6 Kasım 2022 Pazar

ORTA ÇAĞI HAZIRLAYANLAR VE BİTİRMEYENLER

 


Tarihsel çağlar için belli olaylar simge olarak seçilir. Almanlara göre orta çağı bitiren olay olarak 1455'de Gutenberg'in, matbaası ile ilk kitap basılması olarak görür. Matbaa ya da ona benzer makinelerin daha önce de olduğunu söyleyebilirsiniz. Ancak 1470'de bile Avrupa'da el yazması kitap kalmamıştı. Osmanlıda ise matbaanın gerçek anlamda yayılması ancak Tanzimat fermanı sonrasında mümkün oldu. Matbaa ise, Avrupa aydınlanmasının ana motoru oldu. İstanbul'un fethi ise ancak sonradan Medici ailesi tarafından Platon okulunu kuracak olan, felsefe profesörü bir grup papazın ( sayısı 8 ya da 10 kadardır), daha 1450'de Fatih tahta geçip, ilk hazırlıkları yapmaya başladığında, şehirden kaçırılmasıdır. Hatta son profesörü, bir yeniçeri köle olarak Edirne'ye satmıştır. Floransa şehrini yöneten Medicilerin, Cenovalıları araya sokması sonucu bu son profesör de, bizzat Fatih tarafından satın alınarak, Cenovalılara teslim edilmiştir. Fransızlar ise, bizim yakın çağ dediğimiz ara dönemi tanımaz ve 1789 ihtilali ile orta çağı bitirir. 

Oysa orta çağa ait pek çok unsur, günümüzde, hele de orta doğu toplumlarında halen yaşamaktadır. Halen din kavramı, kimliklerimizin temelini oluşturmakta, din adamları halen yaşam tarzımıza karışmaktadır.

Orta çağdan çıkış hemen olmadığı gibi, orta çağa giriş te hemen olmamıştır. Orta çağın başlangıcı olarak okul kitaplarında Batı Roma imparatorluğunun çöküşü yazılırken, felsefe kitaplarında ( Russel, Batı Felsefesi Tarihi) ondan iki yüz yıl öncesi, M.S 1 ya da 2. yüz yıllarda bilimsel be felsefi ilerlemenin durmak üzere olduğunu yazmıştır.  415 yılında Hypatia'nın bir grup Hristiyanca linçlenerek öldürülmesi, daha ciddi bir dönüm noktasıdır. Oysa, sırası gelince anlatacağımız gibi, Hypatia'nın da üyesi olduğu İskenderiye okulu da orta çağa katkıda bulundu.

Orta çağı başlatanların başında Septikler, yani şüpheciler gelir. Onlar, uzun süre boyunca Platon'un akademisine egemen oldular. Septiklerin çoğu pagan-putperest Yunan dininin tapınak görevlisi ya da din adamıydı. İlk temsilcileri ya da kurucuları Pyron'dan başlayarak, doğru bilginin imkansızlığını savundular. Sonra Elealı Zenon, felsefeyi, fizik, metafizik ve etik (ahlak) olarak üçe ayırdı. Metafizik kavramı, Aristo'nun İlk felsefe adını verdiği kitaba, onun ölümünden iki yüz yıl kadar sonra bir kitapçının koyduğu isimdi. Aristo, fizikten ayrı bir metafizik kavramı düşünmemişti. Metafizğin fizikten ayrılması, orta çağ boyunca yaygınlaştı ve günümüzde de devam ediyor. Oysa İonyalı ilk doğa filozofları, doğayı akılcı olarak açıklarken amaçları, doğa bilgilerini (logos), mitolojiden (Yunan dini) ayırmaktı. Oysa şimdi doğada bilinemeyenler, tekrar mitolojiye ve dine geri dönüyordu.Richard Dawkins'in deyimi ile, bilinmeze tapınmaya başlanmıştı. Orta çağda bilim denen şey tam olarak buydu; bilinmeyene metafizik demek. Aristo böyle bir metafizikten bahsetmez.

Septiklerin ardından hedonistler ya da Epikürcüler diye bilinen grup, fakirliği ve çilekeşliği, ahlak olarak, insanlığa anlattı. Bu felsefi akımın da bazı üyeleri, hem Yunan, hem de Roma dininin din adamıydı. Bunların en ünlüsü olan Aristippos, köle olarak Roma'ya getirilmiş bir Yunandı. Efendisi her gün dövdüğü halde sürekli gülerdi. Bu da gaddar biri olan sahibini çok kızdırırdı. Kölesi Aristippos'un kolunu iyice büktü. O da, bak, bükme, kırılacak, dedi. Sonra kolu kırılınca da, gülerek, bak, gördün mü, kırıldı, dedi. Sonra o  gaddar sahip de Epikürcü  oldu. Epikürcülük, Roma ordusunda yaygınlaştı. Roma askerleri arasında elini ateşe sokmak, köz üzerinde yürümek, günlerce aç kalmak ya da çok az yemek yemek gibi eylemler yaygınlaştı. Çilecilik, pehrizkarlık, iyi insanın ölçütü olmak oldu.

Aslında çilecilik ve pehrizkarlığa pek çok toplumda rastlanır. Ben en çok Budsistlerde görülmesine şaşarım. Çünkü Buda, gut hastalığından ölmüş, sefa düşkünü biridir. Bu yüzden de heykellerinde, resimlerinde göbekli ve gülerken tasfir edilir.  Epikürcülerde, büyük ölçüde kendilerinden önce gelen ve Sokratesçi bir okul olan Kniklerden etkilenmiştir. Meşhur Diyojen'in de aralarında olduğu  bu topluluk, tüm sosyal unvanları ve itibarları ret etmişti. Özellikle Diyojen ile efsaneleşen bu okul, İslamiyette Melamilik tarikatı olarak ortaya çıkmıştır. Son önemli Melami, Neyzen Teyfik'dir. 

Epikürcüler ve Knikler, çileciliği ve yoksulluğu, inancın ve ahlakın merkezine koydu. Bu düşünce doğru olsaydı, açlıktan anoreksiya ya da korsakof gibi  hastalıklara kapılan manken kadınların evliya olması gerekirdi.  Sporda derece yapmak için sıkı pehriz ve antremanlarla uğraçan atletleri de evliya olarak görmeliydik.

Yeni Platoncular ve Plotinus ise, Platon'un idealar alemini mana alemi yaptı. Platondan farklı olarak bu alemi görmek için bir çeşit transa girmekten bahsetti. Bu transa girme hali, dinler tarafından çok kullanıldı. Halüsülasyon görenler, galipten sesler duyanlar, evliya, ermiş, mehdi falan olduğunu iddia etti. Oysa Platon'a göre ideaları kavramanın asıl yöntemi matematik ve düşünmekti.

Görüldüğü gibi orta çağ, öyle birden bire gelmedi. İşin doğrusu birdenbire de gitmedi. Bugün halen, fizik dışında bir metafizik anlayışı var. Bu metafizik, sadece peygamberlere gönderildiği söylenen kutsal kitaplara ait değil, peygamberlerin ölümünden bir kaç yüz yıl sonra yazılıp, içtihat kapısını kapatan din alimlerinin ve lüks içinde yaşayan şeyhler, zerre fizik bilmeden, fiziğin ötesi ile ilgili olarak konuşan kişileri dinlememeliyiz.

Sahi, burada bir parantez açalım. Türkiye'de tarikatlar sürekli orta çağı överler. Hani orta çağ çileciliği. Hristiyanlıkta da kalmadı çilecilik, Amişleri çilecilik saymıyorum. Orta çağ teknolojisi ile yaşıyorlar ama orta çağ vari bir çilecilik yok. Manastıra kapananlarda da öyle orta çağımsı kendine aşırı bir eziyet etme kalmadı. İslamiyette ise cemaatinin bağışları ile lüks yaşayan,  hatta hayatta hiç çalışmamış, cami müzezzinliği bile yapmamış mollalarla, şeyhlerle dolu. Hani nerede tahta kaşık yapan Ahmet Yesevi, pamuk hallaçlayan Hallac-ı Mansur, Oduncu baba, Karcı baba?

Atatürk'ün dediği gibi, hayatta en hakiki mürşit, ilimdir, fendir. İlim ve fenden başka mürşit aramak gaflettir. Tüm lilimler, insan aklı içindir. Akli olmayan, nakli bilim diye bir ayrım yoktur. İmanuel Kant'ın dediği gibi, kendi aklımızı kullanmaya cesaret etmeliyiz. Newton gibi bir dehanın fizik teorileri yanlışlanmışken, Einstein'ın kuramı sallantıdayken, eleştirilemeyen din adamı diye bir şey olmamalı. O kitapları gerektiğinde bizzat biz okumalı ve yorumlamalıyız

Orta çağı bitirmemeye çalışanlara karşı savaşmalıyız.



28 Ekim 2022 Cuma

SON YILLARDA BİTEN İSLAMCI ŞEYLER 1-SON BARUTLAR (TÜRBAN-İHL-TARİKATLAR)

 


Ben bu blogdan ne kadar bitti desem de bazı şeyler iktidar için un çuvalı gibi, zorladıkça bir şeyler çıkıyor. Muhafazakarlar, bir şekilde türbanın, tarikatların ve imam hatip liselerinin az da olsa ekmeğini yiyor. Liselerde, her yeni sınıfta daha az türbanlı olsa da, artık türbanlıların pek çoğunun saçları, ucundan azıcık görünse de, CHP içinde de çokca türbanlı da olsa,bir şekilde sağ partilerin silahı olmaya devam ediyor. CHP genel başkanının ani türban çıkışı, çok belli ki iktidarın türban üzerinden bir saldırısının istihbaratını almış. Kılıçdaroğlu'nun, mutfağından ya da odasından yaptığı yayımlara dikkat ederseniz,  iktidarın bir hamlesini boşa çıkarıyor. Sonradan çıkan televizyon dizisi, muhtemelen iktidarın elindeki medya gücü ile yapılacak bir saldırının başlangıcı olacaktı muhtemelen.






Ben, benzer bir çıkışı imam hatip liseleri için de bekliyorum. Son yıllarda ilginçtir, imam hatip liselerinin sayısı artsa da, öğrenci sayısı azalıyor. İmam hatipler, otomatik yerleştime denen sistem yüzünden, imam hatip liseleri, öğrencileri özel liselere yönlendirmenin, hatta zorlamanın aracı oluyor. Proje imam hatip denen ve genel imam hatip lisesi müfredatına genelde fazladan kimya ve biyoloji derslerinin eklendiği garip liseler de, imam hatip sorununa ilaç olacak gibi durmuyor. İmam hatip liseleri, açık liselerin ve özel liselerin en büyük öğrenci kaynaklarından biri olmuş durumda. Gene de halen 28 şubat ve katsayı mağduriyeti sık sık hatırlatılıyor.

Buna bir de tarikatları ekleyelim. Bu tarikatlar nedense 27 mayıs ve 12 martta hiç mağdur olmadılar. 12  Eylül ve 28 şubat mağduriyetleri ise, solun mağduriyetinin yüzde biri etmez ve asıl ilgimi çeken devletin, tarikatların mallarını azla müseddere etmemesi, parasal zarar vermemesi. Oysa darbeler, solcuların elinde ne var, ne yok almıştır. Tarikatlardaki tutuklamalar, asla tarikatların yönetim yapısını sarsacak şekilde ve o kadar çok olmamış, aslında 1950'den bu yana tarikatlar, NATO'nun gizli eli tarafından korunmakta.

Her ne kadar yeni nesil;  baş örtüsü yeni nesilde popüler değilse de, yeni nesil türbanlılar, öyle saçlarını tamamı görünmeyecek diye zorlamıyorsa, tarikatlar ya da imam hatipler giderek gözden düşüyorsa ve daha pek çok şeye rağmen, dinci kesim bu silahlardan az da olsa yararlanıyor. 

Bu son barutlara karşı daha dirençli durmalıyız.







20 Ekim 2022 Perşembe

HİÇ BİR ŞEYE YARAMAYACAK SOSYAL MEDYA YASASI:



 Malum sosyal medya yasası çıktı. Ben demokrasi nutukları falan atıp, yasanın çağ dışılığından bahsetmeyeceğim. Ben bu yasanın neden işe yaramayacağını ve hatta iktidar için işleri daha da zorlaştıracağını anlatacağım.  Çünkü artık çok geç. Bu yasa Gezi'den evvel çıkmalıydı.  Hadi Gezi kaçtı, 15 Temmuzdan sonra çıkmalıydı. Bence 2010 Yetmez Ama referandumundan hemen sonra çıkmalıydı.

Bu halk, 27 mayısa boyun eğdi, çünkü Demokrat parti, takrir yasası denen, bir grup milletvekilinin hem hakim, hem savcı olduğu ve bu milletvekillerinin kararlarının temyiz bile edilemeyeceği garip bir yasa ile diktatörlik kurma peşindeydi.  12 Martta ise gene darbe yapmaya teşebbüs eden bir cuntaya karşı çıkılmıştı. 12 Eylülde ise kardeş kardeşi vuruyordu. 15 Temmuzda teslim olmadı çünkü bu tarikata ne isterse verilmişti. 15 Temmuzdan sonra ise iktidara teslim oldu, çünkü ülkenin en az dörtte biri, bu tarikatın üyesiydi. ülkenin üçte ikisini oluşturan sağcı kitle ise, bir şekilde bu oluşumun içinde olmuştu.  Bu tarikatın evlerinde-yurtlarında, bazen bir kaç günlüğüne de olsa kalmış, tarikarın sosyal etkinliklerine katılmış, bankasını kullanmış, özel okuluna, dershanesine  gitmişti. Bu tarikatla hiç işi olmayanlar, solcular,  Aleviler ve Atatürkçülerdi. Bu yüzden tarikat en fazla bu üç gruptan nefret etti. Bu üç  grup, asla kendilerini mevcut iktidara ya da tarikatlara karşı suçlu hissetmedi.

Kitlelerin cezalarına boyun eğmelerinin temel yolu, onların kendilerini suçlu hissetmelerini sağlamaktır. Uzun yargılama süreçlerinin amacı budur. Bu az okurlu blogda, 12 Eylül rejiminin, bütün bir halkı nasıl suçlu olduğuna ikna ettiğini uzun uzun yazdım. (Örnek şu: https://onbinkitap.blogspot.com/2021/06/12-eylul-un-sucluluk-duygusu-egitimi-12.html) Z kuşağı adı verilen gençlik, bu duyguyu hiç yaşamadı ve bu tarikata da girdiyse bile, ailesi ve büyüklerinin tavsiyesi ile girdi.  Bunun  üzerine de verdi yetkiyi ama göremedi etkiyi. Daha yaşlı nüfusta da bu suçluluk duygusu giderek azalmakta.

Sosyal medya yasasını battal edecek ikinci konu, insanların özgürlüğü tatmış olması ve sosyal medya özgürlüğünden vaz geçmek bir yana; buna bir se suç işleme yaramazlığının hınzır zevkinin katılması olasıdır. Aslında sosyal medyada zaten uzun zamandır sürekli birileri, hakaret suçlaması ile davalık olmakta. Bütün bunlar ne muhalefeti, ne gençliği durmdurmak bir yana, yavaşlatmaya bile yetmemekte.

Y kuşağı iktidardan, 2010 öncesi özgürlük ortamını istiyor ve bekliyor. Z kuşağı ise internettten tüm arşivi görüyor.  İnsanlar özgürlüğü tattı ve onu tekrar istiyor. Şu yazımı paylaşmak isterim: ( https://onbinkitap.blogspot.com/2019/02/imdat-ile-zarife-filmi-ve-ogrenilmis.html) Film, Türkiye'de, belki de dünyada (eski Yugostlavya'da olduğunu, yetmişli yıllardan kalan bir Youtube videosu ile öğrendim) ayı oynatıcılı hakkında yapılmış, en azından benim bildiğim, iki filmden birisi. Diğeri de Gurgıriye serisinden bir absürt komdedi filmi ki, bu seri ve bu film, konumuz değil. İmdat ile Zarife filminde, filmin başında zabıtlar, ayı Zarife ve oynatıcısı İmdat'ı (Şevket Altuğ) şehir dışında bir ormana bırakır. Sonra şehre, yaşadıkları Roman kampına döndüklerinde, İmdat'ın kayınbabası ( Üstün Asutay), ormanı görmenin ayılar için iyi olmadığını söyler. Gerçekten de İmdat, fim boyunca ayısına hakim olamaz ve en sonunda imdat, ayısını dağa gitmesi için serbest bırakır. Şimdi yapacağım metafora gelrisek. 12 Eylül rejimi, Türk halkını oynatılan ayılara çevirmişti. Gezi ile gücünü hatırladı ve artık dönüş yok.

17 Ekim 2022 Pazartesi

12 EYLÜL ŞERİATÇILIĞI



 12 Eylül rejimine, Cumhuriyet gazetesi yazarları, (İlk hangisi demişti, bilmiyorum ya da öğrendiysem de hatırlamıyorum) Gardrop Atatürkçülüğü demişti. Görünüşte o kadar Atatürkçü bir iklim vardı ki, sanki aşırı Atatürkçülükten zehirleniyorduk. Gardrop kelimesinin hakkını verircesine, Atatürk'ün giydiği, bedene tam oturan, koyu renk takım elbiseler çok modaydı. Her bahçeye Atatürk büstü, her meydana Atatürk heykeli (Pek çoğu Atatürk'e pek benzemeyen), her odaya Atatürk resmi (Genelde paltolu resmi), her konuşmaya Atatürk'ten bir kaç söz eklemek, zorunluluk değil, modaydı. Tek televizyon kanalında,  gün boyu sık sık Atatürk'ün bir resmi, bir özdeyişi ile görünür, bu özdeyiz, TRT spikeri taradından diyor ki ya da Atatürk diyorki diye söze başlanarak seslendirilirdi. Şimdilerde yok edilen Yeşilköy havaalanı dahil, pek çok yerin adı, Atatürk, Yüzüncü Yıl (1981 Atatürk'ün doğumunun yüzüncü yılıydı), Gazi, Mustafa Kemal gibi isimler verildi. (12 Eylül generalleri, bu günlerin Atatürk resimli ya da imzalı tişört-gömlek ya da kravat giyetn, Atatürk'ün imzasını dövme yapan, Atatürk resimli-imzalı kalemlik, anahtarlık falan kullanan gençliğini görse ne derdi acaba? O generaller öldü ama alt rütbeli subayları yaşıyor.)

Görünüşte fazla Atatürkçülükten zehirleniyorduk. Gece-gündüz Atatürk'ü anıp, Atatürk'ü düşünüyor ve Atatürk'ün görüyorduk. O kadar ki meşhur yetmez ama referandumu, özellikle 12 Eylülde yapıldı ve 12 Eylülün tüm zorbalıkları, Atatürkçülüğe bağlandı.Oysa 12 Eylül, pek çok alanda Atatürkçülüğü açıkça saldırıyordu.

Zorunlu din dersleri,  Alevi köylerine cami yapmak ve imam atamak, Öz Türkçeciliğe karşı çıkmak,  Öz Türkçe kelimeleri yasaklayıp, bazıları çoktan unutulmuş Osmanlıca kelimelerin kullanımını zorunlu tutmak (Bu çaba hiç tutmadı, o kelimeler daha doksanlar gelmeden unutuldu. Darbenin önderi Kenan Evren'le, Kenan Kainat diye dalga geçildi), bolca imam hatip lisesi açmak ve sözde faizsiz finans şirketlerini serbes bırakmak gibi Atatütkçülükle uymayan bir sürü iş yaptı darbe rejimi. Biz heykellerle, resimlerle oyalanırken, Güzel Sanatlar Müzesindeki resimler yağmalandı. Resimler önce  generalle ve albayların, sonra daha alt rütbeli subayların odalarına gitti ve ardından pek çoğu da, ardından bir fotoğraf bile bırakmadan kayboldu. Sonra tütün ve alkol içeceklerinin tek dağıtıcısı Tekel idaresi ( Alkol satan yerlere halen Tekel Bayisi denmesinin sebebidir. Tekel idaresi de, özelleştirmeler kervanına katıldı), önce generallere, sonra neredeyse binbaşı ve daha üzeri tüm subaylara, neredeyse tüm üst düzey bürokratlara, kendi ürünlerinden oluşan yılbaşı paketleri göndermeyi gelenek haline getirdi. Bunu özelleştirildiği yıla kadar yaptı. Darbenin ilk günlerindeki sokağa çıkma yasainkları ile beraber, fırın sahiplerin krallığı başladı. Ekmek, önce pahallandı, sonra küçüldü. Televizyonda, perşembe akşamları yayımlanan huzura doğru başta olmak üzere, televizyonlar dini programlarla doldu.

Seksenlerin başlarında zorunlu din dersleri , bu günkü anlamda altıncı ve on birinci sınıflara kadardı. İlkokullarda, doksanlara kadar din derslerine genelde sınıf öğretmenleri girdi. O yılların din kültürü öğretmenleri ve din adamları, Alevilere karşı çok saldırgandı. Alevilerin, Müslüman olması için önce Hristiyan olması sözü çok yaygındı. Böylesi saldırgan sözleri yüzünden, o yıllarda dayak yiyen din kültürü öğretmeni çoktu. Din derslerinin asıl amacının Alevileri asimile etmek  ve solu ezmek için için olduğu, o yıllarda çok belliydi. O yıllarda din dersi programı, sadece Sünniliği, hatta sadece Hanefiliği övme üzerineydi. O yıllarda din kültürü öğretmenleri,  sık sık müfredatyın dışına çıkar, sözüm ona secde halinde donakalıp, Kızıldeniz'den çıkarılan firavun (oysa firavunluk kurulmadan evvel ölmüş bir Mısırlının, özenle yapılmış bir mumyasıydı bulunan), kurana bastığı için fareye dönüşen kız (bir heykel çalışması), ayda duyulan ezan sesi (uydurma), ünlü deniz araştırmacıJacques-Yves Cousteau'nun  Müslüman (adamın cenazesi meşhur Notre Dame'dan kakldırıldı) olması gibi yalan bilgileri aktarıp, dururlardı.
12 Eylül rejimini 1983, Turgut Özal ve partisi ANAP'ın iktidara gelmesi ile sınırlamak, fazla saflık olur. 
1983'de seçimlerden sonra Kenan Evren, Turgut Özal'a bir ay kadar görev vermedi. Öte yandan bu seçim 
süreci adil bir seçim süreci değildi. Hangi partinin ya da aday adayının aday olacağı Kenan Evren ve 
arkadaşlarının kararına bağlıydı. Atatürk'ün yüz iki (102) yaşındaki yaveri bile veto yemişti. (Emin Çölaşan
'ın Turgut Nereden Koşuyor kitabından)Özal ise, 1977'de, MSB (Necmettin Erbakan'ın partilerinden
Milli Selamet Partisi)'den, İzmir birinci sıra adayı iken seçimi kaybetmeseydi, zaten halk oylaması ile
kabul edilmiş 1981 anayasasının geçici maddesi ile otomatik vetolu olurken, kendisi ve partisi (en azından
a takımı ya da çelik çekirdek diyebileceğimiz ana kısmı) veto yememişti. Bu veto yemeyenler arasında, 
12 Eylülün sebeplerinden sayılan,  6 Eylül 1980'de, yani darbeye bir haftadan az kala yapılan, İstiklal 
Marşının oturarak okunması ile hatırlanan Konya mitinginin (ya da Kudüs'ü kurtarma mitingi)
 organizasyonunu yapan Mehmet Keçeciler'de vardı.
Turgut Özal'dan sonra rejim yavaş yavaş, heykeller, özlü sözler, şiirler, resimler ve çeşitli yerlere
verilen adlarla saklanan dincliği ve liberal ekonomiciliği ortaya çıktı. 


8 Ekim 2022 Cumartesi

SON YILLARDA BİTEN ÜLKÜCÜ ŞEYLER 3



 9)ALPARSLAN TÜRKEŞ'İN ADI:  Alparslan Türkeş yaşarken ülkücülerin temel sloganı, Başbuğ Türkeş'ti.  Hatta bir keresinde trafik kazalarını protesto ederken, trafikten hiç bahsetmeyip, sadece Başbuğ Türkeş diye bağırmaları olay olmuştu. 1997'de Türkeş ölür ölmez, Ülkücülük devletten tasfiye edilmeye ve azaltılmaya başlandı.  Polis, içişleri ve sağlık bakanlığı gibi kamu kuruluşlarında kemikleşmiş kadroların sökülmesi 2010 yetmez ama referandumundan sonra sökülmeye başlandı ve yerini tarikatlar aldı. Devlet Bahçeli'de parti başına geçer geçmez Ülkü ocaklarını sokaklardan çekti. 

Şimdilerde Türkeş'in adının giderek daha az azaldığını fark ettim. Bazı yaşlı ülkücülerin sosyal medya hesaplarında resmi var. Yeni nesil Ozan Arif'in adını bile unuttu. Türkeş'in adı ise bence unutulma aşamasına girdi. Öldükten sonra da bir süre başbuğ sloganları azalar  devam etti. Devlet Bahçeli, yıllar yılı Türkeş ile kıyaslandı.

Türkeş'in adının silinmesinde çocuklarının, ölümünden hemen sonra patlak veren ve akıllarda sandalyelerin havada uçuşması ve halkımızın ilk defa duyacağı kayyum kelimesi ile akıllarda kalan kurultay, son olarak da kayyumlu kurultayı kazanıp, partisini yöneten Devlet Bahçeli!nin hatalarınun değil, yaşarken kendisinin yaptığı hataların katkısı vardır. En basitinden, öldüğünde milletvekili bile değildi. Sağı, sokakta temsil etmesi için kendisine verilen Başbuğ ünvanına güvenip, dünürünü, dişçisini ve teşkilatların sevmediği bir sürü kişiyi aday gösterip, baraj altında kalmıştı. Bu tavrı, ölümünden sonra, daha kurultaya girmeden baştuğ ünvanı alan oğlu Tuğrul'un seçilememesine sebep oldu. Sola karşı sokaklarda mutlak bir zafer elde edemedi. Mussolini ve Hitler'i iktidara getiren sebeplerden biri de, komünistleri sokaklardan silmesiydi. Oysa Ülkü ocanları; Sivas, Maraş, Çorum, Kütahya, Konya ve benzeri yerlerde solu güçsüz düşürdüyse de, solu ne sildi, ne ezdi. Bu yüzden de 12 Eylül rejimi, solu ezmek adına darbe yapmak zorunda kaldı. Aslında gerçekte sorun sadece sol değil, Alevi ve Kürt azınlıktı. Konuyu bu açıdan bakarsak Türkeş ve MHP'yi daha iyi anlarız. Devlet, 12 Eylül olmadan, belki (bu belki önemli) ezebilrdi ama Alevileri ve Kürtleri asla ezemezdi. Alevi ve Kürtleri ezse de, Yunanistan'ın Nato'ya üyeliğini onaylamak, ülkeyi böylesi sendikasız işçiler cenneti yapmak da 12 Eylül olmadan olmazdı. Aslında sağcılık için 12 Eylül gerekliydi.

Bu açıdan bakarsanız, Devlet Bahçeli'de, Türkeş'in izinden gitti ve gidiyor. 1999 seçimlerinde, DSP ile koalisyon yaparak, sağı kurtardı, 2002'de AKP kurulunca aniden bitirerek, tekrar kurtardı. 2002'de, baraj altına kalma pahasına, Genç Psrti ve Cem Uzan'ı desteklemesini de bu bağlamda değerlendirmeli. Sonrasında, 7 Haziran 2015 seçimlerine kadar AKP'ye muhalif oldu, sonrasında AKP'ye destek verdi. 7 Haziran 2015'den sonra Türkiye'de düzene çekidüzen vermenin tek yolu, meclisi pasifize etmekten geçtiği anlaşıldı. Çünkü 12 Eylül ile gelen yüzde on barajı, Kürtlerin partisi HDP'yi durduramamıştı. Alevi genel başkanlı CHP ise büyüyerek geliyordu. MHP'nin kuruluş amacı, düzenin koruması için destek olmaktı. Sonrasında sendikal hareketler büyüyebilir, Türkiyeartık  ucuz işçilik cenneti olmayabilirdi. 

Türkeş her zaman bir NATO subayı olarak kaldı ve partisini de bir NATO partisi olarak kurdu. Daha sonra, daha sol hareketler ortaya çıkmadan, daha da CKMP'ye üye bile değilken, hatta Hindistan  büyükelçisi olarak 27 Mayıs'ı yapan  Milli Birlik Komitesinden atılmış bir sürgünken, CKMP, Alevilere saldırmaya başladı. (Türkeş, sonradan CKMP'nin genel başkanı oldu. Partinin adını da 1968'de Adana kongresinde Milliyetçi Hareket Partisi yaptı. Sol daha ciddi bir sokak hareketi değilken, MHP'nin ondan fazla komando kampı vardı. Ülkücülerin katliam yaptığı Mataş-Çorum-Sivas-Malatya gibi şehirlerde sandıktan genelde Demirel ve Özal'ın partileri çıktı.

Ancak son yıllarında merkez sağ partilerdeki çöküşü gördü ve yaşlandıkça da iktidara gelme hevesine kapıldı. 1995 seçimlerinde görüldü ki o kadar da başbuğ değilmiş. Teşkilatların sevmediği ahbaplarını aday gösteremiyorsun.

10)ATSIZ'IN OĞLU YAĞMUR'A MEKTUBU: Önce şu söz konusu mektubu-vasiyeti bir hatırlayalım: 

Nihal Atsız'ın Oğluna vasiyeti
"Yağmur, oğlum;
Bugün tam birbuçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim, kapatıyorum. Sana bir de resmimi yadigar olarak bırakıyorum. Ögütlerimi tut, iyi bir Türk ol! Komünizm bana düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlar tarihi düşmanlarımızdır. Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar , Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler yeni düşmanlarımızdır. Japonlar, Afganlar, Amerikalılar dış düşmanlarımızdır. Ermeniler, Kürtler, Zazalar, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlur, Lazlar, Gürcüler, Çeçenler, Çingeneler iç düşmanlarımızdır. Bu kadar çok düşmanla carpışmak için iyi hazırlanmalı.
Tanrı yardımcı olsun."
Bu garip vasyetname, zannedildiği gibi 1944'de tutuklandığında değil, 1941'de yazmıştır. Bu mektup, doksanlarda Atsızla ilgili her mevzuda anlatışır, kitaplarında yer alırdı. Şimdilerde Atsız'ın Türkiye'deki oğlu Yağmur Atsız, böyle bir mektup var da diyemem, yok da diyemem diyor.
Bunu anlayabilmek için, Türk faşizminin karmaşık yapısını anlamak gerekir. Türkler, Sibirya steplerinden Ön Asya ve Doğu Avrupa'ya geldiklerinde, şehirli ve kendilerinden daha gelişmiş toplumları yönetmek durumunda kaldılar. Üstelik bu toplumlar, birlik ve beraberlik bilinci içindeydiler. Aralarında fark olsa da Arap, Ermeni ya da Rum-Yunan olma bilnçleri vardı. Kürtler ve bazı küçük topluluklar, belki bunun istisnasıydı. Bunun üzerine Aleviler ve isyan eden bazı Oğuz boylarını da eklersek, bu azınlık topluluklarını yönetmekte zor oldu. Böl yönet sistemi de öyle Hindistan ya da Avrupalıların gittiği yerlerde işlemiyordu. Bunun için de azınlıklar içinden devşirmeler edindi. Devşirmeliği, Osmanlı, hatta Doğu Roma (Bizans)'ın icat ettiği söylenirse de, gerçekte Selçuklular zamanında da vardı. Devşirmelik, sadece Türkleşmek ya da Sünnileşmek değildir. Türk değilken ya da halen Alevi iken, Sünnilerin ya da Türklerin adamı olmaktır.
Bu yüzden Türklerde faşizm daima karışık ve karmaşıktır. Türkler ile azınlıklar arasında, Türkçe'de ne olduğunu ne öldüğünü istemek deyimine benzer bir ilişki vardır. Türkler, her Türk olmayan ya da Sünni olmayan toplulukları, azınlık gibi saymadıkları gibi, azınlıklara da düşman olmazlar. En büyük korkuları da azınlık saydıkları toplulukların devleti ele geçirmesidir.
Halen kendi aralarında Rumca konuşan Girit göçmenleri, Ermenice'nin bir lehçesini konuşan Hemşinliler, Kurtuluş savaşında bir kaç kere isyan etmiş Marmara bölgesi Çerkezleri, mısırdan alınan vergi yüzünden isyan eden Rizeli Lazlar, azınlık sayılmaz.
Bugün Türk faşizmi için nefret piramidinin tepesinde Ermeniler, altında Yahudiler, Rumlar, Tunceliler (Dersimliler), diğer Alevi Kürtler, Aleviler ya da Kürtler ve en altında da Romanlar bulunur. Diğer topluluklar geçmişte ne yaparsa yapsın, piramidin dışındadır.
Kaldı ki devletin ve faşizan odakların kendi sadık Ermenileri, Rumları, Yahudileri, Alevileri, Kürtleri falan vardır. Bu açıdan bir Ermeni'nin, Ege'nin küçük bir ilçesine kaymakam ya da Devlet Tiyartolarına genel müdür atanmasına da şaşırmamalı. Türkler için azınlıkların devlette çalışması değil, devlet aygıtında örgütlenmesi ve kalabalık olması sorundur.
Şimdi konuyu tekrar bu tuhaf mektuba getirelim. Bu mektup, eskiden beri Ülkücüler ve Atsızcılar için sorundu. Doksanlarla beraber Sosyalist rejimlerin yıkılması, demir duvarları da yıktı. Bu metupta (a da vasiyetnamede) adı geçen milletlerin, Türkiye'de yaşayan akrabaları, kimliklerini daha çok sevdi. Arnavut, Çeçen, Pomak ve benzeri milletler, köklerinin geldiği ülkeleri gördü, hatta akrabaları ile tanıştı. Dahası, Bosna, Çeçenistan, Kosova ve Abhazya'da savaştılar.
Şimdi de bu mektubu unutturmaya çalışıyorlar. Böyle saçma bir vasiyetname bile, kendisinin nasıl bir ruh hastası olduğunun ispatıdır.
Ne yazık ki ülkemizde Atsızcılık, iktidarın politikaları nedeniyle ülkemizde doluşan, sığınmacı mı, işgalci mi olduğu belli olmayan mülteciler yüzünden yükselişte. Kanada'daki oğlu Buğra Atsız'da, babasının yeni nesil olurlarının Ülkü ocaklarından yetişmediğini anlamış olmalı ki, Kanada'dan Ümit Özdağ'ı desteklemeye başlamış. Kızı Maya Atsız ise, internette dolaşan dedikodulara göre Türkçe bilmiyor, muhtemelen bilse de konuşmuyor. İnstagram sayfasında Şamanizm derslerine müşteri arıyor ( Dedesinin dininden gidiyor) ve Facebook profilindeki erkek arkadaşı veya sevgilisi olacak rakçı da saç-sakal sitili ile kurda benziyor.

27 Eylül 2022 Salı

Squid Game: BİR KAPİTALİZM ELEŞTİRİSİ OLARAK İNCELENMESİ



Nerflix'in Güney Kore yapımı dizisini geç izlediğim gibi, hakkında da geç yazı yazıyorum. Filmi, kapitalizm karşıtı açıdan yazıyorum.  Dizi, o kadar kapitalizm karşıtı ki, 1991, yani Sovyetler Birliğinin dağılmasından önce yapılmış olsaydı, sosyalizm-komünizm propagandası ile suçlanabilirdi. Aslına benzeri film yapıldı. Açlık oyunları ile başlayan disütopya filmleri zincirinin yeni halkalarından. Aslında Arnold Schwarzenegger'in 1987 de oynadığı Ölüme Koşan Adam diye Türkiye'de vizyona girmiş filmi, bu tür filmlerin başlangıcıdır. Açlık Oyunları romanlarının yazarının bir röportajda, Antik Girit'in Minos efsanesinden ilham aldığını zöylemişti.

Squid Game'in bu filmlerden farklı, bir disütopya'da değil, günümüzde geçiyor olması. Üstelik, İrlanda adası kadar yüzölçümü, elli milyon kadar nüfüsuyla, Rusya kadar büyük bir ekonomisi olan, günümüz Güney Kore'sinde geçiyor olaylar. Çocukluğumdan beri duyduyum Japonya örneğine bir de Kore örneği çıkmışken ne Squid Game'i. Koreliler para için Squid Game oynayacaksa, biz ne yapalım?

Bence dizinin en iyi bölümü. Diğer açlık oyunları ya da disütopik savaş oyunlarının aksine, oyuncular, oyundan vazgeçiyorlar ve gerçek hayata geri dönüyoruz. İşte orada dev ekonomisi ile sanayileşmesi Türkiye'nin hedefi olan Güney Kore kapitalizminin kabusunu görüyoruz. %51 ile oyunu bitirmişken, kısa süre sonra%91 ile oyunlara geri dönülüyor; üstelik ilk oyunun vahşiliğine ve neredeyse oyuncuların yarısının ölmesine rağmen.  Dışarısı, yani kapitalist dünya, bir kere düşmüşlere ikinci bir şansı çok nadiren veriyor.

Oyuncular arasında bu kapitalizmin alt sınıfından her türden insan var. Bir tane mafya elemanı, bir tane sonlara doğru (4, ya da 5. bölümde) Pakistanlı olduğunu öğrendiğimiz Ali (Ali, iş ve kariyer uğruna Kore'ye göç eden göçmenleri simgeliyor), iyi üniversitede okuyup, şirketini dolandıran beyaz yakalı  (seksenlerin deyimi ile Yupie) biri, Kuzey Kore'den kaçmış biri,  bir karı-koca, bir yankesici (başrolün parasını da çalıyor), bu yankesicinin, mafya'nın eski sevgilisi olduğunu öğreniyoruz ve başka bir sürü insan.

Bu tip disütopik filmlerin kaynağı, deneysel sosyal psikolojinin kurucusu Muzaffer Şerif Başoğlu'nun Hırsızlar Mağarası deneyidir. (Biri Bizi Gözetliyor, Sörvayvır gibi televizyon şovlarının kökeni de Başoğlu'nun sosyal-psikolojik deneyleri vardır.

Dizide 4. bölümden sonra oyun kuranların içine sızan polis sayesinde, gardiyanların halinin da mahkumkardan betermiş. Bu da güzel bir ayrıntı.

Dizide aslında pek iyi karakter yok. Baş karakter iyi ve merhametli bir olmakla beraber, anasından para tırtıklayan, at yarışları düşkünü, hiç bir işte tutunamamış, eğitimde başarılı olamamış, loser (luzir) denen silik biri. Kapitalistlere göre yoksullar, bunlardan oluşuyor. Öte yandan başarısız beyaz yakalı, dizinin gizli kötü jönü. Dizi de ana kuzusu olan ana karakter ile, beyaz yakalı gizli kötü karakter arasında geçiyor aslında. Finalde de ikisi kapışıyor. İlk bölümdeki kıyımdan çocukluk arkadaşını koruması, yupi'nin içindeki kötülüğü görmemize engel oluyor. Onun içindeki kötülükte, kapitalizmin kötülüğü gibi zamanla ortaya çıkıyor.

Finalde başkahraman, yaşadığı olayların etkisiyle deliriyor. Pek çok kişi son bölümü beğenmemiş ama son bölüm felsefesini, kapitalizmin vahşiliğini çok iyi anlatıyor.

Sonuda kahramanımız kendini kurtarmak yerine bu oyuna son vermeye karar veriyor. 

Bence dizi, bu açıdan izlenmeli.

23 Eylül 2022 Cuma

PEYGAMBERE ŞİRK KOŞMAK (DİNSİZLİK TÜRLERİ)

 


İslamiyette en çok tekrarlanan sözlerden biri de Muhammed'in son peygamber olduğudur. İslamda Allah'a denk varlıklar olduğunu söylemek (şirk koşmak, eş koşmak) büyük günahken, peygamberin pek çok dengi vardır. Pek çok kişiye Hüccet-ül İslam, Bedüüzaman, gavs gibi unvanlar verilmiş, bu unvanlara da pek itiraz eden olmamıştır.

Biz toplum olarak yıllarca, peygamberin doğumunu kutlama kisvesi altında, Fettullah Gülen'in doğum gününü kutladık. Hem de 23 Nisanın üstünü kapatacak bir şekilde, tüm haftaya yayarak. İmam Hatipler için yılın olayıydı, tüm sene buna hazırlanırdı. Bunun böyle olduğu, 15 Temmuza kadar ret edildi. 15 Temmuzdan sonraki yıl bir günlüğüne kutlandı, ertesi yıl, miraç kandili ile kutlandı.  Hatta 15 temmuzda, fizik kitaplarında F kuvvetlerinin G yüklerini çekmesi-kaldırması; matematikte F şehrinden G şehrine gitmeyi bile yasakladılar.

F.G, onlarca şeyhten en güçlüsüydü çünkü NATO onu seçmişti, onun önü açılmıştı. Öte yandan laik devlete karşı bayrağı da o açmıştı. Devlete sızmayı o başlatmıştı. Ateist, solcu hayranları vardı. 2013 aralığına kadar da diğer tüm tarikatları yöneten bir orkestra şefi gibiydi. Sonra iktidar kavgasında kaybedince kafir oldu.

Buna çok da şaşırmamak lazım. Humeyni'de, İran'da devrim yaptıktan sonra,  kendi politikalarını benimsemeyen mollaların cübbelerini almıştı. Siyaset, din adamlarına karşı da acımasızdır.

Şimdilerde Fettullah Gülen'i diğer tarikatlardan ve Nurculardan ayırma gayreti var. Tüm tarikatlar birbirinden siyasi olarak ayrılır. Siyasi olarak uzlaşıyorlarsa, başka mezhep ve dinlere karşı da birliktedirler.  Fettullah Gülen, Said-i Nursi'den farklı şeyler söylememiş, Nurcu öğrenci, evlerinde ve yurtlarında bolca risale (kitapçık demek, Nursi'nin yazdığı Risale-i Nur kitabının kısa adı)

Fettullah Gülen, Said-i Nursi ne derse onu yapmıştır. Bazı gizli güçlerin desteği ile, 1974 Kıbrıs'ın kurtarılmasından sonra emekli de olmuş, bir anda etrafında bir kalabalık birikmiştir. Bu gizemli yükselişi, 12 Eylül ile birden füze hızına ulaşmıştır. Sadece o değil,  bütün tarikatlar yükselişe geçti. Çünkü ne 12 Mart, ne 12 Eylül, tarikatlara hiç bir şey yapmadı ve tarikat şeyhlerinin çoğunun, hiç hapis anısı yoktur. 1970'den beri tarikat liderlerinin dokunulmazlığı var. O çok ağladıkları 28 Şubat sürecinde olan, türbanını çıkarmak istemeyen kadınlara, imam hatiplilere ve meslek liselilerine oldu. Şeyhler mürit ve para kazanmaya devam ettiler. Son kırk-elli yılın evliyalarında, çile konusu eksiktir.

Bu yazının asıl konusu şudur ki, bu din adamlarının makam olarak peygamberle yarışması, bunu bazen kendilerinin, bazen de onların sırtından isim kazananların yapması.

Mesela Mevlana, hiç bir eserinde evliyalığını ya da çilekeşliğini anlatmaz. Oysa Ahmet Eflaki, onun çocukken bile çok az yemek yediğini yazmış ve onun hakkında bir sürü şey uydurmuştur. Eflaki, Ariflerin Menkılbeleri adlı kitabında, Mesnevi, Kuran şerhidir diyen birini azarlar ve Mesnevi Kuran'ın kendisidir der. Ah Bunu Türk halkı, şeyh uçmaz, müritleri uçurur diye anlatmıştır. Bazı durumlarda da şeyh, kendi kendisini uçurmaya çalışmıştır.

Buna  bir kaç örnek vereyim.  Ünlü hadis derleyicisi Buhari, kendi kitabında yazdığına göre, esrarengiz bir yerde, günler süren, yeme-içme-namaz-uyku molası olmayan bir sınava tabi tutulmuştur. Ona hadisler, rahiv senetleri de karıştırılarak sorulmuş, o da doğru söylemiştir. Said-i Nursi  de, İstanbul'da esrarengiz bir medresede, kendisinden başka şahidi olmayan bir sınava tabi tutulmuştur. Olayın olduğu tarihte, tesadüfe bakın ki, İslamcıların çok sevdiği 2. Abdülhamit'in kendisini akıl hastanesine attığı zamana denk geliyor. Bu şahıs, kendi yazdığı kitap için, benim malım değil, Kuran'ın malıdır diyor. Yani yazdıklarını Kuran ile bir tutuyor. Yazdıklarının, tıpku Kuran gibi eleştirilmemesini istiyor. Mevlana'nın Eflaki araacılığı ile yaptığını, Nursi, kendisi yapıyor. 

Artık bunu pek çok din adamı yapıyor. Mesela bu yaz ölen bir tarikat şeyhi, kendisi on yıldan fazladır felçli ve bir yıla yakındır da felçli, kadınlar başını açtıkça hastalandığını söylemişti. Karaman'da kırk beş çocuğa tecavüz edilirken veya yolsuzluklar olurken kendisine bir şey olmuyor tabi. 

Bir de, bu yaz boyunca ne kadar çok din adamı ya da din ile ilgili açıklamaları yüzünden ünlü olmuş bazı yazar çizerler de öldü. Bu kimsenin de dikkatini çikmedi nedense.

Sevgili okurlarım, kendisini peygambere şirk koşanlara da yüz vermeyin.