf Hitler, siyasete yeni atılıyordu. Bunu gören Hitler'in, Yahudiler',i katletmeye hazırlanırken, Ermeniler'e yapılanları kim hatırlıyor demiş olma ihtimali var mı? (New York'daki Ermeni Soykırımı müzesinin kapısında yazıyormuş.

Son olarak, Ermeni kıyımı konusunda, o dönem Osmanlı devletini para yardımı ile yöneten Alman imparatorluğunun, Çanakkale, Kut-ul Amara gibi zaferleri sahiplenirken, Ermeni kıyımı konusunda susması da ayrı bir konu. Bu büyük (ve başarısız) operasyonun Almanlara danışılmadan yapılması, olası mıydı? Almanlar, Kafkasya yakınlarında, Ruslar'a yakın, Ortodoks bir topluluğu, Araplar arasında bir Hristiyan topluluğa dönüştürme çabası da ihtimaller arasında değil miydi? Toplama kampı ve tehcir uygulamalarını icad eden de İngilzler'di.  İlk defa 1899-1902 yıllarında yaşanan 2. Boer savaşında (İngilzlerin en çok can kaybettiği 3-4 savaştan biridir), Hollanda kökenli Boer çiftçilerine karşı yaptılar. Naziler, Japonlar ve hatta Ruslar, pek çok vahşi uygulamayı, İngilzlerden öğrenmişti.

Son olarak, yazıyı bitirdiğim gün 2 Temmuz, Sivas katliamının yıl dönümü. Bu yazıyı da insanlık tarihinde katledilen tüm masumlara adıyorum.

29 Haziran 2025 Pazar

İRAN-İSRAİL SAVAŞI VE MAVİ VATAN



 12 gün süren son İran-İsrail savaşından çıkarılacak pek çok ders var. Pek çok İsrail hayranı ve Sünnici, İran'ın yenildiği fikrinde. İran, zafer kazanmadı, daha doğrusu her iki tarafta zarar etti ama İsrail, daha çok zarar etti. İran'dan beklentiler düşüktü. Ben şahsen Kürtlerin ve Belucilerin (İran'daki en büyük Sünni grup) isyan değilse bile, infial halinde olacaklarını bekledim, PJAK'ın orta doğu halklarını tüm Kürtlede düşman etmekten başka bir işe yaramayan açıklaması (o da muhtemelen İsrail'in isteğiyle oldu) haricinde ciddi bir olay olmadı. Ben bir karamsar olarak, İsrail'in bu ani saldırısı sonrası İran'ın 1967, 6 gün savaşı sonrası tüm hava kuvvetlerini kaybetmesini falan bekledim. Ben dahil pek çok kişi, yüz binlerce, hatta milyonlarca İranlı'nın Türkiye dahil çevre ülkelere göç etmesini, iltica etmesini bekledi. Tam tersine, Türkiye'de yaşayan pek çok İranlı, ülkesine döndü. İran'ın yaraları ağırdı ama ben dahil herkesten daha azdır muhtemelen. İsrail, maddi kayıptan çok, güvenli ülke imajını kaybetti. Bu açıdan İsrail'in kaybı, uzun vadede daha büyük. Beyin göçü ve vasıflı emek için ideal göç ülkesi olmayacak. İsrail, turizm ülkesi de olamayacak artık. Turizmde kaybeden başka bir ülke de Dubai başta olmak üzere, körfez ülkeleri, artık vurulabilecek bir hedef oldular ve buralara giden turistler, aynı zamanda savaş durumunda kaçma rotasını da öğrenmeli veya buralara turist getiren tur şirketleri, acil durumda misafirlerini kaçırmanın yollarına bakmalı.



Savaşın bitişi, İran'ın, Hürmüz boğazı kapatma tehdidi ile oldu. Çok geniş olmayan Hürmüz boğazı, dünya petrol yolunun can damarı ve alternatifi de yok. İran'ın desteklediği Yemen'li Husi milisler, Babülmendep boğazını kısmen de olsa kapatmaları, hem İsrail, hem de Dünya ticaretini yaralamıştı. Pek çok gemi ve armatör, Babülmendep-Süveyş kanalı yerine, Afrika'nın güneyini, Ümit burnunu dolaşmayı tercih etmişti. Tam da burada İran'ın, bence en büyük güçsüzlüğü olan, denizci bir millet olmaması, tarih boyunca da ciddi bir deniz kültürü olmamasıdır. Bunun en başta sebebi, İran coğrafyasının denize düşmanlığıdır. İran, tarih boyunca sınırları değişmekle beraber, genel anlamda batıda Fırat-Dicle nehirleri, doğuda en fazla İndus nehri, genelde Afgan-Hindikuş dağları, kuzeyde Kafkasya dağları, Hazar denizi, Sirdeya-Amuderya nehirleri, güneyinde de Arap veya İran denizi, bazen de Basra körfezi denen deniz bulunur. Hazar, Dünya'nın tek kapalı denizi olması bir yana,  Elburuz  dağları yüzünden İranlıların bu denize yada bu denizden İran'a ulaşım zordur.  Güney kıyıları ile Şiraz dağları arasında, Bedevileri ve develeri bile yıldıran acımasız bir çöl vardır. Bu sebeple İran, tarihi boyunca denizden istila görmemiş, deniz ticareti de İranlıların ilgisini çekmemiştir. Başka bir sebepte, meşhur İpek yolunun İran'dan mutlaka geçmesi, Kırım'ın Kefe ve Kerç limanlarında düğümlenen kuzey rotasından  çoğu kez güvenli olmamasıdır. İran, güney dahilinden sadece bir ara Sasani imparatorluğu döneminde Yemen'in güneyi, Arap yarım adasının doğusunu fetetmiş, ama Justinyanus vebasından sonra bu bölgeleri terk etmiştir. İlk çağda Akhameniş (Pers )imparatorluğu döneminde İran'ın Akdeniz donanması, Fenike medeniyetinin Sur (Tir) şehir devleti, Halikarnasos (Bodrum) şehir devleti donanması ve Miletos şehir devletlerinin denizcilerinin kontrolündeydi. Bu şehirler Bütük İskender'in ordularının kuşatmalarına aylarca dayandıktan sonra acımasızca yakılıp, yıkıldı,  erkekleri katledilip, kadın ve çocukları köle yapıldı. Denizcilik bu kadar önemlidir. Sasani imparatorluğu ve Büyük Selçuklu Devleti (İranlılar , Selçuk devletini de sahiplenirler)'de Akdeniz'de bir  donanma gücü olmadı. Osmanlı ise bir Akdeniz gücü oldu ancak bir okyanus gücü olmadı.

Modern İran, sınuçta bu günlere deniz gücü olmadı ve bir denizcilik kültürü de olmadı. Bu sorun nerederyse tüm İslam aleminin sorunu. 1967 Altı Gün savaşı öncesinde, ciddi bir deniz-denizaltı gücü, İsrail kıyılarını abluka altına alsaydı, yenilgi bu kadar ağır olmadı. İsrail'in saldırısı da, Mısır ve Suudi Arabistan-Ürdün'ün Akabe körfezi girişini ve İsrail'in güneydeki tek limanı Eliat limanını kapatması tehdidi üzerine başladı. 

Deniz gücü olmak, parasını verip, donanma inşa etmekle (Abdülmecid böyle bir donanma yaptı, Abdülhamit bu donanmayı Haliç'de çürüttü) olmuyor. Denizcilik yapan bir toplum olması, denizcilik geleneği de gerekiyor.

Ek olarak: Bu son saldırıda İran'daki Afganların, muhtemelen Sünnicilik uğruna İsrail ajanı oldukları görüldü. Ülkemize son on yıldır doluşan Afgan, Somali ve Suriyelilerden; üzerine de üniversitelerimize doluşan yabancu öğrencilerden ne kadar eminiz, bu bambaşka bir yazının konusu.



27 Haziran 2025 Cuma

AZINLIK SİYASETİNE MACERAPERESTLİK

 


Dikta-otokrat yönetimlerinin bir özelliği de maceraperestliğidir. Zira tek adam rejimleri, hele de uzun süre  iktidarda kalmışlarsa, kabadayı gibi düşünmeye başlarlar. Bir suikastin arka arkaya Birinci Dünya Savaşını başlatma sebebi, Avrupa'yı saran ve artık iyive çürümüş olan monarşilerdi. Hiç bir kral, yiğitliğine leke sürdürmek istemedi, gerçi çekilmedi ve savaş başladı. İkincisinide de aynı kabadayı kişiliğinde olan diktatörler başlattı. 20. ve 21 yüz yılın pek çok diktatörü asker olmadığı halde, hep ünüforma ile gezdi ve üniforma ile pozlar verdi. Başkomutanlık ünvanlarını zevkle kullandılar. Pek çoğunun başkumandanlığı, orduyu yönetmekten çok, orduyu kullanarak ülkeyi nasıl maceralara sürükleneceğine karar vermekten ibarettir. Saddam Hüseyin mesela, hiç askerlik yapmamış, sırtından ünüformayı da hiç çıkarmamıştır. Ülkesini İran, Kuvey, A.B.D ile savaşa sokmuş, bir ara elindeki fi tarihinden kalma, Sovyet yapımı Scud füzelerini İsrail'e fırlatmayı akıl etti. İran, ciddi ciddi hedef tespiti yapıyor, Mosad merkezini, Microsoft tesisini falan vuruyor; Saddam körlemesine sallardı. Küçücük İsrail coğrafyasına büyük hasarlar vermişti, zira o zamanlar Demir Kubbe yoktu, Saddam'dan sonra inşa edildi. 

Sadece Saddam yada Arap coğrafyası değil, dikta-otokrasi olan her ülkede siyaset, maceraya döner. Yeterince denetlenmeyen liderler, zamanla delirip, gerçeklikten uzaklaşır. Yetki paylaşımını da bırakırlar. Ülke ellerinde oyuncak olur, savaş, içsavaş, yıkımlar vesaire. Bazıları da savaşamaz, savaşmayı göze alamaz yada savaştan dersini almıştır. Bu sefer de çılgın inşaat projelerine girişir. Bunlar ilk başta pratik ihtiyaca yönelik işlerken, daha sonra hiç birişlevi olmayan inşaatlara döner. Bol bol yeni kamu binaları yapılır. Dış politikada ise sürekli gel-gitler vardır. Diğer ülkeler, özellikle komşular, bir dost, bir düşman, en nihayetinde hepsi düşman olur.

Maceraperest siyaset, geri kalmış, okuma-yazması az ve demokrasi kültürü olmayan ülkelerde yaygındır. Sebebi en temelde din ve dinlerin kendini adama kültürüdür bence. Manastıra, tekkeye saklananları, hayatını Allah'a adamış sanmak, tarikat üyelerini daha dindar sanmak hatasıdır. Bunun ileri dereceside radikal ve ani kararlar, cesaretmiş gibi görülür.

Konuyu son günlerin (2025 Haziran itibarı ile) konusu olan son sözde çözüm sürecininin macera oluşuna getireyim. Tekrar tekrar Saddam ile anlaşan, Amerika yada İran isteği ile isyan çıkaran Irak Kürtlerine benziyorlar. Her seferine Amerika, İran ve Saddam'ın ihanetine uğradılar. Bu son çözüm sürecimsi dönemin sonu, baştan belli değil mi?

Temel sorun, hafıza sorunu. Cumhuriyetin ilk yıllarında olanları çok iyi hatırlayan ve her fırsatta ana muhalefeti suçlayan Kürt siyasetçliler, bir kaç yıl önce olanları neden hatırlamıyor yada hatırlamazdan geliyor. Kolbani düştü düşecek diyen şahsın ağzından sular akmıyor, geriden Erol Taş, Hayati Hamzaoğlu kahkahaları gelmiyor muydu? Şehirde pek çok kadın ve çocuk, şu anki Suriye'yi yöneten grupların katliamını beklemiyor muydu? Şu an Suriye'li Kürtler de her an tetikte değil mi? Ana muhalefetin cumhurbaşkanı adayını üç aydır delilsiz ve iddanamesiz hapiste tutan ve pek çok belediye başkanına benzer muameleler yapan iktidar, gerçekten barış istiyor olabilir mi? İktidarın diğer ortağının geçmişinde Maraş-Çorum katilamları yok mu? Bu parti yada parti yandaşı-sempatizanı kalemler,  seksen öncesi yada 12 eylül öncesi denen durum için bir özeleştiri yapmış mıdır?

Azınlık liderleri, azınlıkları maceraya atmamalıdır.

20 Haziran 2025 Cuma

İNSANIN ARILIĞI VE AYILIĞI

 







İnsanlar, çizgi filmler yüzünden ayıları yanlış biliyor. Ayılar, hantal ve sevimli yaratıklar değildir. Aksine çok hızlı ve çok uzun süre koşabilen canlılardır. Belki tamamen otçul bir tür olan pandalar hariç. Pandaların da çoğu günümüzde koruma altında, özel rezervlerde yaşamakta, gene de saldırgan olabiliyor. Ülkemizde tüm yabani ayıların tamamı ve dünya üzerindeki ayıların çoğu bozayı. Ayılar üzerine ansiklopedik bilgi vermeyeceğim. Ayıların tamamının ortak özelliği, bireyci canlılar olmaları, kendi kendilerine yetmeleri, kendilerine arkadaş aramamaları, o koca gövdelerine (bazı türleri küçük te olsa, ayı denilince ilk akla gelen bozayı, karaayı, kahverengi ayı, kutup ayısı, panda gibi türler, genelde yüz elli ve daha üstü kiloda, iki ayak üzerinde de iki metre kadar boydadırlar.) rağmen tokgözlü olmalarıdır. Yiyecek bolsa onlarca, hatta yüzlerce ayı, bir arada yaşayabilir. 

Ayıların en büyük güçsüzlüğü, sürü olamamalarıdır. Bu yüzden sürü hayvanlarının yoğun olduğu düz arazilerde ve orman olmayan bozkır-savana iklimlerinde  nadiren görülürler. Hatta Afrika'da hiç ayı türü yoktur. Güney Amerika'da, And dağları boyuniytica, bölgeye özgü gözlüklü ayı görülür. Ayıların, insanalardan sonraki en büyük düşmanı, sürü hayvanlarıdır. Çünkü ayılar asla sürü olamazlar.

Bazı hayvanlar da birey olarak yaşayamazlar. Arılar, karıncalar, termitler gibi böcekler böyledir. Erkekleri, kraliçeyle bir kere çiftleştikten sonra ölür, kraliçe ise sürekli yeni yavru yumurtlayan bir köledir. Yuvanın güvenliği için her birey kendisini feda eder.

İşte insan, her ikisine de uyamayan bir canlı. Tek başına her işini halledemediği gibi, duygusal açıdan da topluma yada sürüsüne muhtaç. Sadece güzel bir kadınla birlikte olmamalı, ayrıca zamparalığını cümle aleme yada  yakın arkadaşlarına ballandıra ballandıra anlatmalıdır. Yakışıklı ve zengin bir erkekle evlenmek yetmez, düğün yapmalı, eşi-dostu çağırmalı, hatta sosyal medyadan tüm dünyaya duyurmalıdır. Buna karşın kendisini topluma kayıtsız-şartsız adayamaz yada bunu nadiren yapar. Bu fedaları için şehit sayılmalıdır. İnsan topluluklarında herkesin kişiliği aynı değildir. Çok fedakar bireyler kadaar, çok bencil bireylerde vardır. İnsan toplumlarındaki karışıklık, çatışma ve kargaşalıkların temel sebebi budur. Bu yüzden toplum sözleşmeleri kolay kurulmaz ve çok hassasdır. 

İlkel toplumların pek azı Jane-Jacques Rousseau'nun düşlediği gibi barış içerisinde yaşar. Rousseau'nun yaşadığı yıllarda antropoloji ilmi çok fazla gelişmemiş, yeterince gözlem yapmamıştı. Karl Marks'ın ilkel komünal toplum tanımına ilham olan ve tarihin başlangıcında tüm insan topluluklarında var olduğunu bahsettiği bu barış toplumu, gerek doğal gözlemler, gerek arkeolojik veriler, gerek se veri taramaları ile nadiren gözlemlenmiştir. Arkeologlara göre Çatalhöyük antik yerleşimi, ilkel komünal toplumdu, ancak yazı olmadığı için bilmiyoruz. Burada antik Mısır'dan daha eski bir ekmek kalıntısı (hem de en az 5500 beş bin beş yüz yıl) daha eski bir ekmek kalıntısı daha yeni bulundu.

Ben de naçizane bir ukala olarak, toplum sözleşmesi ve onun üç kademeli aşaması ve neden pek çok toplumun ikinci kademede kaldığı üzerine tezlerimi yazmadan evvel, insanın öyle toplumcu, paylaşımcı olmadığı, arı kovanında yaşamaya mahkum olmuş ayılar olduğunu söylemeliyim.




19 Haziran 2025 Perşembe

“Arızayı onarın. Fırsatların Kilidini Açın!” Prof. Dr. Murat Türkeş


17 Haziran 2025 Çölleşme ve Kuraklık Günü: “Arızayı onarın. Fırsatların Kilidini Açın!” Prof. Dr. Murat Türkeş
BOĞAZIÇI ÜNIVERSITESI İKLIM DEĞIŞIKLIĞI VE POLITIKALARI UYGULAMA VE ARAŞTIRMA MERKEZI

Bu yılki Çölleşme ve Kuraklık Günü, en acil küresel zorluklardan birine odaklanıyor: 1.5 milyar hektarlık bozulmuş araziyi restore etmek (onarıp daha sağlıklı eski durumuna döndürmek) ve 2030 yılına kadar trilyon dolarlık bir arazirestorasyonu ekonomisini başlatmak.” “Araziyi Onarın. Fırsatları Açığa Çıkarın“ teması altında, 2025 kutlaması doğanın temeli olan araziyi onarmanın nasıl iş yaratabileceği, gıda ve su güvenliğini artırabileceği, iklim eylemini destekleyebileceği ve ekonomik dayanıklılığı nasıl inşa edebileceği konusunda ışık tutuyor.

Ana mesaj şöyle özetlenebilir: “Bozulmuş arazileri (yeryüzünü ve toprağı içerir) yeniden yaşama döndürme gücümüz var. Onarılmış bir arazi, sonsuz fırsatlar ülkesidir. Şimdi onları açığa çıkarma zamanı.”

Arazi Restorasyonu Gezegen İçin Bir Dönüm Noktası Olabilir

Küresel Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın (GSYİH) yarısından fazlası sağlıklı ekosistemlere dayanmaktadır. Yine de her yıl Mısır büyüklüğünde bir alan bozulmakta, biyolojik çeşitlilik kaybı, artan kuraklık riski ve toplulukların yerinden edilmesine yol açmaktadır. Bağlantılı dalga etkileri küresel olmakla birlikte, artan gıda fiyatlarından istikrarsızlığa ve göçe kadar yerel, ülkesel ve bölgesel etkileri de olmaktadır. Ancak arazi restorasyonu bu olumsuz senaryoyu tersine çevirebilir. Yapılan çalışmalar, restorasyona yatırılan her doların 7 ila 30 ABD doları getiri sağladığını gösteriyor. Araziyi canlandırmak üretkenliği geri kazandırır, su döngülerini güçlendirir, iklimi ve biyoçeşitliliği korur ve milyonlarca kırsal geçim kaynağını destekler.

BM Ekosistem Restorasyonu On Yılı’nın (2021–2030) orta noktasına ulaştığımıza göre, restorasyon eylemi her zamankinden daha acildir. Küresel hedeflere ulaşmak için 2030 yılına kadar çoğunluğu az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde bulunan 1.5 milyar hektar arazinin onarılması gerekiyor. Şimdiye kadar G20 Küresel Arazi Restorasyonu Girişimi ve Büyük Yeşil Duvar Girişimi gibi girişimler aracılığıyla 1 milyar hektar için sözler verilmiş durumda.
Bazı Önemli Bilgi ve Hedefler
• Her saniye, dört futbol sahası büyüklüğünde sağlıklı arazi bozuluyor ve bozulan arazilere her yıl 100 milyon hektara kadar ekleniyor.
• Dünyadaki arazilerin yaklaşık %40’a kadarı bozuluyor ve arazi bozulumu küresel ölçekte 3 milyardan fazla insanı etkiliyor; iklimimiz, biyolojik çeşitliliğimiz ve geçim kaynaklarımız için çok tehlikeli sonuçlar doğuruyor.
• 25 yaşın altındaki bir milyar insan, iş ve geçim kaynakları için doğrudan araziye ve doğal kaynaklara bağımlı bölgelerde yaşıyor.
• Mevcut eğilimler devam ederse, arazi bozulması açısından nötr (arazi bozulmasının dengelendiği) bir Dünya elde etmek için 2030 yılına kadar 1.5 milyar hektar arazinin geri kazanılması gerekecek.
• Her yıl, arazi bozulması, çölleşme ve kuraklığın birleşik etkileri küresel ekonomiye yıllık 878 milyar ABD dolarına mal oluyor.
Arazi – Yaşamın, Her Şeyin Temeli
Sağlıklı ve üretken topraklar, küresel GSYİH’nın yarısından fazlasının doğal sermayeye bağlı olduğu gelişen ekonomilerin temelini oluşturur. %51’lik bir orana sahip olan toprağın besin döngüsü, her yıl sağlanan tüm ekosistem hizmetlerinin toplam değerine en büyük katkıyı sağlar. Yine de bu kaynağı endişe verici bir oranda tüketiyoruz; her yıl yaklaşık 1 milyon km2 sağlıklı ve üretken toprak bozuluyor.

Buraya kadar yaptığımız kısa değerlendirmelerden anlaşılabileceği gibi, arazi bozulmasının ciddiyetini gösteren tüm olumsuz göstergeler yalnızca iklimimiz için ciddi zorluklar sunmakla kalmıyor, aynı zamanda küresel ölçekte ülkeler üzerinde muazzam sosyal ve ekonomik yükler yaratıyor. Kuraklık, arazi bozulması ve çölleşme, küresel olarak her yıl tahmini 878 milyar ABD dolarına mal oluyor.

Tüm bu nedenlerle, şimdi, Birleşmiş Milletler Çölleşme ile Savaşım Sözleşmesi (UNCCD) gibi hükümetlerarası ya da ikili ve bölgesel antlaşmalar kapsamında bugüne değin kabul edilmiş ve yakın bir gelecekte belirlenecek olan daha kuvvetli söz ve yükümlülükleri eyleme dönüştürme zamanıdır.