16 Kasım 2025 Pazar

BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM (Sayim Alkazak-tahmini)



bu solculardan nefret ediyorum
ya, bunlar nasıl insanlar bilmem ki
eşitlik diyorlar
adalet diyorlar
özgürlük diyorlar
herkese güvenceli iş
herkese güvenceli gelecek
herkese aş diyorlar
zengin yoksul olmasın
toplum sınıfsız
kış günü herkesin evi barkı olsun diyorlar
BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM
çocuk işçiler
çocuk gelinler olmasın diyorlar
insanlar sömürülmesin
emeklerinin karşılığını alsın diyorlar
hastane kapılarından
okul kapılarından döndürülmesin diyorlar
herkes için parasız sağlık
parasız eğitim diyorlar
BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM
insan ayrımı yapmıyorlar
sen Türksün
sen Kürtsün
sen alevisin
sen sünnisin demiyorlar
sen başı açıksın
sen başı kapalısın demiyorlar
sen siyahsın
sen beyazsın demiyorlar
sen Diyarbakırlısın,sen teröristsin
sen Yozgatlısın,sen faşistsin demiyorlar
insana insan oldukları için değer veriyorlar
BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM
doğayı seviyorlar
temiz bir doğa
sağlıklı bir çevre diyorlar
doğayı talan eden HES'lere
rant için yapılan köprülere hayır diyorlar
ODTÜ'de ağaç kıyımına hayır diyorlar
Ankara nefes alsın
dünya nefes alsın
çocuklarımız nefes alsın diyorlar
BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM
hırsızlığa
vurguna
soyguna
yolsuzluğa
rüşvete
talana cephe alıyorlar
halkın vergilerini halka hizmet olarak döndürmeyip
cebe indirenlere lanet okuyorlar
halkını seviyorlar
ülke insanını seviyorlar
BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM
savaşlara
emperyalizme hayır diyorlar
savaşı zenginler çıkarır
yoksullar ölür diyorlar
savaş zenginlerin terörüdür
çocuklar öldürülmesin diyorlar
barış diyorlar
halklar kardeştir diyorlar
dostluk
insanca yaşam
tam bağımsız Türkiye diyorlar
BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM
biz dine karşı değiliz
din sömürüsüne
dini kullananlara karşıyız diyorlar
yoksullara din iman
zenginlere han hamam
yoksula ancak öbür dünya cennet
zengine her daim bu dünya cennet
diyen afyonculara
bu dünyayı yoksullara cehennem
fakat
zenginlere cennet eden kapitalizme karşı direniyorlar
yoksullar için
bu dünyayı da cennete çevirmek
kısacası
başka bir dünya mümkün diyorlar
BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM
nerede bir ezilen
nerede bir sömürülen
nerede bir mazlum
nerede bir ötekileştirilen varsa
onun yanında oluyorlar
sen ben farkı bilmiyorlar
ezildikten sonra hepimiz şarabız diyorlar
gelin dayanışalım
gelin birlik olalım
gelin insanca bir düzen kuralım diyorlar
bizi
birbirimize düşürenlere inat
BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM
GECELERİ KİMSENİN AÇ YATMADIĞI
GÜNDÜZLERİ KİMSENİN İŞSİZ GEZMEDİĞİ BİR TÜRKİYE DİYORLAR
SOSYALİST TÜRKİYE CUMHURİYETİ DİYORLAR
BU SOLCULARDAN NEFRET EDİYORUM
''BEN VATAN HAİNİYİM'' diyorlar.

Sayim Alkazak diye tahmin ediyorum. Can yücel diyen de var, pek çok kaynakta anonim diyor. Bulduğum en eski kaynak bu: https://yenierdekgazetesi.com/kose-yazilari/bu_solculardan_nefret_edi-11539.html

15 Kasım 2025 Cumartesi

AVRUPA YAKASI DİZİSİ VE BURJUVAMIZIN KOFLUĞU



İkibinli yıllarda genel anlamda akşamları televizyon izlerdim ve dolayısı ile dönemin moda dizisi Avrupa Yakası'nı da düzenli olarak izledim. Dizi biteli ve Gülse Birsel yeni dizi senaryosu yazmayalı çok oldu. Diğer Gülse Birsel dizileri, Avrupa Yakası kadar tutmadı çünkü bu dizi, hem az kanallı, internet ve sosyal medyanın sınırlı, televizyonun özellikle beş büyüklerin (Star,ATVShow,KanalD ve şimdilerde adı NOW olan Fox) en etkili olduğu zamanda yayımlanmıştı. Ben diğer dizilerin sadece bir kaç kere tam bölüm olarak izledim, çoğunlukla içinden kırpılmış parçaları izledim. Konuya Avrupa Yakası özelinden gireceğim.

Dizi, büyük ölçüde doksanlarda moda olan, Kurtlar Vadisi ise modası geçmeye başlayan mahalle dizlerinin, ofiste olan versiyonu gibiydi Zaten sezon ilerledikçe çoğu karakter, Sütçüoğulları apartmanına taşındı, Sütçüoğulları'na kiracı oldu. Dizi büyük ölçüde absürtlükler içermekle beraber, mantıklı bir yapısı vardı. Olaylar, başrol oyuncusu ve senarist Gülse Birsel'in canlandırdığı Aslı karakterinin evi ve işyerinde geçiyordu. Gülse Birsel ve yapımcı Sinan Çetin'le anlaşamadığı medyada duyulan oyuncular diziden ayrıldığı ve yerlerine de yeni oyuncular geldiğinden senaryo sık sık değişti. Filmde komiklikleri genellikle aykırı ve tuhaf tipler yapıyordu (Burhan, Gaffur vesir). Dizinin azıl tutan yeri, Avrupa Yakası dergisinin, her beyaz yakalının çalışmak isteyeceği iş yeri olmasıydı. Çalışanlar yüksek ücret almıyordu ama parasız da kalmıyorlardı;çok çalışıyorlardı ama her etkinliğe de vakit ayırıyabiliyorlardı. Dizide kötü karakter yoktu, başarısız kötü de yoktu. Komedi ve çocuk filmlerinde genellikle kötü değil, başarısız kötü yada komşk kötü karakterler olur; Şirinler'de Gargamel; Selena'da Hades gibi (ya da İlyas Salman ve Kemal Sunal filmlerinde Ali Şen ve Şener Şen'in canlandırdığı karakterler gibi). Bu dizide o da yoktu, sadece gıcık diyebileceğimiz, sinir bozucu karakterler vardı. Burhan karakteri, beş dakika konuşsanız, sizi fazlası ile yoran,  Osmanlıların deyimi ile ( Nâdan, Ömer Seyfettin'in bu isimli bir hikayesi vardır) birisiydi ama parasız kalsanız borç verir, işsiz kalsanız sağa-sola haber verir, arada evinde misafir ederdi.  Aslı'nın sinşr bızucu abisi Volkan, gariban arkadaşı Sertaç'ı, işlettiği pastanede doyururdu. Dergi ortamında çalışanlar arasında çekememezlik ve dedikodu olsa da bunlar kumpas-komplo dalavere durumuna gelmezdi. Derginin genel yayın yönetmeni, çaycı ile aşk yaşıyor ve kimse onu linçlemiyor, ona hakaret etmiyordu. Hatta yönetmen hanımın, sevgilisi ile yaşıt oğlu yanına geldiğinde, kimse oğluna bunu söyleyip, ana-oğul kavga etmelerine engel olmuyordu.

Buraya bir ara yorum yapayım, gerçek hayatta işler öyle gitmiyor. En ufak aşk meselesi hemen herkesin diline dolanır. Hele derginin yönetmeni ve yazarı, dergideki  oğlu yaşındaki çaycıyla aşk yaşayacak, yer-gök yıkılır. Sırf Fatoş hanım yada Tanrıverdi işten atılsın da, bizim dayı oğlu, hala kızı işe girsin diye bire bin katılır, her yere şikayet edilir. Hele oğluna, alel acele yetiştirilir. Gülse Birsel'in uzun yıllar çalıştığı Doğuş dergi grubu ve çalıştığı dergilerde de iş ortamının farklı olduğunu sanmıyorum. Diziyi özleyenler, bu ütopik çalışma koşullarını özlediğinden, diziyi izliyor. Yoksa dizideki pek çok espiri, Güldür Güldür programındaki parodiler seviyesinde. Hatta bazıları Recep İvedik kabalığında. Gülse Birsel, diğer dizilerinde de Türk sosyetesinin, bugünlerin tabiriyle varoş hallerini yazdı, zaten başka bir çevre görmemişti. Hem Avrupa yakası, hem de diğer Gülse Birsel dizilerinde dikkatimi çeken, zengin, varlıklı karakterlerin sinir bozucu, küstah ve cahil olmaları. Avrupa Yakasının her yeni sezonuna, daha zengin, küstah ve yüzsüz karakterler gelirken, Avrupa Yakası'ndan sonrahi her Gülse Birsel dizisinde de zenginlik, küstahlık ve görmemişlik arttı.

Dizi bir yana, Türk burjuvazisinde de var bu varoşluk, görmemişlik, kibir ama halen geri kalmışlık. Avrupa Yakası'ndan sonraki bir dizideydi (Yalan Dünya yada Jet Sosyete)  sanırım,  Gülse Birsel, sabaha kadar süren bir partiye gitmek istiyor, anne ve babası da onun bu isteğiyle alay ediyordu. Ata Demirer'in oynadığı Volkan karakteri, Nişantaşı'nda bir apartman ve lüks pastane işleten bir ailenin oğlu olarak, muhtemelen İstanbul'un köklü ailelerinden birinden mezun olması gereken biri olarak, modern bir birey gibi davranması gerekirken, en geri kalmış birey gibi davranıyordu. Etrafındaki her kadının peşinden koşup, kızkardeşi yada kız arkadaşlarına maço bir erkek gibi davranıyor, besteleri yayınlansın diye homoseksüel taklidi yapıyordu. Sen o kadar İstanbullu, Nişantaşılı aile çocuğusun, azıcık klasik müziğe, sanat müzüiğine falan merak et ama hep arabesk-fantazi. Dizideki diğer burjuva tipler, mesela Kubilay ve Bülent karakterleri, aşırı zampara, zerre vakarı olmayan, para yemekten ve aile işletmesini yürütmekten başka bir özelliği olmayan tipler. Bülent karakterinin Ercan Arıklı'dan ilham alındığı, gazetelerde yazılmıştı. Bu durumda Saadettin Yerebakan, Aydın Doğan; Selin Yerebakan'da Vuslat Doğan Sabancı oluyor; benzer şekilde Kubilay'da Ali Sabancı. 

Nasıl ki resmim ve heykelde hayali yada tarihte resmi-heykeli hiç yapılmamış karakterler, (Yunus Emre, Farabi vesair) bir modele bakılarak  yapılmışsa; edebiyat, sahne ve kamera sanatındaki karakterler de yaşanmış hayat hikayelerine bakılarak yazılır, Gülse hanımın sadece jet sosyeteyi yazma sebebi de bu. Jet sosyetemizin arada bu varoş yüzü kameralara da yansıyor. Mesela Ali Koç; Fenerbahçe Kongresini kaybedince, küfürler ve tehditlerle salonu terk etmesi; başka bir yerde garsonu, servis ettiği içeceğin ne olduğunu bilmemesi ile ezmeye kalkması vesaire,  vesaire. Ali beyi siz Vehbi Koç'un torunu oluyorsunuz, soyunu Ahi Evran'a, yani Ahi şeyhlerine gidiyor. Yani koç ailesi sekiz-dokuz yüz yıllık süper zengin; siz bakmayın bakkal dükkanı masallarına. Lakin halen varoşluk. İkinci en büyük sermayeli burjuva ailesi Sabancılar; sermaye bölünmesin diye akraba evliliği yapıp, pek çok sakat çocuğa sahip olan; böylece akraba evliliklerini istemeyen 12 Eylül rejimin propaganda aracı olmuştur. Tek sebep sermaya bölünmesin mi,  oysa Vustal Doğan hanımla yapılan evlilikleri gibi, başka varlıklı ailelerle evlilikler yapabilirlerdi. Akraba evlilikleri ile ünlü bu ailenin uluslar arası sanat ve antika toplayıcılarından biri olması ayrı bir konu. Sakıp Sabancı, seksenler ve doksanları, hem bir holding patronu, hem de bir medya şovmeni olarak geçirdi. Yoksulluktan, dolar milyarderliği masalları anlattı. Abartılı Kayseri aksanı vardı, bir gün, dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile resmi bir toplantısını seyrediyordum, her ikisinin de (Demirel'in de abartılı Isparta aksanı vardı) aksansız konuşmasına çok şaşırmıştım.

Burjuvamızdaki avamlık sadece yaşam tarzı yada halkla ilişkilerinde değil, ürettiklerinde ve ticari ilişkilerinde de göze çarpıyor. Gülse Birsel'in, bir gazetec, olarak hangi başarısını biliyorsunuz, yada ortaya çıkardığı sıkandalı? Senarist olarak başarılı, onda da hayal dünyası kendi çevresi ve sosyetik sınıfı ile sınırlı. Bir gazeteci olarak toplumdaki her sınıfı, her türlü insanı tanımasını beklersiniz ama yok. Hıncal Uluç bile, Karacan yayınlarındayken, Playboy'un çakması Erkekçe dergisi ile hem Playboy'dan çok satmış hem de bu dergi Playboy Türkiye'den çok yaşamış, hem de gazetecilik adına çok daha iyi işlere imza atmıştı. Yaşar Kemal, röportajın bir edebiyat sanatı olduğunu gösterdiği son röportajkarını bu dergiye yaptı (özellikle sokak çocukları ile yaptığı röportajlar gündemi değiştirmişti) Necip Fazıl Kısakürek'in son röportajı da bu dergiyeydi, bunu kabul etmeyen müridlerini Kısakürek, kendisi susturmuştu. Gülse hanımda bu da yok. Son kitabının adı da bu bakımdan manidar, beni gözünüzde büyütmeyin. Son demişken, eski bir iş arkadaşına (Vural Çelik) böyle salakça bir yazı ile veda edip, halkı karşısına almak da Gülse hanıma yakışırdı. Gülse hanımın çalıştığı Doğuş dergi grubu, yabancı dergilerin taklidi, hatta çoğu kez dümdüz çevirisinden ibaretti, halen de öyle. İnternet, kağıda basılı medyayı, dergi ve gazeteleri yavaş yavaş bitiriyor.

Sanayimizin haline bakarsanız, bu kofluğu daha iyi görürüz. Koç holding 75 yıldır otomobil üretiyor ama motor üretmiyor. Gene aynı grup, dünaynın en büyük elektrikli ve elektronik eşya üreticilerinden birisi ama mikroçip ve panel üretmiyor. Koca Türkiye'nin yerli otomobili devlete kaldı ama o da gerçek bir seri üretim yapamıyor. Ülker, dünyanın en büyük paketli gıda üreticisi ama Türkiye'nin zeytin, mısır özü, ayçiçek, fındık, tereyağ ve benzeri tüm yerel yağlarını kullanmayıp,  Malezya ve Endonezya'dan palmiye yağı kullanır. Bu ve diğer Türk paketli gıda şirketlerinin genel tavrıdır bu. Benzer şekilde Türk, pancar şekeri kullanmaz, Amerika'dan ithal, mısır şurubu kullanılır. Özünde başka şirketlerin Türkiye temsilcisi, yani komprador olan burjuva, her zaman kof kalıyor.



10 Kasım 2025 Pazartesi

TOPLUM SÖZLEŞMESİ-FETİHÇİDE BİRLEŞMEK, GÜCE BOYUN EĞMEK





Toplum sözleşmesi her zaman uyumla olmaz, bazen de dayatılır.  Güçlü bir lider, diğer kabileleri, beylikleri itaat altına alır. Çin'in kuruluşundan başlayarak, ilk çağdan itibaren pek çok devlet böyle kurulmuştur. Çin'de bu gün bile bir çok resmi dil vardır. Çin'i daha sonra Türk-Hun kökenli Tabgaçlar, Moğollar ve Mançular işgal etti ve bu işgalci toplumlar çabucak Çinlileşti. Osmanlı'da benzer bir şekilde, Osmanoğulları beyliğinin, diğer beylikleri itaat altına alması ile imparatorluk oldu. Osmanlı'nın beylikleri birleştirmesi, Yavuz Sultan Selim dönemine kadar sürdü. Sonraki dönemde de pek çok derebeyi, kısmen yarı bağımsız yaşadı. Osmanlı'nın gücü biraz düştüğünde, Anadolu isyanlarla çalkalandı. Osmanlılar üzerlinde uzlaşılmış bir beylik değildi ama güçleri ile iktidar oldular.

Üzerinde anlaşılan çoğu ismin, diğerlerine hakim olacak kadar güçlü olması şarttır. Güçlü değilseniz, insanların sizin isminiz üzerinde uzlaşması zor olur. İstenmeyen biriyse yada birileriyse,  sonsuza kadar güç kullanamaz. İngilizlerin deyimiyler, kılıçla fethedebilirsin ama kılıçların üstüne oturamazsın. Osmanlı Balkanları ve Anadolu'yu fetihçi olarak birleşti. Anadoluda beyliklerin, Balkanlarda despot denen derebeylerin kavgalarından bıktığı için Osmanlı'ya boyun eğmişti. Fakat bu seferde Osmanlı'nın valileri, derebeyleri ortalığı karıştırdı.

Bazı durumda fetihçi, yabancı da olsa, birleştirmesi kalıcı olur. Efsaneye göre Viking savaşçıları, Doğu Avrupa'daki Slav kabilelerini bir araya getirip, Rusların ilk hanedanlığı olan Runik hanedanlığını kurdu. Runik hanedanlığının son çarı Korkunç İvan, son oğlunu öldürüp, delirerek ölünce, Rus soyluları, manastırda yaşayan, babası hapiste 17 yaşında bir gencin adında uzlaşıp, Romanov hanedanlığını kurdu. 19. yüzyıl başlarında Shaka Zulu adında bir kabile lideri, Güney Afrika'da kabileleri bir araya getirdi. İki yüz yıla yakın süren İngiliz ve Irk ayrımı rejimine rağmen Zulu kimliği günümüze kadar geldi.

Fetihçiler, diğerleri tarafından uzlaşılmamış kişilerdir, bu uzlaşıyı sonradan kazanmalıdırlar. Aksi halde daha büyük bir parçalanmaya sebep olabilirler.


8 Kasım 2025 Cumartesi

YAVSAK FAŞİZMİN ANONİM MASKELİ SALDIRILARI

 


Bu blogdaki daha önceki yazılarımda a yerine o demiştim ama mahkemeler yavşak kelimesini hakaret saymadığı için böyle kullanacağım artık. Bu blogda faşizmi, kaba faşizm ve yavşak faşizm diye iki ayırıyorum. Önceki yazılarımda yavşak kelimesini yovşak yada y.şak gibi yazıyordum ama artık dümdüz yazacağım zira mahkemeler bile hakaret olarak kabul etmiyor. Bu kelime hem, Türk argosundaki pek çok kelime gibi pasif eşcinsel anlamına gelmekte, hem de güvenilmez, ikiyüzlü yada yüzsüz anlamına gelmektedir. Faşizm veya genel anlamda kötülük, kurbanlarını hazırlıksız yakalama adına her zaman biraz sevimlli görünme çabasındadır. Diğer yandan kaba faşizm, en başlangıçta ötekine, sadece öteki olduğu için nefret kusan ve ayrım yapan faşizmdir. Sizi ötekileştirmiştir ve sizinle ilişkisi mümkün olanın altındadır. 

Dünya tarihinde faşizm hep oldu, çoğunlukla yavşakça oldu. Toplumlar, birbirlerine olan nefreti, her zaman açık açık kusamadı. İlk çağlarda toplumların köleleri genelde kendi toplumlarından oldu. Belli etnik grupların köleleştirilmesi de sık sık görülürdü ama genelde fethedilen yerlerin elitleri de vatandaş yapılırdı; Pers ve Roma imparatorluklarında durum böyleydi. Bu milletler, başka milletlerden insanlara vatandaşlık veriyor, asker alıyordu. Her millete bir şekilde ihtiyaç vardı. 

Bunun istisnaları da vardı tabi; bazı toplumlar o kadar asi oluyordu ki, toptan köleleştiriliyor ve lanetleniyordu. Bunun en önemli örneği Yahudilerdi. Yahudi isyanları, Roma'ya o kadar çok asker ve paraya mal oldu ki, Yahudilerden toptan nefret etti ve bu nefreti imparatorluktaki tüm milletlere sindi. Özünde Yahudi inancı olarak başlayan Hristiyanlık bile, İsa'nın çarmıha gerilmesi hikayesi ile Yahudi düşmanı oldu. Orta çağda en yaygın faşizan nefret, Yahudiler üzerine olandı. 

Kaba faşizmin yayılması ve güçlenmesi, coğrafi keşiflerle oldu. Avrupalılar'ın keşfettiği ülkeler, teknolojiden bihaber, bilimin ne olduğunu bilmeyen insanlarla doluydu; Türkler olarak elde mızrak, götte yaprak tarzında yaşıyorlar, demiri dahi bilmiyorlardı. Bu sömürülen yerlerin ikincil bir özelliği de millet bilincinden uzak olmalarıydı. Pek çoğu için biz kavramı bir kaç yüz kişilik kabilesi, bir kaç bin kişilik kılanı ve belki de bşr kaç on bin kişilik aşireti ile sınırlıydı. Bir kaç nesil öteden kuzeninden bile nefret ediyor, bir araya gelemiyor, gelse de bir süre sonra eski nefretleri ortaya çıkıyordu. İngilizler üç yüzden az (Daron Acemoğlu kitabında yazmıştı ama unuttum tam olarak kaç sayıydı, 283'dü galiba) İngilizle, Afrka'nın devi Nijerya^yı yönetmişti. O zamanlar Pakistan, Bangladeş, Nepal, Srilanka ve hatta bir ara Myanmar ve Afganistan'ın da dahil olduğu Hindistan'ı, yüz bin kadar İngiliz'le yönetmişti. Sonuçta batılılar, bu zavallı halklara saygı duymadılar. Bu halklarla aralarında belirgin bedensel farklar vardı. Bu sebeple de ırkçıl, fiziksel özellikler ırkçılığına döndü. Oysa doğruda bu işler tam tersiydi çoğunluklar. İlk başlangıçta Sümerler, arkeologların Obeydi dediği ve kitemit-tuğlayı icat edip, her yere yerleşim kuran topluma egemen oldu ve kendilerine Anunaki (gökten inenler) dedi. Akadlar ise Sümer yazısının ve kültürünün üzerine Babil medeniyetini kurdu. Sonraki her medeniyet, çoğu kez bir öncekinin vassalı yada onlardan yeni şeyler öğrendiği için, öyle açıktan bir faşizm yapamadı. Yunanlılar bile; zeytinyağı, şarap ve incir satıp, buğday aldıkları Mısırlılara o kadar hayrandılar ki, her şey Mısır'da başladı, dediler. Bugün Yunanlı matematikçilerin adını taşıyan pek çok formül, aslında Mısırlıların çoktan bildiği şeylerdi. Araplar, pirinci bile bilmeyen bir toplum olarak Doğu Roma (Bizans) ve İran medeniyetini yönetti. Türkler ise, göçebe bir kavim olarak, sadece iyi savaştığı için yüz yıllarca, hatta bin yıla yakın, İngilizlerin 20. yy'da Orta Doğu denen bölgeyi yönetti. Çoğu kez yönettiği milletlerin okur-yazarlığı, Türklerden yüksekti (Kürtler ve Roman-Çingene toplumları hariç). Bu yüzden de bolca asimile oldu ve asimile etti; yönettiği toplumlarla bol bol evlilik yaptı. Sadece gelin-cariye almadı; Türkler ezelinden beri iç güveysi damadı sever, Anadolu'da halen yaygındır. Sosyolog Mübeccel Belik Kuray, Ereğli adlı eserinde, kıza yönelik büyüyen aile diye tespit etmiştir.

Osmanlı'nın millet sisteminde, her milletin kendi görevi vardı; örneğin bir yöre felaket yaşamışsa, oraya bir grup Yahudi yerleştirilirdi.  Osmanlı için bir yöreye Yahudi yerleştirmek,  doğrudan maddi yardım yapmak gibi bir şeydi: Rodos, Girit ve Kıbrıs'a, Türk yada Müslüman yerleştirmeden evvel, Yahudi yerleştirmişti. 1915'de bile, Dışişleri bakanlığının kadroları Ermeni doluydu, önemli büyükelçilerin çoğu Ermeni'ydi. Tehcirde belli yöreler yada belli meslekten Ermeniler hariç tutuldu. Bunlar Türklerde ayrımcılık ve ırkçılık yok anlamına gelmiyordu. Yeniçeri isyanları, aynı zamanda Gayrı Müslümlerin mülklerinin yağması anlamına geliyordu. 1860 Halep, 1909 Adana gibi pek çok progrom olmuştu. Olası azınlık isyanları, kanla bastırılmıştı. Osmanlı ailesi, bir imparatorluk olarak  Türklerden de nefret eder, Türkü vurun, öldürün diye şiirler yazardı. Osmanlı için her milletin bir görevi vardı ve her millet haddini bilmeliydi. Cumhuriyet döneminde de faşizm, benzer şekilde ilerledi;1934 Trakya progromu,  Atsız'ın tüm gayretlerine rağmen İzmir Yahudilerine uğramadı; 1944 Varlık Vergisi, Ankara Yahudilerinden alınmadı. Bu ikiyüzlü tavır, progromlar değerlendirilirken de yapıldı.

Kaba faşizm, halkların güçlenmesi sebebiyle yerini daha fazla yavşak faşime bırakıyor. Zulm görenlerin de eli-ayağı, seveni, destekleyeni var; bedelinin ne olabileceğini gördüler. Adolf Eichmann'ın Arjantin'de paketlenip, İsrail'de yargılanması ve idamı, sonrasında pek çok Nazi'nin başına benzer şeyler gelmesi; kalan Nazileri, her an yakalanma korkusu ile yaşamasına sebep oldu. Faşizmin cezalandırma korkusu hep vardı. Hitler'in, Ermenilere olanları kim hatırlıyor dediğini sanmıyorum çünkü 1921'de,  Berlin'de, Talat Paşa'yi öldüren Soğomon Tehliryan'ın mahkemece masum bulunması bir saatten az sürdü (wikipedi). Şevket Süreyya Aydemir'in yazdıklarına göre, Osmanlı'nın müttefiği olan Almanlar, savaş bitince ellerindeki uçakları Ermenilere verdiklerini yazmıştır. Sadece Talat ve Cemal paşalar değil, tehcire karışan pek çok İttihatçı subay, İstanbul'da, işgal döneminde suikaste uğradı. Sonraki yıllarda da Faşist liderlerden suikaste uğrayanlar oldu. Ülkemizde de faşist olmak her zaman riskli oldu. General Mustafa Muğlalı, görevden alındı. Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran, o kadar ciddi bir hedef olmuştu ki, estetik ameliyat olduğu halde, sesinden tanındı. Bir halk otobüsünde, eşinin ve küçük oğlunun yanında vuruldu. Son sözü umutsuzca, ben Esat Oktay Yıldıran değilim oldu. Faşistlerin tek korkusu kendi hayatları değildir. Bazen bu dehşet çocuklarına da sıçrar. Atsız'ın iki oğlu, babalarının son günlerinde yanında olmadıkları gibi, ona telgraf (o zamanın teknolojisiyle) bile çekemediler. İki kardeş de, babalarının nefret ettiği Cumhuriyet gazetesinde çalıştı. Buğra Atsız, Kanada'ya yerleşti, orada Türkoloji profesörü oldu; Yağmur'da yıllarca Cumhuriyet gazetesinde çalıştı, bir ara artık olmayan, meşhur 142. maddeden (Komünizm propagandası) yargılandı. Yağmur Atsız, ölümüne yakın, babası tarzında yazılarla, İŞİD'de karşı Kobani (Ayn El-Arab) direnen Kürtler aleyhine yazılar yazdı. Buğra Atsız'sa son seçimlerde Zafer Partisini destekledi ama Buğra'nın kızı Maya Atsız'ın Türkçülükle bir ilgisi yok. Sosyal medyadan kendisi ile Türkçe konuşmaya çalışanları derhal engelliyor. En son hatırladığım rock müzik yapan, uzun saçlı ve Türk olmadığı kesin bir sevgilsi vardı. Şamanizm üzerine dersler veriyor. Atsız'ın iki oğlu, neden yıllarca babalarının görüşlerinin tesine gitti? Bence muhtemelen tehdit edilmişlerdi. Babaları, 1934 Trakya progromunun planlayıcısı, Antisemitizm'in önemli bir ismiydi ve onun ölümünden sonra Antisemitizm bayrağını devralmaları, Türkiye'deki Yahudiler için işlerin daha da zorlaşmasına sebep olabilirdi. Sonuçta Atsız'ın bu gün Türkçe konuşmayan bir torunu var.

Faşizmin tek sorunu, hedef olan katiller ve cellatlar değildir. Kapitalistleşen dünyada, azınlıkların artık eskisi kadar azınlık yada güçsüz olmaması, taş gibi yerlerinde ağır olmasıdır. Dünyada bizden nefret eden birileri olduğu gibi, bizi seven birileri de vardır; aksi gibi,  bizim sevdiğimiz insanlardan nefret eden veya bizim nefret ettiğimiz insanları seven birileri de vardır. Sen muhafazakar şehrinde,  köyünde, Alevi'yi ezebilir, zorbalayabilir, aşağılayabilirsin; büyükşehirlerde ve Ege'nin zengin kıyı ilçelerinde Aleviler, çoğunluk gibi güçlüdür, oralara işin düşmeyecek mi? Türkiye veya Azerbaycan'da Ermenileri horgörebilirsin; Avrupa, Amerika, hatta Arap ülkelerinde hayalkırıklığına uğrayacaksın. Başka bir sorun da, azınlığın bugün azınlık, yarın her şey değişebilir. 1955'de Endonezya'da, Komünistlerle beraber, Çinli azınlıkta hedef olmuştu. Şimdilerde bunu yapmak daha bir cesaret ister. Gene o yıllarda belki Türk düşmanlığı da daha kolaydı, hem Türkiye bu kadar güçlü değildi, hem de dünyanın her tarafında Türk işçi ve esnaf yoktu.

Bütün bunlar yüzünden faşizm, daha da yavşaklaşıp, daha başka maskeler takıyor. Azınlıklara saldırıları siyasi gibi gösteriyorlar. Oysa MHP, komando kamplarını 1961'de, henüz sağ-sol çatışması ufukta yokken, silahlı sol örgütler kurulmamışken, hatta ortada MHP yokken, partinin başında henüz Osman Bölükbaşı varken ve adı da CKMP (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi) iken kurmuştu. Diğer bir maskede suçu başkasına atmak, olayları yapanlar, dışarıdan gelenlerdi demek; sağ kalan kurbanlar bunu böye anlatmıyor.

İnternet ve sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla bu yavşaklık takma yada sahte isimli trolleri kullanarak linç etme, adam karalamaya dönüştü; bazen de sosyal medya üzerinden faşist liderleri övüyor, azınlıklara hakaret ediyorlar. Bunlardan en ilgincini anlatayım sizlere. Japonya'ya göç etmiş Kürtlere karşı, Ekşisözlük merkezli, Japon sözde bir gazetecinin de işin içine katıldığı bir linç süreci var. Japonya'nın nüfus azalması sebebi ile göç alması ve sonrasında oluşan yabancı düşmanlığını, Kürtlere özel indirgeyen sahte haberler üretiliyor. Amaç göçmenlerin orada güçlenmesini engellemek zira Türkiye'den göç edenler, 1978 Aralık ayındaki katliamda sağ kalanların torunları; diasporada güçlenecek mazlumlardan korkuyorlar. Saldırılar, sadece Ekşisözlük değil, diğer sosyla medya platformu ve sitelerindeki yorumlarda planlı ve örgütlü.

Ekşisözlük de satılıp, kapanıp, açıldıktan sonra faşizan linçlerin merkezi haline geldi. Uzun zamandır girmiyorum.

1 Kasım 2025 Cumartesi

KULAKLIĞIN MÜZİK SEKTÖRÜNÜ BİTİRMESİ



Müzisyenlik mesleğinin altın çağı geride kaldı. Bu çağ kabaca 1950-2000 tarihleri arasındaydı, müzisyenliğin dünyada en çok para kazandırdığı çağ, bu zamanlardı. Bu dönemde iyi bir müzisyen olmanın ödülü, çok satan plak-kaset-cd gibi materyallerden gelen para ile devasa stadyum konserleriyle gelen paralardı. Ülkemiz için buna gazinoculuğun altın çağı ve sıkı sözleşmelerle alınan ücretler de eklenebilir.  Seksenli yılları hatırlıyorum, İzmir Enternasyonel Fuarı, gazinolarıyla ünlüydü, pek çok sanatçı, Eylül ayındaki üç haftalık fuar döneminde, yılın geri kalanından daha fazla para kazanırdı. Türkiye'de müziğin altından öte elmas çağı, 1991'de Aşkın Nur Yengi'nin ilk al bümünün bir milyonun üzerinde satmasıyla başlayan pop müzik patlamasından, 1997'de ADSL internetin ve MP3 formatının yaygınlaşıp, albüm satışlarının birden düşmesi arasındaki o kısa dönemdir. Gene de 2006'da İbrahim Tatlıses'in bir albümü, bir milyonun üzerinde satan son albüm olmayı başarmıştı. Müziğin fiziksel materyal olarak bitişi, 2010'dan sonra hızlandı. Pek çok sanatçı, kaset yada cd çıkarmak yerine, kolleksiyonluk plak çıkardı. Kasetçi-plakçı dükkanları kapandı; artık müzik albümleri, cd formatında ve benzinliklerde satılır oldu, o da karma albümler olarak. Youtube,  Spotify gibi alanlardan elde edilen gelirler, kaset-cd satışlarının yerini tutmadı.

Müziği bekleyen asıl tehlike başkaydı. Kibrit kutusu büyüklüğünde ipodlar, sadece kulaklıla kullanılabiliyordu. Kulaklık, yeni bir icat değildi, hatta Sony'nin 1979'da walkman'ı icadından beri de yaygın sayılırdı. Ancak artık yavaş yavaş hoparlörler azalmaya, başkasının müziğini yada radyosunu dinlememeye başladı. Akıllı telefonlar ve işletmelerin televizyon açmak yerine wi-fi bağlantısı sunmaya başladı. Müzik endüstürisinin  gizli ölümü de böyle başladı.

Eskiden yetmiş milyonluk ülkede, elli bin civarı satılmış albümün (o zamanlar albüm demezdik, kaset derdik daha çok) şarkılarını bile duymuş ve hatta bazılarının sözlerini ezberlemiş olurduk. Çünkü çevremizde o kaseti yada şarkıyı çalan teyplerin, müzik setlerinin, radyoların sesi olurdu. Bazı evlerde kocaman mğzik setleri vardı, pek çok evde muhtemelen halen vardır, ama atıl vaziyettedir muhtemelen. Böylece o müzisyeni herkes tanıyor, sevmeyenler de dinleye dinleye seviyordu. Ünlenen şarkıcılar daha sonra sinema-dizi oyuncusu oluyor, konserleri talep görüyordu. Şimdi ise dizi oyuncuları yada sosyal medya fenomenleri albüm çıkarıyor. Müzisyenlerin ünlü olduğu çağdan, ünlülerin müzisyen olduğu çağa geçtik.

Şimdilerde ise internette Youtube yada Spotify'da milyonlar izlenmiş bir şarkıyı anca sosyay medyada, filmde yada dizide fon müziğiyse duyabiliyorum çoğu kez; ya da birileri tavsiye ediyor, anlatıyor, çok şaşırıyorum; ben niye duymadım diye. Arık müzik dinlemek, kitap okumak gibi bireysel bir iş haline geldi. Bu yüzden artık yeni nesil müzisyenlerin, tüm topluma ulaşmaları fazlası ile zor. Yeni nesilde belki sosyal medyada veya dijital platformlarda efsane dinlenme oranlarını göreceğiz fazlasıyla ama artık o devasa stadyum konserleri, devasa kalabalıkları artık çok zor.

Böylesi müzik sektörü için kötü olsa da, bazı bakımlardan iyi oldu; başkalarının şarkılarına maruz kalmak aslında iyi bir şey de değildi. Artık ortaya çıktı ki, arabesk müzik, dolmuş müziğiymiş, dinleye dinleye sevmişiz mecburen.

31 Ekim 2025 Cuma

ÇOCUK YAPMAYAN KAPİTALİST KİŞİLİK

 


Dünya nüfüsü garip bir azalma sürecinde. Dünyada Birleşmiş Milletlere üye 193 ülkenin üçte biri kadarında nüfus azalıyor, doğumlar, ölümleri  karşılamıyor. Aslında Türkiye'de bu listede, ancak önceki nesilllerin yüksek doğumları, şu an nüfusu artıyor gösteriyor. Dünyanın her yerinde, doğum oranları düşüyor. Gelişmiş ülkeler yada devlet bütçesi geniş ülkeler, doğum teşvikleri ve göçmen alımı gayreti gösteriyor. Teşvikle doğan çocuklar ploreter olmuyor, göçmenlerde kültüre uyum sağlamıyor ve pek çoğuda sınıf atlama derdinde. Proleterlik yada yoksulluk, sadece parasızlık değildir; azı kabulleniş, çaresizliğe boyun eğiştir. Çocukluktan itibaren, yoksulluğa alışmaktır. Doğumundan itibaren yoksulluğa alışmamış kişiler, icabında göç ederek, bu sefil hayattan kurtulma derdindedirler.-

Nasıl ki doğada, doğayı çok tüketen hayvanlar, özellikle de etçiller, bir noktada birbirlerini tüketiyorsa, insanlar da benzeri durumda. En basit örnek arslanlar; belgesellerden de öğrendik ki, yavru bir arslanın yetişkinliğe ulaşma ihtimali, bir ceylan yada antilobun, dörtte biri kadardır. Yavru arslanların en büyük düşmanı, yetişkin arslanlar, çoğunlukla da üvey babalarıdır. Pek çok canlı türünde durum benzeridir. İnsanlar da, zeka kapasiteleri sayesinde doğanın en güçlü canlıları oldular. Günümüzde de tarihteki en yüksek seviyesinde, sekiz küsur milyardır. Üstelik günümüz insanların pek çoğu, bundan bin yıl önce krallarında dahi yaşayamayacağı bir refah içindedir. Şimdilerde insanlık, evlatlarını öldürmek yerinde, doğum kontrol yöntemleriyle, dünyaya gelmesini engellemektedir. Hem hedeflediği refaha ulaşmak, hem de hedeflediği refahı yaşamak için, çocukları engel olarak görmektedir. Bir sürü çocuk doğurur yada babası olursanız, nasıl kariyer planlayacak, iş yapacaksınız? Gezip, görmek için de çocuksuz olmak gerekir. Mesela Türkiye'ye gelen bir turist olduğunuzu varsayalım. Üç ve daha fazla çocuk sahibiyseniz, her şey dahil bir otele tıkılıp, kalırsınız. Yemekler kaliteli değildir ama zehirlenen de görülmemiştir. Çocukları her an oyalayan birileri vardır. Gene de ana-baba olarak otelden fazla uzaklaşamazsınız. O kadar çocukla, koyları, tarihi yerleri gezemez, gezseniz de bir gözünü daima çocukların üzerinde olması gerektiğinden, gezdiğinizden bir şey anlayamazsınız. 

Dünyayı sürekli tüketmek isteyen, refah ve konfor arayan bu kapitalist kişilik, önce en kapitalist burjuva sınıflarında, kuze Avrupa ülkelerinde ortaya çıktı ve nüfusu bir anda yaşlandırdı. Avrupa'yı Türkiye ve diğer geri kalmış ülkelerden göçmen almaya zorladı. Bu kapitalist kişilik, 1960'lı yıllarda Kuzey Avupa'da ortaya çıktı, yetmişlerde Güney Avrupa'ya, seksenlerde Kuzey Amerika'ya, doksanlarda Pasifik kıyısı (Uzak Doğu) Asyasına ve şimdilerde Türkiye, Orta Asya , Latin Amerika ve az da olsa tüm dünyaya yayıldı. Kapitalist kişiliğin yoğun olduğu ve refah ülkesi Güney Kore'de ya da Japonya'da, doğum oranları acınası oranlardayken; insanların henüz Kapitalist Kişiliğe ulaşmadığı yada çok az ulaştığı Sahra Altı Afrika ülkelerinde doğum oranları halen çok yüksek.

Buraya parantez açayım, Kapitalist kişilik nedir diye; bu kişilik, sürekli çok para, ünvan kazanma, mal, mülk, eğitim alma, konfor ve refah peşinde; yetinmeyen ve sürekli çabalayan kişiliktir. Yetinme, ortalama olma, birilerinden geri kalma, bu insan için mutsuzluk sebebidir. 2002'den beri ülkemizin muhafazakar-sağcı-dinci kesimi de Kapitalizmle tanıştı; 17-25 Aralık ve 15 Temmuz'dan sonra onları bir arada tutan tarikat-aşiret bağları da zayıfladı; boşanmalar arttı, evlilikler ertelendi.

Kapitalist kişilik oluşumu, dünyaya ne kadar yayılır, nereden dönülür de tekrar nüfus artar, öngöremiyorum. Olan bir kaç nesil boyunca yaşlılara olur; emekli maaşlarını ödeyecek  ve bakım yapacak genç neslin azalması, bakımsız ve beklenenden önce ölen ve hatta intihar eden bir yaşlılar kuşağının doğmasına sebep olabilir.

29 Ekim 2025 Çarşamba

TÜRKÇÜLÜĞÜN VE KÜRTÇÜLÜĞÜN DİN VE ALEVİLİK MESELESİ



Etnik dinsizliğin temel nedeni, dinlerin bazı milletleri daha çok sevmesidir. İslam dini ise fazlası ile Arap dinidir. Bunun tek sebebi peygamberinin Arap, kitabının Arapça olması değildir; Arapların genel tavrıdır. Araplar için Mevaliler, yani Arap olmayan Müslümanlar, alt sınıftır. Kendileri içinde de birbirlerini seyit-şerif olarak görme, ötekileştirdiklerini yarım Arap yada sonradan Arap diye yaftalarlar. Yıllar önce duyduğum bir habere göre dünya Müslümanlarının beşte biri Arap yada ana dili Arapça'nın lehçe-aksan yada ağızlarından biri. Aslınada Kuran'ın ilk indiği Arapça'yı ana dili olarak bilen oldukça az, belki de hiç yok. Klasik Arapça, sonradan öğreniliyor. Körfez Arapları, özellikle Suudiler, diğer Arapları, özellikle Şii-Nuseyrileri, eksik Arap olarak görür; BAAS'çılar ise tüm Araplar, bir millettir sloganını ortaya attı. Tüm mezhep ve ülkedeki Arapları birleştirmek istedi ama pek beceremedi.

Arapların Mevalileri pek sevmediği doğru; özel olarak nefret ettikleri üç millet vardır; Türkler, Kürtler ve İranlılar. Bu üç toplum, Arapların egemenliğinde yaşadığı ve birazcık da Arap zoru ile Müslüman olduğu halde, Araplar içinde asimile olmadı. Keldaniler, Süryaniler, Kıptiler, Berberiler ve daha nice millet, Müslüman olduktan sonra ana dilini ve geleneklerini unutup, ya tamamen yok oldu, ya da sembolik, küçük bir miktar kaldı. Süryaniler ve Kıptilerden sadece Hristiyan olarak kalanları ve çok azı kendi dillerini koruyor. Arap birliği ülkeleri haritasına ve Arapça'nın yayılışına bakarsanız, batıya ve güneye doğru yayıldığını; bu yayılımın da İslamla beraber olduğunu görürsünüz. Bu yayılmanın batı sınırı Atlas Okyanusu, güney sınırı da Sahel denen, Sahra çölü-tropikal iklim üstü ülkeleridir. Gine körfezi ve Ekvator altı ülkelere batılı ülkeler daha önce ulaşmış, oraları Hristiyan etmiştir. Araplar, İber yarımadasını yüz yıllarca işgale edip, yönetmiş de olsa, İspanyolları, Portekizlileri, Baskları, Katalanları, Galiçyalıları ve diğer milletleri Müslüman yapamamış, dolayısı ile Araplaştırıp, buralara yerleşememiştir. Akdeniz havzasında da Arap denizciliğinin egemenliği kısa sürmüş, Kuzey Afrika kıyısında yaşayan halklar, Osmanlı himayesine sığınmış, Osmanlı'yı kendileri çağırmışlardır. Buna rağmen Tunuslular, daha sonra Osmanlı'ya isyan etmişti.

Arapların; Türklere ve Kürtlere olan nefretini çok eski kaynaklardan okuyabilmekteyiz.Bunun en ilginci Mevlana'dır. Mevlana'nın babası Bahaeddin Veled, Kürt yattım, Arap uyandım demiş, kendisini böyle tarif etmiştir. Aslında bu söz, sufiler arasında yaygındır. Mesenevi'de defalarca Türklere hakaret edilir. Selçuklu ve Osmanlı'da farklı değildir. Selçuklular, isyan eden yörüklere Biidrak Türkler derken, Osmanlı'da da Türk'ü vurun, öldürün diye şiirler yazılmıştır. Selçukluların resmi dili Farsça olmuş, Anadolu beylikleri, yörük isyanı sonrasında Karamanoğlu Mehmet Beyi takip ederek, Türkçeyi resmi dil yapmışlar, Osmanlılar ise Türkçelerinin için Arapça ve Farsça'dan kelime, tamlama ve kurallarla doldurarak, Osmanlıca denen ucube dil yaratmışlardır.

Buna rağmen Türkler, dindar Müslüman olmuş, Araplara karşılı da saygılı olmuştur. Osmanlı devleti, Arapları askere almamış, almak istemiş, Arap bölgeleri çoğu kez yerel derebeyleriyle beraber yönetmiştir. Barbaros Hayrettin Paşa ve pek çok Osmanlı askeri, Arapları askerliğe uygun bulmamış, onları sadece yağma yapan kalabalıklar olarak nitelemiştir. Araplarsa, Mevali yada Mevali kökenli hanedanlarla yönetilmeyi, kendilerine zul saymış, Mevali'nin Hristiyanlara karşı zaferlerini de küçümsemiştir. Bazı Arap yazarlar, İstanbul'un fethini bile, gerçek fetih, bu şehrin Türklerin elinden, Araplarca alınmasıdır diye yazmıştır. Kavalalı Mehmet Ali Paşa, aslında Türk olduğu halde, Arapların bu nefretini bildiğinden, kendisini Arnavut olarak tanıtmış, ancak saltanatı 1952'de Hür Subaylar Birliği tarafından yıkılmıştır. Libya ve Tunus'un kraliyet aileleri de , kuzey Arap hanedanlıkları (Suriye ve Irak'da dahil) 1960'lara kadar yıkıldı, Fas hariç, orası halen (2025) halen ayakta. Arap yarım adasının güneyindeki krallıklar (Kuveyt, Suudi Arabistan, B.A.E VS) halen ayakta.

Bütün bunlara rağmen Türk milliyetçiliği uzun zaman boyunca genelde dindar, hatta dinci oldu. Osmanlı'ya ulus fikrini ilk getiren Namık Kemal fazlası ile dindar (rakı düşkünü olmasına rağmen) ve hatta dinciydi. Öyle ki bu gün ulus-nationality anlamında kullandığımız millet kelimesi Arapça din birliği, dindarlık anlamına gelir. İlk dönem Türkçülere baktığımızda, dinci ve hatta mezhepçi olduklarını görürüz. Namık Kemal, Cezmi romanını, Ömer Seyfettin, Pembe İncili Kaftan romancığı (novella) Kızılbaşlığa (Alevilik) saldırı amacı ile yazmışlardır. Ziya Gökalp, Gayrı Müsülümlerin seçme ve seçilme hakkına karşıydı. Sünni bir Kürt yada Arap, benim damadım olabilir ama Kızılbaş bir Türk, damadım olamaz demiştir.

Kürtçülük ise din kavramı ile çekingen bir ilişkisi vardı. Kürdistan'ı kurma amaçlı ilk isyan olan Koçgiri isyanı, bir Alevi isyanıydı. Nur Dersimi'nin bir Kürtçü olduğu kadar Alevici olduğunu görürüz. Koçgiri isyanı sırasında, Divriği'de bir toplantı düzenlemiş, Türk Alevilerini de bu isyana teşvik etmeye çalışmıştır. Dersimi'ye göre Alevilik-Kızılbaşlık; Kürt kökenli bir inançtı ve tüm Aleviler aslında Kürt'tü. Oysa Kürtlerin de çoğu Sünni'di ve Seyit Rıza;  Seyh Said'in temsilcileri, Kızılbaşın yediklerini yemedikleri için isyana destek vermekte vazgeçmişti; üstelik Türk devletinin kendisine ve Dersime harekat planladığını bildiği halde.  PKK ise, Marksit-Leninist bir devlet olarak kuruldu ve ilk militanlarında bolca Alevi vardı. Buna rağmen Kürtler, genel anlamda Aleviliğe mesafeli oldu.

Ülkücü-MHP hareket ise, ilk başlangıcında bile Alevi düşmaıydı ve bilinen ilk Alevi katliamları (en azından benim bildiğim) 1965'de Aydın'da beş Alevi'yi öldürerek başlamıştı ve o zamanlar daha henüz Sağ-Sol çatışması yoktu. 1961'de MÇP, daha MHP olmadan evvel,  komando kampları kurduğunda, daha ortada sol örgütler yoktu. Buraları herkes biliyor, uzatmayacağım. 1991'de Sovyetler Birliği dağılınca, bu dincilik yavaş yavaş sorun oldu. Azeriler Şii, Gagauzlar Ortodoks Hristiyan'dı. MHP ise artık DP, DYP ve ANAP'ın yancısı olmaktan sıkılmış, kitle partisi olmak istemişti. Kürtlerden, Alevilerden oy almadan olmazdı.

2002'den itibaren, dinin somut siyasi iktiadrı ile Milliyetçi, hatta Faşistler de dini ve dindarlığı sorgulamaya başladı. Ülkeye doluşan Suriyeli ve Iraklılara karşı antipati de, dinsizliğin artmasına yol açtı. Aleviliğin, Türk ve Kürt kültürünü asıl taşıyıcısı olması, yeni nesil milliyetçilerin, Aleviliğe bakış açısını da değiştirdi.

Peki bunca yılın acısı, yarası ne olacak?