6 Ekim 2024 Pazar

UCUZ KAHRAMANLIK NEDİR?

 


Propaganda, gündemde kalma ve hava atma amaçlı, sisteme ve yapana zarar vermeyen eylemlere ucuz kahramanlık denir. Gündemden düşmek istemeyen kişiler, sık sık ucuz kahramanlıklar yapar. Sosyal medya da böyle ucun kahramanlıklar için uygundur. Ucuz kahramanlar, güncele uyularak yapılır. Mesela on sene öncesinde Atatürk düşmanlığı liberaller ve sosyalistler arasında modaydı.  Atatürkçülük gençler arasında moda olunca, siyasal İslamcıların trolleri sadece Atatürk'e saldırıyor. Bir zamanalar Zmn yada AKT gazetesine abone olup, onu masanın üzerinde ve müşterinin gözünün içine sokan esnaf; gençlere şirin görünmek için Atatürk resmi asıyor.

Ucuz kahramanlıklar kişiye bazen pahalıya mal olabilir. Mesela Garipoğlu ailesi, Münevvser Karabulut'un katlediği kanepede mutlu aşle pozu cermeseydi, Cem Garipoğlu'nun mezarı açılmayacaktı. Şimdi hiç bir DNA testi aileyi kurtarmayacaktır. Hatta Karabulut ailesi dahil tüm ülkeyi Cem Garipoğlu'nun öldüğüne ikna etseler dahi, Cem'in bir kız arkadaşının daha kayıp olduğu yada cinayet (yada cinayetlerin) ailece işlendiği dedikoduları, şüpheleri durmayacaktır. Cem'in anneannesinin torununu savunmak adına cinayeti küçümsemiş olması, buna tuz-biber ekmiştir. Thomas Mann'ın Buddenbrook ailesi romanında ailenin çöküşü, ailenin büyük babasının bir işçi nümayişini tek başına azarlaması ile başlıyor. Aslında Alman burjuvazisi ve aristokrasisinin çöküşünün de başlangıcıdır. Kanepe pozu, cinayetten daha vahşicedir ve böyle vahşiliklerin acısı aheste aheste çıkar. Bazen de ucuz kahramanlıklar işe yarar. Gezi'nin başlangıcında, Sırrı Süreyya Önder'in, kepçenin önüne yatması, eylemleri alevlendirmişti. Sonra patronu Demirtaş,  Gezi'de darbeyi gördük diye başka bir ucuz kahramanlıkla bu direnişe sırt dönmüştü.

https://onbinkitap.blogspot.com/2024/08/demirtasin-iktidar-yandasligi.html

Ucuz kahramanlıkta hedef, kendini hedef olmadan, hedefe vurma çabasıdır. Evdeki hesap, her zaman çarşıya uymaz, o ayrı konu. Bu yüzden de ucuz kahramanlar, sık sık g U dönüşleri yapar, tepkim moderatöreydi falan der.

4 Ekim 2024 Cuma

BOĞAZİÇİ DİRENİŞİ VE LİBERAL SEFİLLİK



Profesör Edhem Eldem, Amerika Birleşik  Devletlerine göç etmeden evvel röportaj vermiş. Hocamız kendisine baskı yapan iktidarı değil, Atatürkçüleri suçlamayı tercih etmiş röportaj boyunca. Malum, Amerikan üniversitelerinde yerini sağlamlaştırması gerek. Boğaziçi Üniversitesi, liberalizmin kalesidir. Tansu Çiller'de, siyasete atılmadan önce, Boğaziçi üniversitesinde ekonomi profesörüydü. Doksanlı yıllar boyunca, sosyoloji bölümü, profesör Nilüfer Göle öncülüğünde,  tarikatları yüceltme merkezi haline gelmişti. İdris Küçükömer tekrar dirilmiş gibiydi. Edhem bey, Sabancı üniversitesi ile beraber yaptıkları Ermeni konferanslarından bahsediyor. Üniversitesinin Kemalistlerce de sevilmediğini defalarca söylüyor. Hatta bununla öğünüyor. Kendisi gibi Amerika'da kadro bulamayanlar için de üzülüyor.
Boğaziçi Üniversitesindeki herkesi damgalamak istemem. Siyasal İslam'a sesleniyor gibi geldi bana. Doksanlar ve iki binler, hatta iki bin onlu yılların ilk yarısı güzeldi tabi Sosyolojide tarikatları, siyasal İslam'ı övme, tarihte Ermeni ve devlete muhalif bilumum tezlerin kabulü, ekonomide özelleştirmenin merkezi Boğaziçi'ydi. Oradan da Koç, Sabancı gibi holding vakfı üniversitelerine yayılıyordu. (Siz bu holdinglerin bol Atatürklü milli bayramlar reklamlarına kanmayın.),
İktidara tavır alma sebepleri de ilgin., kayyum rektör yada tepeden inme rektör krizi. Duyan da zannedecek ki ülkedeki üniversiteler, öğretim üyelerinin oyları ile seçiliyor, bir tek Boğaziçi'ne kayyum rektör atanmış. Özerk üniversitelere 12 Eylülle son buldu. Hatta iyi hatırlıyorum 1998'de Süleyman Demirel Üniversitesinde, ezici çoğunlukla 1. sırada olan Bayram Kodaman yerine, 3. sıradaki Lütfi Çakmakçı; dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından rektör atanmıştı. Ülkücüler de bun protesto etmişti. Demek ki Boğaziçi ve bazı bir kaç üst düzey üniversitelere ayrıcalık verilmiş bu güne kadar. Dertleri YÖK değil, kendi ayrıcalıkları. Alevi-Kürt ve Ermeni sevgileri de, yurt dışına sıçramak için batıya şirinlik gösterisi.  Siyasal  iktidar, sevimli yüzünü bu azınlıkların aleyhine döndüğünde, iktidara bir eleştiri getirmediler. Azınlıklara karşı 1950 sonrası yapılan saldırılara karşı da sessizdirler. 
Nemrut  yada Sezar'da beri tüm zorbalar, kendilerini iktidara getirenleri bir süre sonra zorbalıklarını tattırlar. Körün gözü açılınca, önce bastonunu kırarmış. Bu ideoloji hiç demokrasi sözü verdi mi? Hatta demokrasi bizim için bir trendir, icabında ineriz demedi mi?
Şimdi yeni rektöre sırtınız döneceğinize, Atatürkçülüğe dönün diyeceğim ama hem Amerika yada benzeri ülkelerde makam kazanma şansınızı kaybetmek istemiyorsunuz, hem de istediğiniz şey 12 Eylül rejiminin ile dokunamadığı Robert kolej ayrıcalıkları. Herkes YÖK'ün atadığı rektöre razıyken, sizin kendi seçtiğiniz rektörle çalışmanız; başka üniversitelere verilmeyen, çok görülen imkanlar ve kadrolar size verilsin, böylece en seçkin ve zeki öğrenciler size gelsin. Diğer üniversiteler muhafazakar hurafelerle uğraşırken, siz en son moda teorileri çalışın. En zeki öğrenciler size gelsin.
Öyle yağma yok. O beraber Ermeni konferansı yaptığınız vakıf üniversiteleri boşuna mı kurdu ve o kadar yatırım aldı? Siz o holding vakıflarının üniversitelerini yüceltme, üniversite kuruyoruz diye ormanları, deniz kıyılarını, bozkırları yağmalamasını akıllandırma aracıydınız. 
Şimdi de sefilliğinize ağlayın.






2 Ekim 2024 Çarşamba

SİYONİZMİ ANLAMAK VE SİYONİZMLE SAVAŞMAK



 İsrail-Filistin savaşı yeniden başladığı ve sürdüğü şu günlerde bence  genelde Müslümanlar, özelde de Arapların Siyonizm'i ve Arapları anlamadığı fikrine kapılıp, kendimce Siyonizm'i anlatmaya karar verdim. Tanımadığınız düşmanı yenemezsiniz. Müslümanlar, İsrail'i ve Siyonizmi efsaneler gözlüğünden görüyor. Bu efsanelere göre Dünya, gizli Yahudi devleti tarafından yönetilmektedir. A.B.D, İngiltere, Rusya, Çin ve diğet rüm büyük devletlerin hepsi gizli Yahudi devleti tarafından yönetilmektedir. Kapitalizm' de, Komünizm 'de Yahudilik icadıdır. Müslüman, Hristiyan, Türk, Arap, Farisi yada Kürt diye tanıdığımız pek çok aile, aslında Yahudi'dir ve Yahudilere hizmet etmektedir. Daha ileri gidenlere göre Nazi soykırımı yada 1492 İspanya sürgünü gibi olaylar da Yahudi komplosudur.

Oysa bu tip komplolara inanmak ve böyle akıl dışı fikirleri yaymak, insanların mücadele umudunu ve direncini kırar. Bireyler, mücadele arkadaşlarından şüphelenir. İlk baştaki heyecan, çabucak söner çünkü savaştaki ilk sıkıntı yada yenilgide panik başlar. Kafa karışıklığı da çözülmeyi hızlandırır. Düşmanınız ne kadar büyük yada küçük olursa olsun,  gerçekçi, akılcı ve mantıklı olarak değerlendirmelidir.

Şimdi Siyonizm'e gelirsek, Teodor Herz, 1896'da, Yahudi Devleti adlı kitabını yazmadan, hatta 1860'da doğmadan evvel Filistin'de ilk Yahudi yerleşimleri kurulmuş ve Siyonist örgütlenmeler kurulmuştu. Öyleyse 1897'de İsviçre-Basel'de kurduğu 1 Siyonizm Kongresinin ve yazdıklarının önemi nedir? Neden mezarı İsrail'e, Siyon tepesine taşınmış, adı bu kadar önemlidir? Herzl, Siyonizm'i Yahudi dincilerinden kurtarmış, Siyonizm'i Yahudi ulusunun ideolojisi yapmıştır. İnsanlar azınlıkları veya ötekileştirdikleri kimseleri bir ve bütün olarak görme meylindedir. Oysa azınlıklar da bazı dönemlerde kendi içinden birilerini azınlığın azınlığı yapabilirler ve hatta yaparlar. Her din gibi Yahudiliğin içinde de mezhepler ve tarikatlar vardır ve bugün halen de vardır ve bazıları İsrail'in varlığına karşıdır. Yahudiler, düşünüldüğü gibi kadar çabuk ve hızlı örgütlenip, birlik olan toplumlar da değildir. İslam'ın ilk döneminde Muhammed, Medine'ye hicretinden sonra çevre Yahudi kabilelerini tek tek itaat altına almış, Hayber'in fethinden sonra da hepsini dağıtmıştır. O dönemde, yaklaşık yüz yıl önce yıkılmış Himyeri krallığı sebebiyle pek çok Yahudi vardı bölgede. Himyeriler, sonradan Yahudi olmuş,  tebaalarını  da Yahudi olmaya  zorlamışlardı. İşte bu Yahudiler, İslam'a karşı birlik olamamışlardı. Genel anlamda da Yahudiler, devletleri yıkıldıktan sonra kolay kolay bir araya gelememişlerdir. Roma imparatorluğunu sarsan  Yahudi isyanlar bastırıldıktan sonra,  genel anlamda kolay yönetilen, uysal, isyan etse de isyanları kolay bastırılan bir halk olmuşlardı. Dini sebeplerden ve faşizmin kolay hedef arayışından dolayı sık sık yağma ve katliamlara uğruyorlardı. Katliamlar sonrasında her şeylerini bırakıp, başka bir şehre yada ülkeye göç ediyorlardı. Göç ede ede Polonya-Ukrayna-Macaristan üçgeninde toplanmışlardı. Orta Çağda, veba salgını sırasında nüfus azalınca Pomeranya dükü Yahudileri ülkeye çağırmış, onlar da Pomeranya'dan başlayıp, doğu Avrupa'ya  çoğalarak yayılmışlardı. Gene de iç çatışmaları, mezhep bölünmeleri bitmiyordu. 

İşte Herzl'in Yahudi ulusu kavramı, burada devreye girdi. Herzl, Yahıdiliğin Ziya Gökalp'iydi, Yahudi tanımını din yada ırktan, ulus bilincine taşıdı. Yahudiler, zannedildiği gibi ırk birliğine de sahip değildi. Polonya ve Doğu Avrupa'ya göç eden pek çok aile, aslında Yahudi değildi. Kendi ülkelerindeki yoksulluktan kaçmışlardı. (Savaş Tanrısı filmindeki Yuri Orlov'da, böyle bir karakterdir.) 1990'dan sonra Rusya'dan İsrail'e göç edenlerin üçte biri de Yahudi değildir, İsrail devletinin araştırmalarına göre. O yıllarda Yahudiler arasında panteizm, ateizm gibi inanışlar, sosyalizm gibi ideoojiler de yaygındı. Modern Panteizmin kurucusu Spinoza'da  Yahudi kökenliydi.

Herzl, bu konuda yalnız değildi. Haskala denen Yahudi aydınlanması ve dönem Avrupa'sında genelde halk, özelde de Yahudiler arasında okuma-yazma oranının yüksekliği de Herzl'e yardımcı oldu. Son olarak katliamların ve hiç bir ülkede barınamamalarının da Siyonizm'e katkıda bulunduğunu söyleyebiliriz. Hitler'in soykırımını herkes bilir. İktidarı boyunda 4 buçuk milyonu kaplarda, bir buçuk milyonu yakalandıkları yerlerde, altı milyon Yahudi öldürdü. Bu sayı, Avrupa Yahudilerinin üçte ikisi, dünya Yahudilerinin yarısıydı. Bu olaydan az bir zaman önce, Rus iç savaşında (1917-1923) bir milyon kadar Yahudi öldürülmüştü. Yahudi nüfusunun 1933 öncesi sayısına ulaşması elli yıldan fazla zaman aldı. Bu süreçte dünya nüfusu beş kat artmıştı. Yahudilerin çilesi bunla da bitmemiş, 1946'da Polonya'da bir çocuğun kaybolması, İğneli Fıçı efsanesinin hortlamasına ve ülke genelinde binden fazla Yahudi'nin kıyımına sebep olmuştu. Çocuk ertesi gün sağ bulunmuştu ama kalan Yahudiler için Siyonizm bir ihtiyaç olmuştu.

Öte yandan karşı tarafa, Arap-Müslüman toplumuna bakalım, önce Siyonizm'in ilk muhatabı Araplara. Araplarda, şu anda 22 yada 23 ülkeye dağılan Arap toplumları, tek tek ülke olarak, kendi içinde de birlik değil. Olayı mezhebe indirgesek, Libya iç savaşı neden bitmemektedir? Oysa Libyalılar,  birbirlerine akraba bile sayılırlar. İsviçre'de üç mezhep (Katolik, Kalvinist,  Lutheryen), dört dil (Almanca, Fransızca, İtalyanca ve Latince) bir arada yaşamakta. Çekoslovakya kansız ve sakince bölünürken, Yugoslavya'da kan oluk oluk aktı.

Benim tezime göre bunun üç sebebi var. İlki Antisemitizmin, Yahudileri kendi devletini kurmaya mecbur bırakmasıdır. Yoksa hiç kimse kolay kolay bir Avrupa-Amerika şehrindeki rahatını bırakıp, Filistin çöllerinde savaşmaz. İkincisi Yahudi aydınlanması, Herz ve benzeri yazarların-çizerlerin gayretleri. Pek çok milletin Atatürk'ü oldu ama onların bir Ziya Göklap yada Ömer Seyfettin'i olmadı. Yugoslavya'da Tito vardı ama  Slav birliğini fikri yoktu. Simon Bolivar öncülüğündeki ordular, beş Güney Amerika ülkesini (Venezüella, Kolombiya, Ekvator, Peru ve Bolivya) İspanyol egemenliğinden kurtardı ama bu devletleri bir arada tutamadı.

Son sebepte karşı taraf, yani Arap-Diğer Müslümanlar arasında eğitim, okuma ve kültür seviyesinin düşüklüğüdür. Arap-İslam birliği savunulsa bile, bunu okuyacak, anlayacak insanların azlığıdır. Benim gözlemlerime göre okuması az, kültür ürünlerini az tüketen toplumların biz kavramı, kendisine yakın, çoğu ismi ile bildiği insanlardan oluşuyor ve ötekilerle ilgili dedikodulara inanmaya, onlara düşman olmaya yatkın oluyor. Bu tür toplumlar, kolay bölünüp yönetiliyor. İngilizler, Hindistan'ı (Pakistan, Bangladeş, Nepal ve bir kaç ülke ile beraber) yüz bin kadar subayla ve çeşitli etnik gruplardan asker devşirerek yönetti. Bu ülkelerde okuma-yazma halen yerlerde. Hep bir Japon mucizesdinden, Alman mucizesinden bahsedilir. Japonlar M.Ö. 7. yüzyılda Çin'den yazıyı almış,  ülkeleri için geliştitmiş, erkekler arasında okuma-yazma oranı da asla %40'ın altına düşmemiştir. Portekizlilerle beraber Avrupalılarla tanışır, tanışmaz ilk aldıkları yenilik matbaa olmuştur.

İslam dünyasında ise, bir kaç yıl önce sayın Reis'in sözlerine göre %45 civarıdır. Konu Arap ülkeleri olunca daha düşüktür. Sonuçta tarikat ve mezheplerin üzerine bir Müslüman kimliğine; ırk ve din kavramları üzerinde bir Arap kimliğine; bunun içinde geniş çaplı bir aydınlanmaya ihtiyaç vardır ki, batı dünyası ve İsrail yenilsin.

Batı dünyasının İsrail'e desteği de gayet sekülerdir. Orta doğu yada Ön Asya dediğimiz topraklar, sadece Orta doğululara bırakılmayacak kadar değerlidir. İsrail'de bu değerli arazide bir bekçidir. Yılllarca Yahudilerin emeklerini yağmalayan Avrupa ve Amerika, şimdi de İsrail'i ücretli asker olarak kullanmaktadır.

30 Eylül 2024 Pazartesi

YENİDEN DEVLETLEŞTİRMEK ZORUNDAYIZ

 


Lübnan'daki patlamalar, ulusal sanayinin önemini gösterdi. Rusya'nın yaptırımlara dayanması ulusal sanayisi ve ulusal interneti interneti sayesinde. Mail.Ru, Rutube, Rugram, Telegram gibi siteler, Rusya'yı internet yaptırımlarına karşı koruyor. Bütün bunlar Putin'in, Yeltsin sonrası kamulaştırma operasyonları sayesinde oldu. Yerli sanayi sadece yaptırımlar değildir. ithale bağlı kalmak, elinizi-kolunuz bağlar.  Kıbrıs harekatından sonra Yunanistan'ın, Türkiye'ye savaş açamamasının temel sebebi, pek çok üründe ithalata bağlı olmasıdır.

Türkiye, Özal'dan bu yana ne yapmıştır? Özelleştirmelerin bir sonucu da ülkede pek çok şeyin ya hiç üretilememesi yada ithale bağlı kalınmasıdır. Ülkemiz kağıt ihracatçısı iken, kağıtta ithale bağımlı hale gelmiştir. Pilde tamamen ithale bağlıyız. İşin ilginci Aselsan pil fabrikası özelleştikten sonra Pilsa başta olmak üzere özel pil fabrikaları da kapanmıştır. Pilden ne olacak diyorsunuz, halen pek çok alet-edevat, alkalin  pille çalışmakta. Korona salgını sırasında Hıfzıssıhhayı keşke kapatmasaydık değimiz gibi bir gün Tuzla cip fabrikasını kapattığımıza da pişman olacağız. (Pek çok kişi, öyle bir fabrikanın varlığından ve Tuzla ciplerin varlığından habersizdir.)

Olay sadece devletin güvenliği değildir. Halkımız Özal iktidarından beri sistematik olarak fakirleştirilmektedir. Sadece üretim araçlarını değil, satış dükkanları da tekel olduğundan, dünyanın en kalitesiz ürünlerini, en pahalıya almakta.  Dünyanın en yavaş internetlerinden birini kullanmakta, en fazla parayı ödemekte. Elektrik, su ve diğer hizmetlerde de durum farklı değildir. Özelleştirmeler, her türlü mal ve hizmeti, bir avuç aç gözlü kartele vermiş, halkı onların insafına bırakmıştır. Gıda başta olmak üzere pek çok mal ve hizmet, tekellerin elindedir. Rekabetin gizli eli tamamen palavradır. Tarih boyunca pek az  görülnüş ve görüldüğü sürelerde de pek az yaşanmıştır. Bu tezin asıl sahibi Adam Smith bile, İskoçya Gümrük bakanıyken, İngiltere'den gelen kumaşlara yüksek gümrük uygulamıştır. Tarihte saf liberal ekonomiyi bulmak, sosyalizmi bulmaktan daha zordur. Mesele devletin  müdahalesi değil, bu müdahalenin kimden yana olduğudur. Yıllarca halkı, Komünistler sizin mülklerinizi devletleştirecek diye korkutan Kapitalistler, şimdilerde devlet eli ile bu mülkleri büyük holdinglere vermektedir.

Burada sorun, siyasettir, kitlelerin her az ve her zaman siyasi gelişmeleri kendi çıkarı için kullanmasıdır. Hiç bir büyük burjuvanın, tarikat şeyhinin veya üst düzey bürokratın, seçimleri umursamadığını görmezsiniz.  Yada bu kişiler için siyaset, dört yada beş yılda bir oy vermek değildir. Böyle büyük servetleri yönetenler,  siyaset yapmak için seçim zamanının gelmesini beklemezler. Hiç bir siyasi lideri de yüceltmezler. O lideri terk etmek için baraj altı kalmasını beklemezler. Zülfü Livaneli, bir röportajında; Avrupalılar her seçimde ayrı partiye oy vermeleriyle, Orta Doğuluşar da dededen toruna eynı partiye oy vermeleriyle övünürler demişti. Ben buna bir de özellikle taşra şehirlerinin yerlilerinin her zaman belediyeyi iktidar partisinden seçmeleri ile övünmelerini ekleyeyim. Oysa Özal zamanından beri sizi fakirleştiren politikacıları, icabında en güçlü olduğu zamanda oyunuzu vermeyerek terbiye edebilirsiniz. Bir de partinizin her politikasını desteklemek zorunda değilsiniz. İktidarın bir icraatı, kime yarar diye düşünmelisiniz. Özelleştirmeler, medya imparatorları başta olmak üzere kamu mallarını yok pahasına alan burjuvalara yarar, özelleşmeden sonra pek çok ürünü daha pahalıya alacak olan sana değil.

Diğer bir hususta, gene Özal döneminden beri sistematik olarak yok edilen ve güçsüz düşürülen kooperatiflerle ilgili. Fiskobirlik yılarca fındık üreticilerinin güvencesi oldu. Antbirlik, Çukobirlik  gibi kooperatifler, üreticiyi korur yada korumaya çalışırdı. 12 Eylül ve Özal iktidarları ile başlayan süreçte Türkiye'de kooperatifçilik sistematik olarak batırıldı. Kooperatifçiliği yeniden ayağa kaldırmalıyız. Ülkenin fındık üreticileri bir İtalyan firmasına mahkum olmuş durumda.

Özelleştirilen pek çok kamu kuruluşu, satılan pek çok kamu mülkü var. Bir de peşkeş çekilen, ihsan olarak verilenler var. Bunları da bir şekilde devletleştirmek zorundayız. Hem devletçilik olmadan Atatürkçülük olmaz; hem de halkın refahını vahşi piyasaya bırakamayız. 

27 Eylül 2024 Cuma

AHLAKSIZLIK VE DİN



 Yıllarca ahlakı, dine bağlı zannettim. Beni bu konuda ilk uyaran Alman Filozof İmanuel Kant'ın kitapları oldu. Kant, gerçek ahlakın ceza korkusu yada ödül arzusu olmadan ahlaklı davranış olduğunu söylüyordu. Kant, aydınlanmayı da kendi aklınca düşünmek, ergin olmama durumundan kurtulmak gerektiğini söylemişti. Kant, kendi aklınla düşünmeye cüret et, diyordu.

https://onbinkitap.blogspot.com/2021/07/felsefenin-almanyay-birlestirmesi-2.html

Cennet hayali ile masum insanları öldürenleri bir düşünün! Cennet vaadi insanları nasıl da vahşileştirebiliyor, inanılmaz! Ben gene de 17 Aralık 2013'e kadar dinin, toplumu bir arada tutan sıkı bir bağ olduğunu düşünüyordum.17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları öncesinde bu ülkenin en az beşte biri, yani %20'i o malum cemaattendir. Yemin ederim ama bu vakitten sonra ispatlayamam. (Adını yazmıyorum ama arama motorları (hem Google, hem Yandex) ve Facebook, sansüz uyguluyor.) Oysa örgütleri, 25 Aralıktan sonra 1 hafta dayandılar. Sonra aynen dağıldılar. Önce esnaf terk etti. Meşhur Zaman gazetelerini gözümüze sokan esnaf, gazete dağıtıcılarını kovmaya başladı. Ardından da memurlar terk etmeye başladı. Din, insanları birbirine bağlayan sıkı bir bağ değilmiş demek ki diye düşündüm. Sonra beni dinsiz (pozitivist-agnostik) yapacak sürece girdim.

Dinler tarihinde, ilk dönemlerle ilgili masumiyet efsaneleri vardır, asrı saadet gibi. Dinlerin tarihini incelediğimizde, böyle masum bir asrı saadet çağının hiç olmadığını görürüz. Uhud dağında okçular, yağma amacı ile yerlerini terk ediyor ve yenilgiye sebep oluyorlar. Sonra onlar için hukuk değişiyor, okçulara yağmadan ciddi bir pay ayrılıyor. Bizzat peygamberden yana savaşan savaşçılara cennet vaadi yetmiyor, daha fazla yağma hasıları istiyor. Üstelik İslam dini var olmaya çalışıken oluyor bunlar. Sonra Kerbela olayı, on aylıkken okla öldürülen, peygamberin öz torunu Ali Asker'i pek çok Müslüman, özellikle Sünnilerce bilinmez. Şii-Alevi toplulukları da, İmam Hasan'ın neden babasının intikamını almadığı, savaşmaya isteksiz olduğu anlatılmaz. Kendisi bir seks bağımlısıydı. Hemen her hafta, on üç- on beş yaş arası bakire kızlarla muta nikahı yapıp, haftasında boşanıyordu. Medine'de aileler,  peygamber soyundan torunumuz olsun diye buna göz yumuyor, torununun bu alışkanlığı, dedesi olan peygamberce yüceltiliyordu.  Yani dinler, kuruluş çağlarında da çok masum değillerdi. Masum olsalardı, bu masumiyet, şu anki din adamları ve dini topluluklara da yansır, din adamları bu kadar kötü olmazdı.

Bu blogda din aleyhine bir sürü yazı yazdım. Link verip durmaktan da sıkıldım. Bu konuya tekrar dönmemin iki sebebi var. Biri İsrail-Filistin savaşı ama İsrail dolayısı ile değil. İsrail aslında çok da dinsel bir devlet değil. Her yıl Tel Aviv'de LGBT Onur Yürüyüşünün sorunsuzca yapıldığını düşünürsek,  öyle din saplantılı bir ülke değil. Oysa İran, adı üstünde İran İslam devleti ve her şeyin başı dini lider. İran anayasasına göre tüm meclis yada referandumla halkın yüzde yüzü onaylasa da dini lider yada dini konsey veto ederse, o yasa çıkmaz. Her şey dine bağlı. Hizbullah desen, adı zaten Allah'ın partisi demek. İsrail, İran'ın devlet konuğunu, devlete ait misafirhanede öldürebiliyor. Lübnan Hizbullah'ının mesaj aletlerini bir bomba gibi patlatabiliyor. Demek ki İsrail, pek çok Lübnanlıyı ve İranlı'yı satın almış. İçeride pek çok ajanı-iş birlikçisi var. Ben, hem İrab'a, hem de Lübnan Hizbullah'ına, iktidarları süresince zengin ettiklerine bakmasını önereceğim. Onlarla da şimdiye kadar çoktan dünür olmuşlardır. İkinci Dünya savaşının sonuna doğru Hitler, kayınçosunu (Eva Braun'un erkek kardeşini, evlenmeden bir kaç gün önce öldürtmüştü.), Mussolini'de damadını idam ettirmişti.

Gazze işgali konusunda İslam ve Arap dünyasının duyarsızlığı ve iki yüzlülüğünden de bahsetmeliyiz. Ben 1967'de Arap ordularının, küçücük İsrail karşısında altı(6) günde yenilmesine şaşırmıştım, meğer altı saatte yenilmemiş olmasına şaşırmalıymışım. Gazze'ye Arap dünyası düpedüz sırt çevirdi. Pek çok Arap-İslam ülkesinde Filistin lehinde gösteri yapmak, hatta Filistin bayrağı açmak bile yasak. Filistin'e, sayısı bir milyon kadar olan İsrail vatandaşı Araplardan ve hatta Batı Şeria halkından bile doğru dürüst bir destek yok. Görünüşte Gazze destekçisi olup, kafe basan, kola döken ama İsrail'e ürünün hasını satan bir kesim var ki, onlar bambaşka bir yazı konusu.

Sonra sekiz yaşında öldürülen kız, Narin Güran olayından bahsedeyim. Cinayetten daha korkunç olan delil saklama çabaları. Yalan ihbarlar için tek kullanımlık sim kart kullanmalar, cesedi profesyonelce dereye gömüp, DSİ (Devlet Su İşleri) çalışanı akraba sayesinde baraj kapaklarını açıp,  suyu yükseltmeler, ceset iyice çürüyüp, deliller kararınca itirafçının ortaya çıkması; daha neler neler? Sanki Jean Christophe Grange yada Chck Palahniuk romanlarının fantastik evrenlerindeyiz gibi hissettim. Böyle fantastik ve vahşice ceset yok etme şekilleri, benim bildiğim MOSAD, KGB,CIA, MI6 gibi istihbarat örgütleri, Cosa Nostra, Ndrangetha, Medelin arteli, Tijuana Karteli gibi suç örgüleri  veya terör örgütleri yapar.  Orada da cezalandırılan muhbir, köstebek, iki taraflı ajan veya rakip çete üyesi falandır. Burada ise söz konusu olan şahıs, sekiz yaşında bir çocuk. Sekiz yaşında bir çocuğun katilini bu kadar koruma çabası neden, üstelik tüm köy halkınca? İşin içine iktidar partisinden birilerinin sözlerinin de karışması da işi daha tiksindirici yapıyor. Bu olayda tarikat parmağını da kimse inkar edemiyor.

Dindarlık suça engel değildir. Görünmeyen bir tanrının, ölümden sonrası vereceği cezadan korkacak çok az kimse vardır. Genel anlamda suçlular, dinsiz de değildir. İstediğiniz polis, savcı, hakim yada gazeteciye sorabilirsiniz. Hatta  şeyhleri ölünce üçe bölünen tarikatı düşünün yada araştırın.  ( Sosyal medya siteleri ve arama motorları, bu isimlere bir çeşit sansür uyguluyor. Bu yüzden artık doğrudan adlarını anmamaya özen gösteriyorum.) Bu tarikatın Adıyaman'daki dergahına, tövbe ipini tutmaya ne kadar çok  giden var, görüyor musunuz? Sadece Adıyaman'a tövbeye gidenler suçu bıraksa, ülkede suç oranları sıfıra yaklaşırdı. Hemen her tarikat, bir şekilde tövbe etme töreni yapıp, sabıkalıları kabul ediyor. O kadar çok tövbeye rağmen ülkede suç oranları düşmüyor. Çünkü onlar tövbe falan etmiyorlar, sadece ara veriyorlar. Ömür boyu suç dünyasında yaşarsanız, çoğu kez uzun ömürlü olmazsınız. 27'ler kulübü üyesi müzisyenler gibi bir köşede ölü bulunursunuz. Son yıllarda en canice suçluların bile doğru-dürüst  tutuklu yargılanmaması yada ağır hapis yatmamasının sebebi bunda aranmalı.

Mantık ve akıl dışı bir durum olan metafizik ceza, hele de ölümden sonra verilecek bir ceza, kimseyi suçundan vazgeçirmez. Dini inancını, işleyeceği suçu affedecek, hatta yüceltecek hale getirir.  Dini, suçun acısını alacak morfin gibi kullanır. Bir de dini, sanki her an suçtan vaz geçeceği imajını vermek için kullanır. Son bir kaç yıldır moda olan gündüz programlarına yada suçlularla röportajlara falan bakın. Hepsinin de dilinden Allah kelimesi düşmüyor.

Ahlakı objektif ve nesnel kriterlere dayandırıp, ahlaklı davranmayı ödül arzusu yada ceza korkusu yerine, kendimize ahlaklı yaşamayı görev edinmemiz gerekir. Metafizik sübjektiftir ve herkesin bizim metafiziğimize uymasını veya inanmasını bekleyemeyiz.(Kant'ın dediği gibi) Dinin somut iktidarını yaşayan toplumlarda ahlakın ilerlediği ve böyle toplumların daha güvenli olduğunu tarih yazmaz, kimse de bunu gözlemlememiştir. Hele de baskı toplumları, iki yüzlü ve kaypak toplumlar yetiştirir. Stefan Zweig'in, Vicdan Zorbalığa Karşı kitabında okudum bu önermeyi. Kitap, Calvin'in Cenevre'de nasıl bir din diktatörlüğü kurduğunu anlatıyor. Protestanlık, iddiasına göre dünyanın en özgürlükçü mezhebidir. Hatta Max Weber'in meşhur  tezi buna dayanır. Ona göre Kapitalizm, özgürlükçü ve ahlakı bireye dayandıran yapısıyla kapitalizme temel olmuştur. Oysa Protestan din adamları da eline güç geçince, şeriat gereği zorbalık yapabiliyor hatta diri diri adam yakıp, bu idama muhalif sesi ülkesini terk etmeye zorlayabiliyor.

Ahlakı dine ve matafizik ve çoğunlukla ölümden sonraki ceza-ödül sistemine bağlamak, ahlakı çöketir, Son 22 tıl bir yana son 44 yıldır (12 Eylül'den beri) yapılan budur.

26 Eylül 2024 Perşembe

Bir Mektubun Tanıklığında 6-7 Eylül Olayları- Berat Alanyalı (Mehmet Gider)

 


Babamı yitirişimizin ardından, onunyaşam boyu titizlikle sakladığı evrakı toparlamak,  üç kızı arasında bana düştü. Üzerinde babamın el yazısıyla 'eski mektuplar' o büyükcek zarfı bulduğumda, içinden böyle bir belge çıkmasını beklemiyordum. 25 Eylül 1955 tarihli mektup, amcam Mehmet Gider tarafından babam Mustafa Gider'e yazılmıştı ve Cumhuriyet tarihimizin en üzücü olaylardan birine tanıklık niteliği taşıyordu.

Amcam 6-7 Eylül olaylarının ertesinde, bir seyahatten döndüğü 8 Eylül 1955 günü Fener semtindeki evine  ulaşmak için İstikla caddesinden geçmiş, o kaosun acı izlerini gözlemlemişti. Abisine ' Bu hadiselerin hiçbirini gazetelerde bulamazsınız' notuyla aktardığı ayrıntılar yazının gücüyle kalıcılık kazanmış, şimdi sivil bir tarih belgesi sayılacakmektubun satırlarında canlanıyordu.

Aktardıkları 8 Eylül-Taksim gözlemlerinden ibaret değil. Mektup, 17 gün sonra kaleme alınmış. Bu sürede amcam, İstanbul'un diğer semtlerinde yaşananları ve olayların tanığı kimi yakınların gözlemlerini de derleyip, mektubuna almış. (Söz gelimi Kumsal sokağı, Yenikapı'da, teyzesinin oturduğu sokaktır.)

1931-1980 yılları arasında yaşayan amcam Mehmet Gider, floresan lambaları doğru akımla yakmayı icat etmiş bir elektirik teknisyeniydi. Tophane Sanat Enstitüsü Elektirik bölümündeki mezuniyetinden sonra bir süre gazetecilik yüksek okuluna devam etmiş. Askerlik nedeniyle yarım bırakmış olsa da, mektuptski ayrıntılı gözlemleri bu okulda edindiği formasyona bağlanabilir..

Sadece olaylarla ilgili kısımda yer verilen mehtup sonunda 'devamı var' notu okunuyor, ancak bir devam mektubu bulamadım. Belki kaybolup gitti, belki devamı sözlü geldi. Elimdeki kadarı, 6-7 Eylül olaylarına ilişkin ayrıntıları ve o gün 24 yaşında olan bir Türk gencinin olaylara bakışını yansıtıyor.

Bu belgenin Dr. Erdoğan Keleşoğlu'nun pozitif yaklaşımıyla bu yayında yer bulmasından memnunşyet duyuyorum.

Ankara işi olmadı. Yaz olduğu için işler durgun. Bu son hadiselerden de işler adam akıllı durdu, bir hayli malzeme parçalandığı için malzeme bulunmuyor,  yeni hadiselerin tesiriyle yiyecek maddeleri de pahallandı.

6 Eylül gecesi biz Uludağ'da idik, vakanın oluşunu gözlerimizle görmedik. Ertesi gün hadiseyi İstanbul'a dönerken araba vapurunda duydum. Ve iyi olmuş dedim, fakat hakikat öyle değilmiş. Vapurdan inince Kadıköy'ün, Üsküdar'ın vaziyetinden işin fecaatini anladım. Üsküdar'dan İstanbul'a araba vapuru ile geçtik, Kabataş'tan eve giderken Taksim'den geçtik. İstiklal cad manzarası bana Mavi Ölüm romanını hatırlattı. Ve hakikatten o romanda anlatılan hadiseler İstanbul'da geçmiş, adeta dev bir adam gelmiş hallacın pamuk attığı aletle İstanbul'u atmış. İstiklal cad, Tünel cad üserinde sağlan altı dükkan saydım. O canım kürkler, naylon çoraplar, buzdolapları, çamaşır makineleri,  dikiş makineleri, İngiliz kumaşları her şey her şey paramparça. O muazzam dükkanlardan kullanılan sadece üç tane duvar kalmış, geriye kalan her şey çöpçüler tarafından bir haftada kaldırıldı. Bizim iş yaptığımız müesseselerden kazara ayakta kalan Papazyan ve Beyazıt'ta ayma. Ayma'nın da kalmasına sebep, yarısının Türk'ün olması. Arşimdis dört duvar, pardon vitrinden eser yok, şu halde yalnız üç duvar kalmış. Üç Mitakides de yerle bir olmuş. En fazla acıdığım Pak Koll. oldu, elde tutulacak hiç bir şey kalmamış, kasayı kırmışlar, paralarını ve bonolarını almışlar. Vitrin camları, kepekleri, içerideki cam, ayna, dolap, vitrin, her şey ama her şey mahvolmuş. Hiç biri kalmamış. Zaten her dükkan aynı vaziyette ya. Hoşuma giden yalnız Pak'ın sırasında ileride Güleryüz oldu, çok nale bir Rum'du, hak etmişti. 

Buraya kadar anlattıklarım ticarethanelerdi, zaten ne kadar anlatsam da manzaranın dehşetini ve fecaatini (fecaat diyorum çünkü ne olduysa bize oldu hakikatten fecaat, sıkıntı ve buhran başladı bile)  gözlerinizin önüne getirmeme imkan yok. (Mavi Ölüm'ü hatırla) Evlere yapılan tecavüzler ise yürekler acısı. İnsan zenginlerin önüne yığılan eşyalara pek acımıyor da, hoş bu yığından  eşya denecek veya  şu parça, şu yığınınmış diyebilecek bir hal kalmamış dağılan yün, pamuk yada kuş tüyünden anlıyor da, bu yorganmış, bu yatakmış diyebiliyor. Fakat fakirlerin eşyalarına bakınca insanın içi sızlzıyor. O kuş uçmaz, kervan geçmez Kumsalı Sokağı'nda bir evin önünde bir nesne gördüm, merak ettim, yakından tetkik edince bunun çamurlar içine atılmış dörtte bir yorgan olduğunu anladım. Bu öyle bir yorgan ki yüzü bir zamanlar Behiye teyze yapardı, nerede bir parça bez bulsa dört köşe kesip birbirine ekler yastık yapardı. Bu yorgan da aynı şekilde yapılmış, zavallı sahibinin üç metre bez alacak parası yokmuş ki onu öyle yapmış, bir namussuz, vicdansız çıkıp onu dört parça edip, çamura atmış ve muzafferane çiğnemiş. İçim sızladı, acaba bu zavallı şimdi nerede yatıyor, ne yiyor, belki bir zamanlar beğenmediği o parçalardan yapılma yorganı olmadığı için kim bilir nasıl üşüyor diye düşündüm. Ve evde oturanı sordum. 65-70 yaşında, şunun-bunun yardımı ile yaşayan ve tek başına oturan sessiz bir kadıncağızmış. Bu faciada rol oynayanların ne kalite adamlar oldukları bu vakadan belli oluyor. Bütün İstanbul içinde kurtulan ev pek seyrek. Zaten bizim sokak gibi kenar ve fakir bir sokak dahi kalmazsa var diğerlerini hesap et.

Kiliselere gelince:  İstanbul'da, Patrikhane'den maada kilise kalmadı. Langa kilisesi şöyle olmuş (Ünit'lerin evine karşı). Dört kamyon it, serseri, namussuz gelmiş, kapıları kırmışlar, içeriye hücum etmişler bazıları çabuk yanması için sağa sola benzin dökerken bir kısmı çan kulesini zaptetmiş, çanı sökmüşler, alkışlar arasında çanı yere atmış ve kahraman bir it çanı kilometre ile  çalıştırdığı bir taksinin ardına bağlamış ve zafer nişanesi olarak sokaklarda dolaştırmış. Kıpkızıl alevler taştan yapılma çan kulesini aydınlatırken bu rakipsiz savaşı (Tek başına koşup, birinciliği alan at gibi) kahramanlarından biri,  zaferin sarhoşluğu le vecde gelerek alevlerin arasına atılmış, çan kulesine çıkmış, binlerce düşmanla kahramanca dövüşüp zaptedilen bir kaleye bayrak dikermiş gibi bir eda ile kuleye bayrak dikmiş ve kıpkırmızı alevlerle  aydınlatan  bayrağın altında bir din kahramanı gibi ezan okumuş. Ertesi gün bu hadiseyi iftiharla anlatırken, askerler tarafından itibarla  ve kahramanlığına halel getirmeyecek bir şekilde Selimiye Kışlası'na misafir edilmiş, üç gün süren tören hazırlıklarından sonra bu kahramanlığına mükafat altı sene yemiş. Yine bir kilisede tecavüzü önlemeye çalışan bir papazı, mukaddes sakalına yazık olmasın diye  tıraş ettikten sonra (Bu arada kiliseye ateş verilmiş)  ihtiramla ateşe atmışlar. Bu hadiseyi görüp, sessizce seyreden bir papazı soğuk kanlılığına mükafaten sünnet etmişler. (Bu hadiselerden hiç birini gazetelerde bulamazsın)

Aynı geceden bir fıkra daha: Galata tarafında işlerini eksiksiz olarak bitiren bit sürüsü Unkapanı köprüsü üzerinden İstanbul tarafını kontrol etmeye gelirken tam köprü üzerinde Galata'ya geçmeye çalışan bir taksiye rastlarlar, bakarlar ki takside bayrak yok, hemen etrafını sarıp şoförü sorguya çekerken, bir kısmı taksiyi elleri üzerinde kaldırırlar. Elebaşı sorar: 'Bayrağın nerede ulan' Zavallı şoför: 'Abicim nereden bulaydım bayrağı, bugün bayram değil diye yanıma almadım'. Etraftan, 'Gavur bu Türk değil, atın köprüden aşağı' diye bağırırlar. Taksiyi elleri üzerinde tutanlar köprünün kanadına yaklaşırken  ne kadar anlatsa derdini dinletemeyeceğini anlayan şoför hemen eller üzerinde duran arabanın üzerine fırlar ve Türk-Müslüman olduğunu en pratik şekilde ispat eder. Araba alkışlar arasında yere bırakılır, yol açılır ve  rahatça toluna devam eder.  Bu arada kendisini kimse rahatsız etmesin diye bir bayrak hediye ederler.

Zarar ve ziyan dört beş milyarmış. Kapalıçarşı yandığına üzülmüştük. Şimdi belki elli tane Kapalıçarşı yandı.

Bu zarar ve ziyanı görüp, hadiseyi şöyle izah ediyorum: Sinirli biri, bir diğerine kızar, hırsını alamaz ve üstünü başını yırtar. Biz Yunanlılara kızdık, üstümüzü başımızı parçaladı,  Allah beterinden saklasın.

Zarar ve ziyanı bir tarafa bırakacak olursak bu hadise iyi oldu, çünkü bu keratalar epey yüz bulmışlardı. Şimdi bu abdestle bir hayli namaz kılarlar.

Etraftan iki bin lira alacağım vardı. Alacağım olan dükkanların hepsi parçalandı, tabi bizim mallarla beraber. Bakalım bir müddet sonra alabilecek miyim.

Ablamın Turgut, mahut gece icrayı sanat etmiş ve eve bazı şeyler getirmiş, tabii ne ablam ne enişte kabul etmezler, ellerinden alıp, çöp tenekesine atmışlar, bana söylediler. Ben de: 'Ne yaptınız, tenekeyi alan çöpçü sizi şikayet etse, haliniz harap olur'^dedim. Çöp tenekesine boşaltıp, içine atılanları ayırdılar , ben aldım ve İkinci şubeye teslim ettim.

İkinci şubede gördüklerimi ve İkinci şubede dayaktan iki yumrukla nasıl kurtulduğumu ve yine Eyüp Demokrat Parti başkanının davul zurna ile Fener Patrikhanesini nasıl bastığını, bundan sonraki mektubumda yazacak bir şey bulamazsam anlatacağım.

Haydi sana bir iki hikaye daha anlatayım: Mahut gece Bizim Selami (kayınbirader) çalışıyor imiş. 'Bir gürültü duydum, fırladım' diyor.  Onarın alt tarafı pasaj, pasaja girmişler, sağı solu kırıp döküyorlar, iş adam akıllı kızışmış, Rum, Ermeni, Türk arayan yok. Bir de baktım diyor: 'Haao tipinde bir herif, ya hamal ya arabacı, kepengin alt aynasına bir balta vurdu, aynayı yardı, tekrar balta vursa vakit kaybedecek, baltayı elinden bıraktı, iki parça aynanın birini bir eline, diğerin öteki eliyle tuttu ve bir buçuk  mm. kalınlığına ve aynı zamanda oluklu saç kepengi Amerikan bezi yırtar gibi iki parça edip, bir tekmede vitrin camını kırıp içeri daldı. Dükkan sahibi elbiseci imiş, bu zatı muhteremin sırtındaki ceketi lime lime,  önce onu çıkardı, bismilah dedi ve ceketi parça parça etti, askıdan bir ceket aldı,  her halde beğenmedi ki çıkarıp onu da parçaladı. Bu hal beş altı ceket üzerinde tekrar edildi ve son giydiğini beğenmiş olacak ki aynadaki kendi haline eğilip bir reverans yapıp teşekkür etti ve aynaya şöyle ayağının burnu ile dokundu, paramparça etti. Bu hali az ileride seyreden hal ve tavırları ile üniversiteli olduğu anlaşılan yüzü gözü kan içerisinde bir delikanlı ortada duran bir masa üzerine fırlayıp, 'Arkadaşlar biz buraya çapul ve yağmaya değil, Atamızın evine atılan bomba ile ruhumuzda yapılan tahribatın aynını, misillemesini yapmaya geldi, onların malına tenezzül etmeyiz ve etmeyeceğiz de dedi' dedi ve az önce ceketi giyene döherek seslendi: 'Arkadaş, sana hitap ediyorum. Çıkar onu ve yırt..' Adam afalladı, bozuldu, bir an karşı koyacak gibi oldu. fakat etrafında bakıp da kötü kötü kendisine bakanları görünce sırtındakini paramparça etti.

Hakikatten ilk önce çapul ve yağma olmamış,. Üniversiteliler işin çığrında çıktığını görüp çekilice meydan serserilere kalmış.

8 Eylül İstiklal caddesinden geçerken etrafta bir hayli sağı solu patlak lastik, alt köselesi kopmuş ve bir sicile bağlı bir hayli ayakkabı yırtık pırtık ceketlere rastladım ve hayretle bu civarda acaba hangi dükkan bu kalitede mal satıyor diye düşündüm.

Eniştem ve Ceyhun yazmama mani olmasalardı daha devam edecektim. Saat üçe çeyrek var. Allah rahatlık versin.

Devamı var 

(El yazısı ile)

 Ayın abicim,

Ay sonunda İzmir ve ayadın2a gideceğim demiştim. Ama olmadı Daha evvel yola çıktım. Mektubu postaya İzmir'den veriyorum. Yine yzarım. Seyahatim 15 gün sürecek. Selamlar.

    Toplumsal Tarih dergisi 269. sayı (Eylül 2024) Demokrat Parti Eyüp teşkilatının bizzat olaya katıldığını açıkça yazdığı için buraya aldım.



20 Eylül 2024 Cuma

BEYAZ ORTADOĞULULAR-KÜLTÜREL KOMPRADORLAR

 


Başlangıçta niyetim Hakkı Çamur'un hikayesini ballandıra ballandıra anlatmaktı. Tuğba nazariyesine ret yazımı yazdıktan sonra, onun durumundan başlayarak, genel bir eğitim ve sınıf yazısı yazmaya karar verdim. Hakkı hoca, benim hayatım boyunca en çok kıskandığım kişiydi. Şu anda Kadir Has Üniversitesinde öğretim üyesi olduğunu düşünürsek, halen de kıskanmaktayım. Kendisini tanıdığım sıralar, ODTÜ'nün şimdilerde sadece yüksek lisans ve doktora programları açık olan, lisans bölümü daha o zamanlar kapanmış ola Beden Eğitimi ve Spor mezunuydu.  Hacetttepe üniversitesinde mastır yapmıştı ve o sıralar doktora da yapıyordu. Bense sadece Süleyman Demirel lisans mezunuydum, halen de öyleyim, akademik kariyer falan yapmadım. Ben spor da yapamadım. Kendisi üçgen vücutlu bir badiciydi. Sürekli zamparalık hikayeleri anlatır, belden aşağı espiriler yapardı. 35 yaşında öğretmen olmuştu ama asıl geçimi Avrupa Birliği projeleriydi. Bir derneği vardı ve her sene en az beş proje yapıp, para kazanıyordu. Bir de okullar veya diğer kamu-özel kurumlar için projeler yapıyordu. O zamanlar Ulusal Ajansla doğrudan muhatap oluyordun. Ulusal Ajans'ta herkesi denetleyemiyor, denetlese  bile projecinin kendi evrakları üzerinden denetliyordu. Daha doğrusu denetleyemiyordu. Okullar, bir proje tamamen bitip, raporlanma tamamlanmadan, yeni projeye başlamıyordu. Her proje de bir buçuk yıl sürüyordu. Oysa derneklerde bu sorun yoktu. Aynı anda beş- on proje yapabiliyor, bazen  iki yüz kadar kişiyi, çeşitli Avrupa ülkelerinde gezdirebiliyordunuz. Derneğe de dünyanın parası kalıyordu. Tabi papaz her zaman pilav yemiyordu. Ulusal ajans işe uyanıp, kabul edilen proje sayısı azalınca, derneğe giren para da azalınca, o da öğretmenliğe başvuruyor. (Şimdi okul yada öğretmen olarak başvuramıyorsunuz, ilçe milli eğitim müdürlüğü üzerinde başvuruyorsunuz. Derneklere ilgili benzer kısıtlamalar vardır. Özelikle malum tarikata bağlı okul ve dernekler iyi para kazanıyordu.

Ben Karakeçili'de iki sene kaldım. Kendisi benden bir yıl önce gelmişti ve benden sonra ne kadar kaldığını hatırlamıyorum. İlk yıl rahattı, haftada iki buçuk gün derse giriyor, onunda ayda bir gününü ilçede projelerle ilgili toplantılara katılıyordu. İkinci sene de okulumuzun müdürü değişti ve Hakkı hocanın saltanatı bitti. Toplantılar için valilikten olur kararı istedi. Dersleri dört güne yaydı.  Ona bir de İmam Hatip lisesinde sağlık bilgisi dersini verdi. Olay şu ki, birinci dönemin sonu, notları teslim ediyoruz. Kendisi daha önce sadece beden eğitimi derslerine girmişti. Dönem sonunda oku yönetimine notları teslim ediyoruz. O zamanlar daha e-okul yok. Bilsa diye bir şirketin programını kullanıyoruz, not girmek için. Sıra Hakkı hocaya geldi ve sürpriz, sadece bir yazılı sınav yapmış. Son dakikada öğrencilere sınav kağıdı doldurup,  ikinci notları da girdi.

İşin bomba tarafı şuydu ki, Hakkı hoca Hacettepe üniversitesinde,  ölçme ve değerlendirme alanında mastır yapmıştı ve o günlerde de gene bu alanda doktora yapıyordu. Buna rağmen, yasal olarak her dersten en az iki (o zamanlar ki yönetmelik gereği ders saati 3 ve daha fazla ise 3 sınav yapılıyordu) sınav yapılması gerektiğini bilmiyordu yada bilse de uygulamamıştı. 

Sonuçta ODTÜ-Hacettepe  mezunu da olsa, Hakkı hoca da bir Orta Doğulu be geri kalmış ülke insanıydı. Sonuçta o gözümüzde büyüttüğümüz üniversitenin adı Midle East, yani Orta Doğu değil miydi? Üstelik o kasaba lisesi için kendini niye kasacaktı ki? Oysa o ilçede her yıl yağlı güreş festivali yapılır halen. Güreşte çok iyi potansiyeller olabilirdi.

İşte beyaz orta doğululuk dediğim tam da bu. Harward Üniversitesinde doktora yapıp,  kırk yıllık mazisi bie olmayan saç ekim teknolojisinin, bin dört yüz yıl önce ölmüş peygamberce haram kıldığını söyleyen şeyhin dizinin dibine mürit oluyorsun. Gelişmiş ülke eğitimi alsan da, geri kalmış ülke insanı gibi iş yapıyorsun. Aynı şark-köylü kurnazlıkları, aynı vasat işlerle meşgulsün. En basit örnek,  Tansu Çiller.  Kendisi Arnavutköy Kız Koleji,  Robert Kolej (Boğaziçi Üniversitesi) mezunu, New Hamshire, Connecticut üniversitesi gibi ünlü üniversitelerde mastır, doktora yapmış birisiydi. Yaptığı siyaset, alaturka yada orta doğu siyasetiydi.

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/04/tansu-cillerin-siyasi-tarihi.html

İlk başlangıçta anlattığım hikayeyi tekrar hatırlama sebebim, Ekşi'de taşra üniversitesi mezunları ile ilgili başlık görmemdi. Bayağı da yazı girilmiş. Böyle başlık açmak ve içine yazı yazmak da bir doğululuktur. Sırf ODTÜ yada Boğaziçilisiniz diye size tüm kapıların  açılmasını beklemek yada birilerinin size saygı duymasını beklemek, doğululuk, hatta orta doğululuktur. Bu tür okulları kökeni, Asurluların-Babillilerin, hatta  Sümerlerin, Birun denen saray okullarına dayanır. Osmanlı'nın meşhur Enderun mektebi, adını bile buradan alır. Galatasaray lisesi de, bu okulun modernize halidir. Kabataş Erkek Lisesi, taşra beylerinin çocukları için kurulmuştur. Arnavutköy Kız lisesi de, İstanbul'un seçkin ailelerinin kızları için yapılmıştı. İstanbul'un bu elit devlet liselerine girmek, 12 Eylül rejimi, bu okulları Anadolu lisesi yapıp, sınavla almaya başlayınca kolaylaştı. Yoksa iyi ve kökleri Osmanlı aristokrat yada bürokrat kökenli bir aile mensubu değilseniz, böyle bir okula kaydolmak haddinize miydi? Dış işlerine girmek için Mülkiye (Ankara üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi) mezunu olmak yetmiyordu, aynı zamanda Galatasaray liseli de olacaktınız. 1988'e kadar Mülkiyeli olmayan, kaymakam atanamıyordu. Kenan  Evren ve Turgut Özal, ardından da şu anki iktidar, kendi elitlerini yaratmak için, bu okulların ayrıcalıklarını yok ettiler. Kendi özel okullarını yada Kartal İ.H.L, gibi kendi okullarını açtılar. Gene de bu okullar, eğitim kalitesi sebebi ile tercih edilen okullar oldular.

Benzeri üst kalite, elit okulları Avrupa, hatta Amerika'da da vardır. Amerikan istihbaratını, bu günkü CIA haline getiren, Yale üniversitesinde, Kurukafa ve Kemikler diye adı Türkçeye çevrilen bir öğrenci kulübüdür. Öyle basit bir kulüp değil, babadan-oğula geçen, üyeliği ile bir çeşit Mason locasıdır.

Gene de iş hayatı, okul hayatından farklıdır. Tıpkı orta okulun liseden, lisenin üniversiteden farklı olması  gibidir bu. Ben çok fazla okul değiştirdim ve en kötü ve en iyi okulları da gördüm. İyi okullarda, yani fen liseleri ve proje okullarda öğrencilerin nasıl saatlerce ders çalıştıklarını gördüm. Çalışmayanlar da vardı, fen liseli oldukları halde mezuna kalıyorlardı, düşük puanlı yerlere gidiyorlardı. Ben de onlar kadar çalışsaydım,  ODTÜ-Boğaziçi'ni kazanırdım demeyeceğim. Anladım ki zeki olunca, zekanı biline çok çalışıyorsun. Sadece ders konusunda değil bu, her alanda bu böyle. Diyelim ki sporcusun ve şampiyon olabilecek potansiyeli görebiliyorsun. Her gün saatlerce antrenman yapıyorsun.

 Beyaz orta doğulular ise, halen orta çağdaki gibi, Osmanlı'da Enderun'dan mezun olur gibi,  makamlar kendilerine hazır olsun isteyip,  diğer oku mezunarı ile alay emek, orta çağcılıtır. Tamam, biz taşra üniversitesi mezunları kompleksliyiz. Büyük üniversitelerden yüksek lisans yada serfitika alsak, cv'mize yazarız. Lakin hiç birimiz, ODTÜ'lülerin ortak özellikleri yada İTÜ^lülerin şöyle olması diye bir şeyler yazmayız.

İşin acı gerçeği,  ülke şartlarına göre kaliteli olanlarda da olan kompleksli olma sonucu, toplumun geri kalmasıdır. Ülkende aynen sisteme uyuyorsun.  Yeşilçam yıldızlarına bir bakın. Oynadıkları filmler yüzünden, bu yıldızları fakir ve eğitimsiz ailelerden geldiklerini  zannedebilirsiniz. Oysa bir bakalım. Ahu Tuğba; Robert Lisesi ve Kanada, Concordia üniversitesi mezunu. Oysa Başar; Sait Mitchel Fransız lisesi mezunu. Hülya Koçyiğit,  konservatuar mezunu balerindir.  Filiz Akın'da TED Ankara kolejlidir. Filmlerinde bakarsanız, çoğunlukla vasat melodramdır. Aydemir Akbaş, o kadar Galatasaray liselidir ki, sırf mezun olabilmesi için, Mili Eğitim Bakanlığı onayıyla, ona tek kişilik tiyatro bölümü ve sınıfı açılmış, mezun edilmiştir. Bunar ve bunlar gibi bir sürü sanatçının filmlerinde aldıkları bu kalbur üstü eğitimi göremezsiniz.

Benzeri yüz küsur imzacı yetmez amacı aydınlarda da görebilirsiniz. 2008-2011 arasında, Balyoz- Ergenekon davalarının bir sahtekarlık olduğu biliyordum. O aydınların bunu nasıl anlamadıklarını da anlamıyordum. Yabancı dil bilmeyen, vasat bir taşra üniversitesinin, lisans mezunu bir öğretmendim ki, halen de öyleyim. Onlar ise kalbur üstü üniversitelerden lisans, yüksek lisansa, doktora yapmışlardı, yurt dışındaki namlı üniversitelerde eğitim görmüşlerdi. Hatta çoğu akademisyendi.

Onlarda eksik olan, batı ahlakıydı. Türkiye'de geleneksel, muhafazakar bir söylem vardır, batının ahlaksızlığını almayalım diye. Sanki doğunun ahlaksızlığı daha iyiymiş gibi. Rönesans'tan beri gelişen entellektüel-ayınlanma ahlakını da almak gereklidir. Eğitilirken değil, çalışırken de ileri bir milletin gerdi olmak, bir padişaha yada beye kul olmamak gereklidir.