5 Nisan 2023 Çarşamba

NOMENKLATURA'NIN DİNİ VE LİDERALİZMİ

 



Tesadüfen okuduğum bir kitap, aradığım kelimeyi bulmamı sağladı. Aslında bu kelime, Sovyet sistemi ve doğu blokunu yönetenleri ifade etmek için kullanılmış. Sınıf sistemini yok etmek üzere yola çıkmış bir ideolojinin, böyle bir sınıfın varlığını kabul etmesi ne acı? Bu sınıf varken, eşitlikten nasıl bahsedebiliriz? Aslında Spvyetler Birliğinin yetmiş sene yaşamasına şaşmalı.

Bu kelime nomenklatura; baskın sınıf demek. George Orwel'ın, Hayvan Çiftliği romancığında belirttiği gibi, bütün hayvanlar eşittir, bazıları daha eşittir. Bu sınıf, işin doğrusu her sistemde vardır. En basitinden, herhangi bir lise edebiyat ders kitabını alın. Tanıtılan yazarların hayat hikayelerine bakın ve hangi liselerden mezun olduklarına bakın. Dışişleri bakanlığı, 1990'lı yıllara  kadar Galatasaray lisesi mezunlarınınn tekelinde olmuştur. Bunun tek sebebi, bu lisenin çok iyi eğitim vermesi değil, yıllarca bu okula belli seçkin ailelerin çocuklarının seçilerek alınmasıdır. Galatasaray, Kabataş, Kadıkaöy Anadolu gibi liselere girmek, 12 Eylülce Anadolu lisesi ilan edilmelerinden sonra kolaylaştı. Bundan sonra da bu okullardan sürekli yüksek bürokrat ve sanatçı yetişmez oldu. Çünkü bu liselere, Osmanlının son dönem nomeklaturası, yani baskın sınıfı, bu okullar ve bu okulları tuba ağacı nazariyesi diye diye el üstünde tutan akademisyen-bürokrat güruhu sayesinde ayakta kaldı.

Nomenklatura hep bir ideoloji, bir yüce amaç arkasına sığınır. Hasan Ali Yücel'in bakanlığı bırakmasından, 12 Eylül rejimine kadar milli eğitim, tuba ağacı nazariyesi diye inliyen muhafazakarların elinde oldu aöma o ağaç bir türlü Türkiye'yi besleyemedi. Daha ziyade kendi kendisini besledi. İstanbul'un bu tuba ağacı liselerinden mezun olup,  Anadolu'nun içlerinde çalışan pek az kişi oldu.

En genel nomenklatura ideolosiji liberalizm (kapitalizm)  (https://onbinkitap.blogspot.com/2016/11/kapitalizm-ile-ilgiliyanlis-bilgiler-su.html ) ve islamcılıktır (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/11/son-yillarda-biten-islamci-seyler-2.html ) Her ikisi de bazı ideolojik ilkelere dayansa da amaçları moneklatrualarnı, yani baskın sınıflarını korumaktır. Yüce kavramlar bunun için kullanılır, icabında yok sayılır. Mesela serbest piyasa ekonomisi tamamen hayal mahsulü, küçük işletmelerin büyümemeleri için uydurulmuş bir palavradır. Adam Simith bile, İskoçya gümrük bakanıyken, İngiltere'den gelen kumaşlar, İskoç tekstilini zorlayınca, İngiltere'den gelen kumaşlara yüksek gümrük koymuştur. Türkiye'de tarım ürünleri pahallandığında devlet derhal gümrükleri indiriyor ama sanai ürünlerinde böyle bir şey yapmıyor, zira büyük sanayiciler hep kollanıyor.  ( https://onbinkitap.blogspot.com/2018/03/kuresellesme-yalan-hani-gumrukler.html ) Kapitalizmde özgürlük de kocaman bir yalandır, kapitlasizmde özgürlük kavramı da bir yanaldır. (https://onbinkitap.blogspot.com/2018/01/popper-soros-veliberal-kapitalist.html) Latin Amerika, Orta Doğu, Afrika ve hatta Endonezya diktatörlükleri hep kapitalisttir. Büyük şirketler zarar edeceğinde, özgürlükleri kaldırmanın ya da gümrükleri kaldırmanın bir bahanesi  bulunur.  Kapitalist sistemde ekonomi bilimi demek, süper zenginlerin daha da süper zengin yapılması gerektiğine dair bahaneler üretmek demektir. Kapitalist ekonomistelere sorarsanız, tüm küçük esnaf batsa, işçilerin alım gücü yarı yarıya düşye bir şey olmaz, ama tek holdingin iflası kıyamettir.



Benzer bir durum, dinler içinde böyledir ve tarih boyunca böyle olmuştur. Din adamları, kazançlarına dokunulmadığı sürece her şeye tahammül eder. Hindistan'da tarikat şeyhleri İngilizlere o kadar bağlıydı ki, Muhammed İkbal, İngilizler bir gün Hindistan'ı terk etse, Hintliler taştan, çamurdan İngilzler yapar, onlara hizmet eder demişti. Çanakkale savaşında ve işgal yıllarında İstanbul sokaklarında dolaşan siyahi askerleri de Senegalli bir şeyh yollamıştı. Birinci Dünya Savaşında Arap şeyhleri, İngiliz zaferi için dua etmişti. Suudi Arabistandaki Osmanlı eserleri yıkılırken, Thomas Lawrence'ın evi müze yapılmıştır. Türkiye başbakanı da Irak'ı işgal eden Amerikan askerleri için dua etmişti. Adnan Menderes, özellikle İstanbul'da yol genişletme bahanesi ile, bazıları Mimar Sinan'a ait onlaca camiyi yıktırmış, Birleşmiş Milletlerde açıkça Cezayir'in bağımsızlığına karşı oy kullanmıştır. Kendisi onlarca cami açmış, dini hikayeler dinlerken, mendil ısıra ısra ağlamış, minare tepesindeki alem denen hilal şeklindeki metal parçası yüzünden müteahitlerle defalarca tartışmış, buna karşın İstanbul'da, tarihi bir cami bahçesine gömülmek isteyen Süleyman Hilmi Tunahan'ı ( Süleymancılık denen tarikat-örgütlenmenin kurucusu) Karacaahmet mezarlığına gömdürmüş, iki tanesi opera sanatçısı olmak üzeresayısı belirsiz metresler edinmiş, bürokratlarının eşleriyle (bunlardan birisi İstanbul İl Emniyet müdürünün eşidir. Menderes odada işini görürken, koca da ünüformasıyla nöbet tutmuştur) yatmış, her akşam yemeğini kaliteli bir şarapla içmiştir. Saddam Hüseyin'de halk içinde daima dindar görünür, akşam kaliteli bir şişe şarapla yemek yerdi. Baş yardımcısı Tarık Aziz, Hristiyandı. Amerikan askerleri geldiğinde, içinde yapay şelale bulunan villasında, Meryem ana ve İsa heykelcikleriyle bulmuştu. Mevlana'da babasından itibaren ateşli bir Moğol yanlısıydı. En yakın müritlerinden Ahmet eflaki'ye göre, Mevlana'nın babası Bahaeddin Velet, kendisini Kürt yatmış, arap uyanmış biriydi.  Mevlana, Afganistan doğumluydu. Afganistan'da Kürtlerin ne işi var diye düşünebilirsiniz. Milattan önceki Ahamenit döneminde Şahın biri, Kürtlerin ve Yahudilerin bir kısmını İran'ın kuzey doğusunda ve Orta Asya'da, Orta Doğudaki kadar olmasa da, Kürt bir azınlık vardır.  (https://onbinkitap.blogspot.com/2021/08/ariflerin-menkibeleri-ve-mevleviligin.html ) Mevlana'da Mesnevisinde Türkler ve Aleviler ile alay eder, bolca da müstehcen hikaye anlatır. ) https://onbinkitap.blogspot.com/2017/12/mesnevidenhatirlananlar-mevlana.html ) Hatta bunlardan birince, tecavüze uğrayan bir çocukla alay eder. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2018/10/diktatorlerin-marifetleri-histonun.html )  Babası ile Moğol propagandası yapa yapa önce Karaman'a, sonra Konya'ya gelmiş, Moğolları sakinleştirmek isteyen Selçuklularca itibar görmüştür.  Moğol komutan Bacu Noyan, Konya kalesini ve şehri yakıp, yıktığında, Konyalıların bunu hakettiğini söymeiş, Bacu Noyan'ın gizli Müslüman olduğu dedikodusunu yaymıştır.Aslına tüm tarikatlar ve din adamlarının önceliği, kendi din adamı sınıflarının refahıdır. Ben yıllarca Türkiye'deki tarikatların, Atatürk ve Atatürk'e karşı olmasının sebebini, Atatürk'ün kurtuluş savaşı sonrası icraatları zannederdim. Meğer Kurtuluş savaşına da karşılarmış ve gerçekten de keşke Yunan kazansa diyorlarmış. Zira İngiliz-Fransız emperyalizmi, İspanyol-Portekiz emperyalizminden farklı olarak, yerli halkın dinini değiştirmekle ilgilenmemiş, yerel dini liderler de iyi geçinmiştir. Cumhuriyet sonrası dini yazarlar, Atatürkçüleri ve solcuları Avrupa ve Amerika ile iş birliği yapmakla suçlarken, kendileri Avrupa ve Amerika aleyhine tek söz etmez. Altıncı filoyu protesto eden gençleri denize attıkları gibi, filoya doğru da namaz kılmışlardır. (Filo boğaza demirlemişti, kıble de Marmara denizine bakmaktaydı.  Kaldı ki son yıllarda Kurtuluş savaşı şehidi ya da ilk yıllarının önemli kişilerinin adını bir bahane ile silmek  ve yerine basbayağı işgal yanlılarının adını vermekle meşguller. (https://www.odatv4.com/guncel/ataturkun-ismi-okullardan-siliniyor-1604151200-74357  ) En basitinden, Ankara'da Satı Kadın lisesinin adı, binanın değişmesi bahanesiyle Cemil Meriç yapıldı. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2022/02/bazi-okumayin-tavsiyleri-1yalancilar.html ) Kendisi Hatay Fransız işgalindeyken,  Fransa yanlısı ama Türkiye'ye katılınca bir anda milliyetçileşip, Şaman soy adını alıyor. (İlk soy adı bu) Sonra bir ara solcu, hatta sosyalist. Derken İstanbul üniversitesine kapağı atıp, siyasal iİslamcı oluyor. Üniversiteye Fransızca okutmanı olarak giriyor ve Fransızca bir sosyoloji kitabını, derse girmek istemeyen profesör yerine alıyor ama kafasına göre sağcılık propagandası yapıyor. Sonra doksanlarda İletişim yayınlarında seri halinde yayımlanıp, eski solculuğu iyi bir şeymiş gibi piyasaya veriliyor. Bu yazı uzamış olmakla beraber, Mustafa Necaati'ye yapılanlardan da bir bahsetmetmştim. (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/06/mustafa-necaatiden-alinan-intikam.html) Amerikan misyonerlerinin köküne kibrit suyu ekmişti.



Dini simgelere saygı durumu da benzerdir. Dini simgelere hassasiyetleri, kendilerinden olmayanları aşağılama ve baskılama içindir. En başta zaten başkalarının dini simgelerine ya da dini olmasa da değerce yüksek buldukları varlıklara zerrece hassasiyet göstermez, hatta bizzat saldırırlar. Kendileri ihtiyar bir erkek olan  şeyhlerinin (ya da hocaefendilerinin ) sümüklü mendillerini saklayanlar ya da nerden geldiği belli olmayan kıl parçalarının peygambere ait olduğunu iddia edip, karşısında zırıl zırıl ağlayanlar; heykeller karşısındaki bir dakikalık saygı duruşuna ya da konan iki parça çiçeğe put derler. Başka din ve inançtan kişiler hakkında asılsız dedikodu üretmekten de çekinmezler. (Aleviler mum söndü yapıyor, Yahudiler, iğneli fıçıçyla Hristiyan kanı akıtıyor, vesaire vesaire) Kendileri de, kendi simgelerine o kadar sadık değildirler. Şu günlerde bir seccade konusunu dillerine dolamışlar. O seccadelerii esnaf, döndüre döndüre, yere çala çala ve yoga halısı diye satıyor. Kaldı ki mekan, mescit ya da cami falan da değil. Kendileri fi tarihinde helvadan put yapıp yiyen Fenikelileri ya da Yemenlileri kınarken, Kuran, Kabe, hatta şehit Ömer Halisdemir'in heykeli dahil pek çok şeyden pasta yapıp yemişlerdir.






1 Nisan 2023 Cumartesi

DEPREM (ŞUAYİP ODABAŞI)



 DEPREM

tekerrür eder de, hiç ders almayız
eloğlu elek der, kelek anlarız..
boş-boş lâf etmekten, geri kalmayız
eloğlu dibek der, göbek anlarız..

doğanın takdiri, bütün depremler
olana kar etmez, bunca merhemler..
ölen ölür, kalanları kim dinler
eloğlu eşek der, döşek anlarız..

özensiz yaparsan, çürük meskeni
öksürükle çöker, sapar ekseni..
sütunlar, direkler çalı dikeni
eloğlu fişek der, şişek anlarız..

sen seni bilmezsen, bildirirler çatıları başına indirirler.. görmeden, öldüğünü bildirirler. eloğlu şebek der, bebek anlarız..

hileli betonlar, azdır demirler
allah'tan gelmiyor, kötü emirler..
kimlere kurbandır, bunca ömürler
eloğlu dilek der, bilek anlarız..

herkes yardım eder, düşkün acize
binalar göçmezse, olur mucize..
evleri düzgün yapın, derler bize
eloğlu çörek der, börek anlarız..

ODABAŞI sözüm, aciz olana
her işte hileli, bozuk olana..
fırsatçılar başlar, hemen talana.
eloğlu durun der, vurun anlarız..

Şuayip Odabaşı 7 şubat 2023


26 Mart 2023 Pazar

YETKİSİZ POLİSLİK



 Polislik, bekçilik, hakim ve savcılık iyi bir şey olabir, ama buna hakkımız varsa. Bizse genelde insanlaı etiketleri ile sahiplediğimiz ya da dışladığımız için, insanların bu etiketlere ne kadar uygun olup, olmadığına bakıyoruz. Sonra bu etiketi hak edip, etmediğine karar vermek istiyoruz. Böylece  o insanı yargılıyoruz. Bir de ahlak bekçiliği meselemiz var. Ben Nietzsche'nin ahlak bekçiliği yapanlar, en ahlaksız olanlardır sözü kadar doğru bir şeye rastlamadım. Harbiden de, ona-buna ahlakta tebelleş olan,  sürekli ahlak konusnda ahkam kesen kişiler,  sonradan ya büyük sapık-ırz düşmanı çıkıyor ya da parası ve bedeni tükendiği için tövbekar olmuş oluyor.

Benzer bir durum, ideoloji bekçilerinde de var. Başkalarının görüşlerini beğenmeyen, az bulanlar, zor zamanların en büyük döneği olabiliyor, hatta çoğu kez öyle oluyor. Böyle tiplerin daha sonra polis-istihbarat muhbiri ya da provakatörü (kışkırtıcısı) olabiliyor. Bunun en tipik örneği Doğu Perinçek  ( https://onbinkitap.blogspot.com/2020/09/dogu-perincek-kimdir.html ) ve Nihat Genç'tır ( https://onbinkitap.blogspot.com/2022/03/nihat-gencin-delirerek-bitmesi.html) Siyaset tarihimiz bunların örneğiyle doludur. Bir ideolojiye aşırı bağlılık gösterileri, çoğu kez inançsızığı ya da güvensizliği, hatta ajan-provakatörlüğü saklama gayesi sebebi ile olabilir. Bence bazı kişiler, bunu çok uzun yıllar yapmış olabilir. Radikal Marksistken, ömrünün son yıllardında birdenbire liberal olan, iki oğlu (Ahmet ve Mehmet Altan) önce liberal, özgürlükçü, sonradan da FETÖ darbeci olan Cetin Altan ve onun gibi pek çok ünlü kişinin, hatta  her sene ölüm yıl dönümünü andığımız pek çok kişinin de böylesi kışkırtıcı ajanlar olduğunu düşünüyorum. 

Tarikta üyeleri, sıradan insanlardan daha Müslüman değildir. Irkçı, ırkçıdır, sıradan bir insandan daha milliyetçi değildir. Böyle şeylerin tartısı yoktur. Siyasal yelpaze ise sadece kavramsaldır. Irıkçılar vatansever değildir, onlar sadece mülkiyet seven kişilerdir. Bir ülke, üzerinde yaşayan her inan.çtan ve türden vatandaşlarıyla vatandır. Bu kişiler için, kendi ırkdaşlarının yada kökensaşlarının bir bölgede yaşamış olması veya atalarının  bir yerlerde, bir zamanlar egemenlik kurması, saece savaş bahanesidir. Bu bahane, İngilizler için medenileştirme, Osmanlılar için din,  Sovyetler için ploreterya egemenliği ama özünde yağma ve işgaldir. Hitler, sıradan bir sosyal demokrattansa, radikal sosyalist-Lenininst birinin daha kolay NAZİ olacağını söylemiştir. Zira o kişinin içindeki şiddet eğilimi, kolayca faşist ideolojiye evrilebilecektir.  Dostoviyetski'de radikalliğin, cehaletin ve saldırganlığın bir gösterisi olduğunu söyler.

Her durumda radikallerin ya da başkalarının ,bize kimlik yada konum yapıştırmaları kabul edilmez olmaldır. Kendi inanç ve fikirlerimizin konumunu başkaları belirlememelidir.

22 Mart 2023 Çarşamba

DİKTATÖRLERE KARŞI AŞKIN BİR SONU VARDIR (NAZIM HİİKMET VE STALİN)

 


Pskianalizin ve psikiatrninin kurucusu Sigmund Freund, insandaki tanrı fikrinin, baba otoritesi arayışından olduğunu savunur. Halkların diktatör arayışı da bence benzer bir durumdur. Diktatörler genelde kargaşalık, iç savaş ve ekonomik krizlerle gelirler,  Benzer krizlerle de giderler. Hep erkek ve genelde bıyıklı olurlar. Yoğun propaganda silahları sayesinde çok sevilirler. Ancak dikta uygulamaları sonucunda nefret kazanırlar. Bunu en iyi anlatan şey, Nazim Hikmet Ran'ın sekiz  sene arayla yazdığı  şiirleridir. İlk iki şiir Sovyetler Birliğine iltica ettikten hemen sonraki yıllarda, ülkesinde muhtemelen linç ya da suiastle öldürülme ya da tekrar hapise girme durumunda iken, kısmen de olsa bağımsız olma duygularıyla yazığı şiirdir. Bu şiirleri bloguma ekliyorum, çünkü Yapı Kredi yayınları halen şairin bu şiirleri başta olmak üzere bazı şirlerine sansür uyguluyor. 

5 MART 1953

İlkönce kim kime metin ol kardeşim diyecek,

ilkönce kim kime başsağlığı dileyecek?

Hepimizindi o,

hepimizindir.

Yoldaşlarım,

acınızı duyuyorum,

       sizin duyduğunuz gibi tıpkı aynı şiddetle.

Kardeşlerim,

hüngür hüngür ağlamak geliyor içimden

tutuyorum kendimi sizin gibi tıpkı aynı metanetle.

Seviyorum onu,

Marks’ı, Engels’i, Lenin’i sevdiğim gibi,

                                   sevdiğiniz gibi,

                                   aynı muhabbetle,

                                   aynı hürmetle.

Yoksul, esir halkımın dostuydu o.

–hangi halkın dostu değildi ki.

  Bütün emekçi insanlık

                     beyaz, siyah, sarı,

                     baktı akıllı, güzel gözlerine onun,

                     baktı hayranlıkla, hayretle:

  orda aşikâre yollar,

  orda yollar apaydınlık,

  orda kurtuluş,

                     bahtiyarlık

                                   her birine –

Halkımın savaş bayrağıydı o,

ve işkenceyi, hapsi, ölümü göze alarak

kaç kereler

“Barış, Bağımsızlık, Hürriyet” sözleri yerine

yazdı onun iki hecelik adını

fabrika duvarlarına,

yazı tahtasına okulların

                     ve köy türkülerine.

Yoldaşlarım,

          Sovyet insanları,

günler ağır.

Onsuz geçilecek bu ağır günler

                     sarsıntısız, çatlaksız,

ama onunla ve Lenin’le beraber,

                     yani komünist partisiyle,

                     yani komünist partisi başta.

Bu parti eşi emsali görülmedik bir çeliktendir.

Bu çeliğin adı:

boydan boya ömrünü vermek emrine halkın,

boydan boya ömrünü vermek komünizme.

Stalin v Serdtse’ (Kalpteki Stalin)

 (Nazım Hikmet, bu şiiri ilk kez Stalin’in ölümünden 5 gün sonra 10 Mart 1953’te Sovyet Yazarlar Birliği’nin aylık yayın organı ‘Literaturnaya Gazeta’da (Edebiyat Gazetesi) yayınlamıştı. Şiir 1953’te Stalin’in ölümü üzerine yazılmış şiirlerden derlenen ‘Stalin v Serdtse’ (Kalpteki Stalin) başlıklı kitapta ve daha sonra yine Rusça olarak 1953 baskısı ‘Seçme Eserleri’nde de yer alıyor.)

Mehmet Perinçek’in Rusça’dan çevirdiği şiir şöyle:

Hatırlıyorum.
On sekiz yaşımdayım.
Anadolu’dayım.
Anadolu savaşmakta.
Yol boyunca gidiyoruz.
Sıcak. Gölge yok.
Diyor ki yol arkadaşım
köylü Mehmed:
“Yakında acılarımız dinecek,
Bolşevikler yardım ediyor bize,
Lenin ve Stalin.
Dökeceğiz
gavuru denize.”
Hatırlıyorum.
Moskova’dayım.
Okumaya gelmişim
üniversiteye,
onun adını taşıyan.
O gelir,
otururdu bizimle…
Getirmişti belki de postallarında
Tsaritsın çarpışmalarının tozunu.
Bu ceketti belki de üstündeki
Petrograd’ı kurtardığında.
…Aklımda
kapkara bıyıkları,
sakin, dikkatli bakışı.
Nasıl da cesur ve genç!
Öğretmenimiz,
arkadaşımız,
geliyor,
avuçlarının içinde taşıyarak
Lenin’in ellerinin sıcaklığını.
Hatırlıyorum.
Kızıl Meydan. Kar.
Bin dokuz yüz yirmi dört yılı.
Bir adam asker kaputlu
omuzlamış Lenin’in tabutunu.
Hatırlıyorum bu kayalaşmış suratı.
Beyazlaşmış gibi şakakları.
Kardan olabilir mi?
Hayır. Ayrılıktan.
Tuttuğu yastan.
Hatırlıyorum.
İstanbul’dayım.
Matbaada.
Gece.
Basıyoruz anayasayı.
Dizgicinin parmakları
türkü söyler gibi.
Ertesi gün sabah
Türkiye’nin binlerce insanı
okuyor bu satırları.
Ve artık onlar için,
gün daha aydınlık,
denizin enginliği daha mavi
ve bir gün
onların topraklarında da
yaşanacak
böylesi bir bayram.
Hatırlıyorum.
Bursa’dayım. Hapishanede.
(Gelmiyor aklıma,
hangi seneydi)
Yoldaşlar göndermişti onun portresini,
bir Fransız gazetesinden kesilmiş.
O, ulaştı bana kadar.
Buldu yolunu.
Parmaklıkların ve duvarların arasından
sızdı.
Beyaz üniforması üstünde,
yıldızlarıyla göğsünde,
gülümsüyordu başkomutan.
Belli ki çekilmişti bu fotoğraf,
gri kubbesinde
Reichstag’ın
belirdikten sonra
üç Sovyet askeri
ellerinde
askerî
kızıl sancakları ile.
Ve bir kez daha,
Volga’da,
birkaç sene sonra,
Stahanovcu şoför Tasya’nın kabininde
gördüm
portrenin birebir aynısını;
o, devam ediyordu gülümsemeye.
Kısa bir süre önce de
Pekin’deyken,
biz, kongre delegeleri,
gördük
onun son fotoğrafını
XIX. Kongre’nin kürsüsünde.
Duruyordu yanımda —
kolsuz Koreli bir asker,
Fransız bir dizgici
ve Hintli bir şair.
Dedim ki:
“Babamız genç!”
“Gördüm onu Moskova’da, — dedi Fransız, —
delikanlı gibi çıkıyordu merdivenleri!”
Ardından mahcup bir şekilde dedi ki
genç Koreli asker:
“O,
insanlığın hayali.
Hayal dediğin
yaşlanır mı hiç?”
Hintliyse dedi ki:
“O, komünizm gibi
ülkesinin çoktandır yol aldığı;
ve komünizm
sonsuz hayattır,
sonsuz gençliktir,
sonsuz bahardır.”

Tabiki diktatörlere karşı aşkın bir sonu vardır. Stalinizm'den arınmalar sonrası 1961'de şu şiiri yazmış: 

“taştandı, tunçtandı, alçıdandı, kâattandı iki santimden yedi metreye kadar.
taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan çizmeleri dibindeydik, şehrin bütün meydanlarında.
parklarda ağaçlarımızın üstündeydi; taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan gölgesi,
taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan bıyıkları lokantalarda içindeydi çorbamızın
odalarımızda taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan gözleri önündeydik.
yok oldu bir sabah!
yok oldu çizmesi meydanlardan,
gölgesi ağaçlarımızın üstünden,
çorbamızdan bıyığı,
odalarımızdan gözleri,
ve kalktı göğsümüzden baskısı binlerce taşın tuncun alçının ve kâadın”


Görüleceği üzere diktatörler, ideolojilere aşık şairleri bile usandırabiliyorlar.



21 Mart 2023 Salı

HARRY POTTER , WENDESDAY ve ÖZEL OKULLAR ÜZERİNE



 Çarşamba dizisini nihayet izledim ve demode olmadan yazımı yazmalıyım. Takip ettiğim bit sinema eleştirmeni youtuber çok övdü ve Harry Potter ile sadece renk paleti aynı dedi. Bence dizi, Harry Potter'ın Amerika'da ve Stephan King tarzında tekrar çekimi. Senaryoyu almışlar, okulu Amerika'nın İncil kuşağı denen ve Redneck (kırmızı ense) denen sağcı-dindar beyazların yoğunlukla yaşadığı, Stephan King romanlarına ve Müge Anlı programlarına (ya da onların Amerikan karşılığı) cinayetlerinin işlendiği berbat bir Amerikan kasabasına yerleşmiş. Potter hayranları Harmony karakterini iyi bilir. Bu kumral güzel, iyi kalpli kız, roman ve film serisinin gizli başrolüydü. Büyücü olmayan akrabalarının yanında sığıntı olarak ve ezik büyüyen Harry, bu büyücüler ortamına alışkın değildi ve özellikle ilk filmler boyunca fazlasıyla edilgendi. Harmony ve Ron'un (kızıl saçlı oğlan) desteği olmasa, Harry daha ilk romanın-filmin ortasında ölürdü.

İşte bu Harmony, hem esmerleştirilmiş, hem de çirkinleşmiş şekilde Çarşamba olmuş. Sedece yüzü değil, kişiliği de çirkinleşmiş. İnsanları kullanıyor, tehlikeye atıyor ve işi bitince bir kenara atıyor. Onlarla işi varken, insanlarla iyi. Gene klasik,  her nesilde aile bireylerinin illa yatılı okuduğu İngiliz-Amerikan köklü ve kurallı lisesi (üniformalı, gelenekli ve bir sürü kurallı-yasaklı yasaklı), okulda daha önce eğitim almış ebebeynlerin kirli geçmişinin çocuğu bulması, okulun geleneksel spor karşılaşmaları (Potter'daki uçan topla, süpürgeli polo oyununu, bir çeşit kürek müsabakası almış) ve en soylu-zengin ailenin, saçları geriye doğru taranmış, züppe ve kibirli öğrencisinin asıl karakker ile toksik ilişkisi. İlginçtir, İngiliz ve Amerikan filimlerinde erkek ergenlerin zenginlerini tek ayıran şey, saçların geriye doğru taranması. Film ve dizilerden anladığım kadarı ile A.B.D ve İngiltere'de, fakir çocukların, yirmi yaşından evvel saçlarını geriye taraması yasak. Film, aşırı mantıksız ve tutarsız ilerleyen ve ergenlere yönelik bir senaryoya sahip. Biz, Mucize Doktordaki, kaput üzerinde karaciğer ameliyatına gülerken, dizide ana-kız mezar kazıp, yıllar önce gömülmüş mezardan otopsi yapıyorlar. Kılıçla öldürülen birine yapılan otopside anlaşılmamış zehirlenmeyi, yıllar sonra gizlice mezar kazan Çarşamba fark ediyor. Bir de Çarşamba her haltı yiyor, adam kaçırıp, işkence yapıyor, gene de savcıya ifade bile vermeden sıyrılıyor. Dizi, Amerikan korku sinemasının tüm saçma kalıplarıyla doldurulmuş. En  ezik ve zayıf karakterin seri katil çıkması bile var.

Bu tür özel okullar, özellikle Anglosakson kökenli ülkelerde gelenekseldir. Aillelerin bu okullara öğrencilerini gönderme sebepleri sadece eğitim değil, aynı zamanda sınıf dayanışmasıdır. Eğitimin gizli amaçları vardır. Çocuk evliliğini engellemek, işsizliği saklamak gibi devlet için gizli işlevlerinin yanında, eş ve arkadaş seçimi gibi aileleri ilgilendiren gizli işlevleri de vardır. Köklü ve zengin aileler, ergenliğin tam da dorukta olduğu lise çağında çocuklarının avamdan biriyle ya da bir kaç yıla batma ihtimali olan bir yeni zenginin çocuğu ile arkadaş olmasını ve evlenmesini istemez. Bu ailelerin çocuklarına köklerini hatırlatmak için ebebeynleri ile aynı odada, aynı yatakta, yüz yıllık binlarda yatırılır,  Gene yüz yıllık binlarda, ebebeynlerinin sıralarında ders yaparlar. Doksanlı yılların efsanevi Ölü Ozanlar Derneği (şu günlere aynı isimli bir tiyatro oyununun afişlerini görüyorum) ve başka bazı filmler de bu Anglosakson tarzı özel liselerde (kolej) geçer. George Orwel anılarında bu okulların cehennemini anlatır. Dayak vardır ama ebebeyleriArjantin ya da Hindistan gibi uzak ülkelerde olan  olan, oraların komprador zenginlerinin çocuklarıyla,  Orwel gibi bir sebepten kayır etmek zorunda kaldıkları garibanların çocuklarıdır. Salinger'in Çavdar Tarlasında Çocuklar (eski baskılarda Gönülçelen) romanı da, böyle bir okuldan atılan çocuğun trajedisini anlatır.

Bu tür okullar Türkiye'de kurulamıyor, bunun ilk sebebi, özel okul işletmecileri, tipik Türk işvereni gibi ucuz emek peşinde olması. Türk halkının da öğretmenin iyisinin değerini bilmemesi, öğretmeni, çocuğa bakan ve çocuğu oyalayan biri olarak görmesidir. Oysa böyle okulların öğretmenleri, iyi maaş almalı, az derse girmeli (Haftada en fazla 12 saat), operayı La Scala'da izlemeli, Çanakkale'yi, Göbekkitepe'yi, Lourve gibi müzeleri defalarca gezmiş olmalıdır. Köklü ve saygın üniversitelerden mezun olup, mastır ya da doktora yapmalı, gerektiğinde bürokratik mevkileri ve üniversite asistanlığını red etmelidir. Bu okulların öğretmeni olmanın itibarı, sıradan bir üniversitenin profesörü olmaktan kat kat fazla olmalıdır. Aristo, İskender'i eğitmek için Makedonya kralı Filip tarafından çağırıldığında, gayet yüksek bir ücret istemiş. Kral Filip, bu işi okur-yazar bir köle ile de yapabileceğini söylemiş. Aristo'da Filip'e, o zaman yeni bir köleniz daha olur, demiş.

Aslında İstanbul'un tarihi Osmanlıya dayanan köklü liseleri (Galatasaray başta olmak üzere, Arnavutköy Kız Lisesi, Kabataş Erkek Lisesi, Kadıköy Anadolu Lisesi (eski adı Maarif koleji),  Beyoğlu Anadolu lissi (Engilish High Shool) Beşiktaş Anadolu lisesi (Beşiktaş kız lisesi), Notre Dam de Sion, Alman lisesi, İtalyan lisesi gibi liseler) bu işi görüyordu. Ancak 12 Eylül rejimi, bunları Anadolu lilsesi yaptı ve bu okullara sınavla öğrenci alınmaya başlandı. Bu okulların pek çoğu, özellikle de Galatasaray lisesi ve Kabataş Erkek lisesi, merkezi sınavla öğrenci almaya başlayınca, değeri düştü. Sınava dahil olmadan önce Galatasaray ve Kabataş'a öğrenci olmak daha zordu. Galatasaray, İstanbullu saray aristokrasisinin, Kabataş, Anadoludaki eşrafın çocuklarının okuluydu. (Kabataş'ın ilk adı, Aşiretler mektebiydi) Bu okula kayıt olurken, aile geçmişinize bakılırdı. Bu okulun eski mezunlarına bakın, ana-babası gariban ya da köylü bir kişi bile yoktur. Özellikle Gakatasaray lisesi,  diplomat ve gazeteci yetiştirmede tekeldi. Aileler çocuklarını, diplomat olsun diye Galatasaray lisesine gönderirdi. Fransa hükumeti de bu okulun mezunlarına burs verirdi. Hıfzı Topuz, doktora bursu için Fransa'nın İstanbul konsolosundan kendi ağzı ile istediğinikendisi yazmıştır. Sınavı kazanan herkesin içeri girdiği bu okullar zamanla değerini yitirdi çünkü okulun kudretli velileri, devletin tüm imkanlarını bu okullara aktaramaz oldu, daha doğrusu böyle veliler azaldı. Önceden bu okullar, pek çok işini bizzat Milli Eğitim bakanının emri ile yapardı. Mesela Aydemir Akbaş, liseyi bitiremeyince, bizzat o dönemki bakanın özel emriyle Galatasaray lisesine, tek öğrencilik tiyatro bölümü açıldı ve Akbaş bu bölümün tek mezunu oldu. Bu eski İstanbul liselerinde, buna benzer, bizzat bakanın elinden pek çok uygulama gördü. İstanbul'un iki eski lisesi, bunun dışındadır.Bunlar, Haydarpaşa ve Darülşafaka liseleridir. Diyanet Vakfının İslam Ansiklopedisinde, Nurettin Topçu'nun Galatasaray lisesinden, Haydarpaşa lisesine tayinine sürgün diyor. Siz bakmayın onun doçent olamamasını muhafazakarlığına bağlayanlara. O yıllarda üniversiteler, şimdiki sağcıların hocaların hocası deyip durduğu, uluslar arası başarısı ve tanınmışlığı hemen hemen hiç olmamış, tek marifeti Türkiye'yi yurt dışında temsil etmek olan, pek çoğu İstanbul dışına gitmemek için ya hiç doktora imzalamamış, ya da bir tane anca imzalamış, yıllarca hiç asistanı olmamış, yurt dışında yaptığı doktorası dışında da ciddi bir eseri olmayan, muhafazakarlıkta ve Osmanlılıkta herkesle yarışan profesörlerle doluydu. Galatasaray'da,, geleceğin tüm diplomatlarının tamamına ve akademisyenler ile gazetecilerin de büyük çoğunluğuna ders vermeyi tercih etmiştir. Yoksa kendisi isteseyi kadroya da geçebilirdi. (Eylemsiz profesör ünvanıyla dersler de vermiştir.)

Ne var ki 12 Eylülle beraber devlet, İstanbul liselerinin ödeneğe boğulması ve kollanmasına sebep olan ve ne idiği belirsiz olan Tuba ağacı nazariyesinden vazgeçmiş; hem gelişmekte olan ülke kapitalizminin kalifiye eleman ihtiyacı; hem de yıllarca sağ partilere oy veren Anadolu halkının ikbal ihtiyacı için bu saçmalıktan vazgeçmek zorunda kalmıştır. (Tuba ağacı mevzusu üzerine ayrı bir yazı yazmalı) 

Son olarak, Anadoluda Alkarısı ya da Çarşamba karısı denen mitolojik ve karısı ekinden de anlaşılacağı üzere dişi bir metafizik varlık vardır. (Genelde alkarısı denir) Kadınları lohusa depresyonlarından ve ateşlenmesinden zorumlu tutulur. Bu yüzden yeni doğum yapmış kadınlar, doğumdan sonrası kırk gün boyunca tek başına bırakılmaz. Lohusa şerbeti ve bu varlığı sakinleştirmek için yapılır. Satılmış başta olmak üzere çocuklara konan bazı isimlerin (Yaşar, Songül, Sonkız, İlker, Soner, Seçil vs) kökeni de bu varlıktır. Japonya'da yaşayan bir Youtuber'dan, Japonya'da da benzer bir dişi cin inancı olduğunu öğrenmiştim. Acaba dizi yapımcılarının da haberi var mıdır?

16 Mart 2023 Perşembe

GÖSTERİŞ TOPLUMU

 


Bu gösteriş olayı, bir çeşit kitle iletişimi gibi bir şey oldu. Bazı kişiler magazin dediğimiz şeyle besleniyor. İngiliz kraliyet ailesi bunun en iyi örneği. Hemen her olayları basına malzeme. Geçenlerde Prens Charles basına ilk milli oluşunu anlattı. Ya sen ve ailen hani anan Diana yüzünden magazincilerden muzdariptiniz? Hani sen ve güzel anan, babandan boşandıktan sonra, kendine Mısırlı milyarder tokmakçı bulmuştu. Onunla beraber otelden çıkarken paparazzi denen ve top namlusu kadar uzun objektifli ffotoğraf makineli gazeteci ordusundan kaçarken, duvara çarpan otomobilde ölmüştü. Sonra halk, elinde fotoğraf makinesi olanlara düşman olup, saldırmaya başlamıştı. Peki şimdi sen ne herzeye yıllar önce seni koynuna alan kadını ifşa ediyorsun. Oldu olacak ilk kamyon devirmeni, ilk çavuşu tokatlamanı falan anlat da tam olsun. Dünyadaki tek kraliyet ailesi, İngiliz kraliyet ailesi olmadığı gibi, Avrupa'daki tek kraliyet ailesi de İngiliz kraliyet ailesi değil, Avrupa'da İngilizlerle beraber, toplam on tane krallık var. (Diğerleri; İspanya, Monaco, Lichterstein, İsveç, Norveç, Danimarka, Lüksemburg, Belçika ve Hollanda) Hatta Hollanda kraliyet ailesinin veiaht prensi, bir Türk kızı ile evlendi ve ne medya, ne de sosyal medya o kadar sallanmadı, kamu oyunun da pek haberi olmadı. ( Konuyla alakası yok, kız isteme merasimi olmuş mudur abaca? Koca Hollanda kralını, kız istemede ya da bohça sergisinde düşününce gülseim geliyor. Çiftimize mutlulukllar dilerim.)

Kısa Yunanistan turumda rehberimizin Yunanlılar ile ilgili olarak anlattığı en takdir ettiğim özelliği, hava atma kültürlerinin olmaması. Bu yüzden bir otomobili neredeyse yirmi yıl kullanıyorlarmış ve ikinci el araç piyasası pek darmış. Keşke ülkemiz de bu açıdan Yunanistan'a benzese. Ülkemizde gösteriş ciddi bir sorun. Pek çok kişi bu yüzden sosyal medyayı bıraktı ya da bir kaç haber sayfasını izlemekle yetiniyor. Sosyal medya herkesin bildiği bir gerçeği teyid etti. Kimse magazin gazetecilerinden kaçmıyormuş. Zaten özellikle çağırıyorlarmış. Bir de o magazin gazetecilerine gösterdikleri ürün için reklam parası alıyorlarmış.



Bu son yardım kampanyasında da samimi olanları ve gösteriş yapanları gördük. İktidar partisinin seçim kampanyalarına katılan bazı isimleri hiç görmedik. Bir de muhalif olduğu halde görmediğimiz Nesin vakfı var. Dershanecilik yapmaktan, vakıfa zaman ayırsalar da, depremzedelere destek olsalar keşke. Meşhur deprem bağış programına vaat edilen 115 bin tl deprem fonuna aktarılmadı ve devlet halen kahvaltılık malzeme, pijama falan istemekte ve aslında pek çok kişi, vaat ettikleri paraları bağışlamamış, bu sahte bağışçıların adları da açıklanmamakta.

Hatırlatayım, korona zamanında da benzeri olmuştı. Evde kal kampanyası, zengin ve ünlü şahısların, evlerini sergilemelerine bahane olmuştu: 



https://onbinkitap.blogspot.com/2020/03/reklam-tipi-sosyal-yardim-ve-mesaj-ile.html

İtibarı gösterişte arayan toplumlarda bağışların amacı da insanlara yardım etmek, yararlı sarmak değil; gösteriş yapmak ve ezmek oluyor. Bazıları o kadar cimri ki, bu amaçla bile yardım yapmıyor.


12 Mart 2023 Pazar

BÜYÜK İNŞAAT HİSTERİMİZ

 


Delilik sadece bireylere değil, kitlelere de özgüdür. İnsanlar, kitleler halinde de delirir. Bu genelde kısa süreli olduğu gibi, uzun süreli de olabilir. Kısa süreli, bir günlük olanına 1993'de denk gelmiştim. Hatırlayanlar bilir, gazetelerin kuponla bir şeyler vermesinin yaygın olduğu bir zamandı. Bu promasyon dağıtma, sadece bir gazete ile hediye vermeye kadar gitti. Ben pek çok kitabı, kaseti, vcd ve cd'yi (yeni nezile, vcd, video cd'si oluyordu), sabunu, çayı falan, bir gazete ya da bir dergi ile almıştım. Bir kere Tempo dergisi ile yüz gramlık, koca bir kalıp sabun almıştı, bu sabunu sonra bir kaç dergi daha vermişti.  Çiçek-baharat karışımı, hoş kokusu olan ve deri altı yağları erittiği iddia eden bir sabundu. Bu promasyon konusu uzar. Ben sadece Sabah Gazetesinin, 1993'de, Groller İnternational Amerikana ansikolopedisinin birinci cildinin kapışmasını anlatmalıyım. O günlerde bir süpermarkette, evlere servis işi yapıyordum, bunu da yaya yapıyordum. O gün tam bir kabustu. İşe yarım saat geç gitmem felaket oldu. Neyse ki günlük dağıtım yaptığım sekiz kişinin ansiklopedisini ayırmıştım. Bir tane de kendime ayırmıştım. Onu da dükkana getirdim. Alamayanlar isyan etti. Ertesi gün de Sabah gazetesi, birinci cildi alanların aynen devam edeceğini zannedip, dünya kadar iade aldı. O tek cilt evlerde kaldı, sonra da çoğu kağıt hurdacılarına gitti. Bir sonraki gün de daha az basılıp, azaltıldı. O gün Türk halkı delirmiş, o hiç bir işe yaramayan ansiklopedi cildi için delirmişti. Zira bir ya da iki hafta kadar sonra aynı Sabah gazetesi, 250 gram Omo (ya da Alo) deterjan dağıtmış, benzer bir reklam yapmış, kimse umursamamıştı. Bir koli deterjanın hepsinin iade etmiştik. Ben beş-on tane almadığıma pişman olmuştum. Bir de o zamanlar bayağı zengin bir milletmişiz. Bir gazete fiyatına, çeyrek kilo deterjan almayı ret edebiliyormuşuz.)



O günün ansikolopedinin birinci cildini alma histerisi gibi toplumların da belli histerileri oluyor. Bir kaç yıl önce, her köşe başında açılan lokmacıları hatırlıyor musunuz? Peki Anadolu Kaplanları ve onlardan alınan kar paylarını? ( https://onbinkitap.blogspot.com/2023/01/anadolu-kaplanlari-son-yillarda-biten.html ) İnsanların sık sık çeşitli sebeplerden dolayı böyle histerilere kapılır. Dördüncü haçlı seferi, böyle bir histeriydi. Haçlılar, Türkler ya da Araplarla savaşmak yerine, şimdilerin İstanbul'u olan Konstantinopolis'i yağmaladı. Dönemin papası sefere katılanları afaroz etti ama bu olay, doğu ve batı kiliselerin ayrılmasına yol açtı. Dördüncü ve beşinci Haçlı seferleri arasında iki defa çocuk haçlı seferi yaşandı. İlki Almanya'da oldu. Din histerisine kapılan bir oğlan çocuğu, kilise kilise, köy köy gezip, vaazlar vermeye başladı. Dünya hırsına kapılan yetişkinlerin Haçlı seferlerinde başarılı olamayacağını, bunu ancak temiz ruhlu çocukların yapabileceğini söyledi. Sayısı bilinmeyen, onbinlerce çocuğu toplayıp, yola çıktı. Çok azının, bazı soylu aile çocuğu olanlarının atı vardı. Alp dağlarını aşıp, İtalya kıyılarına vardılar. Orada Akdeniz'in, tıpkı Kızıldeniz'in Musa'nın önünde açıldığı gibi açılmasını beklediler. Öyle olmayınca pek çok çocuk, öldü ya da kayboldu. Ele başları vaiz çocuk da intihar etti. Sonra aynısı Fransa'da oldu, çocuklar Fransa kıyılarına geldi. Bu sefer denizin açılmasını beklemediler, denizciler beş gemi ile onları aldı, götürdü. Akibetleri yıllarca meçhul kaldı. Sonradan öğrenildi ki denizciler, bu çocukları Cezayirlilere  para karşılığında köle olarak satmıştı.



İnsanlar genelde konu zengin olma olduğunda böyle histerilere kapılıyor. Bunun en garip olanı, Kaliforniya'ya altına hücumdur. Binlerce insan, altın bulma ve zengin olma hayaliyle Amerika Birleşik Devletlerinin bu en batıdaki eyaletine göç etti. Pek çok kere tamamen devlet otoritesiz orta batının vahşi eyaletlerini  ve Rocky dağlarını zorlukla aştı. Bir kısmı da henüz Panama kanalı yapılmadığı ve Bering boğazını  uzun ve sert kış aylarında geçecek buz kıran gemileri henüz icat edilmediği için, Güney Amerika'nın en güneyinde, Macellan boğanının da güneyinde, Horn burnunu aşarak ulaştı Kaliforniya'ya. Bu altın bulma histerisi o kadar büyüdü ki,  San Fransisco limanına demir atan gemiler, demir attığıyla kalıyordu. Çünkü tayfaları altın aramak için gemiden kaçıyordu. (Sanki tavuğun tarlayı eşeleyip, solucan bulması gibi altın bulacaklar.) Benzeri bir çılgınlığı Alaska'da yaşadıysa da, Alaska'nın zorlu iklimi, bu hücum histerisinin nefesini çabuk kesti.



Türkiye'nin uzun zamandır bir inşaat histerisi yaşadığını düşünüyorum. Ülke yıllardır beşik gibi sallanırken, halen tarım arazilerini, ormanları, milli parkları imara açma, halen inşaatların demirinden,  çimentosundan çalma, sahte sağlam raporlarının bir türlü dinmemesi, Türkiye'nin tüm Avrupa birliğinin on katından daha fazla (hatta on iki) müteahit olması nasıl açıklanır ki? Herkes inşaat-emlak işinden voliyi vurmak, çok kar etmek istiyor.

Halkımız, inşaat ve emlak sektörünün, onlarca sektörden biri olduğunu ve kolay zengin olmanın anahtarı olmadığını bir an önce öğrenmeli.