11 Temmuz 2024 Perşembe

Ali İsmail Korkmaz'a şiir



Ölüyorum anne!
Hangi yana dönsem kaçamıyorum
Zalimin darbesinden...
Niye bu nefret, bu kin kime?
Hak tı benim özüm sevgi de hamurum...
Canım acıyor Anne!
Ellerimi uzatıyorum kurtar beni Anne!
Bahar da çiçek açan dalımı kırdılar
Hazana bulaştı gençliğim!
Şiir oldum Anne!
Sopaların ucunda
Kurşun izinin peşinde
Kalemler beni yazıyor Anne!
Ahh Anne !..
Mis kokulu oğlun
Tuz oldu, ağıt oldu
Sevgi dolu bağrın da!
Tohum oldu su oldu
Çok sevdiği Ülkesinin toprağına!..
Kamile Ekenel

9 Temmuz 2024 Salı

BOZKURT İŞARETİ-KENDİMİZİ KANDIRMAYALAIM



 2016 yılında Amedspor'lu Deniz Naki, zafe işareti yaptığı için ve takımı da, Çocuklar Öldürülmesin pankartı ile sahaya çıktığı için soruşturma geçirmiş, cezalar almış ve sosyal medya lincine uğramıştı. Herkes tavrını net olaak ortaya koydu ve kimse kendisini kandırmadı.Merih Demiral'ın, Hollanda maçında bozkurt işareti yapması konusunda ise herkes kendisini kandırıyor.

Alparslan Türkeş, bozkurt işaretini, Sovyetler Birliğinin yıkılmasına yakın, Gagauzyeri'ni ziyaretinde öğrendi. Doksanlar boyunca Ülkücü çetelerin simgesi oldu Bu işareti yapanlar, polis yada asker tarafından müdahaleye uğramadan suç  işliyor, istedikleri kişiye, istedikleri gibi zorbalayabiliyor, hatta öldürebiliyordu. Karşılığında da hiç bir ceza almıyorlardı. 1997'e Türkeş öldükten sonra ülkü ocaklarının gücü azaltıldı. Göze batmayacak, ayak altında dolaşmayacak hale getirildi.

Ülkü ocakları ilginç bir şekilde Yeniçeri ocaklarına benziyor. Yeniçeriler, tahta geçemez ama Osmanlı sülalesinden kimin tahta çıkacağına ve ne kadar tahtta kalacağına karar verirdi. Şimdi de iktidara gelmiyor, hatta iktidar imkanlarını red ediyor ama kimin iktidar olacağını seçiyor.

https://onbinkitap.blogspot.com/2024/05/turk-milliyetciliginin-tutamadigi.html

Milliyetçi Hareket yada Ülkücülük, arka arakay yaptığı seçim stratejileri ve son olarak Sinan Ateş cinayetinden dolayı çokca itibar da kaybetti. Ülkücülük,  gençler arasında giderek daha demode oluyor. Merih'in son hareketi de,  bu harekete karşı sempatinin düşmesine engel olmaktır. Kısmen de olsa başarmıştır ama bu başarı, Sinan Ateş davası ve diğer olayları biraz gölgeleyecektir. Kısa bir süre sonra iktidar ittifakı,  benzer bir gürültü yaratmak zorunda kalacak. Zira sürekli itibar kaybediyor ve ardından da kendi seçmeninin kontrolünü kaybediyor.

Altındağ progromunu (olayları) hatırladınız mı? O olay son gibiydi, iktidar her şeye hakim olmuştu hani? Şimdi de Kayseri'de oldu ve tüm ülkeye yayıldı. Yapanlar muhalif olsa, zevkle ezerlerdi. Faşizmi beslemek her zaman tehlikelidir. Yesinler birbirlerini ideolojisi de yanlıştır. Doğru olan faşizme kakrşı savaştır ve mültecileri kullanan iktidarı değiştirmek, sonra da onları huzur içinde evlerine göndermektir.

6 Temmuz 2024 Cumartesi

YAĞMUR ADAM FİLMİ


  

Dustin Huffman ve Tom Cruıse, aktarılan anektotlara göre, 1988 yılında oynadıkları Yağmur Adam (Rain Man) filmini  pek sevmemişler ve filmin başarısına pek inanmamışlar. Filme, kendi aralarında, Arabada İki Salak adını vermişler. Film, pek çok klasik Holivud filmi gibi yollarda geçmesi ve pek çok çekimiini araba içinde olmasından dolayı böyle denmiştir. Oysa bu film, bence (Tüm Holivud filmlerine ve tarihine vakıf değilim) en başarılı Amerikan filmidir. Bu başarı, filmin gişe başarısı ve dört ayrı alanda Oskar ödülü almasıdeğildir. Toplumu olumlu yönde etkilemede, benim bildiğim en etkili Holivud filmidir. Az önce değindiğim gibi, araba ve yol filmi olmasının yanında, başka özellikleriyle de (illa Las Vegas'a ve kumarhanelere uğraması, orada para kazanması, Tom Cruise'un telefonla haberi alınca frene basıp, geri dönmesi vesaire) tipik Holivud filmidir. 

Film, otistik-disleksi ve benzeri sorunları olan bireyler hakkında farkındalık yaratması açısından başarılıdır. Bu başarının ilk sebebi, filmde oynayan yıldız isimlerdir. Hülya Avşar'ın baş rolünü oynadığı,  1986 yapımı Fatmagül'ün Suçu Ne filmdi de, tecavüzcülerin evlenerek kurtulmasını sağlayan yasanın iptali için kamuoyu oluşturmuştu. Erkekler, dönemim seksi yıldızı Hülya Avşar'ın tecavüze uğramasını izlemeye giderken, tecavüzcüsüyle evlenen, kocasından dayak yiyen, bebeğini düşüren ama gene de toplumsal baskılardan dolayı boşanamayan; hatta kocasının kendisini terk etmesinden korkan bir genç kızı görmüştü. Bu filmde de, Tom Cruse'u görmeye gelen kadınlar, yetenekleri heba edilen, insanlardan kaçan Dustin Hufman'ı gördü.  Huffman'nın da ünlü bir oyuncu olduğunu da unutmayalım. Fikirleri çoğunluğa yaymak için ünlüleri kullanmak ihtiyaçtır.

Diğeri de filmde otistiklerin yeteneklerinin gösterilmesidir. Önce kürdanları sayma sahnesiyle başlıyor.  bu yetenekleri gösterme. Huffman, sanki o sahneye kadar rol yapmıyor, çok yapmacık, o sahneden sonra cidden oynuyor ya da bana öyle geliyor. Zira filmler, tiyatro oyunu değildir. Çekimlerde senaryonun ilk sahnesini, ilk önce çekmenize gerek yoktur. Montajda sıraya koyarsınız. Cruse, bu olayda  sonra abisini psikoloğa gösteriyor, psikolog Huffman'ın zekasını ve takıldığı yerleri gösteriyor, sonra da Las Vegas'da kumarda vurgunu vurma sahneleri geliyor.

Filmin sonunda Crusa'un çocukluk hayali arkadaşı Yağmur Adam'ın abisi olduğunu, Cruse ile beraber öğreniyoruz. Kardeşine zarar vermemesi için bakım evine gönderilmiştir.

Filmde iki mantıksızlık var gibi. İlki Yağmur Adam'ın cinsel duygularının olmaması. Gerçekte zihinsel problemli insanlar, toplumsal yasakları kavrayamadığı için cinsel arzularını çok belli eder ve bu yüzden sorun yaşarlar. On dört yıl yayımlanan televizyon dizisi Bizimkiler'deki karikatürize Dumkof Halis karakteri, buna örnektir. Burada Raymond (Huffman) karakterinin gömülü hikayesi de önemli. Hayatını aşırı düzene sokması, aşır içe kapanıklığı, zamanında çok zorbalandığını gösteriyor. Yaşadoğı zorbalıklar, cinsel dürtülerini aşırı bastırmış olmalı. İkincisi ise bu tür bakım evlerinde bireylere bolca ilaç verilir. Bu ilaçlar azaltılarak bırakılmalıdır, yoksa birey aşırı saldırgan ve intiahara meyilli olabilir. Filmde Raymond'u ilaç alırken görmüyoruz.

1988 yılından bu yana otizm, disleksi ve benzeri sorunlı bireylere karşı tedavi ve eğitim yaklaşımları çok gelişti.  Bu filmde insanların bu tür sorunlara yaklaşımların değişmesine katkıda bulundu. Otizm, disleksi ve benzeri sorunlar, daha sonra pek çok film ve diziye konu oldu. (Ülkemizde en çok bilineni, 2007 yılı Her Çocuk Özeldir-Taare Zameen Par)

Bu nesilde pek bilinmese de, günümüzde tekrar keşfedilmesi gereken bir klasiktir bu film.




4 Temmuz 2024 Perşembe

YAKIN DÖNEM TARİHİNİN GARİP TEKERRÜRÜ



Alman filozof Hegel, insan, tarihten ders almaz, alsaydı tarih tekerrürden ibaret olmazdı demiştir. Öğrencisi Marks'da, önce trajedi, sonra komedidir bu tekerrür der. Tarih bilgisi, blilimsel bilgi değildir, felsefe bilgisi ve bilimsel bilgi yapmak için veridir.

Bana sanki Atatürkçüler ve sosyal demokratlar, siyasal İslamcıların yaşadığı pek çok şeyi, tekrar yaşıyormuş gibi geliyor. En başta televizyonlar, Halk TV'nin eski reklamlarını hatırlıyor musunuz? Uzun uzun bazı boyacı-çatıcı esnafın reklamı yapılıyordu. Bir de uzub uzun satılmaya çalışılan, Sürmene bıçağı, Sürbısa vardı. Ciddi reytingine rağmen, büyük firmalardan reklam alamıyordu. Üstelik henüz Tele1-Sözcü falan kurulmamış, kendisi alanında tekti. Sonra Tele1, Sözcü TV falan açıldı.

Benzerini Samanyolutv'de yaşamıştı başlarda. Çok izlenmesine rağmen, örgütün holdingleri bile reklam vermiyordu başlarda. (Bilmeyenler için, FTÖ medyasıın merkez tv'si Samanyolu, 15 Temmuzdan sonra kapandı) Samanyolu'da, ilk başlarda bodrum katı bir apartman dairesinde kurulmuştu. ArdındanKanal 7 geldi ve dinci kanallar yavaş yavaş çoğaldı. Üstelik doksanlı yıllarda internet ya yoktu, ya da pahallıydı. İnsanların temel haber alma kaynağı televizyon, radyo ve gazetelerdi.Dahası, uydu kiraları pahalı olduğundan, bugünkine göre daha az tekevizyın kanalı vardı.  Buna rağmen büyük reklam verenler, rüştlerini ispatlayana kadar, bu kanallara reklam vermedi.

İktidar kanadı da, zamanında merkez sağın yaptığı hataları yapıyor. Merkezi kaptırdı ama taşradan çok emin. DYP'de 1995'de Isparta'da 1., İstanbul'da 5. partiydi. Şimdi de iktidar partisi büyük şehirleri kağtırdı ama pek çok taşra şehrinde 1. parti.1995 seçimlerinden sonra Refah partisini sisteme dahil etme, yumuşatma söylemleri vardı. Şimdi de yerel seçimlerde 1. olmuş muhalefet partisi ile iktidar partisi ilişkilerini normalleştirme çabaları var.

Her şey bire bir değil ama dikkat ederseniz pek çok ana hat, birbirine benziyor. O dönemde muhafazakar kililer, arabalarına stikır ve yazı yazıyordu, huzur İslam'da diye. Şimdilerde Atatürk imzası dövmesi ve Atatürk resimli tişört modası var. O yıllarda kızlar, ailelerine rağmen kapanır, belli bir yaştan sonra yada üniversiteye geçince kapanırlardı, şimdi açılıyorlar. Doksanlarda annelerinin başo açık, kendi kapalı bir sürü kız vardı, şimdş tam tersi. Açılan pek çok kızın ailesinden aldığı tepki, o zamanlar kapanan kızların ailelerinden aldıkları tepkilere benziyor. Gene o yıllarda her sınıfın, sınıfın imamı denen, her şeydi dine bağlayan, insanlara din öğretmeye kalkan öğrenciler olurdu. Şimdi ise her sınıfın bir ateist-teist,agnostik öğrencisi var, din kültürü öğretmeni ile tartışan.

Seksenler ve doksanlar, merkez sağın çöküşü ile geçti. 1987 yerel seçimleri gibi SHP ve DSP, yerine talip olur gibi oldu. İSKİ skandalı sonrası Uzan medyası öncülüğünde başlaya, ATV-SABAH  ve diğer holding medyası saldırıları sonrasıda SHP  sersemledi. Deniz Baykal ve taraftarlarının parti .içi kavgası, CHP'nin yeniden kurulması, birleşme derken,  1999 seçimlerinde baraj altı kalacak kadar eridi. DSP ise kısa süreli iktidarını, merkez sağı da batırarak taçlandırdı.

Özal öldükten sonra kısa bir süre Mesut Yılmaz'ı destekleyen holding medyası, uzun bir süre Tansu Çiller'i destekledi. Türkçesi tam olmayan Çiller, sağı iyice batırdı. Halkın siyasal İslam'a  geçmesinin önüne geçemeyeceğini anlayan holding medyası ve onların gizli başkanı M. Barlas, İslam ve tarikatlar üzerine bir yazı yayımladı. Sermaye sahipleri, merkez sağın öleceğini anlamış ve kendisine yeni bir çıkış aramaktaydı. Muhtemelen daha sonra sık sık reisin yanağını okşayacak olan Barlas, çıkışı bulmuştu.

Şmidilerde bazı sermaye grupları, destekledikleri iktidarın çöküşünü görüyor ve çıkış aıyor. İktidarsa kurnazca tüm çıkışları kendisine bağlıyor.



30 Haziran 2024 Pazar

Engels Darwinci evrim teorisi hakkında ne düşünüyor?



 Sevgili Bay Lavrov

Almanya'ya yaptığım bir gezinin dönüşünden sonra nihayet makalenize ulaştım ve büyük ilgiyle okudum. Daha özlü konuşmamı sağladığından Almanca olarak yazdığım gözlemlerim şunlardır:

1-    Darwinci öğretinin evrim teorisini kabul ediyorum, ancak Darwin'in kanıtlama yöntemini yeni keşfedilen bir gerçeğin ilk, geçici ve eksik ifadesi olarak alıyorum. Darwin'den önce, şimdi her yerde yaşar kalma mücadelesini gören aynı kişiler organik doğadaki iş birliğini vurguluyorlardı. Liebig'in özellikle vurguladığı gibi; bitki alemi hayvan alemine oksijen ve besin sağlarken, hayvan alemi de bitki alemine karbondioksit ve gübre sağlıyor. Her iki anlayış belirli bir haklılığa sahiptir, ancak her biri diğeri kadar tek taraflı ve dardır. Doğal bedenlerin etkileşimi -canlı ya da cansız- uyum ve çarpışmayı, mücadele ve iş birliğini içerir. Bu nedenle, kendine “doğal bilimci” diyen birisi, tarihsel gelişimin tüm çeşitli zenginliğini, doğa alanında bile “Tuz tanesi kadar alınması gereken” “yaşar kalma mücadelesi” gibi tek taraflı ve yetersiz bir ifadeye indirgerse, bu işlem kendi kendini mahkum etmiş olur.

2-    Alıntıladığınız üç Darwinciden yalnızca Hellwald anılmaya değer görünüyor. Seidlitz en iyi ihtimalle küçük bir ışık; Robert Byr ise şu anda By Land and Sea'de kitabı yayımlanan bir romancı. Tam onun safsataları için bir yer.

3-    Yaklaşım yönteminizin psikolojik bir yöntem olduğunu söyleyebilirim, önemli yerlerini reddetmesem de ben farklı bir yöntem seçerdim. Her birimiz, bulunduğumuz entelektüel ortamdan büyük ölçüde etkileniriz. Benden daha iyi tanıdığınız Rusya ve duygusal bağa, ahlaki duygulara hitap eden bir propagandist dergi için sizin yönteminiz muhtemelen daha iyi bir yöntemdir. Yanlış duygusallığın büyük zarar verdiği Almanya için bu uygun olmazdı ve çarpıtılırdı. İhtiyacımız olan -en azından başlangıçta- sevgiden ziyade nefrettir ve Alman idealizminin son kalıntılarından kurtularak maddi gerçekleri tarihsel haklarına yerleştirmektir. Bu nedenle, bu burjuva Darwinistlerin şöyle hakkından geleceğim:

Darwinci yaşar kalma mücadelesi teorisinin kendisi, Hobbes'un herkesin herkesle savaşı teorisinin ve Malthusçu nüfus teorisinin burjuva ekonomik rekabet teorisiyle birlikte toplumdan canlı doğaya aktarılmasından ibarettir. Bu başarıldıktan sonra aynı teoriler organik doğadan tarihe geri aktarılır ve insan toplumunun ebedi yasaları olarak geçerlilikleri kanıtlanmış gibi ilan edilir. Bu işlemin çocukça olduğu açıktır. Ama daha fazla incelemek isteseydim, onların öncelikli olarak kötü ekonomistler, ardındansa kötü doğa bilimcileri ve kötü filozoflar olduklarını gösterirdim.

4-    İnsan ve hayvan toplulukları arasındaki temel fark; hayvanların en fazla toplayıcı, insanların ise üretici olmasıdır. Bu tek ama temel fark dahi hayvan toplumlarının yasalarını basitçe insan toplumlarına aktarmayı imkansız kılar. Sizin de belirttiğiniz gibi, “İnsan sadece yaşar kalma mücadelesinde değil, aynı zamanda haz ve hazların artırılması için mücadele etti... Daha yüksek zevkler uğruna daha düşük hazlardan vazgeçmeye hazırdı.” Bu konuda sizin daha ileri sonuçlarınızı tartışmadan, kendi öncüllerimden çıkardığım daha ileri sonuçlar şunlardır:

-İnsan üretimi belirli bir aşamasında -bir süreliğine sadece bir azınlık için üretilse bile- lüksleri de üretecek bir seviyeye ulaşır. Bu nedenle, yaşar kalma mücadelesi -bu kategoriyi burada geçici olarak geçerli kabul edersek- hazlar için bir mücadeleye dönüşür. Artık sadece yaşar kalma araçları için değil, gelişim araçları için de bir mücadele olur. Bu aşamada hayvanlar aleminin kategorileri artık uygulanabilir değildir. Lakin şimdiki gibi, kapitalist toplumun gerçek üreticilerini varoluş ve gelişme araçlarından uzak tutan kapitalist üretim; tüketebileceğinden çok daha fazla varoluş ve gelişme aracı üretiyorsa, her on yılda bir yalnızca ürün yığınlarını değil, üretici güçleri de yıkma noktasına erişen bu üretimi -kendi yaşam yasası gereği- sürekli olarak artırmaya zorluyorsa “varolma mücadelesinden” söz etmenin ne anlamı kalır ki? O zaman yaşar kalma mücadelesi şundan ibarettir: Üretici sınıfın, üretimin ve dağıtımın kontrolünü şimdiye kadar ona emanet edilen ancak artık buna muktedir olmayan sınıfın elinden almasıdır. Bu ise sosyalist devrimdir.

Bu arada belirtmek gerekir ki, geçmiş tarihin bir dizi sınıf mücadelesi olarak ele alınması, aynı tarihin “varoluş mücadelesi ”nin biraz değişmiş bir versiyonu olarak kavranmasının tüm yüzeyselliğini ortaya çıkarmaya yeterlidir. Bu nedenle, bu sahte doğa bilimcilere asla böyle bir taviz vermem. 

5-    Aynı nedenle, temelde doğru olan ifadenizi farklı bir şekilde formüle ederdim: “Mücadeleyi hafifletmenin bir aracı olarak dayanışma fikrinin; nihayetinde tüm insanlığı kucaklayacak bir noktaya kadar genişleyebileceği ve dünyanın geri kalan mineraller, sebzeler ve hayvanlarla dayanışmış bir kardeşler toplumu olarak karşı karşıya gelebileceği”

6-    Öte yandan, herkesin herkesle savaşının insan gelişiminin ilk aşaması olduğu konusunda sizinle aynı fikirde değilim. Bence toplumsal içgüdü, insanın maymundan evrimi için en önemli kaldıraçlardan biriydi. İlk insanlar sosyal olarak yaşamalıydılar ve görebildiğimiz kadarıyla bu böyle.

17 Kasım. Mektubum kesintiye uğradı ve size göndermek üzere yeniden ele alıyorum. Gözlemlerimin özden çok biçime, yaklaşım yönteminize ilişkin olduğunu göreceksiniz. Umarım yeterince açık bulursunuz. Bunları aceleyle yazdım ve tekrar okuduğumda birçok kelimeyi değiştirmek istiyorum, ancak el yazmasını okunaksız hale getirmekten korkuyorum.

Samimi selamlarımla,
F. ENGELS

(Engels'in, Prusya topçu okulu, yüksek matematik profesörü LAvrov'a mektubu)

28 Haziran 2024 Cuma

FÜRUĞ'UN GÜNAHI

 


Günah

günah işledim lezzet dolu bir günah

titreyen esrik bir tenin yanında
tanrım ne bileyim ne yaptım ben
o karanlık susku dolu zulada

o karanlık susku dolu zulada
baktım gözlerine gizemleriyle dolu
gözlerinin çaresiz isteklerinden
kalbim göğsümde çırpınıp durdu

o karanlık susku dolu zulada
yanında darmadağın oturdum
dudaklarıma heves döktü dudakları
deli kalbimin üzüncünden kurtuldum

aşkın öyküsünü okudum kulaklarına:
seni istiyorum ey benim cânânem!
ey bağrı can bağışlayan, seni
seni ey aşkım benim divânem!

kırmızı şarap camda oynadı
gözlerinde heves yalazlandı
yumuşak yatakta benim bedenim
göğsünde onun sarhoşça kıvrandı

günah işledim lezzet dolu bir günah
alevli yangılı bir kucakta
günah işledim kinci, sıcak
ve demirsi iki kol ortasında

Bu şiir, İranlı şari Füruğ Ferruhzat'ın hayatını karartmıştır. Yayınlanmasının ardından, oğlunun velayeti elinden alınmış, bir daha oğlunu görememiş, oğlu da anası sadece gömülmeden önce ölüsünü görmüştür. Pek çok eserine rağmen, yaşamı boyunca bu şiiri ile anılmış, ardından Fahişe Füruğ diye manşetler atılmış, cesedi gasilhanede iki gün beklemiş, imamlar cenaze namazını kılmayı red etmiş, gassal kadınlar sadece ayakları yıkamış, uzun yıllar mezarına bir taş konmamıştır. Oğlunun ve cüzzamlılar evinden aldığı (meşhur Ev Karadır belgeselini yaparken) evlatlığının bekar ölmesi bile, bu günah şiirinin sonucu olabilir.

Burada ünlü şairin günahının savunmasını yapmayacağım. Kendisi bu şiire konu olan erkekle ilgili hiç konuşmamıştır. Şiirin ilk yayımlandığı Roşanfekr dergisinin baş editörü Naşir Hodayar, bu olay defalarca ve ballandıra ballandıra anlatmıştır. Olay olduğunda Füruğ tahminen 17-18 yaşlarındadır. (16 yaşında, ailesinin itirazlarına rağmen otuzundan büyük biriyle, ailesini, kendisini açlıkla öldürmekle tehdit ederek evlenmiş, sene geçmeden de krize girmiş, bir kaç kez baba evi-koca evi gitgelleri yapmıştır. Olay da bu bu git-gellerden birinde ve baba evinde de değil, kiralık, küçük bir dairede kaldığı günlerde olmuştur.) Kocasından ve oğlundan ayrıdır. Ailesi Ahvaz 'da, kendisi Tahran'da, ana-babası ile de arası bozuk, küçük bir dairede kalmakta, Soğuk Mevsimin Başlangıcına İnanalım, Benim Sobam Yok, Odunum Yok diye şiirler yazmaktadır. (Dağlar arasında kalan Tahran şehrinin bu kadar güneyde olması insanı kandırmamalı. Kışın çok soğuk olabiliyor. Ben Antalya'da, Şubat ayında nasıl titrediğimi hatırlarım) Naşir'de muhtemelen kocasından şiddet gören,  ailesinden de destek görmeyen, parasızlık çeken, 17-18 yaşlarındaki bir kadını kandırıp, ondan faydalanmıştır. Muhtemelen, seni aktrist yapacağım deyip, kızlardan faydalanan Yeşilçam prodüktörleri gibi, gazeteci ve ünlü bir yazar-şair olma peşindeki bu kadından faydalanmıştır. Füruğ, günahının bedelini fazlası ile öderken, Naşir, hiç bedel ödememiştir. Kimse onun ardınsan sapık, iğfelci gibi manşetler atmamış ve sık sık bu olayı bir bahane ile anlatmıştır. Yıllar içinde Füruğ'un şair ve sinemacı olarak (bir yönetmenlik ve bir kaç seneristlik-yönetmen yardımclığı falan vardır) şöhreti arttıkça, o da iki de bir bu olayı anlatmıştır. Füruğ, genç yaşta (32 yalındadır öldüğünde)ölünce susmuştur.

Naşir, bir derginin editörü olacak kadar önemli bir makamda olan bir erkek, muhtemelen evliydi ve belki de birden fazla eşi vardı. Muhtemelen eşi yada eşleri, olaya ciddi tepkiş gösterseydi, bu olayla ilgili olarak iki de bir konuşmazdı. Acaba karısı yada karıları, şu günlerin ( 2024 Haziran) moda olan Roman havasındaki gibi, yırt onu kocacım, yırt yırt falan mı demiştir. Bu aptal şarkının moda olması bile, cinselliğin halen erkeğin elinin kınası, kadının yüzünğn karası olduğunu gösterir. (Bu deyimi Erdal Atabek'den okumuştum.)

Görüleceği üzeri din ve muhafazakarlıkta zina, kadınlara ait bir suçtur ve bu anlamda pek çok Arap ülkesinde fiilen tecavüz suçu yoktur.  Tecavüze uğrayan  kişi, zina ile suçlanır. Recm sırasında kadın göğsüne, erkek beline kadar gömülür. Erkek etrafını kazaak kurtulur, kadın, kolları da gömülü olduğundan kurtulamaz. Recm, Osmanlı tarihinde çok az uygulanmıştır. (4 diyen var, 20 diyen var) Gerçek, ölenlerin hepsinin kadın olmasıdır.

Olay, Ofli Hoca fıkrası ile özetlenebilir. Hocanın köyünde, seks işçiliği ile geçinen bir kadın ölmüş ve kimse de namazını kılmak istememiş. Hoca da, o kadar müşterisi öldü, hepsinin namazını kıldık, bu karının günahı nedir, demiş.

Füruğ, günahının bedelini ödeyip, kısacık ömründe tüm dünyanın bildiği efsane bir şair ve sinemacı oldu. Peki Naşir, adını adını bu olay dışında biliyor muyuz?

26 Haziran 2024 Çarşamba

YAKIN DÖNEM TARİHİNİN KÖPEK SORUNU



 Tarih tekerürden ibarettir sözünü ilk kim söylemişse, her dile yayılmıştır. Karl Marks, tekerrür ilkinde trajedi, ikincisinde komedidir, der.  Hocası Hegel'de, tarihten ders alınsaydı, tekerrür etmezdi, der. Bu tekerrürün tekeri bazen çok kısa olabiliyor. Elli bir yaşından gün alan bir amcanız olarak, hatırladığım bazı yakın çağ tekerrürlerinden bahsedeceğim.

Önce şu sokak köpekleri meselesinden bahsedeyim. Seksenlerde sokak köpeği sıkıntısının yanı sıra, kuduz tehlikesi de vardı. Bunu sebebi, şu anki iktidar partisince kapatılan Hıfzısıha enstitüsüne yeterince yatırım yapmadığından, Türkiye'deki kuduz aşıları düşük kaliteliydi. İthal aşılarda da soğuk hava zinciri tam kurulamıyordu. Hatta aşıdan ölenler, kuduzdan ölenlerden daha fazlaydı. Tıp uzmanları, kuduz vakaları görmeye Türkiye'ye geliyordu.

İşte bu ortamda, belediyelerin çoğu, tek başına iktidar olan Anavatan (ANAP) partisinin elindeyken, belediyelerin köpek ithaf ekipleri vardı. Köpekleri tüfekle vurarak veya zehirleyerek öldürüyordu. Hem de öyle güpegündüz, çocukların gözü önünde olab cinayetlerdi bunlar. Bütün bunlara rağmen şehirlerdeki köpek sayısı da azalmıyordu.

Bir canlı türünün nüfusunu azaltan asıl olgu, çoğu kez yaşam alanının daraltılması, yiyecek kaynaklarının tükenmesi, yeni rakip türlerin çıkmasıdır. O yiyecek kaynağı orada olduğu sürece, onu yiyecek bir hayvan mutlaka bulunur. Bunun için önce sokağa bırakılan mama ve gıda çöpleri ile mücadele edilmelidir. Nüfus azaltılmasında kısırlaştırılma, gene bu nedenle birincil sebep olmalıdır. Avrupa'nın pek çok ülkesi, gübreleriyle bin yıllık binalara zarar veren güvercinleri öldürmek yerine, yumurtalarının yerine masa tenisi topu koyuyor, nüfuslarını kontrol etmek için. Köpeklerde de, kısırlaştırma yapmazsanız, başka köpeklerin daha fazla eniği yetişkinliğe ulaşır ve köpek sorunu devam eder.

Türkler dünyada sokak kedisi ve sokak köpekleri sevgisi ile ünlü oldukları kadar, ara ara sokak kedi ve köpeklerini yok etmeleri ile de ünlüdürler. İstanbul'da meşhur Hayırsız Ada köpek sürgünleri iki defa olmuştur. Sonraki yıllarda şehirde köpek nüfusu bir kaç yılda eski haline gelmiştir. Şehirde gezgin sakatat satıcıları vardır, müşterileri sokak köpek ve kedilerini besleyenler olan. Buna bir de topbalanma zahmetine bile girilmeden sokak köşelerine bırakılan çöpleri eklersek, ölen her hayvanın yerini yenisi alacaktır çabucak. Sadece bu Hayırsız ada sürgünleri değildir, söz konusu olan. Özellikle kuduz vakalarından sonra seri kedi-köpek katliamları oluyordu. Üreyen köpekler, tekrar eski nüfuslarına dönüyordu.

Sokak köpeği nüfusunu asıl besleyen olay, sokağa atılan köpeklerdir. Bütün sokak köpeklerinin ve kedilerinin atası bir ev kedisi yada köpeğidir. İktidar trolleri haklılar, Avrupa yada gelişmiş ülkelerde sokak köpekleri yok, çünkü sokağa atılan köpek yok. Evcil hayvanlar kontrol altında. Bir de ülkemizde gerçek bir hayvan sahiplenme kültürü yok. Mesela batıda yılkı atı diye bir kavram yok. Hayvarnı sadece işi olduğunda sahiplenip, kış aylarında yabana salmak gibi adice bir işe, bir de ad takmışız.

Türklerin, sokak köpekleri ile ilişkileri inişli-çıkışlıdır. Yabancı kaynaklar, Türklerin sokak köpekleriyle ve diğer hayvanlarla ilişkilerine hayret etmişlerdir. Bir zamanlar İstanbul'da  sokaklarında, elindeki bir sopaya çakılömış çivilere asılı sakatat satanların müşterileri, sokak kedi ve köpeklerini besleyen hayvan severlerdi. Pek çok şehirde sokak hayvanlarını, leylekleri ve pek çok canlıyı beslemek üzerine çalışan vakıflar vardı. Muhafazakar medya ve dinciler, Osmanlı'nın bu özelliğini, aşırı merhametli oluşuna bağlar ve bununla çok övünürdü.

Tabiki dincilerin her sevgisi gibi hayvan sevgisi de çıkarlarına bağlıdır. Hayvan düşmanlıkları ise reisleri ile rahmetli Bekir Coşkun arasındaki bir polemikle başladı. 2007 Cumhuriyet mitingleri sırasında, henüz o kadar da yandaş olmayan, karşı sesleri de barındıran Sabah gazetesinde, mitingi duygusuzca izleyen biri üzerinden, Göbeğini Kaşıyan Adam diye bir yazı yazdı. Reis'de, vay bunlar bize göbeğini kaşıyan adamlar dedi, bizi hor gördü diye karşı polemiğe geçti ve  arka arakdaya demeçler verdi. Çoşkun'un yazılarında çokca bahsettiği Pako'dan yola çıkıp, onlar köpekleriyle beraber uyur, dedi. Uzun süre tüm evcil  hayvan besleyenleri muhalif ilan edip, öfkesini kustu. Bu polemik, 2013'de, Gezi isyanında tekrar hatırlanmış olmalı ki, Gezi ile yaygınlaşan eylemlerden biri de, sokak köpekleri için kapı önlerine kuru mama ve su koymaktı. Gezi'den geri bu mama-su kaplarıyla, bisiklet kullanımın yaygınlaşması, toplumsal alışkanlık olarak kaldı. Diğeri de o günlerde yetişkinlerde bisiklet kullanmanın yaygınlaşması oldu. Merdivenleri boyama ve sokaklara şiir yazma, azalarak yok oldu.

Sokaklara köpek mamalarını ve su kaplarını muhaliflerin, yani Gezicilerin koyduğunu düşünen muhafazakarlar,  iktidar yanlıları, Osmanlı ve daha önceki Türk sokak hayvanlarına şefkatinin tarihini unutup, hayvan düşmanı oldular.

Çünkü  onlar için önemli olan iktidarklarıdır. Aslında sadece onu önemserler.