21 Mayıs 2024 Salı

SERBEST KEŞİF YOLU İLE ÖĞRENME-1, KEŞİFİN KAÇINILMAZLIĞI



 Fark ettim ki yıllarca buluş yolu ile öğrenme stratejini yanlış anlıyormuşum. Eğitimciler için buluş yolu ile öğrenme, basit bulmacaların çözümü gibi bir şey. Hani eskiden gazetelerin hafta sonları bulmaca ekleri oluyordu. (Muhtemelen beş yada on seneye kadar kağıt gazete ve dergiler mazide kalacak) Bazen de detektiflik soruları oluyordu. Komiser şapşala yardım edin, şüphelinin konuşmasındaki beş yüz hatayı bulun gibi. Oysa keşfetmek bambaşka bir olay.

https://onbinkitap.blogspot.com/2024/02/bulus-yoluyla-din-ogrenimi.html

Oysa keşif, daha başka bir olay, olgu. Ben de bunu çok sonra keşfettim. Yıllarca kötü kötü okullarda çalıştıktan sonra  Ankara merkezde iyi bir fen lisesine geldim. Çocukları bir kaç kere üniversitelerin tanıtım fuarlarına götürdük. Ben, tüm cahilliğim ve çok bilmişliğimle, fuarda çocukların saatlerce serbest kalmasını ve bunun hafta içi yapılmasını eleştirdim. Rehberlik öğretmenimiz beni bir kenara çekti ve tane tane bu etkinliğin yararlarını anlattı. Ben de o okulda kaldığım sürede bu tür etkinliklerin, öğrenci üzerindeki faydasını çok gördüm.

Yıllar içinde fark ettim ki eğitim başta olmak üzere, insanların pek çok eylemi, beklenmedik, hesaplanmadık sonuçlar doğurur. Kolomb, ölene kadar yenir kıta keşfettiğinden emin olamadı. (Arada şüphelenmişse de hep Asya'ya gittiğini savunmuş.) Macellan'ın da niyeti, dünyanın etrafını dolaşmak değilmiş. Afrika kıyılarını egemenliği altına alan Portekiz donanmasını atlatıp, baharat ticareti yapmaktı. O da dünyanın çevresini eksik hesaplamıştı. Filipin adalarına vardığında, geri dönmesinin imkanı yoktu. Kendisi Filipin adalarında öldü ve yerine gelen yardımcıslı Del Kano için tek çıkar yol,  Portekizlileri atlatıp, dünyayı dolaşan ilk gemi kaptanı olmaktı.

AIDS hastalaığı da, Afrika ve Latin Amerika' da nüfusun artmasına engel olurken, yer yer azaltırken, Avrupa ve  A.B.D'de nüfusu arttırdı. 1960'ların seks devrim, bekar ve özgür yaşam arzusu, evlenme arzusuna dönüştü. Benim şahsi fikrimce bu hastalık, homoseksüel evliliklerin yolunu da açtı. AIDS hastalığından evvel homoluk, eğer erkek argosunda nonoş dediğimiz efemine davranan biri değilseniz, belli olan bir şey değildi. Ermeni, Kürt, Yahudi olmak gibi diyeyim, zira birisi kıyafet, aksesuar, aksan gibi şeylerle kendini belli etmez yada bizzat kendi söylemezse, nereden bilebilirsiniz bu özellikleri?  Mesela Şevval Sam, yıllardır Karadeniz türküleri, hatta Lazca türküleri yorumlaması ile tanınır, bir kaç Karadeniz konulu filmde oynamıştır. Kendisinin bir röportajda, baba tarafından Kürt olduğunu söylemişti. AIDS hastalığından sonra ise homoluk, Zenci yada Japon olmak gibi saklanamayan bir şey oldu. Saçları boyayıp, gözlere lens takabiliyoruz ama deri rengisi yada göz şeklini değiştiremiyoruz insanlık olarak. Hastalık seksenli yıllarda homoseksüel erkek kanseri olarak tanındı. İlk vakaların neredeyse tamamı homoseksüel erkeklerden oluşuyordu ve pek çok kere sağlık kuruluşlarında, eşcinsel ilişkiye girdiniz mi sorusu, olağan bir soru olmuştu. (Ben de kan bağışladığım yıllarda bu soruya, sadece bağış formu ile değil, hemşirenin sözlü sorusu ile muhattap olmuştum.)

Eğitimde de böylesi beklenmeyen sonuç, çok olmuştur. Örneğin Sovyet hükumetiişçilere, Amerikan polisinin dövdüğü videoyu izletmiş, işçiler ise, Amerikalıların ayakkabılarının kalitesini görmüştü Alevi bir köylüden bal aldığı için babasından dayak yiyen Fikret Otyam, vasiyeti gereği cemevinden defin edildi. Siz bir şey gösterirken, öğrenci başka bir şey görebilir. Bazen bir şeyi kötülemek isterken, o şeye ilgiyi arttırabilirsiniz. Bu yüzden haberlerde, terör örgütlerinin adı söylenmez. (Haberleri, olası sempatizan adayları için reklam malzemesi yapabilirler.) Adnan Oktar grubu, yıllarca zırva yayınlarla evrim teorisine saldırdı. Zırva diyorum çünkü Karl Marks'ı, Darvin hayranı gibi tanıtıp, Stalin dönemindeki Holodomor (açlıkla öldürme) politikalarını buna bağlamıştır. Karl Marks'ın meşhur Kapital'ını Darvin'e itaf ettiği ve Darvin'in  kabul etmediği gibi bilgiler, sağcı yayımlarda sık sık anlatılır. Oysa Marks ve Engels, Darvin ve teorisinden nefret eder, teoriyi burjuva işi derdi. Sovyetler Birliğinde, Stalin ölene kadar Darvinizm, bilim dışı ilan edilmişti. Adnan Oktar grubu halkı, yalan da olsa Darvinizm ile ilgili bilgiye boğuyordu. Çünkü bu tarikatın Müslümanlığına dair tek emare, evrim düşmanlığıydı. Tarikat geçmişte Mason, Yahudi, Komünizm ve pek çok şey aleyhine de yayın yapmıştı ama mehdilerinin ve kendilerinin ispatı olarak sadece evrim düşmanlıkları kalmıştı. Tarikat bunun için sadece evrim düşmanı Playboy tv haline gelen A9 radyo-tv kanallarını değil, kiraladıkları yerel yada küçük uydu kanallarını da kullanıyorlardı. Bastırdıkları kitapları sokaklarda ücretsiz dağıtıyorlardı. Sonra bu tarikat birden bire kapatılıp, mehdisi ve üst düzey yöneticileri tutuklanınca halk, özellikle de gençler, evrimle ilgili diğer yayınlara yöneldi. Tarikat halen trolleri aracılığı ile X.com başta olmak üzere evrim düşmanlığına devam ediyor.

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/10/adnan-oktar-tarikatinin-beklenen.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2018/08/adnan-hoca-yeni-bir-15-temmuz-tehlikesi.html

Bu beklenmeyen sonuçlardan dolayı otoriteler, halkların bir şeyler keşfetmesine engel olmaya çalışırlar. Fatih Sultan Mehmet'in, matbaayı yasaklamasının tek sebebinin hattatlar odası olduğunu söyleyen tarihçiler ve buna inananlar ne kadar saftır. Her iki Müslüman'dan birinin okur-yazar olmaması (bunu bir konuşmasında bizzat Recep Tayyip Erdoğan söylemişti) tesadüf müdür, bunda iktidarların hiç mi çabası yoktur? Yeni şeyler  öğrenen öğrencilerimiz, bizim bilgi otoritemizi sorgular ve ya kendine yeni otorite arar, ya da kendi bir otorite olmaya çalışır. Diğer yandan bir varlık hakkında bilgilerimiz arttığında, ona olan saygımız da azalabilir.

En basitinden ülkemiz din kitaplarının çok satıldığı, az okunduğu bir ülkedir. İnsanlar o kitapların içeriğini okusalar, neler olduğunu keşfetseler, o din adamlarına saygısı azalacaktır. Mesela Mesnevi'yi okuduğunuzda Mevlana'nın Türklerle alay ettiğini görürsünüz. Kürtleri de sevmez,  babası Burhanettin Velet'te,  Kürt yattım Arap kalktım diyen şeyhin çocuğu olduğunu söyler. Kumaş çalan terzi hikayesiyle, Türkleri aşağılar. Moğol komutan Bacu (Baycu) Noyan'ın gizli Müslüman olduğunu söyleyip, Moğol ordolarının Konya'yı yakmasını övmüştür. Mesnevi, yüz kızartıcı porno hikayelerle dolurdur ama kendi yazdığı Mesnevi'yi Kuran'ın tefsiri değil, kendisidir diye över. Mevlana'yı  seksenlerde yeniden parlatan Hıncal Uluç'dur. Kendisi 1986 Dünya Kupasını izlemeye giderken, tesadüfen Mevlana felsefesi derneğini görmüş, böyle derneklerin tüm dünyada yagın olduğunu öğrenmiş, bunu haberleştirip, Şeb-i Aruz törenlerini yeniden moda etmiştir. Mevlevi Şeyhi Şeyh Galip ise düpedüz alkoliktir, Hüsn-ü Aşk'ya, 2-3 sayfada bir, Ey Saki, Şarap Getir demesinin de bir açıklması yoktur.

https://onbinkitap.blogspot.com/2021/08/ariflerin-menkibeleri-ve-mevleviligin.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2017/12/mesnevidenhatirlananlar-mevlana.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/05/tamami-okunmayan-bazi-dogu-klasiklerin.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2018/10/diktatorlerin-marifetleri-histonun.html

Oysa bugün insanlar okuyorlar, izliyorlar, geziyorlar ve keşfediyorlar. Tarih boyunca iktidarlar, halkarın bir şeyler keşfetmelerine engel olmak istedi. Bu yüzden okuma-yazma oranlarını düşük tutmaya çalışmış, kitapların okunmasına engel olmuşlardır. Kuran'ın abdestsiz ele alınmaması ya da Atatürk dönemine kadar Kuran'ın Türkçe çevirisinin yapılmaması gibi şeyler, hep bunun içindi. 12 Eylül anayasasının, sadece devletin televizyon ve radyo kanalı sahibi olabilir kanunu da bunun içindi.

Oysa insan her zaman keşfetmenin bir yolunu buluyor. Öyle olmasa insanlıkta yeni ideolojiler, yeni dinler, mezhepler, görüşler ortaya çıkmazdı. Bu açıdan Tam Öğrenme Kuramını saçma buluyorum. Her öğrenciye, her şey öğretilemz. Önce öğrencinin hevesi olmalı, merakı olmalı. Ülkemizin eğitim sistemi, onlarca yıldır gençlerimize İngilizce öğretemiyor. Oysa son yıllarda kız öğrenciler arasında Korece, erkek öğrenciler arasında da Japonca öğrenmenin yada öğrenmeye çalışmamın moda olduğunu fark ettim. Kızlar romantik diziler, erkekler de hentai denen, şiddet içeren çizgi film ve çizgi romanlardan etkileniyor. Yani konu ilgi alanına gelince insanlar daha zor konuları da öğrenebiliyor.

Bu durumda eğitimciler artık serbest keşif yolu ile öğrenmeyi sistemleştirmeli. Bu yöntem, formal ve informal eğitim arasında durmakta. Çünkü konuyu, öğrenme yöntemini öğrenci seçmekte, öğretmen; heveslendiren ve yanlış öğrenmeleri düzelten kişi olmaktadır. Günümüz insanı sürekli bilgi yağmuruna tutulmaktadır. Keşfe çıkan birey, yanlış bilgiye de ulaşmaktadır. Mesela geçenlerde Koçgiri isyanından bahseden bir Youtube kanalına rastladım. Verdiği bilgiler tamamen yanlış. İsyanın düğüm noktası olan Çalıyurt meydan savaşından hiç bahsetmiyor. Koçgiri halkı ile ilgili verdiği bilgilerse tümden yanlış. Bu sayede siz de bu satırların yazarının bir Koçgiri olduğunu öğrendini.. (Aslında tam olarak Koçgiri değil, Zeruken ama bu başkaa bir ayrıntı) Dedemin babası, yani büyük dedem bu savaşta ölmüş.

Keşif nasıl olur ve bunda öğretmenin rolü nedir gibi konular, daha sonraki yazılarımın konusu.





19 Mayıs 2024 Pazar

Mustafa Kemal'in Kağnısı / (Fazıl Hüsnü DAĞLARCA)



 MUSTAFA KEMAL'İN KAĞNISI

Yediyordu Elif kağnısını,
Kara geceden geceden.
Sankim elif elif uzuyordu, inceliyordu,
Uzak cephelerin acısıydı gıcırtılar,
İnliyordu dağın ardı, yasla,
Her bir heceden heceden.


Mustafa Kemal'in kağnısı derdi, kağnısına
Mermi taşırdı öteye, dağ taş aşardı.
Çabuk giderdi, çok götürürdü Elifçik,
Nam salmıştı asker içinde.
Bu kez yine herkesten evvel almıştı yükünü,
Doğrulmuştu yola önceden önceden.

Öküzleriyle kardeş gibiydi Elif,
Yemezdi, içmezdi, yemeden içmeden onlar,
Kocabaş, çok ihtiyardı, çok zayıftı,
Mahzundu bütün bütün Sarıkız, yanı sıra,
Gecenin ulu ağırlığına karşı,
Hafifletir, inceden inceden.

İriydi Elif, kuvvetliydi kağnı başında
Elma elmaydı yanakları üzüm üzümdü gözleri,
Kınalı ellerinden rüzgâr geçerdi, daim;
Toprak gülümserdi çarıklı ayaklarına.
Alını yeşilini kapmıştı, geçirmişti,
Niceden, niceden.

Durdu birdenbire Kocabaş, ova bayır durdu,
Nazar mı değdi göklerden, ne?
Dah etti, yok. Dahha dedi, gitmez,
Ta gerilerden başka kağnılar yetişti geçti gacır gucur
Nasıl dururdu Mustafa Kemal'in kağnısı.
Kahroldu Elifçik, düşünceden düşünceden
Aman Kocabaş, ayağını öpeyim Kocabaş,
Vur beni, öldür beni, koma yollarda beni.
Geçer götürür ana, çocuk, mermisini askerciğin,
Koma yollarda beni, kulun köpeğin olayım.
Bak hele üzerinden ses seda uzaklaşır,
Düşerim gerilere, iyceden iyceden.


Kocabaş yığıldı çamura,
Büyüdü gözleri, büyüdü yürek kadar,
Örtüldü gözleri örtüldü hep.
Kalır mı Mustafa Kemal'in kağnısı, bacım,
Kocabaşın yerine koştu kendini Elifçik,
Yürüdü düşman üstüne, yüceden yüceden.

Fazıl Hüsnü DAĞLARCA

14 Mayıs 2024 Salı

ÖLELİM DİLBA-Diljin Kovexi



 Ölelim Dilba.


yaşayamadıklarımız için
yaşını unutan kalemimiz için
dudaklarını büken düşlerimiz için
sütten kesilmiş öpüşlerimiz için ölelim,
ölüm hangimizi daha çok sevecek Dilba
senin anne olma hayalini mi,
benim annesiz kalışımımı sevecek en çok?
gözlerini kapatmadan önce
ne olur avuçlarına bak
orada sana gülen binlerce sen var,
korkma sakın.
bak benimde korkularıma tüküren binlerce ben var Dilba,
sokul yanıma lütfen
telaşa tekmil durma
tekmil tereddüt öncesi tetiği öpme eylemidir yapma,
bak etrafına
hiç kimse yok
tanıksızca ölüyoruz,
gülüyoruz
ama gözükmüyoruz,
ses yankısını yitirdi,
yankı tırnaklarını,
tırnaklar ise çoktan tutanaklarını Dilba,
bana bir hiykaye anlat
içinde beni yaşat son kez,
hiç bir hikaye kolayca hükmünü yitirmez senin dilinde,
sende duydun mu bu sesi
o sesi
şu sesi
hiç görünmeyen sesleri?
sesler gittikçe çoğalıyor
sesler çoğaldıkça nefes alışımız azalıyor,
saatler diz çöküyor önümüzde,
zaman dilsiz
orman bakire
takvimlerde isimlerimiz tarifsiz kalır belki,
belki de taktirsiz,
ölüm saati tespit edilmeyen müstakil bir aşkın gıyabında ölmek
ile uyumak arasında kalışımızın kanıtıdır bu gece Dilba,
sen susarken
ağzımın kenarında
kenar mahalelere kaçan şiirler şemanizme inanırlar
şahını öldürmekle süçlanan piyonlar gibi,
tüm süryalist tablolar camileri müze sanarlar
picaso pişman olur Dilba
Dilba ben
Dilba...

Diljin Kovexi 

10 Mayıs 2024 Cuma

İKTİDARLARIN TRAVMA SONRASI STRESİNDE İNKAR VE ÖFKE AŞAMASI

 


Travma Sonrası Stres bozukluğu yada Posttravmatik Stres bozukluğu, insan dahil tüm  canlıların, büyük felaketler sonrasında (gerçi her felaket büyüktür) yaşadığı psikoloji durumudur. Bu durumun aşamaları, inkar, öfke, pazarlık, depresyon ve kabul olarak sıralanır. Bunun geri kalanını psikologlara sorarsınız. Ben inkar ve öfke aşamasından bahsedeceğim, o da siyasi olarak.

Birebir diyemeyeceğim ama kitleler, partiler, devletler ve benzeri toplumsal oluşumlarda şoklara benzer tepkiler veriyor. Önce inkar ve öfke aşamasında oluyorlar ve cahil bir topluluksalar, uzun süre o aşamada kalıyorlar. Sürekli bir inkar, sürekli bir kendini büyük görme çabasında oluyorlar. Yer yer depresyon da uzun sürüyor. Biz adam olmayız, böyle gelmiş, böyle gider söylemleri sürüp, gidiuyor.

Osmanlı tarihini ele alalım. İlk büyük yenilgisi olan 1571, İnebahtı (Avrupalılar Lepanto) 'dan sonra, dönemin kudretli sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa, gerçek bir devlet adamı tepkisiyle, yakılan donanmanın yenisini yaptırmış, bunun içinde hem devlet hazinesini, hem de devlet kademesini seferber etmiştir. Tüm şehzadeler, hanedan üyeleri, şehzadeler, vezirler, valiler, kısaca tüm has ve zeamet denen büyük tımar sahipleri, büyük servet sahiplerini, devlete en az birer gemi vermesini istemiştir. Sonrasında o meşhur sözünü söylemiştir.

Biz onların kolunu (Kıbrıs'ın fethini kastediyor) kestik, onlar bizim sakalımızı traş etti. Kesilen sakalın yerine, yenisi daha gür çıkar ama kesilen kolun yenisi çıkmaz.

Oysa asıl kolu kesilen, Osmanlı'ydı. Osmanlı, ölü ve esir olarak kaybettiği on binlerce denizcinin yerine yenisini yetiştiremedi. Ticaret rotalarının değişmesi, mini buzul çağının ürettiği kuraklık ve seller, Celali isyanları ve benzeri olaylar yüzünden ekonomi krizde olan Osmanlı; Hint okyanusu donanması ve Tuna- İdil gibi nehirlerde savaşacak ince donanmasına önem veremedi. Yani aslında kolu kesilen Osmanlı oldu.

https://onbinkitap.blogspot.com/2020/04/inebahtida-kesilen-kolumuz.html

Oysa bu zafer, Haçlı ittifakı açısından da pahalı olmuş, hatta bir ara Osmanlı kazanıyor gibi olmuştu. Osmanlı, Uluç Ali Reis önderliğinde donanmasının bir kısmını kurtarmıştı. Fakat Osmanlı, denizci bir millet olamamıştı. Tüccar bir millet de değildi Osmanlı.Ticaret büyük ölçüde gayrı Müslümlerin, çoğu kez de Yunan ve Yahudilerin işiydi. Osmanlı, dini hukuk gereği Müslüman olmayanlardan daha fazla vergi alıyor, Hristiyanların da (devşirilmesi elzem olan kalifiye kişiler dışında) Müslüman olmasını engelliyordu. Kanuni, sırf bu yüzden Balkanlarda, Millet sistemi denen düzeni kurmuştu. Sokullu Mehmrt Paşa ise, istersek direklerini altından, iplerini sırmdan, yelkenlerini atlastan yaparız bu gemilerin diyerek, inkar tepkisi göstermiştir. 

Oysa İnebahtı yüzünden Osmanlı, Hint filosuna önem verememiş, Endonezya'daki Açe sultanlığına gerekli yardımı gönderememiştir.  İleride Rus imparatorluğu olacak Moskova knezliği ile mücadele eden Kazan ve Astargan hanlıklarına ince donanmayla (nehir donanması) yardım da gönderemedi. Yani bu yenilgi, Moskova'dan, Jakarta'ya, geniş bir dünyayı doğrudan etkiledi.

Osmanlı, bu inkar ve öfke durumunu hep sürdürdü. Uzun duraklama yılları boyunca , okul tarih kitaplarında anlatılmayan veya pek az anlatılan yenilgiler yaşadı. Girit adasının fethi ise 24 yıl sürdü.  Yayla İmamı tarihi tarihi diye döneminde yazılmış bir kitap vardır. Bir kaç yerde bu savaşa da değinir. Savaşa, Kalenderoğlu başta olmak üzere pek çok Celali elebaşı asker olarak gönderilir. Onlarda savaştan kaçarlar, askersiz kalan gemiler, kolayca Venediklilerin elinne geçer. Böyle nice olaylar olur. Savaş daha ziyade adanı  merkezindeki Kandiye şehrinin kalesinin kuşatması merkezli de olsa, Adriyatit ve Ege kıyıları da çatışma alanı olmuştur. 1939-40, Fin Sovyet savaşından sonra,  rivayet odur ki Fin delegesinden bir kişi Rus delegesine, Umarım aldığınız topraklar, ölülerinizi gömmeye yeter demiştir. (Rus kayıplarını internetten siz araştırın) Aynısını Venedikliler, Osmanlı için de söyleyebilirdi.  Karlofça antlaşmasına bir günde gelinmedi. Osmanlı, duraklama dönemi streslerinde (özellikle zafer gibi görünen bir yenilgi olan Haçova savaşına) inkar ve öfkeden öteye gidemedi. Sonuçta Karolfça antlaşması gümbür gümbür geldi.

Karlofça'dan sonra da Lale devri ile inkar dönemi başladı. Bu dönemim boş vermişliği ve yaşanan lüks de inkarın başka bir türüydü. Sonra bir öfke eylemi olan Patrona Halil isyanı ile sona erdi. Bu inkar dönemi, Rusların, Kafkasya'ya girmesi ve bugün adı Azerbaycan olan, İran'ın Kuzey Hazar kıyılarını ele geçirmesine sebep oldu.

İşin doğrusu Lale devrimde kabullenme de vardır. İlk defa müziğin notalara alınması, batı tarzı kesimde elbiselerin yavaş yavaş yaygınlaşması, Türk rokokosu ile mimaride batılılaşma gibi inceden pazarlık ve kabullenme başlamıştı. Ancak bu kabulleniş çok yavaş oldu. Sadece devlette değil, aydınlarda da vardı bu inkar ve öfke. Şinasi'nin tüm eserlerini içeren bir kitap elime geçti.

Şinasi, ülkemizde bugün herkesin bildiği bir isimdir çünkü ülkemizdeki ilk Türkçe tiyatro oyununu yazmış, Tazminat döneminin ilk ciddi sözlük yapıcısıdır. Bu kişinin şiirlerinde aydınlanma bekleriz. Oysa kendisi bir Skolastik ve Tasavvuf meraklısı. Şiirlerinde Newton, Farabi, Eflatın (Platon) ve El Kındi'ye laf atıyor, bunlar sırra eremez diye. Belki de Newton'dan bahseden ilk Türk ve Osmanlıdır zira daha öncesine rastlamadım. O da Newton'u hor görüyor. Birincisi o övdüğü sufilerin hepsini topla, dünyaya bu üç kişi,den herhangi birinin tırnağı kadar faydaları yoktur. Newton'u bilmem anlatmama gerek var mı? Mühendislik eğitiminde halen Newton fiziği okutulur. Akışkanlar mekaniği, statik, mekanik, aerodinamik gibi fizik alt dallarında halen Einstein fiziği yada kuantum fiziğinden çok, Newton fiziği geçerlidir (hesaplaması daha pratik diye.) Newton ayrıca son genelgeye müfredattan kaldrıılan integral dahil, pek çok matematiksel buluşun da sahibidir. Farabi, mantık ve kelamda o kadar önemli bir isimdir ki, Gazali gibi onu tekfir edenler (din dışı ilan edenler) bile, kelam ve mantıkta onun izinden gitmiştir. Mantık bilimine katkılarınan dolayı Muallim-i Sani (ikinci öğretmen, Muallim-i Evvel, yani birinci öğretmen, mantık biliminin kurucusu Aristo'dur) ünvanını almıştır. Descartes'e kadar mantık, onun izinden gitmiştir. Türk halkının adını pek bilmediği El Kındi ise, meşhur Beyt-ül Hikme'nin kucularından, ilk Arap ve İlk Müslüman filozoftur. Meşailik diye bilinen İslam Aristoculuğunun kurucularındandır. İbni Sina ve Farabi dahil tüm Meşailerin hocası sayılır ve İslam orta çağındaki önemli fizik-kimya-tıb ve matematik alanındaki tüm önemli buluş ve icatlar, meşailerin eseridir. Tasavvufçuların pozitif bilmlere katkıları sıfırdı. El kındi, tıpta İbni Sina, kelamda Farabi, matematikte Harezmi kadar öneml bir kişidir.

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/farabi-tipi-baskanlik-sistemine-gazali.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/06/ibni-sinanin-muslumandir.html

O sırra eren sufiler, tasavvufçular ne yapmıştır? Medrese müfredatından mantık dahil müfredattan kaldırmıştır. (oysa Gazali, mantık olmadan hiç bir şey olmaz demiştir. Tasavvufçu medereselerin Gazali'yi okuduklarından da şüpheliyim. (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/08/gazalinin-omuzundan-atilan-tufekler.html) Gerçi bence Gazali, filozoftan çok, Şia kültürüne saldıran ve insanlara devlete itaati emreden bir propagandacıdır. (https://onbinkitap.blogspot.com/2018/12/dini-inanclarimi-kaybetmem-3-imam-gazali.html) Osmanlı, meleklerin eteklerinin atlından delikli borularla bakılıyor gerekçesiyle rasathaneyi top atışlarıyla yıkmıştır. Humbaracı (havan topu) Ahmet Paşa bile bu cahilliğe hayret etmiştir. (Aslında kendisi bir Fransız soylusuydu. Müslüman olup, Osmanlı hizmetine girmişti) Medrese müderrislerine, bir üçgenimn iç açılarının toplamını sormuş, üçgenine göre değişir cevabı almıştır. Bu ve benzeri cahillikler, tasavvuf  sayesinde ülkede kökleşmiştir.

Şairinen tek tiyatro esesri de böyle bir softalığın, toplumdaki sonuçlarını anlatır. Oyunun tam adı, Kuyruklu Yıldız Altında, Bir Şair Evlenmesi'dir. Oyunda hem yetmiş altı yılda bir dünyamızın yakınından geçen Halley kuyruklu yıldızı üzerinden dönen kıyamet iddaları ve dedikoduları, hem de vekil ile nikah kıyma hicvedilir. Bu vekil ile nikah kıymayı bilmiyor olabilirsiniz, neyse ki untulumuş bir  Osmanlı adeti. Nikahta çiftler değil de, çiftleri temsilen başka birileri ile nikah kıyılıyor, üstelik de gelinin yüzü duvakla tamamen kapalıyken. Bu numara ile kimbiliri kaç çift, başka başka kişilerle evlendirildi. Oyunda da şairimiz, kızın ablası ile evlendiriliyor. Bu geleneği ilk yıkan kişi Atatürk'dür. Latife hanımla meşhur evliliğinde vekil kullanmamış, ondan cesaretle bu adet kalkmıştır. Muhtemelen artık tamamen untulan bu adet ve oyundaki diğer cahilce alışkanlıklar, o şiirleri ile övdüğü sufilerin işiydi.

Osmanlı aydını, batı karşısındaki yenilgi travmasını yavaş yavaş kabullenmiştir. Şinasi'ye hitaben, Ben Felatun'u beğenmez ne salaklar gördüm denmiştir. Atatürk, Türklerin travmasını tam olarak kabul edip, gerçek bir çağdaşlaşma ve devrimler yapma işine girmiştir. İzmir'in kurtarılmasından sonra önceliği Türkiye'yi güçlendirmeye ayırdı.

Yenilgi, en büyük travmadır. Bu yüzden yenilginin sebeplerini tahlil etmek zordur. İngilizleri, o devasa imparatorluklarını kurmalarının değil, yıkmalarının hayranı olmuşumdur. Dünya yüz ölçümünün üçte biri ve hatta daha fazlası olan o devasa imparatorluklarını, 1945'den itibaren sürdüremeyeceklerini anlayıp, 1980'e kadar adım adım tahliye etmişlerdir. İmparatorluklarını kurarken de, deniz savaşları hariç, çok fazla kan dökmemişlerdir. Napolyon savaşları ile, birinci dünya savaşı arasında, İngilizlerin en çok ölü verdiği savaş, Güney Afrika'daki Hollanda kökenli bezaların isyanı olan Boer savaşıdır. İngilizler koca Hindistan'ı (ki o zamanların Hindistan'ına, Pakistan, Bangladeş, Nepal, Maldiv adaları, hatta Myanmar bile dahildir), ki nüfusu 20. yüzyıl başında bile yüz milyon kadardır,  İngilizler bu devasa ülkeyi, daha doğrusu kıtayı, yüz bin kadar subayla yönetir, birbirine düşman kabileleri kendisine asker yapar. Ancak ikinci dünya savaşı itibarıyla,  küçük ada devletlerinin bu imparatorluğu taşıyamayacağını anlamışlardır.

İngilizlerin, Türkler yada diğer düşmanları ile ilgili anlatılara bakıldığında öyle kör bir nefret yoktur. Hatta bir parça sempati duyduklarını fark edersiniz. Gerçek düşmanlık, kör bir öfke ve nefretten ibaret değildir. Düşmanı gerçekten tanımak için, ona az da olsa sempati duymalısınız. Rakibini tartan sporcu gibi, düşmanı gerçek anlamda tanımalısınız. Meşhur İngiliz soğuk kanlılığı da buradan geliyor.

CHP'nin de, genel seçim yenilgisinden on ay sonra gelen yerel seçim zaferinin ardında yenilgiyi kabullenmesi ve travmayı atlatması yatıyor. İktidar  partimiz ise halen biz bitti bitmeden, bitmez, yeni anayasa, yeni müfredat derdinde. İktidarların asıl muhalefeti,  yaptıkları icraatlardan oluşan hoşnutsuzluktur. İktidarın mücadele etmesi gereken muhalefet partileri değil, halkın muhalefete yönelmesine sebep olan kendi kötü icraatleridir. Yapması gereken icraatlerini düzeltmek  yada iktidarını kime devredeceklerini tespit etmektir.

https://onbinkitap.blogspot.com/2020/05/gitmenin-siyaseti.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/12/dusecegini-hatirla-memento-cades-1.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/01/dusecegini-hatirla-memento-cades-2.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/02/kendin-inmek-zordur-ama-gene-de.html,

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/02/memento-cades-dusmeme-tedbirleri-2.html

8 Mayıs 2024 Çarşamba

Tarih-i Kadim'e Zeyl -Tevfik Fikret



 Tarih-i Kadim'e Zeyl 

Lakin üstadım sakın aldanma,

Müslüman evladıyım ben de bir parça. Bana anlatma o güzel dini, Bilirim ben de senin bildiğini. Okudum ben de ahiret kitabını, Dinledim ben de ahiret hitabını. Ben de zatın gibi cami cami, Dolaşıp Halik’a ettim rüku. Cennetin şevki ile meşgul hayalim, Cehennem korkusundan bıkmış yüreğim. Ben de tırmandım ulu Tûbâ’ya, Ben de çıktım Mele-i Âlâ’ya. Ben de âşıktım ezan nağmesine, Bir koşardım ki o Allah sesine! Ben de tespihle dua, oruçla namaz, Heyhat! Hepsini yaptım, hepsini biraz. Çünkü telkinlere aldanmıştım, Kandığım şeylere hep kanmıştım. Bilmeden, görmeden iman ettim, Nefsimi dinime kurban ettim. Sevdim Allah’ı da peygamberi de, O şeyler kaldı bugün hep geride. Anladım çünkü hakikat başka, Başka yoldan varılırmış Hakk’a. Saydığın harikalar, mucizeler, Birer zekâ büyüsüdür ki beşer. Duraklamadan açıyor sırlarını, Mucizeler ehli, unutmuş yarını. Aldatılmış, aldatmış o İsa, Musa; Köhne bir tılsımlı yalandır asa. Beşerin böyle işaretleri var, Putunu kendi yapar, kendi tapar! Ara git kilisesini, gez Kabe’sini, Dinle tekbiri, işit çan sesini. Göreceksin ki hepsi boştur, Umduğun, beklediğin şeyler yoktur. Allah’ı gibi düzme şeytanı, Buda’sı, Ehrimen’i, Yezdan’ı. Topunun esası bir korkak vehim, Gölgeler, gölgeler... Onlarda derin. Bir karanlık sezerek çevrildim, Acı bir darbe yiyip devrildim. Şimdi cenneti, nurları önemsemeden, Süzerim yaradılışı hayran hayran ben. Ne tapılacak ne taptıracak bilirim, Kendimi yaradılışa kul bilirim. Gökte binlerce mescit görürüm, Orda vicdanımı secde ederken görürüm. Bu secde işte benim itaatim, Bu ibadette geçer saatim. Bu ibadette övüncüm ve sevincim, Bence ben bir kayadan farklı değilim. Bir minik kuşla biriz tapmakta, Ben de Allah’tan başka yoktur derim İshak da. Doğruluk, ahde bağlılık, tevazu, muhabbet; Hayır, haysiyet, insaf, merhamet. Sonra bir şaire zangoç dememeli… İşte bunlar vicdanımı hareketlendirdi. Düşünüp yapmak ayinimdir, Yaşamak dini, benim dinimdir.
Müminim varlığa imanım var, Her kanat bir melek yapar. Yaşarım peygamberlere duymam gerek, Beni Hakk’a götürecek bir örümcek... Kitabım doğa sahnesi kitabı, Bendedir hayır ile şerrin sebebi. Varırım böylece ben mezara dek, Ahirette dirilmeye mahal görmem pek. Taşırım sevecen kalbimi ölçüsünde, Beşerin aşkını da kederini de. Hak dini bence bugün yaşam dinidir, Ey Molla Sırât! Söyle, öyle değil midir ? Tevfik Fikret

29 Nisan 2024 Pazartesi

Feriman Mehfam- İSLAMİYET KADINA DEĞER VERİYOR MU?


 

İSLAMİYET KADINA DEĞER VERİYOR MU?

Bu soruya en güzel cevabı İranlı Feriman Mehfam vermiş..
———————————————
Ben Müslüman bir kadınım..
Kardeşlerimin aldığı mirasın sadece yarısını alıyorum..
Ben Müslüman bir kadınım.. Benim tanıklığım, bir erkeğin tanıklığının ancak yarısı kadardır..
Ben Müslüman bir kadınım..
Namazlarda oğullarımla aynı safta namaz kılamam, hep onların arkasında olmalıyım..
Ben Müslüman bir kadınım..
Evimden çıkmadan önce kocamdan izin alıp evden çıkmam gerektiğini söylüyorlar..
Ben Müslüman bir kadınım..
Bir eş olarak kocamın 3 kadınla daha evlenme hakkı var ama ben sadece kocamın eşi olabiliyorum..
Ben Müslüman bir kadınım..
Bir eş olarak kocama itaat etmek zorundayım..
Ben Müslüman bir kadınım..
Bir eş olarak, kocamın mirasının yalnızca 8/1’ine hakkım var (yani, yalnızca bir karısı varsa) aksi takdirde, 4 karısı varsa, mirasının yalnızca 32/1’ine hakkım var.. Ama ben ölürsem kocam benim bıraktığım mirasın yarısını almaya hakkı var..
Ben Müslüman bir kadınım..
Erkekler istediklerini giyebilirlerken, benim yüzüm ve ellerim dışında tüm vücudumu örtmem gerekiyor..
Ben Müslüman bir kadınım..
Kocam kabul etmedikçe boşanamam.. Kendimi Khul' aracılığıyla kurtarmazsam yasa Mahkemelerde özgürlük hakkım için savaşmaya karar verirsem bu yıllar alır..
Ben Müslüman bir kadınım..
Eski kocam çocuklarımın nafakasını ödemeye zahmet etmiyor.. Bu bir suç değil..
Ben Müslüman bir kadınım..
Kocamın her türlü seks yapmasına itaat etmezsem melekler beni ziyaret etmeyecekler..
Ben Müslüman bir kadınım..
Müslüman erkek haricinde, bir Yahudi ya da Hristiyan ile evlenemem..
Ben Müslüman bir kadınım..
Yaşadığım bu dünyada ve (eğer gidebilirsem) Cennette bana bir vaat yok.. Ben yine kocamın eşlerinden biri olarak orada da köleliğime devam edeceğim.. ❦
Tüm ifadeler:
Sen ve 14 diğer kişi

27 Nisan 2024 Cumartesi

TEŞVİK KAPİTALİZMİ



Devlet şeker üretemez, çikolata üreme, işine baksin diyen neoliberaller, devletin burjuvalara düşük faizli kredi vermesine ses çıkarmaz. Dikkat ettiyseniz ülkemizde kamu bankalarının özelleştirilmesi hiç gündeme gelmedi. çünkü kapitalizmin istediği ucuz ve pek çoğunun da geri dönmesiz kredileri, fakirlerin vergiler ile oluşan hazineden karşılanmalıdır.

Kapitalizm, serbest piyasa rejimi değildir. Büyük burjuvaların çıkarını koruma rejimidir. Adam Simth nile İskoçya gümrük bakanıyken, İngiltere'den gelen kumaşlara fahiş gümrük uygulamıştır. (https://onbinkitap.blogspot.com/2016/11/kapitalizm-ile-ilgiliyanlis-bilgiler-su.html) Altmışlarda ortaya çıkan Neoliberalizmin sloganı, güçlü devlet ve serbest piyasa, lakabı da askeri Keynesyenliktir. (https://onbinkitap.blogspot.com/2024/04/devletcilik-icin-iktisat-felsefesi.html)

Rönesansı, reformu pas geçen, sömürgeciliğe katılmayan,  sanayileşmemiş, sanayileşmiş gibi görünse de markalaşmamış ülkelerin, milli burjuva ve yerli dev şirketler yaratma hayali vardır. Bu ülkelere Osmanlı'da dahildi. Doğan Avcıoğlu, Türkiye'nin düzeni kitabının bir kısmını buna ayırmıştır. (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/06/dogan-avcioglu-tarihciligi.html) Hatta padişah Abdülhamit, şehzadeleğinde ticaretle uğraşmış ve bizzat öz torununun anılarına göre padişahken bile borsa oyunları oynamıştır. İttihat ve Terakki ise bu yolda savaş zenginleri yaratmış, savaş sırasındaki vurgundan zengin olan ve Macar metreslerine binlik banknotlardan yatak hazırlayan bu zenginler, İttihatçıları da yüz üstü bırakmıştır.

Cumhuriyet döneminde de bu alışkanlık devam eder. Bu sefer balık kralı, kömür kralı gibi ticaret tekelleri oluşur. Bazı tüccarlar sermaye biriktirsin diye, belli iş kollarının onlara bırakılmasıdır bu teşvik. Yer yer müteahitlerin fazla kazanması sağlanarak da bu yapılmıştır. (Vehbi Koç, Hayat Hikayem adlı otobiyografisinde bunu ballandıra ballandıra anlatır.)

Bu teşviki kredi olarak verilmesi, daha önce bankalar aracılığıyla olurken, Devlet Planlama Teşkilatının kurulmasıyla beraber (İller Bankası ve diğer bir kaç kurumla beraber, Kalkınma Bakanlığı kurumuna devredilmiştir.), banka dışı yollardan, doğrudan kamu eliyle olmaya başladı. Emin Çölaşan, kitaplarında (Turgut Nereden Koşuyor, Önce İnsanım Sonra Gazeteci başta olmak üzere, bugünlerde yeni baskısı olmayan kitapları. Nadirkitap, Kitantik gibi sitelerde bulunabilir) yazdığına göre, Turgut Özal, Devlet Planlama Teşkilatını tamamen burjuvalara teşvik kredisi verme kurumuna dönüyor.

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/07/turgut-nereye-kostu.html

Emin Çölaşan'ın, Turgut Özal ile, bu günlerin gençlerinin deyimiyle toksik bir ilişki oldu, Özal ölene kadar.  İkisinin  tanışması, Çölaşan'ın üniversite yıllarına dayanır. Çölaşan ODTÜ'de okurken, Genelkurmay başkanlığında askerliğini yapan Turgut Özal'da matematik derslerine girmektedir. (Gene askerliğini yapan Süleyman Demirel ile sonradan hem fizik profesörü, hem de politikacı olacak Erdal İnönü'de üniversite de derslere girmektedir.)Özal, Çölaşan ve arkadaşlarını sınavda kopta çekerken yakalar ama ispatlayamaz. (Bunu, Çölaşan anlatmaktadır.) Bu ilk karşılaşmalarıdır. Daha sonra Çölaşan, Devlet Planlama Teşkilatında çalışırken, Özal, teşkilatın müsteşarı olarak amiri konumundadır. Özal, teşkilatı burjuvalar için ucuz kredi merkezine dönüştürür. Çölaşan'da memurluğu ile ele geçirdiği bilgilerle gazetecilik yapar. Sözde takma isim kullanır ama herkes bilir. Bazı yazılarını da açıkça yazar. Hatta Milliyet gazetesinin düzenlediği Ali Nail Karacan Yazı Yarışmasını iki kere üst üste kazanır. Özal'la sürtüşmesi sonucunda kurumdan kovulur ama babası olan, Meteoroloji Genel Müdürlüğünün ilk genel müdürü Ümran Çölaşan'ın çabaları ile kovulduğu kurumdan tavsiye mektubu alır. Sonra sırası ile Maliye bakanlığı, Ticaret Bakanlığı ve Petkim'de, hem memurluk, hem gazetecilik yapıp, kovulur. En sonunda 1977'de, otuz beş yaşında memuriyeti tamamen bırakıp, Milliyet gazetesinde gazeteciliğe başlar.

Biz teşvik konusuna geri dönelim. (Özal'ın Neolibralizm-Neoklasik okul peygamberliği ve Özal-Çölaşan toksik ilişkisi ayrı ayrı konular) Teşvikçilik, 12 Eylülden sonra hızla yaygınlaştı. Doksanların başında, özelikle Güney Doğu Anadoluda komediye dönüştü.  Ortalık sözde fabrikalardan geçilmez oldu. Bir kaç kişiye mmaaş bile vermeyip, SSK (SSK,Bağ-Kur ve Emekli Sandığı henüz birleşip SSK olmamıştı) pirimini ödeyen sözde fabrikalardan alınan krediler, gene bankalardan faizle işletilerek, kazanca dönüştürüldü.  Aydın Doağn ve Dinç Bilgin medyası, Tansu Çiller ve DYP'ye sırt çevirdiğinde, bu holdinglere akratılan asronomik teşvikler ifşa edilmişti. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/11/aydin-dogan-kimdir.html)

Günümüzde ise teşvik sadece kredi olarka verilmiyor. İşverenler, ÇEDES yada stajyerlik adı altında öğrencileri yok pahasına (bazen yemek bile vermeden) çalıştırdıkları yetmiyormuş gibi,   (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/11/stajyer-emegi-somurusu.html) İŞKUR gibi kurumlar aracılığı ile çalıştırdıkları işçilerin sigortası devlete ödetmektedirler. Şirketler, kırk yıllık çalışanlarını bile, işe yeni başlayan kursiyer  gibi göstermekte, işçiler her iş değiştirdiklerinde kursiyer olmaktadırlar.

Burada bir de değil ben gibi aslında  öğretmen, amatör bir blog yazarının, en acar gazetecilerin bile bilmediği ne teşvikler var. Hatta bazıları kredi bile değil, hibe. Halka yıllarca kamu iktisadi kuruluşları zarar ediyor, hazine bu zararı ödememeli diyenler, daha fazlasını özel sektöre ödüyor.