17 Ağustos 2024 Cumartesi

ŞİKAGO OĞLANI ÖZAL



 Şili diktatörü Pinoşe döneminde ülke ekonomisini yöneten bir grup iktisatçı, kendilerine Şikago oğlanları (Chicago Boys) demiştir. Yaklaşık yirmi kişinin  ortak özelliği, Şikago üniversitesinde iktisat mastırı yapmış olmalarıdır. Sadece Şili değil, Güney Amerika'nın pek çok askeri diktatörüne yada kapitalist iktidarına danışmanlık yapmışlardır. Milton Friedman'ın şekillendirdiği Neo Liberalizmin en ateşli savunucularıydılar. Turgut Özal'da onlardan biri olmakla beraber, galiba Şikago'ya hiç gitmedi. (Resmi ziyarette gittiğini hatırlamıyorum) İktisat mastırını Teksas üniversitesinde ve Hauston'da yaptı. İnsanlar bir parça üniversite yada askerlik yapıkları yerleri pek unutmaz ve biraz da oralı olurlar. Özal'da, yüksek lisansını yaptığı Houston'u çok sevdi, başbakanlığında ve cumhurbaşkanlığında, açık kalp ameliyatlarını bu şehirde olup, aylarca bu şehirden Türkiye'yi yönetti. Kendisi her daim neoliberalist oldu. Bürokratlığında da neoliberalistti. Müsteşarlığı sürecince, Devlet Planlama Teşkilatını, yüksek burjuvaya ucuz kredi verme kurumuna çevirmişti. Meşhur 24 Ocak kararlarını hazırlayan ekibin içindeydi. Teksas'tan döndükten sonra, şimdilerde olmayan Elektrik İşleri Etüt idaresine genel müdür yardımcısı oldu. Emin Çölaşan, yayımlandığına aşırı çok satan, Turgut Nereden Koşuyor adlı kitabında, ğek çok şeyi eksik anlatmış, Turgut Özal'ın 12 Eylül diktası arasındaki organik bağı saklamak istemiştir.

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/07/turgut-nereye-kostu.html

12 Eylül darbesi sonrası, 1983 seçimlerinde aslında darbecilerin kendi kurallarına göre darbe öncesinde siyaset yaptığı için veto yemesi gereken Özal'a iktidar yolu açıldı. Özal, 1977'de, MSP (Necmettin Erbakan'ın Milli Selamet Partisi)'den seçilseydi, zaten 1990'a kadar siyasete atılamayacaktı. Bence Özal, o seçimlere, siyasete  adım atmış olmak için başlamıştı ve 12 Eylül darbesi sonrasına daha o zamanlar hazırlanıyordu. Siyasiler darbeden habersizdi. Hatta, Türkeş, tam o gece haberdar olmuştu. Oysa dönemim tutuklu ve hükümlüleri, darbeden altı ay öncesinden, sorgucu ve işkencecilerin birden vahşileştiğini, 12 Eylüle yaklaştıkça bu vahşiliğin arttığını yazıyorlar. Yani, Türkeş'in, Demirel'in bilmediğini, sorgu polisleri biliyordu. Hapishanelerdeki gardiyanlar biliyordu. 24 Ocak kararlarını hazırlayan Turgut Özal, çok iyi biliyordu. Solun ve sendikaların çok güçlü olduğu zamanda, 24 Ocak kararlarını uygulamanın imkanı yoktu. Milton Friedman'ın iyi bir öğrencisi ve tipik bir Şikago oğlanı olan Özal, bu işin askeri bir darbe ile yapılabileceğini biliyordu. Latin Amerika'da olduğu gibi acı reçete, darbe gücü ile verilecekti ama Latin darbelerinde diktatörler,  özelleştirme yapmamış, daha doğrusu yeterince özelleştirme yapmamıştı. Özeleştirme yapmak, babalar gibi satmak, sivil politikacıların işiydi. Bu politikacılar,  en azından işi başlangıcında, askerlerin korumasında olmalı, acı ilaç, din morfini ile verilmeliydir. Zorunlu din dersleri, ülkenin tek televizyon kanalında (o da saat 20-24 arasında yaın yapıyor) din programları,  Alevi köylerine cami yapılması gibi programlar zaten 12 Eylül generallerinin programlarında vardı. Özal'da her fırsatta din ve Allah diyerek buna destek verdi. Kendi ailesinin Nakşibendiliğini kullandı. Annesini, Nakşibendi şeyhinin yanına, özel bakanlar kurulu kararıyla defnetti. F. G, sözüm ona aranıyorken teşkilatını genişletti. Sonra bir tesadüf sonucu tutuklanınca, Özal'ın telefonu ile serbest bırakıldı. Aslında Özal ile F, 12 Eylül öncesinde de görüşmüştü.

https://onbinkitap.blogspot.com/2024/07/evren-ozal-fto-ucgeni.html

Siyasetin sivillere verildiği sanısını yaratmak üzere, Kenan Evren, Turgut Özal'a hükumeti kurma yetkisini, bir ay bekleme ile verdi. Sonra da özelleştirme ve fakirleştirme reformlarına başladı. Önünde muhalefet yok yada yok gibi bir şeydi. Meclisteki diğer iki partiden Milliyetçi Demokrasi partisi dağıdı ve mebusları ANAP'a katıldı. Sosyal Demokrat parti ise, Halkçı parti ile rekabetteydi. Medya'da da gazetelerin gücü zaten düşmüştü. Sona iki kanallı ve gün boyu (Gece yarısından sabaha hariç) yayın yapacak devlet televizyonu ve radyosu emrindeydi.  Üzerine Dinç Bilgin, İzmir'in Yeni Asır gazetesini ulusal yaparak, Sabah gazetesini kurdu. Turkuaz medya, o zamanlar neoliberalizmin en güçlü savunucularından biri oldu. Özal güçlü olduğu sürece Özalcıydı. Özal güç kaybedince,  DYP-Demirelci oldu. Hatta Demirel cumhurbaşkanı olup, DYP başkanlığı ve başbakanlık makamı boş kaldığında, DYP kongresi öncesinde, Kasım'a kadar İsmet Abi'ci oldu. Kongreyi, Aydın Doğan medyasının desteklediği Tansu Çiler kazandı. İsmet Sezgin, hayatı boyunca Süleyman Demirel'in getirini-götürünü yapmak dışında ciddi bir iş yapmamış biriydi. Hayatı boyunca Demirel'in partilerinin (Adalet Partisi ve DYP) çok güçlü olduğu Aydın'dan ve listenin üst sırasından, hatta birinci sıradan milletvekili oldu ama tüm yatırımlarını memleketi Siirt'e yaptı ve Siirtli hemlerilerini kamu kurumlarında işe aldı. Köksal Toptan da kongre de aday olmuştu. Adları pek anmaya değmez kişilerdi. Sabah üzerine belki kapsamlı bir yazı yazarım ama şu günlerde önceliğim değil. Diğerleri hakkında yazmıştım. Bu yazının konusu Özal.

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/07/suleyman-demirel-kimdir.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/04/tansu-cillerin-siyasi-tarihi.html

Özal, sadece neoliberlizmciliği ile Şikago oğlanı değildi. Tek adam olma hevesini hiç saklamadı. Başkanlık sistemini ikide birdile getirdi. Kendi partisi ANAP'ı tek adam olarak yönetti. Sık sık meclisten altı aylık yetkiler ile sürekli kanun hükmünde kararnameler çıkardı. Bunların bazıları halen yürürlükte. Kenan Evren'le çok iyi anşatı ama cumhurbaşkanı olunca başbakan yaptığı Yıldırım Akbulut ve Mesut Yılmaz'la anlaşamadı. Ölmeden önce cumhurbaşkanlığını bırakıp, tekrar siyasete atılmaya hazırlanıyordu. Hatta parti kurmak için ANAP'tan istifa eden Yıldırım Akbulut,  Özal ölğnce, ANAP'a dönmüştü.

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/08/yildirim-akbulut-ve-mesut-yilmaz.html

Siyasi açıdan da Amerikancıydı. P, Eruh ve Şırnak baskınlarını yaptığı gün havuzdan çıkmadı ve bunu tüm medyaya gösterdi. Saldırılar arttıkça, bunlar üç beş başldırı çıplakalrdır deyip durdu. Bu baldırı çıplaklar lafı, 33 silahsız erin şehit edilmesine kadar sürdü. Sonra köklerini kazıyacağız söylemi başladı.  Özal ölene kadar orduya, teröre karşı savaşmak için doğru dürüst silah alımı bile yapılmadı. Özal'ın bu konuda tek doğru icraatı, darbecilerin Kürtçe kaset-canlı müzik yasağını kaldırması oldu.

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/silahli-direnisin-provakasyon-olmasi.html

Siyasal ve ılımlı İslam adına da çalışmaktaydı. F' nin tüm ülkede yayılmasını sağladığı gibi, 1980 yılının, İstiklal Marşının inatla oturularak dinlendiği, Konya şehrindeki Kudüs mitingini düzenleyen Mehmet Keçeciler'i, darbe vetosuna rağmen partide öenmli yerler verdi. 1986 referandumu ile 12 Eylül öncesi politikacıların, politikacı yasakları kalkınca, Keçeciler'i önce milletvekili, sonra bakan yaptı. Birinci Azeri-Ermeni savaşında açıkça ve Ebulfez Elçibey'in yalvarlamalarına rağmen, Azerbaycan'a yardım etmedi. Onlar Şii, onlara İran yardım etsin dedi. Mezhepçiliği o kadar ileriydi ki, ANAP'ın hiç Alevi milletvekili olmadığı gibi, Alevi millet vekili adayı, hatta aday adayı bile olmadı. İktidardayken hacca giden ilk başbakan oldu (siyasete atılmadan önce gitmişti). Kılıçdaroğlu'nu, vekaletn SSK'nın başına getirmesini de, bu işi yapacak başka dürüst adam yok diye açıkladı.

İktidarında, 12 Eylülcülerin darbecilefinin grev ve sendikalaşma  yasaklarını, kanun hükmünde kararnameleri ile genişletti. 12 Eylül anayasaının sadece redyo-televizyon devlet eli ile olur yasağına karşıydı. Onu da, oğlu Ahmet Özal'ın ortağı Uzan ailesi aracılığı ile illegal olarak deldi. Legal olarak delmeme sebebi, grev ve sendikalaşma yasaklarını da kaldırmak zorunda kalacak olmasıydı.

Özal, sadece sendikalaşmanın düşmanı değildi. Kooperatifleşme ve her türlü kamulaşmanın da düşmanıydı. Fiskobirlik, Çukobirlik, Antbirlik gibi kooperatifleri, sonraki iktidarların yıkabileceği şekilde zayıflattı. Toprak Mahsülleri Ofisi, piyasadan daha düşük alımlarla, çiftçiyi tüccarlara mahkum etti. Ben zengini severim deyip duruyordu. Zenginin de Amerikancısını sevdi. Kendisnin ilk yandaş basınını kurmak için milyarlar harcayan Asil Nadir'i bir gecede harcadı. Kendisine yönelik suikast teşebbüsü sonucu, dönemin vurguncusu Kemal Horzum'u harcadı. Horzun, o dönemin teleks-fax dolandırıcılığı ile, devlet bankası olan Emlak Bank'ı dolandırmıştı. Emlak Bank, dil bilmeyen avukatları yüzünden parasını alamıyor, Kemal Horzum'da ortalıkta serbestçe geziyordu. Suikasttan sonra dil bilen avukatlar aracılığıyla Kemal Horzum bitirildi. Tetikçi ise bir süre sonra Özal tarafından affedildi. Mermi, kendisine isabet etmediği halde, çakı ile parmağını yaralayıp, gazi olmuş gibi propaganda yaptı.

Kendisi ayrıca ciddi bir Atatürk düşmanıydı. Atatürk, süpermen değildi lafını sık sık söylerdi. Arap sermayesini Türkiye'ye soktu Bu sermayede Mustafa Kemal ve diğer komutanların adının bile geçmediği bir Çanakkale belgeseli ile propagandaya başladı. Ül keyi kafasına göre şekillendirme çabasına önce erken ölümü engel oldu. İkincisi de halkın kıvama gelmesi daha doğrusu kıvama gelen seksenler çocuklarının seçmen olmasını bekleyememesi oldu. Öte yandan halkın neoliberalizmi kabul etmesi için biraz daha imam hatipe, basın propagandasına falan ihtiyacı vardı. (Bu konuyu çok yazım ve gene yazacağım)

Ani ölümü çok araştırıldı. Suikast yada zehirlenme olsa neoliberalistler, tıpkı daha önceki suikast teşebbüsü gibi bir propaganda şölenine dönüştürürdü. Ülkemizdeki teş Şikago oğlanı Özal değildi. Alparslan Türkeş'te,diploma ibraz edemese de, Amerika'da olduğu yıllarda iktisat doktorası yaptığını söyler.

Son dönem muhalif görünen neoliberalist ikstisat profesörleri Daron Acemoğlu ve Özgür Demirtaş'ta bana göre Şikago oğlanıdır.


12 Ağustos 2024 Pazartesi

İstanbu Erkek Lisesi Tarih Öğretmeni Ayşe Gül Yayla'nın 18 Mart 2011 tarihinde yaptığı konuşma:







Sayın misafirlerimiz, sarı-siyahlı camianın değerli mensupları, sevgili arkadaşlarım ve sevgili öğrencilerim, bir 18 Mart töreninde; nedense adı son zamanlarda “Şehitleri anma günü” olarak değiştirilmiş olan Çanakkale Zaferini kutladığımız günde beraberiz.

Bugün 18 Mart 2011. Yani 18 Mart, 96 yıl sonra bugün; Çanakkale Zaferlerinin simgesel kutlama günüdür. Simgesel diyorum çünkü Çanakkale Savaşları 1916 ya kadar devam etmiştir. Elbette deniz savaşlarının kazanıldığı gündür 18 Mart. Ancak kara savaşları bütün hızıyla aylarca devam eder. Tarihin en kanlı savaşlarındandır Çanakkale Kara Savaşları. Gelibolu gibi ufacık bir kara parçasında; deyim yerindeyse avuç içi kadar bir toprakta yaşanır. Öyle ki; ölen insanlar ayağa kalkacak olsa, savaştıkları alana sığmaz. Çanakkale Kara Savaşlarından söz etmeden; böyle bir günü yalnızca -anma- gününe çevirenlerin zihniyetleri, gerçeklere, tarihe ve bize uzaktır.

Bu savaşların baş sorumlusu İngiliz Bahriye Naziri yani Denizcilik Bakanı Churchill şöyle diyor:

“Yenilmez armadamızın üçte biri sulara gömüldü. Üçte biri kullanılamaz hale geldi. Başarısızlığımız savaşı 2,5 yıl uzattı. 8,5 milyon Avrupalının ölümüne neden oldu. Rusya’da komünistler yönetimi ele geçirdi. Bu olaylar vuku bulurken 30 milyon insan öldü. Biz Boğazı geçemeyince; Müslümanlar, diğer Asyalılar, Avrupa’nın ihtişamından şüphe etmeye başladılar. Biz Hindistan, Pakistan, Bangladeş’teki gücümüzü kaybettik; diğer Avrupalılar da sömürgelerindeki güçlerini”

Evet! Churchill in kendi ifadesidir. Çanakkale Savaşlarından 6 ay sonra, kendinin ifade ettiği başarısızlığından dolayı rütbeleri tenzil edilmiş, İngiliz Bahriye Nazırlığından istifa etmek zorunda kalmış, savaş konseyinden uzaklaştırılmıştır. Çanakkale Zaferimiz üzerine, bir savaş lideri olarak görev yapmasına imkân kalmayınca, bir asker olarak ülkesine hizmet etmek istemiş, o zaman da kendisine tenzil-i rütbe ile ancak binbaşı rütbesine karşılık gelen tabur komutanlığı görevi verilmiştir. Tarihin garip tecellilerindendir.

Bir başka komutan Çanakkale Savaşlarındaki başarılarından dolayı Nisan 1916’da tümgeneralliğe yükseltilmiştir. Tümgenerallik rütbesini getiren Arıburnu, Anafartalar, Conkbayırı, Kireçtepe isimleriyle özetlenebilecek zaferleridir. Biz ona Atatürk dedik.

ÇANAKKALE SAVAŞLARI, gökten saf saf inen sakallı, sarıklı, yeşil cüppeli ruhani varlıklar tarafından kazanılmadı. Çanakkale Savaşları, aniden bastıran sisler, 3’ler 7’ler 40’lar nedeniyle de kazanılmadı.

Çanakkale Savaşları “dinlerin savaşıdır” diyenler ne büyük hata içindedirler. Siz hazırlıktayken birlikte görmedik mi İngiliz mezarlıklarındaki Müslüman İngiliz askerlerinin isimlerini? Bundan daha vahimdir, Çanakkale’de kıran kırana bir mücadele yaşanıyorken, güneyde Müslüman Arapların, İngilizlerle ittifak yaparak, yine Müslüman olan Türklere saldırması.

Bunları mutlaka bilmelisiniz. Çanakkale dinlerin savaştığı yer değildir. Devletini ve başkentini kurtarmaya çalışan Türklerin, emperyalist batıyla yüz yüze geldiği yerdir.

Çok dar boğazdır. Çok da zor. Çanakkale Zaferinden ya da “Şehitleri Anma Günü”nden söz ederken, Mustafa Kemal adını söylemekten çekinenler; ya da bilinçli olarak söylemeyenler hakkında verilecek hükmü size bırakıyorum.

Diyor ki Mustafa Kemal ATATÜRK;

“Millet boşuna ölmez, kan boşuna dökülmez. Eğer zaferler o milletin hayatında derin değişiklikler yapmazsa ve de ona millî güven sağlamazsa, bazı budalaların, onunla böbürlenmesinden başka bir işe yaramaz.”

Çanakkale Savaşları ve Zaferleri Türklerin hayatında derin değişiklikler yaptı. Öncelikle;

– Mustafa Kemal adı bayrak bayrak dalgalandı Anadolu’da,

– Bu zaferler, şayak kalpaklı, çakmak gözlü devin milli liderliğini hazırladı,

– 19 Mayıs 1919’da Samsun’da Türk Kurtuluş Savaşını başlatıyorken, onu Çanakkale’deki zaferleri nedeniyle tanıyan bir Anadolu Halkı ile kucaklaştı,

– Şayak kalpaklı, mavi gözlü dev, milletinin hayatında derin değişiklikler yaptı.

– Hem de padişah olmadan, halifeliği kabul etmeden, şeyh-şıh-hoca-derviş-evliya sıfatlarının arkasına sığınmadan,

– İnsanları, ümmeti olarak değil, milleti olarak arkasından sürükleyerek derin değişiklikler yaptı,

– Ümmet ve kul iken daha kolay yönetilecek halkını, vatandaşlık bilincine ve birey olma özelliklerine kavuşturarak, derin değişiklikler yaptı milletinin hayatında.

Bu dev adam, 300 yıldır ihmal edilmiş, cehalete terk ve teslim edilmiş Anadolu bozkırından büyük bir vaha yarattı.

Bütün bunları okuyup-üfleyerek, dini siyasete alet ederek, yüzyıllardır olageldiği gibi gücünü arttırabilmek için sırtını din adamlarına dayayarak yapmadı.

Ülkemin umudu, yaşlanacağım günlerin sigortası olan gençler; siz, İstanbul Liseliler, bunları mutlaka bilmelisiniz.

Unutmamalısınız, bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olunamaz.

Bu görüş ve anlayışla;

– İyi düşünen ve düşündüklerini uygulayan,

– Hiçbir kurum, kişi ya da cemaatin siz ve düşüncelerinize hükmedemediği,

– Özgürlüğün bedelini çok ağır ödemiş bir milletin mensubu olarak, özgürlüğün değerini iyi bilen,

– Hiçbir bedel karşılığında düşüncelerini ve kimliğini satılığa çıkarmayan,

– Bilgilerini su veya bu turlu dogmalardan değil, bilimden kaynaklandıran bireyler olacağınıza inanıyorum.

Ayşe Gül YAYLA

NOT: İstanbul Erkek Lisesi Tarih Öğretmeni AYŞE GÜL YAYLA, bu konuşma sebebiyle soruşturma geçirmiş ve uyarı cezası almıştır… 

11 Ağustos 2024 Pazar

MALCOM X-MİCHİGİAN STATE ÜNİVERSİTESİ KONUŞMASI

 


Malik El-Şahbaz, nam-ı diğer Malcolm X, 23 Ocak 1963 tarihinde Michigan State Üniversitesi’nde verdiği bir konferansta “ev zencisi”ni şöyle anlatıyor:


“İki tür zenci var; eski tip ve yeni tip. Çoğunuz eski tipi bilirsiniz. Kölelik döneminde onun hakkında bir şeyler okuduğunuzda ona ‘Tom Amca’ deniyordu. O ev zencisiydi. Diğeri ise Tarla Zencisi. Ev zencisi genellikle efendisine yakın yaşardı. Onun gibi giyinirdi. Efendisinin ikinci el kıyafetlerini giyerdi. Efendisinin masaya bıraktığı yemeği yerdi. Ve efendisinin evinde yaşardı -muhtemelen bodrumda ya da çatı katında- ama yine de efendisinin evinde yaşıyordu. Bu yüzden ne zaman o ev zencisi kendini tanımlasa, efendisinin kendisini tanımladığı anlamda o da kendini özdeşleştirirdi. Efendisi, “Yemeğimiz iyi” dediğinde, ev zencisi “Evet, bol bol yemeğimiz var” derdi. “Biz” derdi, biz; bir sürü iyi yemeğimiz var Efendim!…

Ama sonra tarlada başka bir zenci vardı. Ev zencileri azınlıktaydı. Kitleler – tarla zencileri kitlelerdi. Onlar çoğunluktaydı. Efendi hastalandığında ölmesi için dua ettiler. Ve hatta yangın çıksa, bir rüzgar gelsin her yeri yaksın diye dua ederlerdi. Eğer birisi eve gelip evdeki zenciye, “hadi başkaldıralım, bizi ezmelerine müsaade etmeyelim”, dese Ev Zencisi, “Nereye gidelim? Patron olmadan ne yapabiliriz? Nerede yaşarız? Ne yeriz, ne içeriz?” diyerek buna şiddetle karşı çıkardı. Ama tarlaya gidip bir Tarla Zencisi’ne “Hadi gidelim” derseniz, nerede ve nasıl diye bile sormadan “hadi gidelim” derdi…”
Artık yirminci yüzyıl tipi bir ev zenciniz var. Sadece o modern bir köle. Efendisi ile aynı dili konuşuyor. Misal sahibi, “ordumuz” dediğinizde, “ordumuz” diyor. Onu savunacak kimsesi yok ama ne zaman “biz” dersen o “biz” diyor. “Başkanımız”, “hükümetimiz”, “Senatomuz”, “kongre üyelerimiz”, “bizim bu ve bizim bu.” Ve o “bizim” koltuğuna bile hiçbir zaman oturmayacağını da çok iyi biliyor. O hayatı yaşayamacağını, o evlerde oturamayacağını, o lüksü tadamayacağını! Üstelik bir kabahat işlediğinde sahibi ona merhamet de göstermiyor “Başınız belada” dediğinde utanç verici bir suçluluk ile özür dileyip, “Evet efendim, başımız belada” diyor. Efendisine toz kondurmayan köle, efendisinin kendisine sıvadığı çamuru memnuniyetle kabul ediyor!”

10 Ağustos 2024 Cumartesi

14 TEMMUZ FİLMİ ELEŞTİRİSİ;NALINA VE MIHINA

 


14 Temmuz filmini Youtube'dan ve yayımlandıktan yıllar sonra izledim. Film, açıkça PKK yanlısı ve ben hem Kürtçülük, hem de Türkçülük açısından eleştireceğim. Deyim yerindeyse, hem nalına, hem mıhına vuracağım yada öyle yapmaya çalışacağım.

Film, son derece profesyonelce  propaganda içeriyor. Öyle ki, Türk faşistleri için de, Esat Oktay Yıldıran adlı psikopatı idol haline getirdi. Bu tür propaganda filmleri, ayrıştırmayı da hedef aldığından, PK açısından dört dörtlük propaganda filmi olmuş. Senaryo olanlara PK'nın teorisine göre büyük ölçüde gerçekçi. Örgütün iddiasına göre Yıldıran, Diyarbakır cezaevi görevinden sonra bir nefret objesi haine gelince, adını değiştirmiş, estetik ameliyat olmuş ama sesinden tanınmış. Halk otobüsünde, karısı ve sonradan deniz yarbay olacak oğlu Timuçin'in gözü önünde, 

-Sana Diyarbekir zindanından Laz Kemal'in selamını getirdim diyen katilince vurulmuş. Son sözleri de;

-Ben, Esat Oktay Yıldıran değilim olmuştur. Devletin resmi raporlarına göre, arkasında oturan katilleri, ensesinden ve göğsünden vurmuştur. Filme yorum yapan faşistler, bir işkencecinin, ölüm anında bu kadar korkaklaşmayacağını yazmışlar. Adnan Menderes'in Yassıada kayıtlarını dinleyin. Sesinin yükseldiğini duymazsınız. Gaddarlar, güçten düşünce sesi kısılır.Filmde yüzbaşı Esat ile binbaşı Esat'ı aynı oyuncu oynuyor (Bülent Keser). Oysa başka bir oyuncu ile film desteklenebilirdi.

 Pek çok kişi, filmdeki Atatürk büstleri ve resimlerinin tuhaflığına takılmış. 12 Eylül darbesi sabahından bu yana kırk dört yıl geçti ve o günleri hatırlayanlar,  benim gibi elli yaş ve civarındalar. Ben darbe zamanı altı yaşında bir çocuktum ve diyebilirim ki o dönemim Atatürk resimlerinde, heykellerinde ve büstlerinde vardı bu çirkinlik. Temelde Sovyetler Birliğinin, Lenin heykeli politikası örnek alınmıştı. Her odaya Atatürk resmi, her bahçeye Atatürk büstü ve her meydana Atatürk heykeli ile özetlenebilecek bu politikada, Atatürk'ü korkunç gösterme çabası vardı. Sınıflara asılan paltolu ve gülümseyen resmi haricinde kamu binalarına, kaşları Alparslan Türkeş'e benzetilmiş gibi, mareşal üniformalı resimleri, kamu binalarında çoktu. Gene o dönemde, Atatürk büstleri, kocaman burunlu ve simsiyah olurdu. Gene o zamanların Atatürk heykellerinin pek çoğu, Atatürk'ten başka her şeye benzerdi. Doksanlardan itibaren azaldı. İki binlerin başlarında bir ara, bunlar nasıl Atatürk haberleri ile basına alay malzemesi olunca, hepten yok oldular. Arada bir yerlerde rastlayabilirisiniz.Filmde, sanki Paplo Pikasso,  Atatürk portresi yapmış gibi bir resim var, Atatürk değil de, Atatürk karikatürü gibi. Ben o resmi çocukken gördüğümü hatırlıyorum.

Hapishane sahnelerinde işkence ve kötü muameleleri gerçekçi. Tamamen filme aktarılsa, izlenemez olurdu. Gerçekçi olmayan yön ise, hapishanede sadece PK örgütünün olması. Oysa o hapishanede, sayısı belirsiz (beş bine kadar çıkmış olabilir o zamanlarda)  mahkumun arasında diğer örgütler, hatta Ülkücüler ve Akıncılar (sonradan İBDA-C ve Hizbullah olacak) gibi sağ örgütlerin üyeleri bile vardı.kı. Diyarbakır, o zamanlarda koca bir şehirdi ve her ideolojiden, her suçtan insan vardı. Hatta 2009 yılında, Bu Kalp Seni Unuturmu dizisi yayımlandığında, o zamanlar yolu Diyarbakır hapishanesinde düşmüş İngiliz (yada Amerikalı) ile yapılan bir röportajı Facebook'ta izlediğimi hatırlıyorum. Hapishanedeki tek Kürtçü örgütte PK değildi. Rizgari , Kawa ve bu iki örgütün fraksiyonları da hapishanedeydi. Filmde tutukluların maşallahı var, kimse çözülmüyor. Oysa o korkunç işkencelere dayanmak, herkesim harcı olsaydı, dayananlara kahraman denmezdi. En  eşhur isimlerin bile çözüldükleri anlar ve zamanlar olmuştur. Fevzi Yetkin ve Mehmet Tanboğa'nın yazdığı dörtlerin gecesi anı-romanında anlatıldığına göre Esat, çözülen mahkumlara da işkence yapıyor. Yani 12 Eylül cuntasının niyeti üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek. Dörtlerin Gecesini yazan ikili, bedenimiz çözüldü ama ruhumuz çözülmedi diye kendilerini savunuyorlar. Filmde, dörtlerin kendilerini yakmaları az gösteriliyor gibi. Oysa A.Ö, ben örgütü dört kibrit çöpüyle kurdum demiştir. Filmse daha ziyade Kemal Pir'e odaklanmış. Filmde Kemal Pir, devleştikçe devleşiyor, iyice kahramanlaşıyor.

Filmde örgütün, diğer Kürt örgütleri ile mücadelesine yer verilmemiş, propaganda gereği. Rizgari ve Kawa örgütü ve fraksiyonlarını katletmesi de gösterilmiyor. Aslında darbeden önce en küçük örgüt , o zamanlar Apocular denen Pk, örgüt, Diyarbakır hapishanesinde büyüyor. Apocu cinayetlerin suçu da askere atılıyor. Olaylarla ilgili gerçekler, yıllar sonra itiraflarla ortaya çıkıyor. Filmde ve döneme ait anlatıların pek çoğunda bu örgütlerin adı geçmiyor ama o zamanlar adı konmamış, sadece Apocular diye bilinen Pk'nın adı bol bol geçiyor. Hatta Esat yüzbaşı, örgütün şemasını şeklen değilse bile, sözle çıkarıyor.

Pk ile ilgili garip şeylerden biri de, bu örgütün içinden, başka hiç bir örgütün çıkmaması ve örgütten ayrılanların genelde hep devlete teslim olup, itirafçı olması yada Avrupa'da sığınmacı olması. Sağcılar, solcular bölünerek çoğalıyor diye espiri yapmayı çok sever.Oysa şu anki iktidar partisi bile içinden Deva ve Gelecek partilerini çıkardı.Ülkücü hareket, MHP'nin  içinden daha başbuğu sağken BBP'yi, sonrasında İyi Partive Zafer partilerini çıkardı. Pk ise, her zaman tek parça kaldı. Cephe-particiler gibi Bedrici-Dayıcı kavgası bile yaşamadı. Örgütün, önderine karşı çıkan isyanlar hep güdük kaldı. Bölgede ortaya çıkan Hizbullah ve benzeri örgütler ise, örgüte tepki olarak .çıktı ve üyelerinin pek azı Pk kökenliydi.

Film, ilk kırk beş dakikadan sonra, Esat yüzbaşı, Kemal Pir düellosuna dönüyor. 12 Eylülün ve faşizmin tüm günahları, Esat yüzbaşıya yükleniyor. Üstelik bu görev, aslında bir astsubayın yapması gerekn bir iş. Görevi bir astsubaydan alıyor, görevden alınınca yerine bir astsubay atanıyor. Görevden alınması da, şapkasını düşürmesi ile gösteriyorlar. Esat yüzbaşı üzerinden dönen efsaneler yüzünden, generalleri ve 12 Eylülle zenginleşenleri ve zenginliğini arttıranları görmüyoruz. Seksenler ve doksanlar boyunca emekli generaller, bankaların, holdinglerin yönetim kurullarında üyelik yaptılar. Tahsin Şahinkaya'nın ortağı ve dünürleri Kale holding para kazansın diye, o zamanlar kamu malı olan Petrol Ofisinin tüm istasyonları, Kale Bodur marka fayanslarla kaplandı.Uzun yıllar gıda satış ve imalathanelerinde, hijyen bahanesi ile fayans kaplama zorunlu oldu. Gene o zamanlar devlete ait olan Süt Endüstürsü kurumu, bayilikler (Franchising) verdiğinde, yerden  bir buçuk metre yüksekliğe kadar fayansı zorunlu tutmuştu. Tahsin Şahinkaya, CASA souşturmasında sadece Türkiye'de soruşturma yapılmamasını da sağladı. 

https://onbinkitap.blogspot.com/2018/01/casa-olayi-nezihtavlas-aslndabloga.html

Esat'ın ise kuyumcularla arası iyi olduğu bir TV programında geçince (o zamanlar çözüm zamanı tabi) , oğlu hemen canlı yayına katılıp, babasını savunup, her şeyi inkar ediyor. Oysa faşist ergenlerin, bu filmden kestikkeri sahnelerden  yaptığı nefret dolu capslara bir şey demiyor. (Dese de buna uğraşmaya vakti varmı, o da ayrı soru) İlginç bir şekilde, bu blogda, Koçgiri isyanı ile ilgili yazdıklarıma en fazla tepki, Topal Osman'ın yağması konusuna geldi. Sanki yüz sene önceki olaydan ötürü Giresun'a gidip, verin dedelerimizin mallarını diyecekmişiz gibi bir tepkileri var. Faşizan saldırılar daima planlı ve hesaplı olduğu gibi, asıl hedefinde yağma ve talan vardır.

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/02/kocgirilerin-bilinmeyen-trajedisi-4.html

Gene de bu olayda Esat yüzbaşıya haddinden fazla yer verilmiştir. 12 Eylüle dar çerçeveden bakılmıştır. Kendisi görevini de layıkıyla yapamamış, görevden alınmıştır. Kendisinin hayattaki tek başarısı, eli-kolu bağlı mahkumlara işkencedir. Göreve getirilme sebebi de bu konuda Kıbrıs savaşındaki tecrübeleridir. Bu açıdan suikasti Yunan istihbaratı da planlamış olabilir. Bir de, koca yüzbaşı olarak, köpeğini de işin içine katıp, kendisini hedef yapmıştır. Oysa kendisnin yapacağı şey, bu pis işi alt rütbelere devredip, arada bazı mahkumları kurtararak, iyi adam olup, mahkumları kazanmak. Gerçi, Kenan Evren bile 17 yaşındaki bir çocuğun idamı için, elim titremedi, admayalım da, besleyelim mi diyen bir caniydi.

12 eylül ve Diyarbakır işkenceleri olmasaydı, Kürtçü terör gene olurdu ama bu kadar büyük olmazdı. Dörtlerin Gecesi romanında da göreceğimiz  üzere, çözülen ve devletle anlaşanlar bile işkenceden geçmiş, milyonlarca insanın konuştuğu Kürtçe yasaklanmıştır. Sorun sadece işkence de değil, üzerine Kürtçe'nin yasaklanmasıdır. 12 Eylülden yıllar sonra, iki bin yılında askerlik yaptığım bölüğe her celp yedi yüz elli civarı acemi gelirdi. Birliğimiz geri hizmet olduğundan, en kötü acemiler bize gelirdi. Bolca sabıkalımız, façalımız falan olurud. Her celp, bu yedi yüz elli askerin yüz elli kadarı okuma-yazma bilmez, yirmi kadarı da Türkçe bilmez olurdu. Düşünün ki sene iki bindi, kadınların üçte birinin okuma yazma bilmediği 1980 değildi. Ayırca taşrada kızlar okutulmadığından, devlet memurları da evde erkeklerle muhattap olduğundan, kadınlarda Türkçe bilmeme daha yaygındı. Çocuklarını hapishanede ziyaret eden kadınlar, onlarla konuşamama eziyetini yaşadı. Bu yüzden kitap yayınlamaktan başka suçu olmayan, Muzaffer Erdost'u döverek öldüren astsubayın adını bilmiyoruz ama Esat yüzbaşıyı hepimiz biliyoruz.

Esat yüzbaşı için, bir işkenceci ve gaddar birinin bu kadar korkak ölmeyeceğini yazanlar, bu zalimlerin güçten düşünce nasıl zavallılaştıklarını bilmiyorlar yada bilmezden geliyorlar. Nümberg'de kükreyen Nazi yoktu. Muhalefeti aşağılayan Menderes'in Yassıada konuşmalarını dinleyin. Öcalan'da Türkiye'ye getirildiğine hemen işbirliğine hazırım dedi. Yargılanması sırasında sesini hiç yükseltmedi. (Hem nalınai hem mıhına olacağını söylemiştim.)

Bu kırk beş yıl doyunca örgüt, bir ara geniş bölgelere hakim oalcak kadar güçlendi,  Devlet karşı atağa geçince yer yer dibe vurud. Saddam dönemi Irak'ın kuzeyinin denetimsiz kalması ve Suriye iç savaşı da örgüte bağımsız alanlar verdi. Örgüt her köşeye sıkıştığında sözde ateşkesler ile rahatladı. Ben, Bilgöl'de 33 silahsız erin öldürülmesinden sonra devlet bir daha bu tuzaklara düşmez diyordum ama bu seferde Çözüm Süreci geldi. En başta çözüm sürecinin sürmeyeceği belliydi Ben de, gariban ve yabancı dil bilmeyen bir felsefe öğretmeninin gördüğünü devletin görememesinden dolayı, silahlı mücadelelerin devlet komplosu olduğuna inandım. Bütün bu yıllar boyunca terörden ölen poltikacı çocuğu yada üst rütbeli subay çok azdır.,

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/silahli-direnisin-provakasyon-olmasi.html

Silahlı mücadele, daha doğrusu eşkıyalık bu topraklarda hep oldu ve hemen hemen hiç başarıya ulaşamadı. Osmanlının son iki yüz yılında Ege bölgesi, Efelerden dolayı Anadolu'nun en tehlikeli bölgesiydi. Karayazıcı'nın, Kalenderoğu'nun ve nice Celali asisinin yaptıklarını bu günün gerillaları rüyasında göremez. Gene de devlet bir şekilde hakimiyetini tekrar kurdu. Cahil toplumlar, eşkiyaları sever, onlardan fayda umar, onları yüceltir ama çok fazla güçlenen eşkıyadan da desteğini bir anda çeker. Bu yüzden Atatürk, Ali Fuat Cebesoy'u at üstünde gerilla kıyafeti ile görür görmez, Batı Cephesi Komutanlığı görevinden almış, Moskova'ya gidecek heyete eklemiş, bu makamı da daha albay  olan İsmet İnönü'ye vermiştir. Kaldı ki hadi oldu da Kürdistan'ı kurdunuz, olacak iş zatem kan gölü olan orta doğuyu Balkanlaştırmaktır. Ben teröre bulaşmadan ve devletin Alevisi-Kürdü (Ev zencisi) olmadan, hak aramaktan yanayım. Orta doğuda dört ülkeye yayılmış olmak, avantaj da olabilir. Yahudiler gibi bu dağınıklığı ticaret ve sanatta önder olmak için kullanabilir, bu ülkelerin birbiri ile anlaşmasının sebebi olunabilir. Madem bir düş kuruyoruz, barış düşü kuralım (safdil olmadan)

Son olarak filmde sanki Hüsen Nihal Atsız oynuyor gibi. Esat'ın gençlik fotoları Atsız'a benzemese de, cezaevi yöneticisi olduğunda, kendisini iyice Atsız'a benzetmiş. Filmde ise Ziya Gökalp'in Türkçülüğün Esasları kitabını görüyoruz. Bu kitap çok bilinse de az okunan bir kitaptır. Kitabı okuyan biri olarak herkese tavsiye ederim. Atsız, 12 Eylül boyunca gayrı resmi bir sansüre uğramış, yayımcıları doksanlara kadar piyasaya sürmemiştir. Muhtemelen olası bir ırkçılık sansürünün kalıcı olması korkusundan.





1 Ağustos 2024 Perşembe

DEMİRTAŞ'IN İKTİDAR YANDAŞLIĞI



 Adam yıllardır hapiste ne işbirliği diyeceksiniz. Adam iktidarı iki defa direkten aldı. Biri Yetmez de, diğeri de gezide. Ben yetmez amacıların hiç birinin masum olduğuna inanmıyorum. Sözde boykotu, aslında destekti. Bunu çocuklar bile anlayabilir. Boykot olmasaydı yetmez ama geçmezdi. Açıkça desteklememe sebebi, çözüm sürecinin çok sürmeyeceğinin belli olmasıydı. 2010'da CHMHP YADA CMHP esprilerini hatırlıyor musunuz? Uzun süredir CHPKK esprilerinin kökü aslında bu. 

Seçimden sonra iktidar, liberal yazarlar ve Kürtlere çabucak sırtını döndü Daha referandumun ertesinde gerçek niyetini belli etti. Sonra da Seni başkan yaptırmayacağız sloganları geldi. Adama yapacağınız iyiliği yapmış, tüm kapıları açmışsınız, sonradan sonraya bu ne gürlemesi?

Demirtaş ve partisi iktidara ikinci büyük desteğini Gezide darbeyi görerek verdi. O sözleri Gezi'nin enerjisini yarı yarıya azalttı. Gezi bite bitmez de Demirtaş içeri alındı. Sonra bu parti de, muhalefetin oylarını bölerken, kimse bunlara, iktidarla iş birliği yapıyorsun demiyor.

Bunun sebebi, radikalleri o düşüncenin en sağlamı, en iyisi olduğuna dair inanmamızdır. Ekşisözlük'te eskiden çok sevdiğim bir başlık vardı; Adam Olamazsan, Radikal Ol, diye. Siyasi yelpaze, aşırı sağ, aşırı sol gibi tanımlarda bu düşüncemize yardımcı oluyor. Tarikat üyelerini daha dindar sanmakla aynı şey. Bir Nakşibendi yada Nurcu, sıradan bir Müslümandan daha Müslüman değildir. Bir Amiş yada Mormon,  sıradan Hristiyan'dan daha Hristiyan değildir. Bir Hasidi yada Siyonist'te sıradan bir Yahudi'den daha Yahudi değildir. Tanımlamalarda Aristo mantığı geçerlidir. Yani bir şey ne ise odur, kendisi olmayan olamaz, hem kendisi, hem de kendisi olmayan olamaz. Dördüz bekleyen, sekiz aylık hamile kadın, bir çocuk bekleyen, bir aylık kadın daha hamile kadından daha hamile değildir. Siyasette de bu böyledir. Bir Faşist, bir merkez sağcıdan daha sağcı değildir. Bir Komünist 'de, bir Sosyal Demokrattan daha solcu değildir. Hatta radikal yaşamın sebebi,  inancındaki zaafları gizleme çabası da olabilir.  

İktidarda olmadığı yıllarda Htler, Koümnistlerin Nzi olmaya,   Sosyal Demokratlardan daha meyilli olduğunu söylemiştir partililerine. Çünkü adam olamadığı için radikal olanlar için çıkış, başka bir radikalliktedir. Radikallik ihtiyacı, aynı zamanda sivrilme ihtiyacıdır. Diğer bir sebepte, yapılacak hainliği gizleme çabasıdır. Sistem, muhalefete muhalefet etsin diye bunları el altından besler. Bir diğer konu da, sistemler,  kronik muhalefeti ile bir bütündür. En radikalleri ile mutlaka bütündür.

Referandumu boykot adı ile el altından yol veren, Gezi'de darbeyi gören, Kılıçdar olsa, şimdiye çoktan gömülmüştü. Şu son hayvan uyutma yasasında, hem iktidar, hem de muhalefet cephesi fire verdi. En çok fire veren muhalefet partisi (hem sayı, hem oran) bilin hangi partiydi? 

Öyleyse bu partinin ve yandaşlarının iktidarla işbirliğini neden göremiyoruz? Bir sebebi iktidar ile görünüşte kavgası, ödediği bedeller, kayyumlar falan. Diğeri de çok solcu dediğimiz partilerle işbirliği. Bir kitleyi, kendi yandaşları ile kandırabilirsin. Solcuları solculukla, dindarları Allahla, milliyetçileri ırkçılıkla, çevrecileri, çevrecilikle kandırabilirsin. Bu günkü orman ve doğa tahribatına sebep olan pek çok yasanın öncüsü Hayrettin Karaca ve Tema vakfıydı, unutmayalım.

https://onbinkitap.blogspot.com/2019/04/tema-ihaneti.html



26 Temmuz 2024 Cuma

ORMANLARI KORUMAK İÇİN, BİNALARI YIKMALIYIZ-HUKUK FELSEFESİ DEĞİŞİMİ




 Gene ormanlar yakılıyor ve doğa katlediliyor. Çözüm daha önce yakılmış alanları, aradan kaç yıl geçmiş olsa da, üzerine ne kondurulmuş olsa da yıkmaktır. Hukukta olanlar oldu düşüncesi olmamalıdır. Ormanların, hayvanları ve bitkilerin de hakları vardır ve onlar tüm toplumdan öte, tüm insanlığa aittir. Konu sadece ormanlar değil, yaylalar, tarım arazileri, sulak alanlar ve daha niceleri... Yakılan yerlere, daha külleri soğumadan tesis dikiyorlar.

Bu, aslında uzun süredir olan bir şey. 12 Eylül rejiminin has uşağı İhsan Doğramacı, Ankara'da dönümlerce araziyi üniversite kuracağım diye bedavaya aldı. Üniversitenin civarına devasa bir semt kurdu. Bu semtteki ev, arazi ve benzeri şeyler daha çok para etsin diye sadece Bilkent'i değil, pek çok kamu kurumunu (özellikle kendi başkanlığını yaptığı Yüksek Öğretim Kurulu YÖK'ün) pek çok binasını buraya yaptırdı. En son Jandarma Akademisi de buraya taşındı. Doğramacı ailesine ait TEPE holdingin METEKSAN matbaası yıllardır ÖSYM başta olmak üzere bir sürü kamu kuruluşunun ihalelerinde tekel olmuş durumda. Herkes Meteksan'ı kamu kuruluşu sanıyor. Hatta Tepe Güvenlik şirketini de öyle zannedenler var.

12 Eylül rejimi ile beraber büyük holdingler ve vakıfları, kamu kuruluşları gibi görünür oldu. Bol Atatürklü reklam yapan holdinglerde Atatürkçü sanılır oldu. Gezi zamanında, rahmetli Mustafa Koç'un, Divan otelinde bir kaç göstericiyi saklamış olması, fazla önemsenir oldu. Koç ailesinin nice kamu tesisini özelleştirme ile aldığını ve üniversitesi için ormanı talan ettiğini unutuyorsunuz. Koç üniversitesi, İstanbul 'un kuzey ormanlarına vurulan ilk hançerdi. Daha sonraki orman işgallerinin de bahanesi oldu.

Ormanları koruyan yasaların caydırıcı olması için, zaman aşımı kavramının yürürlükten kalkması gerekiyor. (Cinayet ve insanlığa karşı suçlar için de zaman aşımı kalkmalı.) Ülkemizde  özellikle katliamlara katılanların cezasız kalmalarının en büyük bahanesi olmuştur. Devletin aradığı katliam sanığı, devlette işe girmiş, askerlik yapmış ama bulunamadığı için davası zaman aşımından düşmüştür. Zaman aşımını hukuk lügatinden silmeliyiz.

Bunun için başlangıcımız  en az 12 eylül olmalı. Bu gün itibarı ile aradan 44 yıl geçmiş olsa bile. Eski başbakanlardan Mesut Yılmaz, en fazla yolsuzluk, darbe dönemlerinde olmuştur demiştir. Darbeden sonra holdingleri ve bankaların yönetim kurulu üyesi olan o generaller ve yakınları, halktan neler çaldı veya çalınmasına yardımcı oldu-göz yumdu bilinmesi gerekir. 12 Eylül darbecileri için devri sabık yaratılmalıdır.

Ormanlar içinde, kamu faydası için zaman aşımı kabul edilinmemelidir.

23 Temmuz 2024 Salı

MECLİS PARKI KAPANDI

 


MECLİS PARKI KAPANDI

 

Kapandı Milli Egemenlik Parkı

Korktular çünkü öğretmenlerden

Eylem yapan öğretmenlerden

Eylem yapacak hayvan severlerden

Eylem yapacak diğer insanlardan korktular

 

Kapandı Milli Egemenlik Parkı

Çünkü Vekil girişleri Meclis’in Kavaklıdere kapısındaydı

Çünkü Dikmen kapısında ziyaretçilere görünmemeliydiler

Çünkü protestocularla muhatap olmamalıydılar

Çünkü yüzsüzlükleri bile yüzleşemiyordu gerçeklerle

 

Kapattılar parkı çepeçevre çelik bariyerlerle

Çelik  bariyerleri bağladılar plastik kelepçelerle

Parkı yasak ettiler insanlara valilik kararnameleriyle

Park terk edildi kuşlara, böceklere, kedilere, köpeklere

 

Korktular üç kuruşa kahve içmeye giderken rahatsız edilmeye

Korktular çok ucuz kebap yemeye giderken rahatsız edilmeye

Korktular iş bağlamaya giderken rahatsız edilmeye

Yoksa mecliste yapacakları bir iş de yok

 

Geçildi seçili krallık sistemine

İşlevi bitti gibi meclisin

Parkı bile kapalı

Kendi niye var meclisin?