12 Ağustos 2025 Salı

Holokost Hafızasının Kötüye Kullanımına İlişkin Açık Mektup

 


Holokost Hafızasının Kötüye Kullanımına İlişkin Açık Mektup

Holokost anısına başvurmak, Yahudilerin bugün karşı karşıya kaldığı antisemitizmi anlamamızı engelliyor ve İsrail-Filistin'deki şiddetin nedenlerini tehlikeli bir şekilde yanlış tanıtıyor.

Aşağıda imzası bulunan bizler, farklı kurumlardan Holokost ve Yahudi düşmanlığı üzerine çalışan akademisyenleriz. Siyasi liderlerin ve önemli kamu figürlerinin Gazze ve İsrail'deki mevcut krizi açıklamak için Holokost anısına başvurmalarından duyduğumuz üzüntü ve hayal kırıklığını dile getirmek için yazıyoruz.

İsrail'in BM Büyükelçisi Gilad Erdan'ın BM Genel Kurulu'na hitap ederken üzerinde "Bir Daha Asla" yazan sarı bir yıldız takmasından, ABD Başkanı Joe Biden'ın Hamas'ın "Holokost kadar sonuçları olan bir barbarlığa bulaştığını" söylemesine ve İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu'nun Alman Şansölyesi Olaf Scholz'a "Hamas yeni Naziler" demesine kadar uzanan özel örnekler var. Temsilciler Meclisi'nde konuşan Florida'dan Cumhuriyetçi Temsilci Brian Mast, "masum Filistinli siviller" olduğu fikrini sorgulayarak, "II. Dünya Savaşı sırasında 'masum Nazi sivilleri' terimini bu kadar kolayca kullanmayacağımızı düşünüyorum" dedi.

İsrail-Filistin krizinin arttığı dönemlerde antisemitizm, İslamofobi ve Arap karşıtı ırkçılık da sıklıkla artış gösterir. 7 Ekim saldırılarının ve Gazze'ye yönelik devam eden hava bombardımanı ve işgalinin vicdansız şiddeti yıkıcıdır ve dünya genelindeki Yahudi ve Filistinli topluluklar arasında acı ve korkuya yol açmaktadır. Herkesin nerede yaşarsa yaşasın kendini güvende hissetme hakkı olduğunu ve ırkçılık, antisemitizm ve İslamofobiyle mücadelenin bir öncelik olması gerektiğini yineliyoruz.

Yahudi toplumundaki birçok kişinin 7 Ekim'de yaşananları anlamaya çalışırken Holokost'u ve daha önceki pogromları hatırlaması anlaşılabilir bir durumdur; katliamlar ve sonrasında ortaya çıkan görüntüler, çok yakın bir geçmişte yaşanan Yahudi tarihi tarafından yönlendirilen, soykırımcı antisemitizmin derin köklü toplumsal hafızasına dokunmuştur.
Ancak Holokost anısına atıfta bulunmak, Yahudilerin bugün karşı karşıya kaldığı antisemitizmi anlamamızı engelliyor ve İsrail-Filistin'deki şiddetin nedenlerini tehlikeli bir şekilde çarpıtıyor. Nazi soykırımı, bir devletin ve gönüllü sivil toplumunun küçük bir azınlığa saldırmasını içeriyordu ve bu saldırı daha sonra kıta çapında bir soykırıma dönüştü. Nitekim, İsrail-Filistin'de yaşanan krizin Nazizm ve Holokost ile karşılaştırılması -özellikle de kamuoyunu etkileyebilecek siyasi liderler ve diğer kişiler tarafından yapıldığında- entelektüel ve ahlaki kusurlardır. Duyguların coştuğu bir anda, siyasi liderlerin sakin davranma ve sıkıntı ve bölünme ateşini körüklemekten kaçınma sorumluluğu vardır. Ve akademisyenler olarak, mesleğimizin entelektüel bütünlüğünü korumak ve dünyanın dört bir yanındaki diğerlerinin bu anı anlamlandırmalarına destek olmak görevimizdir.
İsrailli liderler ve diğerleri, Holokost çerçevesini, İsrail'in Gazze'ye uyguladığı toplu cezayı barbarlığa karşı bir medeniyet mücadelesi olarak tasvir etmek ve böylece Filistinliler hakkında ırkçı söylemleri yaymak için kullanıyorlar. Bu söylem, bizi mevcut krizi ortaya çıktığı bağlamdan ayırmaya teşvik ediyor. Yetmiş beş yıllık yerinden edilme, elli altı yıllık işgal ve on altı yıllık Gazze ablukası, ancak siyasi bir çözümle durdurulabilecek, giderek kötüleşen bir şiddet sarmalına yol açtı. İsrail-Filistin sorununda askeri bir çözüm yok ve bir "kötülüğün" güçle alt edilmesi gerektiği bir Holokost söylemi kullanmak, zaten çok uzun süredir devam eden baskıcı bir durumu daha da besleyecektir.
"Hamas yeni Naziler" iddiasında bulunmak - Filistinlileri topluca Hamas'ın eylemlerinden sorumlu tutarken - Filistin haklarını savunanlara katı, antisemitik motivasyonlar atfetmek anlamına geliyor. Ayrıca, Yahudi halkının korunmasını uluslararası insan hakları ve yasalarının uygulanmasına karşı konumlandırarak, Gazze'ye yönelik mevcut saldırının bir zorunluluk olduğunu ima ediyor. "Özgür Filistin" çağrısı yapan göstericileri uzaklaştırmak için Holokost'a başvurmak ise, Filistinli insan hakları savunuculuğunun baskı altına alınmasını ve antisemitizmin İsrail eleştirisiyle bir tutulmasını körüklüyor.
Giderek artan bu güvensizlik ortamında, antisemitizmi doğru bir şekilde tespit edip onunla mücadele edebilmek için netliğe ihtiyacımız var. Gazze ve Batı Şeria'da yaşananlarla mücadele ederken ve bunlara yanıt verirken de net bir düşünceye ihtiyacımız var. Kamusal söylemle etkileşim kurarken, Gazze'de yeniden canlanan antisemitizm ve yaygın katliamların yanı sıra Batı Şeria'da artan sınır dışı etmeler gibi eşzamanlı gerçekliklerle başa çıkarken açık sözlü olmalıyız.
Nazi Almanyası'na bu kadar kolay benzetmeler yapanları, İsrail siyasi liderliğinden gelen söylemleri dinlemeye teşvik ediyoruz. Başbakan Benjamin Netanyahu, İsrail parlamentosuna "bu, ışığın çocukları ile karanlığın çocukları arasında bir mücadeledir" dedi (aynı ifadeyi içeren ofisinden bir tweet daha sonra silindi). Savunma Bakanı Yoav Gallant, "İnsan hayvanlarla savaşıyoruz ve buna göre hareket ediyoruz" dedi. Bu tür yorumlar, Gazze'de masum Filistinli olmadığı yönündeki yaygın ve sıkça dile getirilen argümanla birlikte, gerçekten de tarihsel kitlesel şiddetin yankılarını akla getiriyor. Ancak bu yankılar, yaygın katliamlara karşı bir emir niteliğinde olmalı, katliamların yaygınlaştırılması için bir çağrı değil.
Akademisyenler olarak, kelimelerimizi ve uzmanlığımızı sağduyulu ve duyarlı bir şekilde kullanma, daha fazla anlaşmazlığa yol açabilecek kışkırtıcı ifadeleri azaltma ve bunun yerine daha fazla can kaybını önlemeyi amaçlayan söylem ve eylemlere öncelik verme sorumluluğumuz var. Bu nedenle, geçmişe atıfta bulunurken, bunu bugünü aydınlatacak ve çarpıtmayacak şekilde yapmalıyız. Bu, Filistin ve İsrail'de barış ve adaletin tesis edilmesi için gerekli temeldir. Bu nedenle, medya da dahil olmak üzere kamu figürlerini bu tür karşılaştırmalar yapmaktan vazgeçmeye çağırıyoruz.

Karyn Ball
Professor of English and Film Studies, University of Alberta

Omer Bartov
Samuel Pisar Professor of Holocaust and Genocide Studies, Brown University

Christopher R. Browning
Professor of History Emeritus, UNC-Chapel Hill

Jane Caplan
Emeritus Professor of Modern European History, University of Oxford

Alon Confino
Professor of History and Jewish Studies, University of Massachusetts, Amherst

Debórah Dwork
Director of the Center for the Study of the Holocaust, Genocide, and Crimes Against Humanity, Graduate Center—City University of New York

David Feldman
Director, Birkbeck Institute for the Study of Antisemitism, University of London

Amos Goldberg
The Jonah M. Machover Chair in Holocaust Studies, The Hebrew University of Jerusalem

Atina Grossmann
Professor of History, Cooper Union, New York

John-Paul Himka
Professor Emeritus, University of Alberta

Marianne Hirsch
Professor Emerita, Comparative Literature and Gender Studies, Columbia University

A. Dirk Moses
Spitzer Professor of International Relations, City College of New York

Michael Rothberg
Professor of English, Comparative Literature, and Holocaust Studies, UCLA

Raz Segal
Associate Professor of Holocaust and Genocide Studies, Stockton University

Stefanie Schüler-Springorum
Director, Center for Research on Antisemitism, Technische Universität Berlin

Barry Trachtenberg
Rubin Presidential Chair of Jewish History, Wake Forest University,

20 Kasım 2023 
The New York Review of Books
www.nybooks.com › ...
Çeviri google

DÜZENİN SADIK BÖLÜCÜLERİ VE RADİKALLERİ

 


İnsanlar muhalifleri düzenden ayrı ya da siyasetçileri gerçekten kavgalı zannederler. Oysa düzen muhalif ya da muhalif göründükleri ile bir bütündür. Mesela Efeler, Osmanlı döneminde Ege'nin düzeninin bir parçasıydı. Kapitülasyonlar gereği kurulan tütün rejisinden tütün kaçırıyor, piyasaya ucuz tütün sürüyordu. Cumhuriyetle beraber kapitülasyonlar bitince, tütün rejisi de ortadan kalkınca efelik sadece folklorik bir unsur haline geldi. 

Osmanlının son yüz yılında efeler yüzünden  Ege bölgesi güvenli bir yer olamadı. Osmanlı çok fazla asker ve sivil can kaybı yaşadı. Efeler, zeybekler ara ara özel ve genel aflarla dağdan indi. Pek çoğu ovada tutunamadığı için tekrar dağa çıktı. Meşhur Çakıcı'ın en az dokuz kere af ile dağdan inmişliği vardır. Aslında Osmanlı zeybekleri çok da bitirmek istemedi. Onlar sayesinde sadece tütün değil, incir-zeytin gibi ürünler de el altından piyasaya sürülüyordu.

12 Eylül terörü bitireceği iddiası ile geldi, PKK'nın kurulmasını sağladı. Diyarbakır hapishane işkenceleri, çoğu kadın 2 milyondan fazla insan Kürtçe 'den başka dil bilmediği halde Kürtçeyi yasaklamanın  amacı da buydu. Örgüt Eruh ve Şırnak karakol baskınları yaptı gün dönemin başbakanı Turgut Özal havuzdan çıkmadığı gibi, cumhurbaşkanı Kenan Evren'de bunlar bir kaç baldırı çıplaktır lafını yıllarca tekrarlayıp durdu. Örgüt, operasyonlar karşısında sıkıştıkça sahte ateşkesler ilan edip durdu. Bu dönemde operasyonlar da yavaşlıyor, örgüt rahat ediyordu. Bu dönem meşhur 33 erin şehit edilmesine kadar sürdü.

Derken örgüt, Bülent Ecevit döneminde Öcalan'ında yakalanması ile iyice köşeye sıkıştı. Sonra bir anda ikinci cumhuriyetçi Ahmet Altan'ın kehaneti gereği ani ekonomik krizler ve koalisyon ortaklarından Devlet Bahçeli'nin krizi sonucu düştü ve yerine yeni hükumet kuruldu.

Yeni tek parti iktidara gelmeden evvel örgüt bitme noktasındayken, yavaş yavaş canlandı. Derken meşhur çözüm süreci geldi, ardından meşhur yetmez ama evet referandumu. Ben çözüm sürecine hiç inanmadım. Bunu sebebi de HDP'nin yetmez amaya tam destek vermeyip, doğru dürüst karşı da çıkmamasıydı. O günleri hatırlayın ya da arşivlere bakın, daha iyi anlayacaksınız. Mehmet Ağar'ın kısa süreli hapse girmesine rağmen,  ünlü Ülkücü katillerin hiç biri sorgulanmamıştı bile. Sözüm ona Kenan Evren yargılanacaktı ama onun alt kademesindeki pek çok subay hiç yargılanmadı.

Ayrıca dikkat edin kumpas davalarında yargılanan Ülkücü-Irkçı yok ya da yok denecek kadar azdı.

Sonrasında da daha referandumun mürekkebi kurumadan liboş-solculara kapının gösterilmesi ve boykotçulardan seni başkan yapmayacağız sesleri duyuldu.

Sonra o meşum haziran akşamında muhalefet liderinin bir anda iktidardan yana olması, darbe girişimi derken o çözüm süreci nasıl da unutuldu.

Ve sonra bu günler, bir zamanlar her türlü milliyetçiliği ayaklar altına alan parti ile, milliyetçi partinin koalisyonu dönemi.

Dostlarım, PKK ve DHKP-C başta olmak üzere hepsi de sistemin bir parçasıdır ve bir zamanlar çözüm süreci ne kadar yalansa, Mehmet Ağar'ın hapsinden sonra her şey nasıl değiştiyse, Demirtaş'ın hapsinden  sonra da her şey değişecektir.

Buna hiç bir şeyin değişmemesi için, her şeyin değişmesi deniliyor. Leopar isimli uzun bir film var. Filmde Sicilyalı bir soylunun, ülkedeki siyasi rejim değişirken, konumunu ve servetini koruma çabası var. TÜSİAD başta olmak üzere ülkemizdeki süper zenginlerin hiç birine bir şey olmadığını, onların servetlerinin arttığına dikkat edin.

12 Eylül darbesine aylar kala Dev-Yol bölünüp, Dev-Sol çıkmasaydı, örgütün özellikle İstanbul kısmı çökmeseydi, darbe bu kadar başarılı olmazdı. Bu sebeple de Dev-Sol'un DHKP-C olma sürecinde MİT, dayıcıları (Dursun Karataş) tuttu ve Bedricileri ezip, kalanları da Sakarya'da bir hapishaneye tıktı. Dursun'un eşi Sabahat'ın öldürülmesi de sizi şaşırtmasın. TKP'nin sözde boykot çağrısı ile İmamoğlu'nun 2. defa İstanbul Büyükşehir Belediye başkanı olmasına engel olmaya .çalışmasını da unutmayalım.

Düzen bir bütündür, her an yeni bir çözüm sürecine de hazır olun.

11 Ağustos 2025 Pazartesi

O YAPARSA SEN DE YAPARSIN MODELİ SİNAN



Türklerde bir motivasyon şekki vardır, o mal yaparsa, ben de yaparım şeklinde. bu motivasyon şekli, başarılı insanları küçümsemeye dayanır. O kazanan kişinin yetenekleri ve zekası benden az, o kazanıyorsa, ben de kazanmalıyım düşüncesine dayanır. Kendi yetersizliğini, küçümsediği kişi üzerinden görmektir bu. Hem o kişinin, hem de kendi zeka ve yeteneğimiz üzerinde yanılmış olabileceğimiz anlamına da gelir. Kendimiz hakkında bile her şeyi bilemiyorken, bir başkasını nasıl bilebiliriz? Egomuz gereği, eğer sürekli hor görüldüğümüz bir ortamda değilsek, böyle büyümemişsek ve bizi hor gören insanlarla ısrarla arkadaşlık etmiyor yada etmek zorunda kalmıyorsak, kendimizi başkalarından üstün görme eğilimindeyizdir. Öte yandan bizden daha üstün, daha yetenekli ve daha zeki insanları örnek almamız zordur. Onların üstünlüğünü baştan kabul etmişizdir. Bu durumda o bile yapamamış bilgisine ulaşırız. Bezen de bu bilgi, o yapamadı, ben yaptıma dönüşür.

Benim son derece başarısız bir öğretim hayatım oldu. Otuz beş yaşıma doğru psikoloğum bana diskelsi, yani dikkat eksikliği, hiperaktivite ve öğrenme güçlüğü teşhisi koydu. O zamanlar böyle bilimsel tespitler yoktu. Herkese göre ben zeka özürlünün tekiydim. Öğrenciliğim süresince, ailem, arkadaşlarım ve öğretmenlerimin çoğu tarafından hırpalandım. İlk okulda, o yıllarda kırmızı kurdele uygulaması vardı. Ben onu ikinci dönem anca aldım. Öğrenim hayatındaki başarısızlığın daha o zaman başlamıştı.

Babamın bana karşı nefreti de o zaman başladı. Çok kitap okuyan bir çocuk olarak, derslere karşı isteksizdim. Birnci sınıfta, okulumuzun yanında, uzun zamandır futbol sahası olan boş arazide, tesisleri yapmak için inşaat başlamıştı. Her inşaat gibi, bu inşaatta harfiyatla başlamıştı. Bir kepçe ve bir kaç kamyonla harfiyat yapılıyordu. Pek çok kişi gibi ben de harfiyatı izliyordum (Harfiyatlar halen çok izleniyor, milli alışkanlığımız.) Derslere falan girmiyordum, öğretmenim de beni çağırmıyordu. Bir de su tulumbası vardı, onunla oynuyordum. Bu bir hafta kadar böyle gitti. Sonra olayı babam öğrendi, beni bir güzel dövdü. Tulumbadan su da içirdi. Bu olaydan sonra da zil çalınca sınıfıma girdim, bahçede oyalanmadım doğrudan sınıfa girdim. Bu olay benim Disleksi, yani öğrenme güçlüğü ve hiperaktivitesi olan bir çocuk olduğumun ilk belirtisiydi. Bu olaydan sonra babam beni hiö sevmedi yada sevgi belirtisi göstermedi. Beni, muhtemelen benim gibi disleksi olan kendi babası ile özdeşleştirdi, ona benzediğim için bana kızdı hep.

İlkokulu bir şekilde üç orta ile bitirdim. Orta birde iki zayıftan bütünlemeye (o zamanki sistem gereği) kaldım ve bütünleme sınavlarını verip, geçtim. Orta ikide yedi zayıfım vardı. Beşini verdim. Almanca'dan sorumlu geçtim. (Liseyi bitirene kadar Almanca, üniversite bitene kadar İngilizce ile cebelleştim) Orta üçte üç dersten bütünlemeye kaldım, birini verdi, ikisinden kaldım (Almanca ve Matematik) Zaten yaz boyu saatçide çalışmıştım, o sene de saatçide çalışmaya devam ettim.Şubat ve  Haziran'da, o zamanlar henüz dışarıdan bitirme olmadığı için dışardan bitirme sınavlarına giren yaşlı-başlı insanlarla sınava girdim. Eylülde matematikten geçtim ve o sene toplanan Milli Eğitim şurası, tarihinde ilk ve son defa, yabancı dil dersinden sınıfta kalmayı kaldırdı da sınıfı geçip, liseye başladım. Lise birde tekrar kaldım. O zamanda benden yirmi küsur yaş büyük olan amca oğlunun araba-kamyon galerisinde çalışıyordum, işime devam ettim. Lise ikinci sınıfta, Türk eğitiminin en kötü dönemi olan kredili sistem geldiği için, o dönem tüm öğrenciler, ÖKK (Öğretmenler Kurulu Kararı) ile sınıf geçti. Ben de son sınıfa kadar sorunsuz geçtim. Hatta son sınıfta, son dönemde Teşekkür belgesi aldım.Rahmetli kardeşim, ben de büyüyünce abim gibi teşekkür belgesi alacağım demişti de, babam, alırısın oğlum alırsın, abin gibi, okul biter, sen teşekkür alırısn demişti.

Son sınıfta hayatımın hatasını yaptım ve siyasete, üstelikte Ülkücülüğe bulaştım, arkadaşlarımla tartıştım, ocaklara falan gittim. Bu yüzden de fazla ders çalışmadım. Buraları yazsam bin sayfa roman olur ama artık anlatmak istemiyorum. İkinci basamak, yani ÖYS sınavına günler kala, ailem durumu öğrendi. Önce dershaneye ve derslere gidişim yasaklandı, ardından annem ve babam arasında büyük bir kavga başladı. O zamanlar tercihler, sınavdan evvel yapılıyordu. Bana da Ankara dışında bir yeri yasakladılar. Sonuçta o sene sınavı kaybettim.

Ertesi yıl tekrar sınava girecektim ama babam beni dershaneye göndermeyecekti. Üstelik o yıl, çoğu kez günde on- on üç saat ve hatta daha fazla olmak üzere, çeşitli işlerde çalışacaktım. Elimde kaynak yoktu. Sınıfta kalmalarım ve ilk sene kaybetmem yüzünden 1993 yılında 19 yaşındaydım ve 20 yaşından gün almaktaydım. Bu da askerliği tecil etmemi zorunlu kılıyordu. Bu iş, arabayla, babam ve benim bir gününü aldı. Merkaz (Çankaya-Yenimahalle-Mamak vesaire) askerlik şubeleri Bahçelievler'de, muayene de Etlik'de, GATA'nın yanında, Keçiören'deydi. (Mevki hastanesi 4 nolu yada başka bir nolu mevki hastanesiydi) Arabayla bir kaç kere Etlik ile Bahçelievler arasıda gelip, gittik. Bir ara babam bana döndü ve dedi ki:

-Sinan, sen ne bu sınavı kazanır, ne de bu okulu okursun, umut kalacağına emek kalsın.

1993-1994 Eğitim-Öğretim yılı, benim için zor geçti. Dershaneye gitmiyordum, çalışıyordum ve kaynak kitaabım da yoktu. Dershanemden bana üç konu anlatımlı test kitabı vardı. En kalını beyaz ve matematik olnadı, diskalküli (matematiksel  disleksi ) olan biri olafak sadece ucundan baktım. İncecik bir Türkçe kitabım, dört yüz sayfa civarı olan sosyal bilimler kitabım vardı. Bu bir yıl boyunca, sürücü kursuna gittim, bir matbaada çalıştım, bir markette çalıştım, iki ay evde oturdum ve amca oğlunun araba galerisinde çalıştım. Birinci basamak olan ÖSS'den önceki cumartesi günü saat beş gibi, İsmail amcamın emriyle eve gittim.

O zamanlar ÖSS'de sözel-sayısal ayrımı vardı, matematik-fen ayrımı yoktu.  ÖSS için taktiğimi değiştirdim. Sınavdan önce evde, kardeşlerimin ders kitaplarından bioloji konularına baktım. Bioloji bana her zaman kolay gelmiştir.  İlk 6-7 soru çok kolay oluyordu, ardından kitapçığın arkasını çevirip, bioloji sorularını yaptım. ÖSS puanımı, bir önceki yıla göre mikroskobik olarak da olsa arttırdım.105 barajdı, 105'i geçemeyenler, ÖYS'ye giremiyordu. ÖSS'den alınan puan, ÖYS'e taban oluyordu. 1993 ÖSS ouanım 139.998'di, 1994'de 141,5küsur oldu.  ÖYS'de, eşit ağırlık ve sosyal denen eşit ağırlığın başka türü bir puan için en az 4 matematik netine ihtiyacım vardı. İlk dört çok kolay soruyu yaptıktan sonra da tekrar Türkçe ve Sosyal bilimlere döndüm.  

İlkokulda hep arkeolog olmak isterdim. Orta okulda tarihçi oldum. Sürekli yanına gittiğim kitapçı Ahmet abi, beni sosyoloji konusunda ikna etmişti. Bu yüzden ikinci yılımda, sınava girmeden tercşh yaptığım için, ilk sıraya umutsuzca ODTÜ Sosyoloji yazdım. Ardından Ankara'daki bir kaç tarih ve sosyolojinin ardından, Ankara'nın batısındaki şehirlerde yeni açılan tarih ve sosyoloji bölümlerinin yazdım. Sınav sonuç belgesini alırken hatırlıyorum, Süleyman Demirel Sosyoloji 12. tercihimdi. İkinci öğretimin parasını babam vermezdi. Bu yüzden ikinci öğretimleri yazmadım.

Sınavdan sonraki günler İsmail amcam ve amca oğlu Aziz'in bana sataşmaları ve tacizleri arttı. Ben de sınavlara az kala oradan ayrıldım. O yıl İsmail amcamın benden dört yaş küçük oğlu da sınava giriyordu. Özel okulda okuyor, iki ayrı dershaneye gidiyordu. Sık sık bizi evine çağıryor ve nispet yapıp, öğünüyordu.

Derken sınav sonuçlarının açıklanacağı gün gelip çattı. Geçen yıl gittiğim dershanenin numarası bence halen vardı. Sonuçlar öğren birde açıklanıyordu. Derken öğrenci işlerinden sesini bildiğin kız çıktı, ÖSYM numaramı verdim. (O zamanlar TC numarası yoktu, cep telefonu da yoktu, evden arıyordum.) Kız, bir kaç dakika sonra, Süleyman Demirel Sosyoloji, dedi. Ben de vereceğim en komik tepkiyi verdim.

-Benim adım Süleyman Demirel değil, deyip kapattım. Oysa kızcağıza teşekkür etmeliydim. Bir saniyelik şoktan sonra durumu anladım ve kazandım, kazandım diye bağırdım. Babam kahvedeydi, kardeşlerim ve anneme söyledim. Sonra sokağa çıktım, bizimkilerin takıldığı Köşemn kıraathanesinde doğru koştum ve babama söyledim.

Bu olay herkes için şoktu. Sadece bir yardımcı doçentle açılan Süleyman Demirel üniversitesinin, Sosyoloji bölümü, yeterince tanıtılmadığı için çok düşük puanda kalmıştı. Ben 433 ile 1994'de birinci öğretime girerken, ertesi yıl ikinci öğretimin tabanı 434, birinci öğretim 453 olmuştu. İsmail amcamın oğlu da sadece Ankara'daki bir kaç inşaat mühendisliğini yazdığı için sınavı kaybetmişti.

Pek çok kere akrabalarımın itiraf ettiği üzere, pek çok akranımın üniversite bitirmesinde sebep oldum. Baba tarafından pek çoğu da özel (vakıf) üniversitelerine gitti. Bazılıarı bu vakıf üniversitelerini de bitiremedi. Bir hyaş küçük kız kardeşim, aşırı yoğun bir tempo ile çalışıp, üniversite sınavını kazanıp, mezun olup, giyim (moda ve tasarım) öğretmeni oldu.  

Oysa ben bir disleksi olarak, biraz ilgi ve şevkat gösterildiğinde her şeyi öğrenmek üzere odakalanabilecek,  en ufak bir baskı ve şiddette de hiç bir şeyi öğrenemeyecek bireydim. Elimden bu kadarı geldi.

Küçük kız kardeşim beni örnek alamamıştı. Üç kere üniversite sınavına girdi, kaybetti. Sonra o yıllarda çıkan ek ontenjanla (kazandığı bölüme gitmeyenler yüzünden boş kalan kadrolar. Efsanelere göre ODTÜ-Boğaziçi gibi üniversitelerde araştırma görevlileri, okula daha az öğrenci girmesi için her sene kendi bölümlerini kazanıp, gitmiyordu.)Karadeniz bölgesinde bir meslek yüksek okulunda Turizm bölümüne gitti. 2 yıllık okulu 4 yılda bitirdi. Annemin tüm itirazlarına rağmen Açık öğretimden dört yıllığa tamamlamadı. Bir kaç otelde çalıştıktan sonra, gümrük müşavirlik firmasına girdi, enişteyle tanışıp, evlendi.

Ben 2010 yılında Anadolu lisesi öğretmenliğini kazanınca bu sefer enişte beni örnek alıp, kız kardeşimei gümrük müşaviri olması için teşvik etti. Annesini dinlemeyen kardeşim, kocasını dinledi ve Açık öğretimle 2 yıllığı, 4 yıllığa tamamladı. Gümrük müşavirliği 2 yada 3 yılda bir yapılıyordu. İlk sınavı kyabetti ama ikinci sınavı kazandı. Ankara bölgesinde yazılı sınavı kazanan altı kişiden birisiydi. Sözlü sınavı da kazandı ve şu an gümrük müşaviri.

Eğitimde rol modeller önemlidir. Öğrencilere rol modelleriniz olsun.