Farabi'in meşhur kitabı El Medinet-ül Fazıla, çok bilinen, az okunan bir kitaptır ve zannedildiği gibi bir ütopya kitabı değildir, hatta bugünkü ölçülerde bir disütopya kitabıdır. Bu kitap, bir çeşit başkanlık rejimi kitabıdır. Herkes kitapta başkandan istenilen özelliklere dikkat etmiştir. (Gazali dahil.) Kimse başkanın yetkilerine dikkat etmemiştir. Şehrin başkanı, bir sultan gibi sınırsız yetkidedir.
Aslında bu, o çağ için dikkat edilecek bir konu değildir. Farabi'nin yaşadığı çağda valilikler, İran'ın Pers (Akhamenid) imparaorluğundan kalma satraplık benzeri kurumlardı. Bir bölgenin valileri, bir çeşit hanedandılar, konumlarını babadan oğula devrederlerdi. Abbasi devletinde, Mısır'daki Tulunoğulları ve İhşitler, Halep civarındaki Hamdaniler, en ünlüleriydi. Gene Akhamenidler gibi hanedan üyelerinin, özellikle de şehzadelerin valilik yapması (sancağa çıkması), Osmanlılarda bile uzun süre devam eden bir gelenek olmuştur.
Gazali'de şehrin sultanına (Çevirilerde başkan deniliyor ama bu başkan değil, sultandır. ) atfettiği 12 özelliği (şimdi saymak gereksiz geliyor bana) eleştirir. Bu kadar özelliğin ancak peygamberlerde olabileceğini söyler. Farabi savunucuları da ilk altısının mutlak gerekli olduğunu söyler. Aslında sorun, bu kadar özelliğin peygamber olmayanda bulunup, bulunamayacağı değil; peygamber olmayana verilip, verilmeyeceğidir. Burada peygamberliği, vahiy almak değil de kutsanmak anlamını verirsek, konuyu daha iyi anlarız. Aslında taraftarlarının peygambermişçesine kutsadığı kişiler bu kadar yetkili olabilir.
Eski tarihlerde bu kutsaallık soyda bulunur ve soya geçerdi. Arap kültüründe soy sadece babadan geçerdi. Bu yüzden Araplara göre Muhammedin soyu kesikti. Kevser suresine rağmen damadı ve amcasının oğlu Ali'nin halifeliğini kabullenmedikleri gibi, torunları Hasan ve Hüseyin'den de nefret ettiler. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2019/02/fuzuli-hakikatul-saada-ilhan-arsel.html ) Kutsanmış soy, sultanları tanrının seçtiği iddiaları, tek tanrılı dinlerce de tekrarlandı. Krallar, halkları yönetsin diye tanrılarca atanmıştı. Pek çok kere de krallar ya da benzeri yüksek makamdakiler, ağaç kovuğundan çıkma, inciden çıkma, gökten inme gibi efsanevi soylara dayandırdılar kendilerini. Yazının yaygınlaşması, bu kutsal soy düşüncesini zayıflatarak yıktı. Son kutsal soy, Moğol imparatoru Cengiz Han'ın soyu oldu.
Eski Yunan filozof ve taihçileri, tiranlar (diktatörler) ile monarklar (krallar) arasında ayrım yapmıştı. Tiranlar genelde demokrasilerde krizlerden faydalanıp, tüm gücü ele geçiren demogoglardı. Krallıklarda da bazı kumandan ve vezirler, kral naibi olarak diktatörleşiyorlardı. Krallar hem bu makamlarını tanrısal soyları yüzünden haketmişlerdi, hem d ebazı geleneksel değerler ve etraflarını saran aristokrasi nedeniyle o kadar da sınırsız yetkili değillerdi. Onları tahta çıkaran kutsallık öyküleri, onları kısmen de olsa sınırlıyordu.
1215'de ise İngiltere'de soylular, Krala Magna Carta'yı imzalattılar. Böylece ilk defa bir kralın yetkileri gelenekler tarafından değil, bir sözleşme ile sınırlandırılmıştı. Bu sözleşme, Kral ile toprak sahipleri (Lordlar, yanılmıyorsam toplam 26 (yirmi altı) adet ) ile imzalanmıştı. Lordlar kendilerini kralla bir görüyorlardı çünkü nasıl kral John, yüz otuz dokuz yıl önce İmgiltereyi istila eden Normandiya kontu Fatih William'ın soyundansa, diğerleri de adayı istila etmedi için ona yardımcı olan diğer sosyluların soyundandı. Yani kralı çok da üstün görmüyorlardı.
Bunun üzerine Rönesansın ilerleyen dönemlerinde filozoflar (Thomas Hobbse, John Locke, David Hume, J.J.Rıuseau), krallara bu yetkinin tanrı değil, toplumsal bir uzlaşma ve sonrasında sözleşme ile verildiği fikrini işlediler. Sözleşme de, kralın yetkilerinin sınırlandırılması, dahası bir krala ihtiyaç olmayacağı fikrine kadar vardı. Montesquieu ise, Roma tarihini okurken, güçler ayrılığı ve güçler dengesi fikrine ulaştı.
Gene de insanların kutsanmış lider ihtiyacı geçmedi. Alman sosyolog Max Weber buna karizmatik liderlik dedi. Bunlar geleneksel değerlerden solayı soya dayanmayan, liyakat yani hukluksal olarak da tartışmalı bu liderliğe, tanrıdan gelen anlamında karizmatik dedi (Gazali'nin eleştirilerini hatırlayınız.) Bireyin kendi yetenekleri , başarıları ve hitabet yeteneği ile halkı yöneten kimselerdi. Bu karizma, pek de soya aktarılamıyordu. Çünkü kişi başarılı olsa da, oğlunun da benzer başarı sağlayabileceği beklenmez. Sonuçta mucize kişininidir, çocuklarının değildir. Öte yandan ben kendim naçizane, karizma için gerekli bir şart olduğunu gördüm; ÇİLE.
Bu çileyi sadece başkan yaşamamalı, onun destekçileri ve halkı da yaşamalıdır. Çile kardeşiliği, bu yollarda beraber yürümek, insanların lidere sevgisini ve itaatini arttırır. Bu kutsallık makamına erişen lider, takipçilerine istediğini, çok uç noktalara kadar yaptırabilir. Mesela 17. yüzyılda Sabatay Sevi isimki bir haham, mehdi olduğunu ilan etti ve pek çok Yahudi'yi buna inandırdı. Sonra bu olay, Osmanlı devletinin kulağına duydu. Sabatay Sevi, o dönem,m padişahı Avcı Mehmet'in (IV. Mehmet), İstanbul'daki karışıklıklar yüzünden Edirne sarayında yaşadığı için, Edirne'ye getirildi. Ölüm tehditi altında Müslüman oldu ama sevenleri onu yalnız bırakmadı. O da yarı Yahudi, yarı Müslüman, Sabataycılığı kurdu. Bu akım halen aktiftir ve İsrail'e kabul edilmemişlerdir. Çünkü bu inanış, Müslüman gibi görünmeyi ve yaşamayı, Sabatay Sevi'nin emri kabul eder.
Bu itaat, çok yoğun veya sonsuza kadar olmayabilir. Sabatay'ın çok az rakibi kendisini takip etti, daha ziyade Selanik bölgesi Yahudilerinin bir kısmıydı. Sabatay Sevi, daha ziyade günümzdeki New Age (Yeni Çağ) tarikatlara benziyordu. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2019/07/tarikat-nedir-2-neden-tarikatlara-uye.html ) Siyasi bir varlığı yoktu. İşin çile kısmı, kutsal siyasi liderler için daha önemlidir.
Lenin ve Stalin, Bolşevik partinin yasaklı olduğu yıllar boyunca hapisler ve işkenceler yaşamışlardı. Sonuçta bir lider olarak, iç savaşta Menşevikleri de yenerek, iktidar oldular. Stalin, tüm hatalarına rağmen, ikinci dünya savaşında Almanları yenerek kutsanmış lider (ya da Necip Fazıl Kısakürek'in deyimiyle başyüce oldu) Oysa Stalin ölür ölmez, Stalinizm'den arındırmalar başladı, kendisi baş yüce iken, baş kötü oldu. Stalin'in kızı da Amerika'ya iiltica etti. Komünistler daha sonra Sovyetlerin zayıflamasını Kruşçev, Brejnev ve Gorbaçov'a bağladı.
Başyücelerin ölümü, siyasi hareketlerin sonunun başlangıcı olur genelde. Çünkü bu kadar yetki başkasında olursa, insanlar kabullenmez. Bu kutsallıkta, aynı çile ve mücadele vermemiş kişiye verilmez. Diğer yandan bu kutsallıkta çok güvenilir değildir. Özellikle yeni üyeler yada yeni nesiller, baş yücenin her dediğini yapmayabilir. Tıpkı 1995'de dişçisini, doktorunu ve Ülkücülerin pek de sevmediği pek çok kişiyi aday gösterip, baraj altı kalan Alparslan Türkeş gibi. (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/04/turkesin-discisi.html) Yönetirken çok fazla hata yapan baş yüceler, Kaddafi gibi linç edilerek öldürülebilir. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2019/12/libyanin-yakin-cag-tarihi.html )
Yapılan hataların acısı genelde lider öldükten yada devrildikten sonra çıkar. Tito'dan ve Sovyerlerin desteğinden sonra dağılan Yugostlavya buna örnektir. (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/09/balkan-yarimadasinin-soguk-savas.html) Gene de baş yüce yaşarken onunla mücadele zordur. Baş yüceye suikast ise, başarılı olsa bile tehlikelidir. Sezar suikastinden beri liderlere suikastler ve suikast teşebbüsleri, sonrasında daha yeni ve güçlü diktatörlükler kurulmasına sebep olur-olabilir.
Muhalefetin görevi ise, her şeye rağmen, mümkün olduğunca demokrasi ve hukuk sınırlarında, yapabildiği kadar muhalefete devam etmektir. Öte yandan da, baş yüce sonrasında olası bir iç savaş çıkmaması, çıksa da erken bitmesi için, barışçıl ve demokratik bir muhalefet şarttır.
Gazali, peygamber derken muhtemelen peygamber soyundan yada akrabası olduğunu iddia ettiği ve her ne kadar vezir Nizamülmülk ve Selçukluların kurmuş olduğu Nizamiye medreselerinin hocası olarak ünlense de, kendisini Abbasi halfeliğine bağlı sayıyordu. Oysa Abbasi halifeliği de, Emevi halifeliğini yıkarak kurulmuştu. Abbasilik, uzun süre Şii, Büyeihoğulları ve Şii, Samanoğulları baskısı altındaydı. Bu yüzden de Oğuz boylarını ve yöneticisi olan Selçukluları yardıma çağırdılar. Böylece yetkilerini istemeden de olsa Selçuklular ile paylaşmak zorunda kaldılar.
İkinci dünya savaşı bitiminde Almanların tekrarladığı bir cümle vardır; Umarım bir daha İsa bile olsa bir kişiye bu kadar yetki vermeyiz. Bence bu söz, kimseyi bir daha bu kadar kutsallaştırmayalaım ve bu kadar yetki vermeyelim olmalıdır. Güçler ayrılığı fikrinin mucidi Montesquieu'nun dediği gibi, güç yozlaştırır, mutlak güç, mutlaka yozlaştırır.