29 Kasım 2024 Cuma

MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ ELEŞTİRİSİ

 


Hem nalına, hem mıhına derken, Muazzez İlmiye Çığ'ın başkanı olduğu HZİ (Hamide Zekeriya İtil) vakfı ve nöroloji profesörü kardeşini Turan İtil'den bahsetmeyeceğim yada uzun uzun anlatmayacağım. Hem bu konulara hakim değilim, hem de bu vakfın Doktor Menegene veya Unit731 vari deneylerine muhattap olanlar, her şeyi ayrıntısı ile anlatmıştır. Onun altı- yedi kitabını okumuş biri olarak, onun popülist tarihçiliğini eleştireceğim. En başta kamu oyunun pek az bildiği bazı şeyleri maddeler halinde sıralayayım.

1)Sümerler, Anadolu'da yada Türkiye Cumhuriyeti, hatta Misak-ı Milli sınırları içerisinde yaşamadı. Yaşadıkları coğrafya Irak'ta, Bağdat'ın güneyindeydi. Hitit kralı 1. Murşili, Babil'i yağmalarken,  yüz binlerce tableti de başkenti Hattuşa'ya taşımıştı. O zamanlar da Sümer devletleri yıkılalı bin yılda yakın bir zaman olmuştu. Babil'i yöneten Akadlar ise bir Sami yani Arap-Yahudi toplumuydu. Türkiye'de bu kadar çok Sümer tableti olması, British Museum yada her hangi bir Avrupa müzesinin, dünyanın dört bir yanından eserlerle dolu olmasıdır. Dünyadaki Sümer tabletlerinin üçte biri de, Murşili'nin bu yağması sonucu Türkiye'dedir. Hititler tüm bu Sümer-Akad tabetlerini sadece almakl kalmayıp, sınıflandırıp, tercüme etmişler ve hatta yorumlamışlardır. 

2)Sümerler, bölgenin ilk sahibi olmadıkları gibi, ilk şehir kurucuları da değillerdi. Sümerler bölgeye ne  zaman geldikleri ile ilgili tahminlerde iki bin yılık bir tahmin var. Daha önce bölgede, Tel el Ubeyd köyünde ilk defa Sümerlerden ayırt edildikleri için Obeyd kültürü denen (Batı dillerinde U sesi kolay telaffuz edilmediğinden böyle denilmiş) halk vardı. Bu halk insanlığa biriket tuğlanın icadını armağn etmiş, tuğla sayesinde insanlık hemen hemen her yere ev yapabilir olmuştur. Obeydler aynı zamanda kabristan denen toplu mezarlık alanlarının da mucidiydiler. Daha önce insanlar ölülerini ya doğaya terk ediyor, ya dolmen denen bireysel mezarlık yapılıp, öldükleri yer yada yakınına gömülüyor, ya da Çatalhöyü'deki gibi, evlerinin altına gömüyorladı. Obeydiler köyleri ve kasabaları için toplu mezar alanları, yani kabristanlar kurmuşlardı. Sümerler bin yıl önce yada sonrası yanılma ile M.Ö .5000'lerde arkeologlara göre Kafkasya'dan, Çığ'a göre Orta Asya'dan, bölgeye gelip, bölge halkına egemen olmuşlardı.

3)Babilliler ve Asurlular, Sümer değildi. Buna ilk maddede değinmiştik. Asurlular, farklı bir dil ve milet olmalarına rağmen (hatta Hitit kültürünü de yok etmelerine rağmen), Babil imparatorluğunda ara dönem yada sülale değişimidir. Akadlar,  göçebe çöl kütürü olarak önce kendi şehirlerini kurmuş, sonra da Sümerler ve diğer miletlere (Sümer, Elba, İsrail vesaire) egemen olmuşlar fakat önce İran (Pers) sonra Makedon krallıklarının egemnliği ile tarihten silinmişlerdir. Hattaherkesin tablet çözümü sandığı ama büyük ölçüde Çığ'ın kurgularının da eklendiği meşhur şair Loudungirra, Akad egemenliğinde yaşamaktadır ve Sümer kültürünün kalıcı olması için 

4)Sümerler, Türk olamayacak kadar eskidirler. Sümerler şehir devletleri kurduğunda dünyanın %90'ı halen avcı ve toplayıcıydı. Hani deniliyor ya, Giza piramidi yapıldığında halen Mamutlar yaşıyordu. Sümerler, Giza yapıldığında çoktan Akad egemenliğine girmişti. Türklere yada Türk diyebileceğimiz insanlara ait en eski kalıntı, Rusya'nın Altay  bölgesindeki Arjaan 2 höyğündeki alıntılardır ki, buranın Mezopotamya'ya uzaklığı, on binlerce kilometredir. Kazakistan'daki Altın Adam bile Sümerlere binlerce kilometre uzaktır. Sümer yazısı ile Göktürk yazısı arasında bir ilgi yoktur. Orta Asya yada Türkistan denilen bölgenin kesin bir sınırı yoktur. Sümer dini ile Türkistan-Sibirya inançları arasında bir ilgi de yoktur. Nodurgan bayramı denen şeyde, Çığ'ın uydurmasıdır ki bu söz, Sibirya-Göktürk tarihi üzerine uzman Profesör Ahmet Taşağıl'ın fikrdir. (Ben de bu fikirdeyim.)

5)HZİ vakfı ve 12 Eylül ile ilgili çok az bilgimiz var ve 12 Eylül asla yeterince araştırılmadı ve yargılanmadı. 12 Eylül ile ilgili bek çok kişi ve kurum korunuyor.  2010 12 Eylülündeki meşhur yetmez ama referandumu kocaman bir fasaryaydı. Bunamış emekli generalle Hüseyin Kıvrıkoğlu ve Kenan Evren, sembolik bile denmeyecek uyduruk bir şekilde yargılandı. Askeri mezarlığa gömüldüler, ünvanları bile ellerinden alınmadı. İleri derecede bunamış iki emekli orgeneal, idam edilse ne olacaktı? Bu darbede sadece  beş kuvvet komutanı yoktu.  Tüm holdinglerin, bankaların yönetim kurularında, çeşitli yöneticiliklerinde emekli general ve albaylar vardı. Astsubaylar bile bu darbenin nimetlerinden faydalandı. En basitinden uzun yıllar süren Bizimkiler dizisindeki Sabri bey, emekli bando astsubaydır ve apartman yöneticisi olarak agresifliği de 12 Eylülün topluma verdiği asker korkusundandır. Tüm olumsuzluklarına rağmen, uzun süre apartman yöneticiliğinden alınamaz. Sık sık şimdi zaptı tutuyorum diye etrafındakileri tehdit eder. Bu tehditler, 2024 yılları için aptalca ve komik gelebilir ama darbenin psikolojik etkisinin güçlü olduğu yıllarda, bir askerden böyle bir tehdit, insanı korkutabilirdi.  Aradan bir kaç yıl geçip, insanlar 12 Eylül psikolojisinden urtulmaya başlayınca, Sabri bey, yöneticilik makamından indirilir. Makamını terk ederken de karısına, yazık, faizlerden olduk, akmasa da, damlıyordu, der. Yani bu apartman yöneticiliğini de bedava yapmıyordur. Yöneticiliği bırakınca, özel müzik dersi vermeye başlar.

Sorun sadece askerler değil, baştan bir toplumsal çürüme ve belli bir kesimn zenginleşmesidir. Devlet Güzel Sanatlar müzesinden, bazıları fotoğrafları bile kaybolan resimlerdir. On bin kadar bürokrata (Albay'dan yukarı suba, vali, kaymakam, bilumum genel müdür ve benzeri makamdaki bürokratlar,  üst düzey bürokratlar vesaire) ve belk dahafazlasına her yılbaşı gönderilen hediye setidir aynı zamanda sorun. (Bu muhteşem sette, puro, kanyak, köpüklü şarap gibi o yıllarda Tekel idaresinin ürettiği bir sürü üründen numuneler vardır). Tüsiad üyeleri bu dönemde servetlerini kat ve kat arttırmışlardır. Tüsiad üyesi olmayıp, o yıllarda ticarete atılmış ve servet yapmış çok kişi vardır. Bunlardan hiç birine hesap sorulmamıştır. Ankara Emniyet Müdürlüğünün meşhur DAL (Derin Araştırmalar Labavatuarı) grubuna ait kısımları yıkılmış ama işkenceci DAL polislerinin hiç biri yargılanmamıştır. 12 Eylülün asl zengini Doğramacı ailesidir. Ailenin sahibi olduğu Tepe holding, halen ülkeyi sömürüyor. ÖSYM'nin tüm basım ve optik okumasını yapan Tepe matbaasını, devlete ait olduğu zannediliyor. Kopya sıkandalında Tepe matbaasının rolü hiç sorgulanmadı. Sorgulanmayan diğer bir önemli ve unutulan konu, dönemim hava kuvvetleri komutanı Tahsin Şahinkaya'nın şaibeli serveti, sık sık kaza yapan CASA uçakları ve hem dünürü, hem ortağı Toprak Seramik para kazansın diye, o zamanlar devlet iştiraki olan Petrol Ofisi istasyonarının Kale Bodur ile döşenmesidir. Daha nice nice konudur. Eski başbakanlardan Mesut Yılmaz,  asıl yolsuzluklar, darbe dönemlerinde olmuştur, demişti bir röportajda. Bunlar hiç araştırılması, araştırılamadı çünkü 12 Eylül vesayeti devam ediyor.

HZİ varkfı, sadece Türkiye'de HZİ vakfı değil, pek çok NATO ülkesinde, aynı gayrı insani yapan kurumların adı da HZİ ve bu ismin, Muazzez hanımın anasının, babasının adı ile alakası yok. HZİ Vakfı, bir NATO kurumu. 12 Eylül darbesi de Türk ordusunun iktidara el koyması değil, NATO'nun iktidara el koymasıdır. Bu dernek hakkında bu kadar az şey bilinmesinin sebebi, iktidarlara bağlı medyanın, bu ve benzeri dernekleri görmezden gelerek korumasıdır.

6)Muazzez İlmiye Çığ'ın ideolojisi de aslında faşizmdir ve Atsız ırkçılığının bir yansımasıdır. Atsız'ın güneş dil teorisine ve Batı Asya'nın kadim halklarının Türk ilan edilme ideoojisine karşı olduğu, Atsız'ı bilen herkesçe malumdur. Sırf bunun için Atsız, Dalkavuklar Gecesi diye bir roman yazmıştır ki bu roman aynı zamanda Atatürk'e doğrudan saldırıdır. Çığ ise karşı kamptadır ama batı Asya- orta doğu denen ülkelerin, ilk çağ medenyetlerinde, biinenler arasında,  Ural-Altay dilini konuşan toplum yoktur. O da Sümer dilindeki bazı benzerlikleri baz aldı. Dilde bazı benzerlikler yakalasa da, inaçta ve geleneklerde Sibirya-Orta Asya inançlarıyla  bir benzerlik yoktu. O da Sümer inançları ile İslam ve diğer İbrahimi dinler arasındaki ilişki üzerinde durdu.

Oysa bu, Mısır'da, Rosetta taşının okunmasından beri sır değildi. Her yeni tablette, bu sır daha daaçığa çıktı. Antik Mısırlılara göre Yahudiler, istilacı Hiksoslarla beraber ülkeye gelmiş olan Mezopotamyalı bir kavimdi ve Hiksoslarla beraber Mısır'dan gitmemişlerdi. Bir süre Mısır devletine hizmet etmiş, sonra da kovulmuşlardı. Geri kalanı mitolojdi. ( Bu konu ile ilgili Türkçe'de, Dinler Tarihinde İlkler diye bir kitap var) İnsanlığı İbrahimi dinlerle ilgili olarak asıl heyecanlandıran Ebla tabletleriydi. Gudea Silindirlerinde ise,  Aleviliğin cem ibadetinin 12 hizmeti anlatılıyor. Muazzez hanımsa Sümerlerde kalmış. Oysa kendisi Dil Tarih ve Coğrafya'nın Hititoloji bölümü mezunudur. Hitit inançları ile İslam, Alevilik, Anadolu köylülerinin batıl itikatları arasında da bolca uygunluk vardır. 

Muazzez hanım bir TV yayınında, Kürtleri bir millet olarak kabul etmemiştir. Genel anlamda Faşizmin azınlıkları tanımama, küçümseme tavrını devam ettirir. Oysa Çığ'ı bugünkü şöhretini birKürt olan Turan Dursun'a borçludur.

7)Muazzez İlmiye Çığ, bir pop-bilim ikonudur, bilim insanı değildir. Ben nasıl felsefe öğretmeni olarak okullarda çalıştıysam, o da müzede çalışmıştır. Benim de, onun da mastır tezi bile yoktur. Çalıştığı yıllarda bir kaç kongreye dinleyici olarak gitmiştir. Sümerlerle ilgili bir kaç kitapta (en ünlüsü Tarih Sümerle Başlar) kitabında kataloglama uzmanı olarak adı geçer.  Katıldığı bilimsel kongrelerde de izleyicidir. Durumu benden bir yada iki gömlek üstündür. Kendisi 1972'den beri emeklidir ve bu süre içinde arkeoloji çok gelişmiştir ve pek çok sır öğrenildiği gibi, pek çok da yeni sır ortaya çıkmıştır. Dünyanın gözü Göbekli Tepe'de olsa da,  sadece Türkiye Cumhuriyeti topraklarında bile tarihi değiştirecek çok yeni bulguya ulaşıldı. Bir kaç gün (yada hafta) önce Afyonkarahisar'da, Aslankaya anıtında bir kelime okundu. Bu kelime Materan kelimesiydi ve bu kelime, tanrıca Kibele ile ilgiliydi. Bu bir kelime, bir kaç yıl sonra önce bu anıtın, sonra da Frig yazısının çözülmesini sağlayabilir. Yazıyı okuyabilmek için yazıtın hem eski fotolarına, hem de anıtın gün batımındaki görünümüne bakmışlar. On küsur yıl önce, bazı Hitit kabartmalarındaki yazıların, gün ışığında başka, karanlıkta başka anlama geldiği, kabartmalarda aslında iki ayrı yazı olduğu keşfedilmişti. Muhtemelen araştırmacılar da bu yüzden bu yazıt ve diğer yazıtlar üzerinde araştırmalarını bu yönde yoğunlaştırdılar. Bu durumda Muazzez İlmiye Çığ'ın tezleri de çöp olacaktır ve muhtemelen oldu bile. İnsanlık ekmeği Sümer yada Mısır toplumunun icat ettiğini sanıyordu. Çatalhöyük'te, bir kaç yıl önce bulunan ekmek kalıntısı, ekmeğin icadını en az beş bin yıl geriye atıyor. Bu astronominin güneş sisteminde beş yeni Jüpiter büyüklğünde gezegen keşfetmesi gibi bir şey.

Bütün bunların ışığında, Muazzez hanım gibi pop bilim ikonları, bilim heveslileri için meze, yani iştah açıcıdır. Bilim açlığınızı doyuracaksanız, ciddi bilimsel kitaplar okunmalıdır.

25 Kasım 2024 Pazartesi

AZINLIK OLMANIN İDEOLOJİSİ



 Azınlıklar her zaman faşistlerin hedefi olmuş, her zaman progromlara, ayrımcılığa ve cam tavanlara çarpmaları yaşamıştır. Bu açıdan toplumda yaşayan her etnik grubu azınlık saymamalı. Azınlık olmak için, hem sayıca az, hem de devlet ve toplum tarafından hissedilebilen ayrımcılığa uğramalı. Bu da azınlık olma kavramını bulanıklaştırıyor. Çünkü her azınlık toplumu, aynı ayırımcılık ve baskılara uğramayabiliyor. Kıyaslamak için antidemokratik sayılan Rusya'yı, demokrat A.B.D ile  kıyaslayalım. Rusya'da, Lenin'den beri bir kel, bir sırma saçlı devlet başkanlarından hiç biri Tatar yada Müslüman olmayacaktır, yani bir Rus Obama, Rus, Kamala Haris olmayacak. Gene Rusya'nın Muhammed Ali yada Mike Tyson'u olmayacak. Müzik yada sinemada da ünlü Tatar, Kafkasyalı Rus'da muhtemelen olmayacak. Oysa Amerika'da Siyahi, Arap yada onların nefret ettiği başka bir milletten birileri, milyarder, ünlü yada ciddi bir mevkide politikacı olabilir. Bu durum, Amerika'da bir azınlığın, Rusya'dan daha iyi olduğu anlamına gelmez. Rusya'da hiç bir polis, Tatar, Müslüman yada Rusların pek sevmediği biri milletlerden birini, boğarak yada döve döve öldürmez. Hiç bir hakim yada savcı, bir suçluyu, ırkından, dininden, milletinden diye suçluya daha fazla ceza istemez. A.B.D'de hapiste yaşayan siyahi sayısı, üiversite okuyan siyahi sayısının iki katından fazla. Polis kurşununa hedef olanlar çoğunlukla siyahi ve Latin'dir. Her toplumun faşizmi, kendisine göredir.

Bu yüzden insanlar, azınlık olmayı pek sevmezler. Bunun için göç eder, azınlıklara ve göçmenlere zorbalık eder, ülkede ayrı bir devlet kurmaya çalışır yada kurarlar. Gene de azınlık olmaktan kurtulamazlar.  Bu seferde kendi içlerindeki ayrılıklar göze batar. Çünkü azınlıkların içinde de azınlıklar, yani azınlıkların azınlıkları vardır. Bu azınlık içi çatışmalar da, belli dönemlerde ortaya çıkar. Türk topluluklarına bakınca, azınlık oldukları dönemde, kendi içlerinde azınlığın azınlığı yaratmıyorlar yada çok az yapıyorlar bunu. Balkan Türkleri ve Kıbrıs Türkleri, Alevi-Sünni ayrımı yapmaz kendi aralarında. Müslüman diğer Balkan toplumlarını (Goralılar, Pomaklar, Müslüman Romanlar vesaire) da dışlamazlar. Rauf Denktaş'ta, Korkot Deresi adlı anı kitabında Alevi-Bektaşi kökenli olduğunu yazmıştır. Kıbrıslılarda Alevi ayrımcılığı yoktur, hatta Kerkük Türkmenlerinin de yüzde on kadarı Alevidir ve onlar da kendi aralarında bu ayırımı yapmaz. Azınlık olduğunu bilir, ona göre siyaset yapar. Çoğunluk olduğunda ise, kendi içindei azınlığın azınlıkları ortaya çıkarır.

Bu blogda daha önce de yazdığım gibi, Türklerde, Ruslarda ve pek çok millette, düz ve net ayrımcı bir faşizm yoktur yada nadiren ortaya çıkar. Böylesi düz ve sürekli bir ayırımcılık, ancak tamamen köleleşmiş, sınıf atlaması mümkün olmayan ve çoğunluğun tamamen ezdiği azınlıklara karşı yapılır. O topluluktan bir birey ileride ciddi bir makama gelirse, başınız belaya girebilir. En basitinden, Çingene diye alay ettiin Roman, sanayide usta olduğunda arabanıza hasar verebilir. Bu yüzden faşistliğinizi gizlemeniz yada başka bir kılığa sokmanız gerekir. Söz konuzu ötekiye suç yüklemeniz gerekir. Örneğim Alevi-Sünni çatışmasına, sağ-sol köenli olduğu söylenir. Oysa Ülkücüler'in ilk ölümlü Alevi saldırısı, benim bildiğim 1964'de Aydın'da 5 Alevi'nin öldürülmesidir ki bazı kişiler daha öncesinden de bahsediyor. Saldırılar 1960-61, Türkeş daha Milli Birlik Üyesiyen yada bir on dörtlü olduğu ve Hindistan Büyükelçisi olarak sürgündeyken bile vardı. İlk Komando kampları 1961'de kurulduğunda daha sağ-sol kamplaşması yok. Yani bu çatışmalar çok önceden hazırlanmış.

Azınlıklar olarak sorunlarımızı nasıl çözeceğimiz de başka bir problem. Gene bu konuda Türk toplumlarına bakalım. Yaşadıkları onlarca acı ve baskıya rağmen Kıbrıs hariç, Türkler azınlık oldukları yerlerde silahlı mücadele yada ayrılıkçı hareketlere başvurmamıştır. Daha ilginci Gagauzlar'da özerkliklerini, Rusların müdahalesi ile, Transdinyester ile beraber özerklik aldı. Moldova, eğer Romanya ile birleşirse, bu iki bölge, bağımsızlığını ilan edebilir. Trasndinyester, filen bağımsız gibi bir şey. Bütün bunlara rağmen Türk azınlıklar, en azından Cumhuriyetten beri, dillerini ve kültürlerini büyük ölçüde koruyorlar.

Ayrı bir devlet kurmak, ne kadar sorunun çözümü yada çözümü mü sorusunu kendimize sormalıyız. Balkan yarım adasının hali bize bunu özetliyor. Balkanlarda Romanlar (Rumen değil, Çingeneler) hariç her topluluğun özerk bölgesi yada devleti var veya dilleri Kosova veya başka bir yerde resmi dil. En son Bektaşi (Alevi) özerk bölgesi de oldu, Aranvutluk'un başkenti Tiran'da ve Vatikan'ın dörtte biri kadar. Bunlar Balkanlara ne barış getidi, ne huzur, ne de refah.

https://onbinkitap.blogspot.com/2020/09/balkan-yarimadasinin-soguk-savas.html

Bağımsız devlet kutmak, dünyayı mikro devletlere bölmek, faşizme karşı çözüm değildir, çözümse de en son çözümdür. Kıbrıs'ta bile, en milliyetçilerin bile bir Avrupa Birliği kimliği var. Adada beraber yaşamak zorunda olan ve birbirinden nefret eden iki toplum var. Bu durum Balkanlar'da, Lübnan'da, Filistin'de ve Dünyamızın genelinde olduğu gibi, insanlar birbirinden nefret ediyor ve birbirine mecbur. Bu nefretten de zarar gören çoğunlukla azınlıklar olur ve buraya kadar anlattığım gibi ayrı devlet kurmak da çözüm yada nihai çözüm değil. Bu çoğunuk olma çabası, Konfiçyüs'ün dediği gibi, bir kölenin, özgür olmak değil, bir köle sahibi olmaya çalışmasıdır. Balkanlarda ve eski imparatorluklar dünyalarında olan da budur.

Azınlıklar, kendilerine vahşi saldıran faşist sürülerine karşı sadece pasif yada barışçıl mücadelelerle de çok kan kaybedebilir. Azınlığın mücadelesi, faşizan mücadele ve faşizan odaklarla, gerektiği kadar şiddette içeren bir mücadele olmalıdır. Kendine minik bir ülke kurmak yerine,  pek çok ülkede bulunmayı avantaja dönüştürmeliyiz.

Çoğunluk olunca nasıl ki siyasete teslim olunmuyor, mücadele devam ediyor, sürekli, akılıcı ve gerçekçi mücadele yapılmak gerekiyorsa, azınlık olunca da durum aynıdır.

22 Kasım 2024 Cuma

Kılıçdaroğlu’nun savunması:

 


Kılıçdaroğlu’nun savunması:

“Sayın Yargıç, konuşmama başlamadan önce iki hususa dikkat çekmek istiyorum.

Birincisi: Ben buraya işlediğim bir suçtan ötürü kendimi savunmak için değil, işlenen suçları kayıtlara geçirmek, hesabını sormak ve tarihe not düşmek için geldim.

İkincisi: Maruz bırakıldığım bu hukuksuzluğun öznesi ve sebebi olmadığınızı biliyorum. Söyleyeceklerimin hiçbirisinin şahsınızla bir ilgisi yoktur. Ancak bilmenizi isterim ki sizinle ortak bir noktada buluştuk. Tarih, bana gerçekleri söyleme görevi verdiği gibi size de bu gerçekleri kayıt altına alma fırsatı sunmuştur.

Sanırım, açılan davaların ve mahkemeye çıkmamın nedeni; Erdoğan’a ‘Başçalan, Hırsız ve Başhırsız’ demiş olmamdır.
“Hiçbir pişmanlığım yok”
Öncelikle ispatlarla sabit olan bu gerçekleri dile getirdiğim için hiçbir pişmanlığımın olmadığını söylemek isterim.

Ne mutlu ki bana, mahkeme karşısına, ‘rüşvet suçundan’ çıkmadım. Ne mutlu ki bana, ‘yetim hakkı yiyen zimmet suçlusu bir hırsız’ olarak karşınıza çıkmadım. Ve yine ne mutlu ki bana Sayın Yargıç, karşınıza ‘Vatana ihanetten’ de çıkmadım.

“‘Oğlum evdeki paraları sıfırladın mı’ diyen adam hırsızdır”
Sayın Yargıç, karşınızda ‘Hırsıza hırsız’ dediğim için çıktım. Sizlerin ve aziz milletimin huzurunda ve tarih önünde tekrar söylüyorum; ‘Oğlum evdeki paraları sıfırladın mı’ diyen adam HIRSIZDIR. ‘Bir tek yüzüğüm var, zengin olursam bilin ki çalmışımdır’ diyen adam zengin olmuş ise Sayın Yargıç, buradan tekrar söylüyorum BAŞÇALANDIR – HIRSIZDIR.

Sayın Yargıç, ben Kemal Kılıçdaroğlu..! Maliye Bakanlığı’nda hesap uzmanlığı, Gelir İdaresi Başkanlığı’nda Daire Başkanlığı ve Genel Müdür Yardımcılığı yaptım. Bağ-Kur ve Sosyal Sigortalar Kurumu’nda Genel Müdürlük ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nda Müsteşar Yardımcılığı yaptım.

Siyaset arenasına girmeden önce üniversitede ders verdim. Milletvekilliği ve Grup Başkan Vekilliği yaptım. Daha sonra üyesi olmaktan her zaman gurur duyduğum Cumhuriyet Halk Partisi’nde Genel Başkanlık görevini 13 yıl boyunca yerine getirdim.

“Çeteler, baronlar ve mafyalar hep karşımda olmuştur”
Sayın Yargıç, bütün görevlerim süresince çok büyük bütçeler yönettim. 10 binlerce memura amirlik yaptım. Ne beytül malın bir kuruşuna el uzattım, ne de bir kişiye müsaade ettim. Çeteler, baronlar ve mafyalar hep karşımda olmuştur. Tarih kadar uzun bir yolculuktan geldim Sayın Yargıç. 68 Kuşağında Denizlere, Mahirlere ve Hüseyinlere yoldaşlık ettim.

İdamlara tanıklık ettim. Daha sonraları anladım ki, sağdan ve soldan idam edilenlerin aslında aynı hedefte yürüyen kardeşler olduğunu düşmanlarımızın ise tek olduğunu. Aslında, bu ülkeyi bölmek ve bizleri kendilerine köle yapmak için amansızca çalışan emperyalistlerdi bizim tek düşmanımız. O kara günler geçtikten sonra, darbeler ve idamlar sürecini çok düşündüm ve tek bir şeye inandım: ‘Biz; sağcı-solcu, seküler-dindar, Alevi-Sünni, Türk-Kürt-‘ değildik. Biz, dünyanın en güzel toprakları olan bu vatanda, barış, kardeşlik, huzur ve bereket içerisinde yaşama mücadelesi veren ama İşgalci güçler ve onların içimizdeki işbirlikçileri eliyle birbirini öldüren, gençlerini uyuşturucu baronlarının eline terk etmiş, çocuklarının eğitim-sağlık ve beslenme ihtiyaçlarını karşılayamayan, gelişmiş dünyanın çoktan unuttuğu saçma konular yüzünden kutuplaşmış, emeklisi aç, hastası tedavi edilemeyen, sınırları korunamayan, emeği sömürülen, insanlık onuruna yakışan bir hayattan çok uzaklaşmış, ağız dolusu gülmeyi unutmuş, 85 milyon ve tek millet olan kardeşler olduğumuza inandım.

Anlatacağım Sayın Yargıç. Sizde bunu aziz millet adına ve tarih önünde kayıtlara geçirin. Herkes iyi dinlesin! Bu sözlerime kulak versin! Sayın Yargıç, bu anlatacaklarımın dava konusu ile ne alakası var demeyin! Bakın yolsuzluk ve hırsızlık, ülkenin başına ne işler açıyor!

Yaptığı hırsızlık, yolsuzluk nedeniyle malvarlığının hesabını veremeyenler, egemen güçler tarafından teslim alınırlar. Ve bu sonuçta o ülke için felaketlerin kapısını aralar. Bakınız, Büyük Ortadoğu Projesi’nin 2. fazına geçildi!

Emperyalistlerin, işgalcilerin ve vatanımızda çocuklarımızda geleceğimizde ve canımızda gözü olan düşman cephesinin kurduğu planın ilk aşaması tamamlandı. Şimdi ikinci aşaması uygulamaya kondu. 85 milyon vatandaşımıza sesleniyorum; Büyük Ortadoğu Projesi’nin ilk aşaması şudur: Rüşvet ve yolsuzluk yoluyla zenginleştirdikleri, teröre ve uluslararası suç teşkil edecek işlere girmesini sağladıkları, ülkeyi toprak tavizleri vermek zorunda bırakacak kadar borçlandıracak ‘tek adam’ rejimi kurmaktı.

“Tek adam ve saray rejimini kurdular”
Ve en önemlisi, ülkedeki bütün güçleri ‘teslim alabilecekleri’ bir tek adamda birleştirmekti. İlk faz tamamlandı. Teslim aldıkları ve bütün güçleri üzerinde birleştirdikleri ‘tek adam ve saray rejimi’ni kurdular.

Hatırlayın! Çıkarlarımız gereği kabul etmediğimiz ilk tekliflerinde Trump, Erdoğan’a ne dedi ? ‘Malvarlığını araştırırım.’ Teslim alınmış ve bütün yetkileri elinde bulunduran ‘saray’ ne yaptı? İstediklerini derhal yerine getirdi.

Hatırlayın Sayın Yargıç! ‘Bu can bu bedende olduğu sürece o papazı vermem’ diyen Erdoğan, ne oldu da bir anda çark etti? Henüz mahkeme saati dahi gelmemişken, Rahip Brunson’ı götürecek uçağı kapımıza yollamışlardı bile…

Sayın Yargıç, Erdoğan ailesinin malvarlığı dolayısıyla dönemin ve şimdinin ABD Başkanı Trump tarafından tehdit edildiğini ve Erdoğan’ın bu tehdide hemen boyun eğdiğini sadece biz değil bütün dünya biliyor. Egemen güçler tarafından teslim alınan bir devlet başkanı ülkesine hizmet edemez. Bu da tarihin önümüze koyduğu bir başka gerçektir. IŞİD terör örgütü ile petrol alışverişi yapan damadına ait TIR konvoyunun uydu görüntüleri ve ticaret yaptıkları belgelerde bir başka devlet tarafından kullanılarak tavizler alınıyor. Damadı üzerinden Putin’in, çocukları üzerinden Trump’ın, çeteleri yüzünden İsrail’in teslim aldığı bir Erdoğan ve ilk aşaması tamamlanmış bir B.O.P var karşımızda.

“Siyaset kurumu devleti soymanın bir aracı değildir”
Hiç kimse unutmasın ki, yolsuzluklarla, devleti soyanlara suskun kalanlar onurlarını kaybederler. Biz onurlu insanlarız. Yolsuzluklar karşısında suskun kalamayız. Beni en iyi devleti soyanlar tanır. Çünkü onlar beni susturmak için yedi sülalemi araştırdılar.

Sayın Yargıç, siyaset kurumu devleti soymanın bir aracı değildir. Siyaset halka hizmet etmektir. Sayın Yargıç, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni bölme ve parçalama projesinin ikinci aşaması başlıyor.

Bakınız, BOP’un ikinci aşaması sürecinde Türkiye alenen bir sığınmacı deposu haline getirilmiştir. Ne acıdır ki para uğruna Türkiye’ye ‘Geri Kabul Anlaşması’ imzalatılmıştır.

Sayın Yargıç unutmayın, bir ülkeyi bölmek için önce o ülkeyi sığınmacı nüfus olarak büyütüp, ekonomik olarak küçültürseniz, yani yoksulluğu yaygınlaştırırsanız emperyal güçlerin ekmeğine yağ sürer ve emellerine hizmet etmiş olursunuz. Açıkça söylüyorum bugün için yapılan budur.

“128 milyar dolar buharlaştırıldı”
Bakınız bugün devletimiz borçlandığı her 100 lira karşılığında 135 lira faiz ödüyor. Bakınız! Lütfen dikkat ediniz. Bunu herkesin duyması ve bilmesi gerekiyor! Her 100 lira için 135 lira faiz ödüyoruz. Çok değil daha birkaç yıl önce, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’ndan 128 milyar dolar buharlaştırıldı.

Sayın Yargıç, tekrar ediyorum. Millete ait 128 milyar dolar para, yandaşa ve beşli çetelere arka kapıdan satılarak yok edildi. Bir vatansever için ne kadar acı bir tablo değil mi? Borçlanıyor ve borcumuzu ödeyemez hale geliyoruz. Bunun ekonomi bilimindeki en basit karşılığı şudur: ‘Para alan, emir alır.’ Ödeyecek paranız yoksa elinizdeki toprakları vermek zorunda kalırsınız.

Kısa, öz ve direkt söylüyorum! Erdoğan, Kıbrıs ve Ege’de taviz ve toprak verecek. Kendisi daha ilk yıllarında dahi bu amacını dile şöyle dile getirmişti!

Hatırlayın! ‘Gerekirse Kıbrıs’tan bir kısım toprakta verilebilir’ diyen Erdoğan, ‘Emir komuta merkezim isterse Papaz elbisesi giyerim’ diyen Erdoğan, ‘Hem laik hem Müslüman olunmaz’ diyen Erdoğan, ‘Valilere çukurlar eşilirken, dokunmayın talimatını ben verdim’ diyen Erdoğan, ‘Ne istediler de vermedik, bitsin bu hasret dön gel’ diyen Erdoğan, kurucu irademiz ve liderlerimize, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e ‘Ayyaş’ diyen Erdoğan. Dolayısıyla Erdoğan, ülkemiz, devletimiz, birliğimiz ve geleceğimiz için bir tehdit ve tehlikedir. BOP’un ikinci Aşaması Kıbrıs ve Ege’den toprak ve taviz vererek tamamlanmayacak Sayın Yargıç! Devam edecek.

Ülkemize sokulan ve sayısı belli olmayan ama on milyonlarla ifade edilen, geri kalmış dünyanın hemen her tarafından yurdumuza gelen, eğitimsiz, kayıtsız, geçmişi bilinmeyen ve içerisinde çok sayıda cihatçı olduğu tahmin edilen, milyonlarca sığınmacı, emperyalistlerin Erdoğan eliyle ülkemiz üzerinde kurduğu korkunç tablo bir beka sorunudur.

Sayın Yargıç, lütfen söylediklerimi dikkatlice kayıt altına alın!

“İç karışıklık, dış müdahale zemini oluşturur”
Bu yakın tarihte her zaman böyle olmuştur. Ekonomisi zayıflamış hatta çökmüş, sınırlarını koruyamayan, adalet sistemi tek adama bağlanmış, denetleme mekanizması yok edilmiş, şeffaflık ve hesap sorabilirliği olmayan, liyakat ve ehliyete göre değil, biat ve itaat edenlerin devlet kademelerine geldiği bir sistem sürdürülebilir değildir.

Irak’ın işgalini hatırlayın lütfen! O dönem ülkemizde başkanlık sistemi denen ucube saray rejimi henüz yoktu. Amerikan askerlerinin Türkiye üzerinden Irak’ı işgal etme talebi Türkiye Büyük Millet Meclisimiz tarafından reddedilmiş, Amerikan askerlerinin ülkemize girişi engellenmişti. O dönem güçler ayrılığı vardı ve tek adam rejimi yoktu.

Peki o dönem şu anki başkanlık rejimi olsa ve Erdoğan başkan olsaydı, sizlere, vicdanlarınıza ve kamuoyuna soruyorum, Erdoğan bu tezkereye ‘Hayır’ diyebilir miydi? Tabi ki hayır.

Tekrar hatırlayın beyefendi o dönem ‘Amerikan askerlerinin evlerine sağ salim dönmeleri için dua ediyordu.’ Güçler ayrılığı olmayan ve Teslim alınabilecek – Tekrar ediyorum- yasadışı malvarlığı dolayısıyla teslim alınabilecek tek bir kişi üzerine inşa edilen bu ucube sistem ülkemiz için beka sorunudur.

“Hayatım boyunca alnımın teriyle kazandım”
Ben Kemal Kılıçdaroğlu! 75 yaşındayım. Hayatım boyunca alnımın teriyle kazandım, Çocuklarımı helal lokma ile büyüttüm. Maaşımdan biriktirdiklerimle satın aldığım ve hali hazırda içinde yaşadığım evimin dışında, kooperatife girerek edindiğim Ankara’nın Büğdüz köyündeki evimden başka bir malvarlığım yoktur. Çok büyük bütçeler yönettim. Her zaman ve her adımımda fakir-fukaranın parasını ve çıkarını gözettim. Milletimi ve devletimi her zaman sevdim, onlara sadakatten hiç ayrılmadım. Bütün yaşamım boyunca parayla hiç işim olmadı, dönüp yüzüne bile bakmadım.

Terör örgütü PKK tarafından kurşunlandım, kucağımda şehit verdim. Defalarca suikastlara, linçlere ve saldırılara uğradım. Canımla sınandım geri adım atmadım. Ailemle ve çocuklarımla tehdit edildim oralı bile olmadım. Para ve zengin bir hayat vaat ettiler, satılmadım-satın alınamadım. Hiçbir zaman teslim alınmadım Sayın Yargıç. Bunu aziz milletimiz bilsin, devletimi ve milletimi sevmekten hiçbir zaman vazgeçmedim ve vazgeçmeyeceğim.

“Milliyetçi ve vatansever diye bildiklerimiz işbirlikçi çıktı”
Ben Kemal Kılıçdaroğlu, hatalarım, pişmanlıklarım ve üzüntülerim yok mu? Tabi ki var. Sayın Yargıç, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, vasiyet olarak ‘Kılıçdaroğlunu aileme emanet ediyorum’ diyen milliyetçi ve vatansever diye bildiklerimiz işbirlikçi çıktı, onlara inandığım hata ettim. Evet hatalıyım. Bu kadar kötü olabileceklerini tahmin edemedim. Pişmanım. Kurulan müesses nizamı ve ülkenin içine girdiği bu tehlikeyi daha iyi anlatamadım. Milletimizi ikna edemedim. Sahte videolar ile sahtekarlık yapanlarla daha çok mücadele edemedim.

Üzgünüm Sayın Yargıç. Çocukları sorduğunda hep unutkan, sofraya oturulduğunda hep karnı tok olan anneler için üzgünüm. Beslenme, eğitim ve sağlık problemi yaşayan katledilen, taciz ve tecavüze uğrayan, sevilmeyi ve gülmeyi unutan ve yatağa aç giren her bir evladımız için üzgünüm, kahroluyorum, yüreğime ağır geliyor. Torunlarına mahcup olan, faturasını ödeyemeyen emeklilerimiz için üzgünüm.

Evet, üzgünüm Sayın Yargıç, daha bir kaç gün önce yokluktan ve yoksulluktan dolayı yanarak can veren 5 evladımız için üzgünüm. Gece mesailerinde çalışan, orada çıkan meyveyi yemeden çocuğuna götüren, gece mesaiye kaldığı için evine geç giden, kendi gittiğinde çocuğu uyumuş olan ve sabah erken işe giderken yine çocuğunun yüzünü göremeyen emekçi anne-babalarımız için üzgünüm. Yurtdışına kimisi kaçak yollarla, kimisi uzun uğraşlarla giden 300 bin genç için üzgünüm.

Onlar bizim geleceğimiz Sayın Yargıç! Onları ‘Giderlerse gitsinler’ diyen Erdoğan’a mecbur bıraktığım için çok üzgünüm. Okumuş, yetişmiş, zeki, pırıl pırıl 300 bin genç Sayın Yargıç. Peki yerine gelen kim? Ne idüğü belirsiz milyonlarca eğitimsiz sığınmacı. Emperyalistler çocuklarımızı bile elimizden aldı. Afrika kabilelerinde bir söz vardır.

Derler ki ‘Köyün ve ailesinin sevgisini alamayan bir çocuk, ısınmak için o köyü yakar.’ İşte Sayın Yargıç, o çocukları tekrar kazanamazsak bizi yakarlar. Sizlerin ve tarihin önünde ifade etmek istiyorum.

“Mücadele etmekte kararlıyım”
Kararlıyım! Bu devleti ve devletin asıl sahibi milletimizi, gelişen dünyanın gerisinde bırakanlarla mücadele etmeye kararlıyım. Herkes bilsin ki, bu aziz millete tarih önünde son vazifemi yerine getireceğim. Bu benim namus borcum ve son yürüyüşümdür.

Konuşmamı bitirirken Sayın Yargıç, şunu herkes bilsin ki, 100 yıl sonra bir kere daha söylüyoruz. Ne bu devleti ne de bu milleti ‘Köhne Bizans’ın Yıldız Burcunda oturan baykuş’ özentilerine bırakmayacağız. Ve buradan milyonlar adına sesleniyorum, başta Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, bütün kuvvacı kahramanlara selam olsun, selam olsun, devletin bekası-milletin salahiyeti için canını hiçbir zaman sakınmamış bütün vatanseverlere, Atatürk ve cumhuriyete bağlılık yemini ettiği için ihraç edilen genç teğmenlere, yurtdışına çıkmış ama geri döneceklerine inandığım 300 bin gencimize, ulusal kurtuluşumuza, gel ve aydınlık günlere selam olsun.

Yaşasın Türkiye, yaşasın Türkiye Cumhuriyeti.”

20 Kasım 2024 Çarşamba

MUKTEDİRLİKTE İKTİDARSIZLIK

 


Reis, yetme amayı savunurken, iktidarız ama mujtedir değiliz demişti. Bunu sadece kendisi için değil, kendisinden önceki tüm sağcı iktidarlar için söylemişti. Sağın ülkemizdeki iktidarı 1950'de resmen başlasa da daha geride, köy enstitülerinin kapatıldığı 1946 yada Kadro dergisinin kapandığı 1935'de bile devrim düşmanları bayağı etkindi. 2010 yetmez ama ile yargı engelini de aştılar, üzerlerine bir cesaret geldi. Daha önce bu kadar muktedir değillerdi çünkü anayasa vardı, kandırılmamış halk vardı, dürüst aydınlar vardı. Şimdi de var ama onları bastırmak, en erkeni 12 Eylül, hatta 12 Mart cuntalarına kadar sistematik bir ezme, kandırma ve satın alma süreciyle 2010'a gelindi. 

Şimdilerde hem muktedirlik, hem de iktidarsızlık var iktidar veyanlılarında. Muktedirler çünkü istedikleri kişiyi, istedikleri gibi tutukluyorlar, görevden alıyorlar, tehdit ediyorlar, küfür ediyorlar vesaire vesaire. Diğer taraftan da oksimoron (zıddını ispat) durum var ki, bir iktidarsızlık diyebileceğim bir durum var. İsrail ile ticaret, Batı Şeria'da kurulmuş, sözde Filistin devleti üzerinden devam ediyor. İsrail askerleri, Türk markalı ürünlerin fotoğraflarını internetten gösteriyor. İnsanları oturduğu kafeler üzerinden aşağılıyorlar ama Siyonizmi açıkça destekleyen pek çok marka ile ilgili bir şey demiyor. Hangileri mi? Meşhur Alman otomobil markaları Mercedes, BMW, AUDİ. Türk insanının aklına makam arabası denilince akına bu üç Alman markası gelir. Volvo'nun dayanıklığını yada İtalyan spor arabalarını ( Ferrari, Alfa Romeo vesaire) kalitesini takdir eder, Japon arabalarını satın alır ama iş makam sahibi olduğunu göstermek konusu gelince, halkımızın zihni bu üç Alman markası ile sınırlıdır. Bu markaların İsrail'i açık desteğini görmezden geliyor iktidar cenahı. Kendi arabası var ama onu kullanmak için değil, hediyelik eşya olarak üretiyor.

Dinciler artık doya doya İsrail protestosu da yapamıyorlar. Bütün yaz ayları boyunca Ankara'da, Kızılay meydanı civarında afişler gördüm, insanları İsrail' protesto için yürüyüşe çağıran. İlginç olan yürüyüşün güzergahı ve saati. Genelde akşam üstü beş gibi, Adakale Sokak yada Selanik caddesinden, Kurtuluş parkınaymış yürüyüşleri. En son Kurtuluş parkında namaz kılıp, dağılıyorlarmış. Katılmayı zaten düşünmediğim gibi, izlemek de istemedim; MOSAD ajanı ilan edilme ihtimali var, o açıdan. Buralar, Kızılay gibi merkezi bir bölge için ara sokaklar, tenha sayılmaz ama herkesin bildiği yerler değil. Oysa isteseler Kızılay meydanını, 15 Temmuz sonrasındaki mitingler gibi trafiğe kapatabilirler yada en küçük solcu gruplar gibi Sakarya caddesinde veya Yüksel caddesinde, İnsan Hakları Heykeli önünde yapabilirler.  Bunu bizzat İsrail büyük elçiliği önünde veya benzer yerlerde yapabilirler. 

Yoksa yapamazlar mı? İsrail aleyhine yürüyüşten çok, afiş yapıştırmak ve iktidarda olduklarını göstermek çabasında gibiler. Havalar soğumaya başlayınca, bu yürüyüşler de yapılmaz oldu. Soğuk ve yağmurda, dışarıda namaz zor tabii.  Mühim olan İsrail'e karşı olmak değil, muhtedir olduklarını göstermek. Olay Türk'ün, Türk'e propagandasıdır. İsrail elçiliğinin önünde yapmaya muktedirler ama bunu yapacak iktidarları yok. Sebebi de iktidarlarını kaybetmek.

Siz zannediyorsunuz ki, mülakatlarda, yolcu garantili köprülerde, havaalanlarında, ayarlanmış ihalelerde,  sadece Alevilerin, Ateistlerin, kafirlerin ve sizce diğer Müslüman olmayan yada kendinizce Müslüman sayılmayanların hakkını yediğinizi zannediyorsunuz. Oysa Filistin'in, Uygurların, Çeçenlerin ve uğruna savaştığınız diğer insanların da hakkını yiyorsunuz. Çünkü yaptığınız adaletsizlikler ve alıştığınız lükseler,  sizi mücadeleden uzaklaştırıyor. İktidarınızı kaybetiğinizde, bunları da kaybedeceksiniz. Hani din diyor ya, her nefs ölümü tadacaktır, her iktidar da sonu tadacaktır. İktidarların son günü, boynuzsuz koçların, kısa çöplerin günüdür. 

İktidarın ölümünden daha kötü ideolojinin, ideallerin, ülkülerin ölmesidir. O zaman soru, idelojiye sorulur,  muktedirdin, neden yapmadın? Neden adil davranmadı, doğru yönetmedin, neden İsrail'le ticarete devam ettin, neden neden ve daha nice nedenler. 

Tabi bütün bunlar için tek tedbir, iktidarda kalmak için daha fazla çabalamak değildir. Muktedirken, ideali iktidar yapmaktır.

19 Kasım 2024 Salı

FÖCÖ İCADI CİMER VE ÖZEL SEKTÖRE GÜDÜLME



https://onbinkitap.blogspot.com/2023/12/populist-siyasetin-devlet-memurlarina.html

Sıradan insalar FÖCÖ (Google ve sosyal medya sansürü yüzünden böyle diyorum) ve diğer tarikatların kumpas operasyonlarını küçümsediğini görüyorum. Herkes sadece kutlu doğum haftasını kutladığımız şeyhin tarikatını ve onun da Harbiyelilere, subaylara, üst düzey bürokratlara kumpaslarını biliyor. Tarikatların kumpas işleri o kadarla sınırlı değildir. Onlar sadece Harbiyelilere, generallere değil, uzman çavuşlara yada astsubaylık okulu öğrencilerine de kumpas kurarlar. Bunu tüm tarikat-cemaat denen örgütler yapar. 

Onlar bir yere ve kuruma ilk önce kalabalık bir grup olarak sızıp, bol bol dedikodu yaparlar. Kumpasaların en büyük silahı dediokodudur. Dedikocuşarını yaymak için sizi evlerine yada dergahlarına çağırırlar. Kuran yada şeyhlerinin risalelerini okumayı bahane eder, en acımasız dedikodularını sıkıştırırlar. Eğer dedikodusunu yaptıkları kişi devlet memuruysa ve soruşturma açılmışsa, gelen müfettiş, o kişi hakkında neler duyulduğunu, neler konuşulduğunu sorar. Eğer bir soruşturmada, müfettiş dedikodu soruyorsa, kumpas için görevlendirilmiştir. Kumpas davalarının gizli tanıkları da, gördüklerini değil, duyduklarını anlatır. Dedikoduculara bunu nereden duyduklarını sorduklarında, herkesten duyduk derler. Tarikatçı, sağcı, muhafazakarlar için dedikodu o kadar ciddi bir saldırıdır ki ben buna ''DEDİKODU CİHADI'' diyorum.

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/02/dedikodu-cihadi.html

Bu kumpasın medya ve sosyal medya ayağı da vardır. Sosyal medya, dedikodu  yaymanın en iyi yoludur. Eskiden meşhur Zaman gazetesi, ad vermeden memurlar hakkında dedikodu yaparlardı. Genellikle müdür olan şahsın, adından başka, bazen adı da, tarif edilerek verilirdi. (Suna demeyip de, yeşil başlı ördek demek gibi.) İnternet çıkınca, gazete bu işleriazaltarak bıraktı. İnternette, şimdiki neslin bilmediği MIRC ve Microsoft sohbet kanallarında etkin oldu. Bu tarikat, teknolojiyi çok yakından takip ederdi. Zaman gazetesi,  Türkiye'de internet sitesini kuran ilk basın kuruluşuydu. MIRC sohbet odalarında da hocayı pek sevmem AMA diye başlayan cümleler ile sizi tavlamaya çalışırlardı. Hocası aleyhine bir şey dediğinizde de sizi odadan atarlardı. Örgütün sosyal medyayla ilgisi, o zamanlar vardı. MSN, ICQ ve sonrasındaki tüm teknolojileri takip ettiler.

Örgütün trolleri, karşı taraftanmış gibi görünme ve ortalığı karıştırma konusunda da uzmandırlar. Bu trolerin, özellikle eskilerini ortaya çıkaran şey;  Ama, Fakat, Lakin gibi (en çok da ama) kelimelerdir.  Ama ve benzeri kelimelerin sık kullanılması, her zaman iki yüzlülüğe işaret eder.

Sadece bu örgüt değil, diğer tarikatlar da, aynı taktiklerle haysiyet cellatlığına alışmışlardır. Dedikodu ile haysiyet celatlığı çok eskidir. 2. Viyana kuşatmasında, Tatar hanı Murat Giray aleyhine Osmanlı kroniklerinde yazılanların pek çoğu düşman kroniklerinde yazmaz. Avusturya-Alman İmparatorluğu kayıtları, Murat Giray hanı daha insaflı değerlendirir. Piri Reis'te, Muscat kalesi kuşatmasını rüşvet karşılığında kaldırılıdığı iddiasıyla idam ettirilmiştir. Kalenin Portekizli kumandanının anılarına göre kuşatmanın kaldırılma nedeni,  paşanın beklediği barut ve gülle desteğini getiren geminin, Babul Mettep boğazından geçerken batırılması yüzünden kuşatmayı kaldırmıştır. Liyakatın göz ardı edildiği, hukukun işlemediği toplumlarda, milletlerde, dedikodu kazanı sürekli kaynar. Amaç kişiyi gözden düşürmektir. Dedikodular, ispatı olmasa da, egemenin sadakat duygusunu zayıflatır ve gözden düşmesini sağlar. Devlet içinde cemaat denen açık ve derin devlet denen gizli gruplar, kendilerine engel olarak gördükleri kişileri, dedikodu ile harcarlar tarihin başından beri. Tek adamlar da sürekli tahttan indirilme korkusu ile yaşadıklarından, başarılı insanların ihanetinden çok fazla şüphelenirler. Dedikodulara inanmaya meyillidirler.

İşte bu örgüt, iktidarla arasının olduğu son günlerde, memurlara rahatça kumpas yapacak kurumları, diğer örgütlere miras bıraktı; BİMER ve CİMER. Başbakanlık  ortadan kaldırılınca CİMER tek kaldı. CİMER  ilginç bir yapı, sadece bir internet sitesi, temek görevi, şikayet dinleme merkezi. Şikayetler de, ilgili makamların keyfine göre işleme alınıyor. Site en fazla memurları şikayet için kullanılıyor. Şikayetlerin işleme alınması ise, amirlerin yada görevlilerin keyfine kalmış durumda. Mesela şu günlerde (kasın 2024) çok konuşulan Yenidoğan çetesi ile ilgili CİMER'e ilk şikayetler neredeyse 8-10 yıllık. Bunun sebebi çetenin özel hastanelerde çalışmasıdır, yoksa devlet memuru doktorların başında anında müfettiş çıkıyor. Sonuçta ceza yemeseniz bile hem teftiş ve müfettişlere ifade vermek (iş arkadaşın için tanık olmak da başka bir dert), hem de hakkınızda daha sonra üretilecek dedikodular için, hakkında daha önce soruşturma açılmıştı damgası yeme durumunuz var. Aleyhinize hemen, bunun hakkında daha önce soruşturma açılmıştı lafı ediliyor. Akanmış bile olsanız, hakkınızda soruşturma açılmış olması, sizde suç potansiyelini iddia ediyor.

Bu çalışmaların tek sebebi, belli makamdaki veya belli görüşteki memurları harcamak için yapmadıklarını fark ettim. Son bir kaç yıldır, özellikle doktorlar başta olmak üzere sağlıkçılara ve öğretmenlere karşı saldırılar sıklaştı. Devlet memurları birilerini şikayet ettiğinde yada öğretmen disiplin dilekçesi verdiğinde, işleme konması aylar sürerken; yapılan bir CİMER ihbarı ile memur rahatsız edilmekte, çoğu kez de ceza almakta. Doktorlara yada diğer kamu çalışanlarına saldıranlarsa, bu durumdan daha da cesaret almakta. Burada amaç, biraz parası olan, küçük burjuva diyebileceğimiz kitleleri de özel sektör hastane ve okullarına yönlendirmek.

Bunun bir komplo teorisi olduğunu düşünüyorsanız, Ekşisözlü'e bakın. Kamu çalışanları aleyhine ne çok başlık var. Bazılarına bakar mısınız? Doktorların hastalarıan şefkat göstermemesi;  Öğretmenliği herkesin yapabileceği gerçeği, Öğretmenleri yaz tatilinde ne iş yaptığı sorunsalı, Doktorların dayağı hak etmesi.....vesaire vesaire.

Sorsanız ekşicilere, yüksek maaşlı, yüksek pozisyonı beyaz yakalılar. Böyle bir insanın, tüm gün internette yazı yazacak ve herkese cevap verecek vakti bulması, çok mu mantıklıdır. Bir de hepsi iktidar yanlısı değilse, göçmen düşmanı partili. Muhalefet aleyhine olan her haberi liste başı yapmaktdır. İnternette göçmen düşmanı partiliyim diye ortalıkta doaşanlar, muhalefete muahlefet edip, iktidardan memnuniyetsiz insanları, iktidara mahkum oldukları duygusunu yaşatan troller bunlar.

(Ek olarak, dolar, euro falan yükseleceği zaman, reisin doları artık durdurması gibi başlıklar, bitcoin ve benzeri şeyler düşeceği zaman da bitcoin'in banknot yerine geçeceğii gerçeği gibi başlıklar çoğalıyor ekşidr.

Giderlerse gitsinler  tutmunda, pek çok trolde ve iktidar, memurlaraı çalıştırmayalım, halk da özel sektöre gitsin, özel sektör de, Yenidoğan çetesi gibi daha fazla para için üçkağıdı ülkede kol geziyor ve pek çok kişi de muhalifmiş gibi görünüp, bu durumu destekliyor.


15 Kasım 2024 Cuma

FLORANSA VE RUSYA'DAN ÇIKAN İDEOLOJİLER

 


12 . yüzyılda, Kuzey İtalya'da, çizmeye benzettiğimiz yarım adanın, Avrupa ile birleştiği bölgeye yakın Floransa diye küçük bir şehir devleti vardı. Önce cumhuriyet, sonra dükalık, sonra krallık olan, bu küçük devletin siyasi tarihi yazımızın çok fazla konusunu oluşturmuyor. Bu küçük devletin, günümüz dünyasını şekillendirmede etkisi, üç kıtaya yayılmış Osmanlı devletinden daha fazladır. Sanat, felsefe ve bilimde, tarazinin bir kefesine üç kıtaya yayılmış Osmanlı devletini, diğerine de en geniş hali olan Toskana grandüklüğünde bile, Osmanlı'nın bir vilayeti kadar küçük olan Floransa'yı koysanız; Floransa ağır basar.  Osmanlı'nın altı yüz yıllık tarihinde bir tane bile kayda değer fizik, kimya, matematik yada tıp alanında önemli bir eseri yoktur. Felsefede sadece tasavvuf denen ve havanda su döven şeyle ilgilenmiş, bir ara Kadızadeler diktası zamanında onu da haram ilan etmiştir. Osmanlı sanatı, her alanda (sadece resim-heykel-mimari değil, İlahi Komedya ile başlayarak edebiyat, müzik ve tiyatroda da) Rönesansın başlangıcı olmuştur. Osmanlı sanatı, kendi halkı arasında bile çok fazla bilinmez. Divan şiiri yada minyatür sanatı, daha çok akademisyenleri ilgilendirir. Avrupalılar, Floransa'ya ikinci Akropolis (Atina) derler. Rönesans'ın doğduğu ve her şeyin yeniden başladığı şehirdir.

İşte bu şehir, günümüzün ekonomik (ve siyasi) sistemi olan Kapitalizm'in başladığı şehirdir. Aslında Floransalılar, Feodalite yerine Kapitalizmi  koymak gibi bir amaç gütmemişlerdir. Yaptıkları sadece bazı tüccar ve bankerlere soyluluk ünvanı vermekti. Çünkü yüz ölçümü küçük Floransa şehrine gerekli zenginliği ticaret, özellikle ilk kuruldukları yıllarda uzmanı oldukları yün ticaretini teşvik için yapmışlardı. Şehrin nüfusu fazla,  toprağı azdı. Sonra bu tüccar soylular, toprak sahiplerinin yerini aldı. Toprak sahibi olmayan bu yeni nesil aristokratlara burjuvazi, yani şehir soylusu dendi. Burj kelimesi, Türkçedeki burç kelimesinin İtalyanca telafffuz edilmiş halidir. Burçların, yani şehrin içinde yaşayan soylular demektir. Toprak yerine sermayesi, yani kapitali olanın soylu olduğu bu sisteme de Kapitalizm, denildi. Bu sistem Floransa'dan çıktı, önce kuzey İtalya şehirlerine, sonra tüm dünyaya yayıldı.

 Ticaret her zaman önemliydi ve korunurdu ama esas üretin kaynağı topraktı. Tüccarlar korunmakla beraber, macecı göründüklerinden,  çoğu kez maceracı olarak görülürlerdi. Özellikle önce Roma imparatorluğunun iç kargaşalarla zayıflaması, sonra Batı Roma İmparatorluğunun yıkılması ile ticaret zayıflamış, tüccarlık gözden düşmüş, daha ziyade Yahudilerin mesleği haline gelmişti. O kadar ki Karolenj imparatorluunda Yahudi kelimesi, aynı zamanda tüccar demekti. (Günümüz Türkçesindeki Manav kelimesi gibi düşünün. Bir de eskiden şehirler arası posta taşıma işlerini genelde Tatarlar yaptığı için, bu işi yapan herkese Tatar denilirmiş.) Haçlı seferleri ile bazı İtalyanlar, Müslümanlarla savaşmak yerine, ticaret yapmayı tercih edipte, Akdeniz ticareti canlanınca, tüccarlar tekrar itibar kazanmaya başlıyorlar. Toprağı olmayan kuzey İtalya'da da ana üretim alanı oluyor.

Soyluluk ünvanı orta çağlarda, hele de Avrupa'da önemliydi. Soyluluk ünvanınız yoksa, siyaset yapamazdınız. O ülkenin krallık yada cumhuriyet olması, çok önemli değildi. Orta çağ cumhuriyetlerinde (Novgorod, Floransa, Pisa, Venedik vesaire) aristokrat olmayanlar, vatandaş sayılmazdı.  Max Weber'in tezi bu açıdan bence komiktir. Kapitalizm, daha Protestanlık yada onun öncülü olan görüşlerin izi bile yokken Kapitalizm vardı. Daha 13. yy'da bile Kuzey İtalya'da sadece Floransa değil, diğer şehir devletlerinde (Bologna, Milano, Cenova, Venedik vesaire) ya büyük tüccarlar bir şekilde soylu olmaya yada soylular ticarete atılmış bulunuyordu. Marks'ın düşündüğü gibi aniden bir devrimle insanlık yada Avrupa, Aristokrasi'den Kapitalizme geçmedi. 1789 Fransız ihtilali sırasında pek az Aristokrat, baronu olduğu toprakları yönetiyordu. Pek çoğu şatolarını terk etmiş, Paris'te, eğer kralla arası yakınsa meşhur Lourve sarayında, diğerleri de Paris'in Sait Germain mahallesindeki villalarında yaşıyordu. Katolik kilisesi ise hem 1648 Vestfalya antlaşması ile eski gücünü kaybetmişti, hem de kilise ile devletin  ayrılması 1905'i bulmuştu. Pek çok Aristokrat, burjuva olmuştur. Bunun izini edebiyatta da görebiliriz. Balzac'ın romanları, yo olan Aristokrasiye ağıt gibidir. Soylu sınıfı övemeye çalışır ama bu sınıfın üyeleri, operalara, balelere gitmek, arkadaşlarının kadınlarına-kocalarına aşık olup,  maceralara atılmaktan başka bir iş yapmazlar.  Oysa Fransız burjuvası, Haiti ve bazı Antil adalarından başlayarak, Fransız sömürge imparatorluğu kurmuşlar, Fransa'yı sanayileştirmişlerdir. Thomas Mann'ın eserlerinde de Alman burjuvazisinin, kişilik olarak halen Aristokrat havasında olduğunu görürüz. Özellikle Thoma Mann'ın Buddenbrook ailesinde bir Aristokrat ruhlu burjuva ailesinin çöküşünü anlatır. (Tutunamayanlar'ı sıkıcı bulanlara, bu romanı tavsiye ederim. Uzun uzun bakışmalı Türk dizilerine benziyor) Yaşar Kemal'in Akçsaz'ın Ağaları üç romanlık serisinde, belki de bin yıldır savaşan iki yörük ailesinin, son beylerinin kavgası anlatıır. Bir beş yüz sayfa boyunca savaşan yörük beylerinin sağ kalan oğulları, tarlaları satıp, fabrika kurarlar. (Yaşar Kemal denilince akla İnce Memet gelse de, bence en iyi romanı Akçasaz'ın Ağaları'dır.

Kapitalizm ve onun çocuğu olan faşizm, her ülkede ve hatta her şehir ve köyde, kendi tarzında ilerledi. Faşizm başka bir konu, onu yazmıştım daha önce bu blogda, belki bir daha yazarım. Kapitalizm ise hiç Floransa yada Bologna ile anılmadı. Sonuçta bunlar küçücük şehirlerdi. Fransız ihtilali gibi bir kaç istisna olay haricinde pek çok toplumda yavaş yavaş Feodalitenin yerini aldı yada feodal  derebeyleri kapitalistleşti. Az önce de dediğim gibi 1789'da bile Fransız toplumu fazlası ile kapitalist ve sanayileşmişti. Jean-Jacques Rousseau, Yalnız Gezenin Düşleri adlı anı kitabında, Fransız ihtilalinden çok önce (zaten kendisi 1778'de ölmüş) yazdığı anılarında, bir gün ormanda kayboluşunu anlatır. Ormanda garip sesler duyar ve bunların keşfedilmemiş ilkel kabileler olduğunu düşleyip, seslerin olduğu yere doğru gidişini anlatır. Gittiği yerde bulduğu şey, bir çorap imalathanesidir ve o seslerde çorap makinelerinin sesidir. Kapitalizm ile ilgili olarak A.B.D yada İngiltere'nin adı çok geçer ama Floransa'nın adı pek anılmaz. Bu şehir daha çok Rönesand ve Hümanizm ile anılır. Oysa Floransa kapitalizmi de pek masum değildir. Medici ailesinden üç Papa (Emrah Sefa Gürkan'a göre dört) ve iki de Fransa kraliçesi çıkmış, kraliçe Chatherine de' Medici, Sait Barthelemy katliamında yani 23 Ağustos 1572'i 24  Ağustos 1572'de bağladığı gece, putperest Roma'nın, İmparator Konstantin'den öldürdüğünden daha fazla Hristiyanı (Hugonot denen Fransız Protestanları) öldürdüğü katliamı organize etmiştir.  Medici ailesinden gelme Papalar da, öyle masum kişiler değildi. Ülkelerin ve dünyanın kapitalist olması, çoğu kez fark etmeden oldu. Bu konuyu daha iyi anlaşılması için 1963 yılı yapımı Leopar filmini tavsiye edeceğim.  Film, Sicilya gibi feodaliteden kapitalizme geç geçmiş bir bölgede,  bir derebeyinin, burjuva olma çabasını anlatıyor.

Sosyalizm ise, 1917'de birdenbire dünyanın en büyük üçüncü devletinde iktidara geldi. O zamanlar İngiliz sömürge imparatorluğu, Dünya'nın üçte birinden fazlasına egemendi.  İkinci de Fransız sömürge imparatorluğuydu. İkinci Dünya Savaşından sonra bu sömürge imparatorlukları sömürgelerini, bir kaç istisna ve bir sürü ada haricinde kaybetti ve orta boy Avrupa devletlerine döndü. Rusya ise, bu gün bile Dünya'nın açık ara en büyük yüz ölçümlü devleti. Sovyetler Birliği ile Rusya arasında, A.B.D.'nin yarısı kadar yüz ölçümü kadar fark vardır. 1914'de yani 1. Dünya savaşı sırasındaki geri çekilmesi hariç yüz ölçümü, 1989'daki Sovyetler Birliğinden daha büyüktü. Türkiye'in Kars-Ardahan bölgesi, Finlandiya ve bugünkü Polonya topraklarının bir kısmı da bu devlete dahildi. Bu dev devlet, sevgiyle, saygıyla, çiçekle, böcekle kurulmamıştı elbet. Sonuçta çok laf yalansız, ço mal haramsız olmadığı gibi, çok toprakta kansız olmazdı, olamazdı. Bu devasa topraklar işgal edilirken yada elde tutuurken nice nşce savaşlar, isyanlar, katliamlar olmuştu. Sonuçta Rusların düşmanı çoktu.

Rusya bu devrimle beraber,  hem Dünya'dan, hem de beyaz adamlıktan koptu. Artık Rusya, Osmanlı, Türkler, Sibirya halkları, Çinliler yada diğer Asyalı milletlere karşı, Hristiyan Avrupalıların müttefiği değildi. Zaten Sosyalizm, özü gereği  Ateist'ti ve din, halkların afyonudur demişti Karl Marks. Dünyanın tüm ekonomisini değiştirmek, yeni bir din sahibi olmaktan daha tehlikeliydi. Rusya, topluca Müslüman yada Budist olsa, tarih o kadar değişmezdi. Gerçi 1917 yılında Müslüman ülkeler ya İngiliz-Fransız sömürgesiydi, ya da Osmanlı'ya karşı savaşta, İngiliz müttefiğiydi. 1989'da Sovyetler Birliği dağılınca,  tekrar Hristiyan oldu belki ama bir da Avrupa'nın, daha doğrusu beyaz adamın müttefiği olmayı bıraktı. Gene Komünist dönemde olduğu gibi Afrika'nın, Çin ve Asya'nın, Latin Amerika'nın müttefiği oldu. Tatar-Moğol kökenlerine geri döndü. Çarlık zamanında kendisini Doğu Roma (Bizans)'ın devamı olarak görürdü, resmi olarak. Oysa Bizans'ın mirasçısı Osmanlı'ydı. Alman tarihçi Gibbon, Osmanlı, Bizans'ta saltanat sülalsi değişimidir, der. Rusya ise Moğol impartorluğunda sülale değişimiydi,  1917'de özüne döndü. Rusya'da, soylular ile halk arasındaki ayrım bile antik Hun-Türk kavimlerinin, Akbudun, Karabudun ayırımına benziyordu.  Ruslar,  tıpkı Hunlar gibi atlı ve kalabalık birliklerlei hızlı ve güçlü baskınlar ile düşmanı yıkıyorlardı. Rusların meşhur yanık toprak sıtratejisi bile, Hunlardan kalmaydı. Çinliler, Hun-Moğol veya diğer kuzey kavimlerini kovalamak istediklerinde, Gobi çölünden başlayarak, kuzeye gittikçe soğuyan ve yüksekeşen coğrafya ile mücadele edemeyeceklerini anladıklarından, böyle maceralara girmediler. Avrupa'da İsveç Kralı Demirbaş Şarl (XII Karl), Napolyon ve Hitler, bu hatayı yaptı ve Rus bozkırlarında imparatorluklarını kaybetti. 1917'den sonra Rusya, Avrupa müttefiklerini kaybedince, Sosyalizm ve sempatizanlarının yardımı ile bir dünya imparatorluğu olmaya karar verdi. 

Eşyanın tabiatı gibi devletlerin de tabiatı vardır. Adığımız her eşya, kişiliğimizi değiştirir, şekillendirir. Lenin bile, kuşübede farklı, sarayda farklı düşünürüz, demiştir. Kendisi Emparyalizm adı taşıyan ve Emperyalizmi eleştiren bir kitap yazmış olduğu halde,  Rusya'nın başına geçince, kendisi de bir emperyalist oldu. Halkların Kendi Kaderini diye bir kitap da yazmıştı ama Polonya'nın, Finladniya'nın ve Baltık Ülkelerinin ( Estonya, Letonya ve Litvanya) bağımsızlığını kabul etmedi. Zamana Karşı Toprak diye anlatmıştı bu durumu. Çünkü iç savaş devam ediyordu. 1918 Kasımında, yani devrimin birinci yıl dönümünde, ülkenin dörtte üçünden fazlası Beyazların yani karşı devrimcilerin elindeydi. Beyaz orduyu Kazan şehri yakınlarında yenen Kızıl Ordu'nun başında ise, Lev Troçki vardı. Troçki, Şubat devrimi sırasında Menşevikti. Menşevikler, Lenin'in kurduğu Rus Sosyal Demokrat partisinin, Lenin'e muhalif kanadıydı. Ayrışma kesinleşince Lenin,  kendi hizibine, Rus Komünist Partisi adını vermişti.

1917'de Rus çarlığı, Osmanlı'dan bir gömlek üstündü ve Osmanlı'nın duraklama sonu, gerileme başlangıcına benzer bir durumdaydı. Devlet ve ordu yapısı olarak, Osmanlı'dan üstündü. Sinop deniz savaşında, Osmanlı donanması halen granit yada kalker taşından yapılma top gülleleri kullanırken; Rus donanması düştüğü yerde patlayan modern top mermileri kullanıyordu. İstanbul'a 22 Ekim 1868 tarihinde getirilen ilk otomobil, halk tarafından şeytan icadı diye denize atılırken Rusya; Büyük Petro'dan (Türklerce deli denilse de bu yiğidin iyisine deli denmesindendir) itibarek teknolojinin, özelikle de askeri teknolojinin takipçisi, hatta üreticisi olmuştu.  Bu konuda Osmanlı'dan iyiydi ama asla bir Almanya, İtalya falan değildi. Ekonomi halen tarıma dayalıydı ve halkın büyük çoğunluğu köylüydü. Rusya'nın Osmanlı'dan üstün olduğu diğer bir konu da bürokrasiydi. Subayların tamamına yakını harp akademili, harbiyeiydi ve askeri bürokrasi başta olmak üzere bürokrasi aristokrasiye dayansa da, Osmanlıdan daha fazla liyakata değer veriyordu. 

Siyasi açıdan ise Osmanlı'dan gerideydi. Halen orta çağın ik dönemlerindeki Feodalitede kalmışlardı. 1861'e kadar Rus köylüsü derf yani toprağa bağlı köleydi ve Rus soyluları toprala veraber köylüleri; hatta sadece köylüleri alıp-satabiliyordu. Bu tarih, Amerika'da kölelik sebepli iç savaşın başladığı yıldır. Amerika'daki siyahların 1861 yada iç savaşın bittiği 1865'deki toplumsal konumu, aynı tarihteki Aristokrat olmayan Ruslardan bir gömlek daha kötüydü. Ruslar da halen toprak sahiplerinin kölesiydi. Sonrasında köylü Rusların yaşam şartları ve toplumsal konumları da Amerika'daki siyahilerden farklı değildi. Dostoviyetski'nin meşhur Suç Ve Ceza  romanında, Raskolnikov, neden hukuk okuduğunu belli etmez yada söylemez? Günmüz Türkiye'sinde tıp yada hukuk okuyanlar, ilk beş  dakika içinde illa bir bahane ile söyler.  Zira hukuk yada tıp, alt sınıftan bir birey de olsanız, üst sınıfa çıkmanızın yüksek olduğunuzu gösterir. Oysa 191yy Rusya'sında Mujik (Rus edebiyatında Aristokrat olmayan Rus), Hukuk okusa bile, kasaba avukatı veya savcısı olur. Öyle yargıtaya, danıştaya (yada o dönem Rusya'sında eş değiri yargı makamı neyse) falan seçilemiyordunuz. Tıp okursanız da anca kasaba-köy doktoru oluyordunuz. Amerika'da da Siyahiler, Jim Crow yasaları sebebi ile 1865'den sonra da, hatta günmüzde de bu durum çok farklı değildir, alt sınıf olmaya devam ediyorlardı. 1917'de Rusya'da oanlar, 1804'de Haiti'de olanlar benzemekteydi. Haiti'den farklı olarak, burada köleler, deryeti  renkleri ile kendilerini belli etmiyorlardı, efendileri ile aynı ırktandı.

Rus imparatorluğu 1917'de gerileme dönemindeydi. Daha 1867 yılında Alaska gibi büyük bir alanı Amerika'ya satmıştı. Asıl sarsıcı olan 1904-5 Rus-Japon savaşı yenilgisiydi. Bu yenilgi ile kaybettiği toprak ve itibar bir yana, artık Pasifik okyanusunda bir deniz gücü değildi. Çok fazla asker ve gemi kaybetmişti. Osmanlı ile yapılan meşhur 93 Harbi (1877-78 savaşı) bariz bir Rus zaferi ile bitse de, savaşın maliyeti Rus ekonomisini çökertmiş, alt sınıflar onlarca yıldır yoksuldu. Gene de yüz yıllardır ülkeye egemen olan Feodallerin ülkeden sökülüp, atılması kolay olmadı. Uzun süren iç savaş sonrasında ülke yetişmiş insan gücünün çoğunu kaybetti. Milyonlarca Rus, ülkeyi terk etmiş, Dünya'nın dört bir yanına dağılmıştı. Eğitime ulaşabilenler varlıkı, yani aristokrat kişilerdi.  İç savaş ülkeyi yımış, zaten sallantıda olan devlet teşkilatı tamamen dağılmıştı. Kurmak da sayısları on  altı bin küsur olan ve devrimle elli beş bin kadar bir sayıya ulaşan Bolşeviklere kalmıştı. Bolşevikler, öyle yada böyle bunu başardı.

Rusya, yapı olarak emperyalist, yani yayılmacıyıdı, Bolşevikler gibi radikal ve küçük bir grubun eline geçmesi de onu değiştirmedi. Devlet, Bolşevikleri değiştirdi. Bence Troçki'nin, Lenin'in ikinci adamı olduğu halde, Lenin'in ölümünden sonra iktidarı kaybetmesini, görüş farklılıkları yada Şubat devriminden sonra katılmış olmasına değil, Yahudi olmasına bağlarım. Rusya, antisemitizmin yaygındı. Hitler'in soykırımını herkes bilir ama Rus iç savaşında da bir milyon kadar Yahudi olduğunu pek az kimse bilir. Hatta Beyaz Rus generalerinden biri, Rus iç savaşından sonra, bir Yahudi tarafından öldürülmüş, o Yahudi de mağdurluğu bahanesi ile serbest bırakılmıştı. Bu olay, Talat Paşa'nın katili olan Ermeni'nin de serbest bırakılmasına bahane olmuştu. Kızıllar, Beyazlar gibi Yahudi katletmedi ama genel anlamda Yahudilerin siyasette ve toplumda etkin olamadığı ve her fırsatta kaçmaya-göç etmeye çalıştığı bir ülke oldu (Özellikle Stalin zamanında). 

Ekim devrimi, çöken Rus imparatorluğuna, ikinci genişleme dönemini başlattı. Bu dönem 1989'a kadar sürdü.  Rusya o kadar büyüktü ki, Sosylaizmi de yuttu. Çin yada başka bir bölgedeki sosyalizm de, Rusya ile kıyaslandığı gibi, diğer ülkelerdeki Sosyalist devrimler yada devrim teşebbüsleri , Rus emperyalizminin bir parçası olarak görüldü. 1945'den sonra Sosyalist olan doğu Avrupa ülkeleri (Polonya, Doğu Almanya, Çekya, Slovakya (Çekoslovakya), Macaristan, Romanya ve Bulgaristan) için Rus işgali demekti. Arnavutluk yada  Yugostlavya'da ise Rus etkisi açıktı ve Sovyetler birliği yıkılınca, buradaki rejimler de yıkıldı. Araplar ve Afrikalılar için Sosyalizm, bazı zenginlerin mallarına el koymak ve Ruslardan yardım almaktan ibaretti.

1989-90'dan sonra neredeyse Dünya'daki tüm sol ideolojiler, Sovyetler birliğinin yıkılması ile sarsıntı geçirdi. Varşova paktı, Sovyetler Birliği, Yugostlavya, Arnavutluk, be varsa yıkıldı, dağıld. Bir tek Küba dayandı. İtalya'nın Komünist kentleri, İskandinavya sosyal demokrasisi bile yıkılıdı ve gücünü kaybetti. Daha neler neler oldu ve her şey Rusya'ya bağlandı.

Oysa en ateşli kaptalistler bile Floransa'nın adını almaz ve Kapitalizm de, özellikle kuruluş yıllaırnda defalarca iflas etti ama hiç kimse de, bu tüccar-esnaf milletine soyluluk ünvanı vermekten vazgeçelim demedi. Aristokratlar, derebeyleri de eyvah, saltanatım bitti demedi yada dediklerinde iş işten geçmişti. Sosyalizm ise, Rus Çarlığı gibi devasa ve güçten düşmeye başlayan bir imparatorlukla ve tüm dünya kapitaslistlerini bir anda üzerine düşman etme talihsizliğini yaşadı.

12 Kasım 2024 Salı

SONRA YAPILACAK TEK ŞEY VAR (HAYIR DE) -WOLFGANG BOCHERT



SONRA YAPILACAK TEK ŞEY VAR (HAYIR DE) 

Sen. Makine başındaki adam ve atölyedeki. Sana yarın su boruları ve vanalar yerine
çelik miğferler ve makineli tüfekler yapmanı emrederlerse, yapılacak bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Tezgahı ardındaki kız ve bürodaki kız. Sana yarın bomba doldurmanı ve keskin
nişancı tüfekler için hedef dürbünleri monte etmeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Fabrika sahibi. Sana yarın pudra ve kakao yerine barut satmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Laboratuardaki araştırmacı. Sana yarın eski yaşama karşı yeni bir ölüm icat
etmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Odasındaki ozan. Sana yarın aşk şarkıları yerine nefret şarkıları söylemeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Hastası başındaki doktor. Sana yarın savaşa adam yazmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Kürsüdeki din adamı. Sana yarın savaşa dair kutsal sözler söylemeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Vapurdaki kaptan. Sana yarın buğday yerine top ve tank taşımanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Havaalanındaki pilot. Sana yarın kentler üzerine bomba ve fosfor yağdırmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Dikiş masası başındaki terzi. Sana yarın üniformalar dikmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Cübbesi içindeki yargıç. Sana yarın savaş mahkemesine gitmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. İstasyondaki adam. Sana yarın cephane treni ve kıt'a nakli için kalkış sinyali vermeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...


Sen. Kentin varoşlarındaki adam. Sana yarın gelir de siper kazmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Normandiya'daki ana ve Ukranya'daki, sen Frisko ve Londra'daki ana. Sen Hoangho ve Missisippi' deki
ve Hamburg ve Kore ve Oslo'daki ana., bütün toprak parçaları üzerindeki analar, dünyadaki analar, sizden
yarın yeni kırgınlar için hemşireler ve çocuklar doğurmanızı isterlerse, dünyadaki analar, yapacağınız bir tek şey var:
HAYIR deyin!... Analar, HAYIR deyin!...

Çünkü eğer hayır demezseniz, eğer hayır demezseniz analar, sonra, sonra:

Gürültülü vapur dumanlarıyla yüklü liman kentlerinde büyük gemiler inildiye inildiye sessizleşecek, dev mamut
kadavraları gibi su üstünde ölgün ve hantal, su yosunu, deniz bitkileri ve midye kabuklarıyla kaplı, önceleri
öyle ipildeyip çınlayan gövdesi mezarlık ve çürümüş balık kokusuyla yüklü, yıpranmış, hasta ve ölü gövdesi
rıhtım duvarlarına karşı, ölü ve yalnız rıhtım duvarlarına karşı yalpalanacak.

Tramvaylar beyinsiz, ışıltısız, cam gözlü kafesler gibi yamru yumru olacak. Çürümüş hangarların arkasında, büyük
çukurlar açılmış yitik caddelerde raylar öylece duracak.

Çamur grisi, pelteleşmiş, kurşuni bir sessizlik dönenecek ortalığı, her şeyi unutarak, büyüyecek okullarda ve üniversitelerde
ve tiyatro salonlarında büyüyecek, stadyumlarda ve çocuk parklarında, korkunç ve hırslı kesintisiz bir sessizlik büyüyecek.

Güneşli taze bağlar yıkık yamaçlarda çürüyecek, kuraklaşan toprakta kuruyacak, pirinç ve patates ekilmeyen tarlalarda
donacak ve sığırlar katılaşmış bacaklarını devrilmiş iskemleler gibi dikecek gökyüzüne.

Enstitülerde büyük doktorların dahi buluşları asitlenecek, çürüyüp, mantarsı küfle kaplanacak.

Mutfaklarda, hücre odalarda ve kilerlerde, soğuk hava depolarında ve ambarlarda son torba un, son kase çilek, kabak
ve diğerleri bozulup gidecek, ekmek ters çevrilmiş masaların altında, parça parça olmuş tabakların üstünde yemyeşil kesilecek,
ortalığa yayılan yağ arap sabunu gibi kokacak, tarlalarda buğday paslanmış karasabanların yanına düşüp kalacak, yok edilmiş
bir ordu gibi ve tüten tuğla bacalar, demirci ocakları ve yıkık fabrika bacaları sonsuz çimle kaplanarak ufalanacak, ufalanacak,
ufalanacak.

Sonra son insan dökülüp parçalanmış barsaklarıyla ve kirlenmiş ciğerleriyle zehir gibi kızaran güneşin altında yalnız ve yanıtsız
ve yalpalayan yıldızların altında bir yanılgı gibi ordan oraya dolaşacak, o kocaman beton yığınları, tenha kentlerin soğuk putları
ve gözden kaçması olanaksız toplu mezarlar arasında yalnız, son insan, kupkuru, delirmiş, allaha küfrederek, yakınarak o korkunç
soruyu soracak : NEDEN? Bu ses bozkır derinliğinde yiterek duyulmaz bir hale gelecek, yıkıntılar üzerinde esecek, çatlaklar
arasından akacak, bu ses, ibadethane enkazları içinde ve sığınaklara çarparak şaklayacak, kan birikintileri üzerine düşecek,
duyulmayacak, yanıtlanmayacak, son insan-hayvanın son hayvanca bağırışı.

Tüm bunlar olacak, yarın, yarın belki, belki hemen bu gece, belki bu gece, eğer-eğer-eğer siz.
HAYIR demezseniz!...




Wolfgang BORCHERT

Çeviri : Rahman HAYDAR
Kaynak : www.yersizyurtsuz.com