8 Kasım 2024 Cuma

ROMANTİK SOLCULUĞUN ÇÜRÜMÜŞLÜĞÜ



 Bunu daha önce defalarca  yazmıştım diye başlayayım konuya;

 https://onbinkitap.blogspot.com/2020/10/cok-solculugun-elestirilemez-sefaleti.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/07/son-yillarda-azalip-biten-bazi-solcu.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2024/01/turkun-turke-propagandasi.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2018/09/kamasma-ve-karanlik-1981nobel-edebiyat.html

Bazı konulara kaçınılmaz olarak geri dönersiniz. Rasyonalizmin, yani akılcılığın yerini Romantizmin, yani çoşku ve duygusallığın hakim olduğu toplumlarda, radikal, yani kökten-en uçta olanları yüceltme çabası vardır. Kökeni, tarikat üyelerini dindar zannetmeye yada daha ilkel toplumların akıl hastalarının metafizik gayb alemi ile iletişimde olduğu için delirdiği inançlarına kadar gider. Tarikatları yüceltenler, neden Afrika'da su kuyusu açıp, mahallesindeki yoksullardan bihaber olduğunu sorgulamalı. Ayrıca tarikatlar, mafyaların mahalleleri, sokakları bölüşmesi gibi, sektörleri bölüşmüşlerdir. Mesela sağlık ve özel hastane sektörü, şeyh ölünce üçe bölünen tarikata ait. Bu tarikat, Türk milliyetçiliinin gençlik örgütü sayesinde bu kadar büyüdü ve darbe girişiminden sonra, maum tarikatın yerine geçen bir kaç tarikattan biri oldu. (Doğrudan ad vermeme  de ilk nedenim google ve sosyal medya sitelerinin sansürdür) Bu günşerde (2024 Kasım) patlayan Yenidoğan çetesi sıkandalının bu tarikata ulaşmaması ise tarikatın gücünü göstermekte.

Bizim konumuz çok solcular yada romantik solcular. Tarikatarı da defalarca yazdım.  Çok solcu partiler de bazı açılardan tarikatlara benzer. Aynı Marksist-Lenininst ideoloji bağlı oldukları halde, bir sürü partiye bölünmüşlerdir. Eskiden pek çok radikal sol terör örgütü (illegal örgüt) vardı. Kala kala bir tek Cephe kaldı. Melekleri saymıyorum, (Gene şifreli konuştum).  Cephenin müzik grubu Grup Yorum ise, eski ününden çok uzakta. Bir zamanlar stadyumlara sığmayan grubun son şarkılarını Youtube'da bir haftada iki binden az kişi izliyor. Arada cinayet işlese de eski kitleselliğinden uzak. Aynı durum yasal partiler için de geçerli. Bir kaç yıl öncesine kadar, Ankara'da, Yüksel yada Sakarya'da yirmi-otuz kişilik gruplarla basın açıklamaları yapar, arada bir göz altına alınır, akşam olmadan da serbest bırakılırlardı. Şimdi eperydir sesleri hiç çıkmıyor.

Bu konuya tekrar dönem sebebim TİP ve Kominist başkan Fatih Mehmet Maçoğlu. İrfan Değirmenci de işin bonusu oluyor. Marksist-Leninist gruplar, Gezi'den sonra solun merkezinden çıktı, o merkeze Atatürkçülük girdi.  TİP'le beraber tekrar tabanı oluştu. TİP kurulduğunda yada kamu oyunda dikkatleri çekmeye başladığında, pek çok ünlü sabatçı, özellikle de dizi oyuncuları partiye katıldı ve üye-aday oldu. Bu bana doksanlara ÖDP'yi hatırlattı. ÖDP'ye genelde yazar-çizer takımı destekliyordu. O dönemin haftalık en çok satan yayını Leman, açıkça ÖDP'yi destekliyordu. ÖDP, oy oranı yüzde biri bulmasa da, pek çok belediyeyi almıştı. Tabanı biraz çoğaınca, kendi içinde bölünmeye başladı. En nihayetinde adını Sol Parti olarak değiştirip, yok oldu. ÖDP'nin tek milletvekili, kurucu başkanı da, dışarıda kendi partilileri, Amerikan Başkanı Barak Obama'yı protesto ederken; kendisi Obama'yı avuçları patlarcasına alkışlıyordu. 

Ben, yaşlı biri olarak, tecrübelerimle TİP'te, doksanlar ÖDP'sini gördüm, özellikle de Sezen Aksu'nun desteğinden sonra. Sezen Aksu yada diğer yetmez amacılara hiç güvenmiyorum. Son belediye seçimleri de bu fikrimi destekledi yada ben desteklediğini düşünüyorum. Sadece ÖDP değil, yasal TKP'yi de bu listeye alalım. TKP, İmamoğlu'nun 2. defa seçildiğinde, boykot çağrısı ile iktidara destek olmuş, ancak meşhur fasülyeci belediye başkanı Maçoğlu, karşı çıkmış, İmamoğlu'nu desteklemişti. Son belediye seçiminde ise, Kadıköy'den aday oldu. En ateşli solcular bile  onunla alay etti, nereye nohut ekecek diye. CHP, Kadıköy'ü rekor oy oranı ile aldı. TİP'in ünlü adayı İrfan Değirmenci'de, CHP'nin bir başka kalesi Çankaya'dan aday oldu. O sonuç değişmedi, üstelik CHP, belki kendisinin de ummadığı zaferler elde etti. Ankara'da Keçiören'i, Kazan'ı rüyasında bile göremezdi belki CHP. Yerel seçimlerde TİP'in asıl ihaneti Hatay'da oldu. Hem yandaş medya, hem romantik, radikal solcular, hem de TİP, sırf CHP kaybetsin diye uğraştı. TİP'in adını yazmak istemediğim adayı ve sonrasında çıkan sıkandal, iktidarın, deprem sonrası onlarca olumsuzluğa rağmen Hatay'ı amasına yol  açtı. Seçimlerden sonra fasülyeci başkan, emekli bürokratlar gibi bir Ege kıyı ilçesine yerleşti. İrfan Değirmenci'de tekrar Youtuber oldu. Her fırsatta CHP'yi hevesle eleştirenler nedense belediye seçimlerinden sonra TİP'i eleştirmedi. Sosyalistlerin yada radikal solcuların dokunulmazlığı nedir? 

Romantizmin saçma sapan en  mükemmel takıntısı vardır ve eleri iktidara varmaya varmaz. Belki İran İslam Devriminde olduğu gibi haklı da olabilirler. İran'da da sol grupların, daha doğrusu TUDEH'in fraksiyonlarının birbirleri ile uzlaşamaması vardı. Muhalefetin ilk görevi, iktidarı değiştirmektir. Hele de iktidar, demokrasiyi ortaya kaldırmaya çalışıyorken, bu durum fazlasıyla elzemdir. Son olarak, muhalefeti beğenmemek, iktidarı beslemektir.

Gerçi bunu da daha önce söylemiştim.

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/09/muhalefeti-begenmemek-iktidari.html

5 Kasım 2024 Salı

TARİHTEN BAZI PARALEL GRUPLAR VE PARALEL DEVLETLERİN PROBLEMLERİ ÜZERİNE BİR DENEME

 


Ben taihçi değiim, sadece tarih meraklısıyım. En baba tarih profesörü de tüm tarihi bilemez. Bildiğim şey, insanın üzerindeki en büyük güç olan devleti yönetmek, konrtol etmek yada yönetimini yönlendirmek her zaman birileri gizli yada açık örgütlenmiştir. Gizli olanlara derin devlet diyoruz. Zannettiğimizin aksine tek ve her şeye karar veren bir derin devlet yoktur. Bir sürü derin devlet örgütlenmesinin kavgası vardır. Gene tarih boyunca devletler, bazı işlerini yapmak için paralel kurumlar kurmuşlar yada kurulmuş sivil toplum örgütlerini paralellerine almışlardır. Meşhur darbeci paralel örgütümüz, çok orijinal değildir, İslam tarhinde bile örnekleri vardır. Hayır,  Hasan Sabbah değil. Onun gizli örgütü çok kan döktü, sutanları korkuttuysa da, iktidara gelemedi yada taht-tac deviremedi. Suikastları, komploları efsane olduysa da, nihai amaca ulaşamadı. En nihayetinde Moğollar, o ulaşılmaz Alamut dağlarını ve kalelerini barut ile patlatarak yıktı. Daha topum-tüfeğin icadına çok vardı ama barut ilk büyük zaferini lağımcılıkla kazandı. İslam dünyasında başarıya ulaşan ilk paralel yapı, Hasan Sabbah ve Haşhaşilerin muhalif olduğu Abbasilerdi. Ebu Muslim ayaklanması, aslında devletin tüm damarlarına sızmış bir örgütün otuz yıldan fazla süren bir hazırlığının sonucudur. Daha eskiden, İran tarihine bakmalı. Part yada Arşaklı hanedanlığının yerini Sasanilerin alması da böylesi bir örgütlü çaba ile olmuştur. Devletin ilk şahı 1.Ardeşir'dir, oysa devlet, Ardeşir'in dedesi Sasan'dan (yada telaffuza göre Zozan) alır. Sasanileri iktidara getiren gizli örgüt yada tarikatı o kurmuştur. Arşaklı yada Part imparatorluğu İran'ı, İskender sonrası Yunan işgalcilerden yüz yıldan fazla bir çaba ile temizlemişti. Ahameniş, Pers kralı Kiros (Khurvash)'un torunuydu ve tahtı amca ayda dayısıyla savaşarak almıştır. Bunun da arkasında uzun süreli bir örgütlenme yani paralel yapı vardır.

Her devrim yada taht değişimi, uzun bir hazırlı, planlama ve örgütlenmeden  sonra olur. Osmanlı, Alevi isyanları, taht değişimi için isyan girişimi olarak görmüş, uzlaşmaya yanaşmadan ezmiştir. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u (Daha doğrusu Konstantiniye'yi) aldıktan sonra Balkan despotluklarını ve Anadolu beyiklerini yok edip, beyliklerinin, özellikle Karamanoğlulları'nın ana kitlesini Balkanlara yerleştirdi. Osmanlı'da paralel yapılar daha çok şehzadelerin etrafında oluşurdu. Aslında sancağa çıkmanın ilk nedeni, bu muhtemel hizipleşmeyi engellemek yada başkenten uzaklaştırmaktı. 11 yaşındaki şehzadenin Manisa'ya cidden vali olduğunu mu düşünüyorsunuz? (Yada bu ayrıntıyı bilmiyordunuz muhtemelen) Sevilen evlatlar Manisa, Bolu, Kütahya, Konya gibi yakın yerlere sancağa çıkarken, sevilmeyenler Trabzon, Amasya, Kefe (Kırım) gibi uzak illere sancağa çıkıyordu. Tüm bu önlemler, Yavuz Sultan Selim'in, Trabzon valisi iken babasını devirmesine engel olamadı. Yavuz, babasını tahttan indiren ilk ve son padişah oldu. Babası 2. Bayezid'te tahttan indirilen ilk Osmanlı padişahı oldu ama son olmadı. Otuz altı Osmanlı padişahından on iki tanesi, tahhtan indirilmiştir. Hatta Vahdettin'i de sayarsanız on üç olur ama onunla beraber. Yavuz'un babası 2. Bayezit'in sekizinci Osmanlı padişahıydı ve ondan sonra gelenlerin yarısına yakını yahttan indirildi. Doğu Roma imparatorluğu 1147 yıllık tarihinde on iki ayrı hanedanlık gördü. Osmanlı'da 623 yıllık tarihinde tek hanedan yönetmiştir görünürde. Ancak aslında paralel oluşumlar, sık sık padişah değiştirmişler, Yeniçeri Ocağını yöneten Bektaşi tarikatı, Vakayı Hayriye ile ocakla beraber  büyük ölçüde halledildi ve bir daha eski gücünü bulamadı. (Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya'dan Orta Asya'ya Enver Paşa adlı kitabında, Enver Paşa'nın eşi ve padişah Abdülmecit'in torunu Naciye Sultan'la evliliği aracılığı ile yeni bir saltanat sülalesi kurmaya çalıştığını yazar. Türkistan'daki son macerasına giderken de etrafına , Ali Enver'in (oğlu) tahtını yapıyorum, demiş.)

Bektaşilik aslında devletin kontroünde bir paralel örgüttü ve özellikle Balkanlardan toplanan erkek çocuklarının devşirilmesi için devletle paralel çalışıyordu. Pek çok paralel örgüt iktidarı ele geçirmek için çalışırken, pek çoğu da iktidara çalışıyordu. Osmanlı'da tarikatlar, devletle çalışan, bazen de devlet içinde hizipler için çalışan paralel örgütlerdi. Nakşibendiler,  doğu bölgesinde Çaldıran'dan sonra İran'a kaçan Kızılbaş Türkmenler yerine yerleştirilen Sünni Kürtleri devete bağlamak için kullanıldı.  Nakşibendilerin  de devletin öfkesinden kurtulamadığı zamanlar oldu. Balıkesirli Kadızade ailesi, uzun yıllar kadılık ve şeyhülislamlık gibi makamları ellerinde tuttu. Özellikle Kanuni zamanında çok etkiliydiler. Etkili oldukları dönemde Mevlevilere kan kusturdular. O kadar ki Mevleviler, İstanbul'da bu Kadızade Şeyhülislamlardan  Vani beyin yaptırdığı ve halen ayakta olan bu camiye Vani Cani derler. Mevleviler de asla masum bir topluluk olmadılar. Mevlevilik, Moğolların paralel örgütü olarak kuruldu. Mevlana'nın babası Bahaeddin Velet; Afganistan, Belh'den, Konya'ya kadar Moğolların propagandasını yaparak gelmiştir. Mevleviler'de Moğolların paralele örgütü olmuşlar, hatta Bacu Noyan, Konya'yı yakıp-yıktığında Mevlana bunu Allah'ın verdiği bir ceza olarak yorumlamıştır.

https://onbinkitap.blogspot.com/2017/12/mesnevidenhatirlananlar-mevlana.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2021/08/ariflerin-menkibeleri-ve-mevleviligin.html

Orta çağda paralel devletler genelde dinsel yapıdaydı ve sadece doğu dünyasına ait değildi. Tapınak Şövalyeleri, Papalığın, Haçlı seferleri sırasında kurduğu üç tarikattan biriydi.Tapınak Şövalyeleri, Fransız, Sen Jean Şövalyeleri İtalyan, Töton Şövalyeleri'de Alman'dı.  Savaştan sonra Almanlar, Baltık kıyılarında devlet kurup, İskandinavları, Finleri ve Baltık civarı halkları Hristiyan yapmak için savaşıyordu.  Haçlı seferlerinden sonra Sen Jean şövalyeleri, Rodos adasına yerleşip, Türkler ve Araplara karşı korsanlık yaptı. Tapınak Şövalyeleri ise Fransa merkezli olmak üzere Avrupa genelinde bankacılık, ticaret yapıp, geniş topraklarda tarım yapıyordu. Papa, onların İspanya'da Müslümanlarla savaşmasını, Fransa kralı da kendisine para vermesini istiyordu. Tarikat bu istekleri ya red ediyordu yada oyalıyordu. Tarikat hakkında okuduğum yabancı bir kitap, haçlı seferlerinin en hararetli zamanlarında bile tarikatın en fazla yüzde beşinin savaştığını, çoğunun bu ticari faaliyetlerle uğraştığını yazmıştı. Yani tarikat en başta para için toplanmış soylular topluluğuydu. Sonunda Papalık ve Fransa kırallığı, kendilerini sömüren ve hiç bir şekilde savaşmayan Tapınak Şövalyelerini halletti. Tapınak Şövalyeleri pek çok açıdan Yeniçeri Ocağına benziyordu. Yeniçeriler de son dönemlerinde askerlikten çok, esnaflıkla uğraşıyordu ama Tapınak Şövalyeleri kral değiştirecek kadar güçlü değildi. Buna karşın Tapınakçıların serveti Yeniçeri Ocağının çok üstündeydi. Fransa Kralı, Papalık ve diğer Avrupa kral ve prenslikleri, Tapınakçıların mallarına, mülklerine el koydu, uzun uzun yargılayıp, vahşi şekilde idam etti. Böyle bir örgütün, elbetteki devletin içinde de adamları vardı ve örgüte birileri haber göndermişti.  Belki de pek çok kişi buna inanmamış yada böyle büyük bir saldırıya hazırlık yada savunmanın imkansız olmasıdır. Baskın günü tarikatın on dört gemi kayboldu.  Dan Brown'un meşhur roman serisine de konu olan komplo teorilerine ve efsaneleri kökeni oldu. En yaygın efsane, gemilerin İskoçya'ya gittiği, orada taş ustaları yani Mason localarına sızdığı, İskoçya-İngiltere bireşmesinden sonra da Fermason (Özgür Mason) adı altında soylular vce burjuvalar arasında örgütlendiği üzerine. Mason locaları da devletlerin paralel örgütleri olmuştur. Mason Locaları, Fransız ihtilali ve Amerika'nın İngiltere'den bağımsızlık savaşının arkasındaki gizli örgüttür. Eugene Delacroix'in meşhur Halka Yol Gösteren Özgürlük resminde görülen göğüsleri çıplak kadın, Aydınlanmışlar (İlluminate) Mason locasını simgeler. (Dan Brown'un roman serisinde de adı geçer) İttihat ve Terakki'in Talat Paşa başta olmak üzere pek çok lideri de Mason'du. Masonların da ömrü, her varlık gibi sınırlıydı. 1970'lerin başında İngiltere'de bazı Mason hakim ve savcıların, loca biraderlerini kolladığı iddiaları üzerine yapıan soruşturmalar, Masonluğun siyasi gücünün sonunu getirdi. İtalya'da 1981'de patlayan P2 Mason Locası sıkandalı da üzerine tuz biber oldu. Masonluk aleyhine onlarca kitap, makale yazıldı. Masonluk aslında uzun zamandır gizliliği kalmamış, birilerinin çevre edinmek için toplandığı sosyal kulüplere dönmüştü. Yetmişlerin başlarında İngiltere'de her sekiz yetişkin erkekten birinin loca biraderi olduğu tahmin ediliyordu.  Bu kadar yaygın bir örgüt, ne elitti, ne gizli. Her hangi bir kitapçıya girseniz, en az on tane Masonlarla ilgili kitap bulursunuz ama Opus Dei (Tanrının İşleri) veya Kurukafa ve Kemikler (Society of Skull and Bones ) İlgili kitap bulmanız çok zordur. Kocaman dernek binası olan kurumun gizliliği falan yoktur, devlet istediği zama, istediği gibi denetler, savcının telsiz emrine bakar. Eskiden polis veya jandarmanın derneklere girişi zordu, yazılı emir gerektiği için. Bu yüzden derneklerde çok kumar oynatılırdı. Şimdilerde bu kumar işi, tabela partilerinin il-ilçe başkanlıkları, mahalle örgütlerinde falan yapılıyor. Dernekler, gizli örgütlerin açık alan örgütlenmesidir (bu sıfat tamlamasını okula seminere gelen bir polisten duydum. ) ve genelde örgütlerin ilk açığa çıkan kısmı bunlardır. Amacı en başta örgüte üye ve sempatizan kazandırmaktır.

Bu yapılanmların bazıları devletçe kurulur, devletin pis işlerini yapmak ve halkı el altından yönetmek için. Bazen açıkça, bazen yarı gizli, bazen de gizlice kurulur. Gizlice kurulan veya desteklenenlerin asıl işlevi, muhalefete muhalefettir. Selçuklu devleti, İsmailiye (Haşhaşiler) tarikatına karşı Kalendirilik ve diğer tarkatları kurdu. NATO'da Komünizm tehlikesine karşı Gladio örgütlerini kurdu. Bazı partilerin ana meselesi muhalefet partierine muhalefettir yada ülkeyi bazı muhaliflerden korumaktır. Bazılarının arkasında kim olduğunu anlamak için deha yada araştırmacı gazeteci olmaya gerek yoktur. Gezi'de bazı radikal solcu grupların olduğu gibi ara ara kendilerini belli ederler.  Öte yandan özel harekat  polislerin bıyık sitileri yada polis sorgulamalarına ocak reisleri nasıl katılabiliyor diye kendimize sorduğumuzda gerçek çok aleni olarak ortaya çıkar.  Gerçek gizli örgütler, nadiren kendini belli olur. Gerçek gizli örgütlerin varlığından sadece şüphe edersiniz. Bazılarıda çok açıkça devletin yan kurumudur. Mesela Çin Halk Cumhuriyetinde zannedildiği gibi tek parti yoktur, üç ayrı parti daha vardır. 

Esas paralel yapılar, devlet yada burjuva dediğimiz zengin ve güçlü insanların, devleti yönetmek ve yönlendirmek için kurduğu paralel yapılardır. Bunlar ordu içinde olursa Cunta,  açık olursa Lobi yada baskı grubu, dini görünümlü olursa tarikat yada cemaat adını alırlar. Bu örgütlenmeler, devlet destekli yada devlete sızma şeklinde oluştuğu gibi, parti içinde hizipler yada kamu örgütlerindeki gruplaşmalar halinde de olabilir. Bunlar çok da devleten ayrı yada devletin desteğinden ayrı değildir. Kurulduktan sonra devlet desteği almayanlar, marjinalleşir ve küçülür. Lenin'in Bolşevik partisi, yüz milyonluk Rus Çarlığında, Lenin'in kendi beyanına göre devrimin olduğu 7 Kasım (eski Rus takvimine göre Ekim) 1917'de on altı bin kişilik bir gruptu. Bir örgütün fazla büyümesi, devletin paralel örgütü olduğunun göstergesi de olabilir. Pek çok insan, devrim için değil, çıkarları için örgütünüze üyedir. Son darbe girişiminin başarısız olmasının asıl sebebi buydu. 12 Eylülün başarılı olmasının da asıl sebeplerinden biri buydu. Şimdiki neslin adını bile duymadığı Dev-Yol, 1980 yılında, kırk milyonluk ülkede, beş yüz bin kadar üyeye sahipti.  Yani kalabalıksanız, darbe yapacak kadar marjinal değilsinizdir. Burjuva örgütleri için de bu böyledir. Mason locaları için söylediklerimizi hatırlayın.

Üçüncü tip paralel yapılar, özellikle asker ve istihbaratçılar arasında kurulan paralel yapılar yada cuntacılardır. Bazen ideolojik, bazen hemşerilik-aşiretçilik, bazen de belli bir etnik topluluğun üyeleri olarak devlette paralel yapı kurarlar. Suiye'deki yapı, Nusayri (Arap Alevisi) etnik grubunun darbesi ile iktidara gelmiştir. Saddam'ı Irak'ta iktidara getiren Tikritli subaylar cuntasıdır. Saddam, asker olmadığı halde cuntanın başı olarak iktidara gelmiştir. Jakobenler ilk başlangıçta Breton bölgesi millet vekillerinin derneğiydi. Bu tür yapıların amacı her zaman darbe değildir. Adam kayırma yada yolsuzluk üzerine de derin devletleşme, yani devlet içi çeteleşmeler olmaktadır.

Devlet, insan üzerindeki en büyük iktidar ve en büyük zenginlik kaynağı ve zenginliğin koruyucusudur. Devlet yoksa banknotların yada tapu senetlerinin tuvalet kağıdı kadar değeri yoktur. Bundan tam kurtuluş imkansızdır, en aza indirmenin yolu liyakati önceliğe alıp, hukuğu ve demokrasiyi isletmektir.

3 Kasım 2024 Pazar

SABAHADDİN BEYİN DEDESİNİN HİKAYESİ

 


Anlatacağım hikâye biraz garip. Korkaklık mı, cesaret mi, bilemedim. Bildiğim, bu davranışın, askerin İstiklal madalyasını almasına engel olduğu.

         Sabahaddin bey dediğim şahıs, ilk atandığım okul olan Yenişarbademli Lisesinde memurdu. İlçenin yerlisiydi ve ilçenin yerlisi düz memurlar gibi, belediyeden geçiş yapmıştı. Ellili yaşlarda, yaşını belli eden, saçı, sakalı ağarmış, gözlüklü, bıyıklı, ortalama bir Anadolu insanıydı. Yaşadığı bu ilçeden hiç ayrılmamıştı. Anlatacak hikayesi olmayan birisiydi.

         Gerçi ilçenin anlatılacak bir şeyi yoktu denebilir. Aslında anlatılacak çok şeyi vardı ama anlatılacak şeyleri tarihi eser olmuştu ya da doğal yapıydı. Selçuklu sultanlarının sarayı Kubad-ı Abad sarayı, ilçe sınırları içinde değilse bile, ilçeye çok yakındı. Beyşehir Gölüne üç kilometre uzaklıktaydı. Gene yakınında Pınargözü mağarası vardı. Fransızların beş kilometre derinine indiği iddia edilen mağaranın derinliğini bilen yoktu. Buna benzer şeyleri anlatmakla bitmez.

         Neyse, biz ilçenin  muhabbetini bırakıp, Sabahaddin beyin dedesine gelelim. Hikâyeyi o anlatmadı. Emekli öğretmen arkadaşım Veli Karaca anlattı. Yaşıyorsa kulakları çınlasın. Haziran ayıydı ve galiba ortalama yükseltme, sorumluluk sınavları nedeniyle okuldaydık. Tek katlı okul binasının, küçümen öğretmenler odasındaydık. Okulun tüm öğretmenleri oradaydı ve üstüne ilköğretim okulundan bayağı öğretmen vardı. Bizim okulda dersi olanlar, sınavda görevli olanlar, okulun müdürü ve emekli başka bir öğretmenler vardı.

         Ve Veli Karaca vardı. Kedi Veli, benim sahtekar dostum. onunla maceralarım ayrı bir kitap olur. O zamanlar bayağı samimiydik. Bir kitap yazmıştı 'Belgelerle Yenişarın Tarihi' adlı. O kitabı düzeltmeye ve tasniflemeye çalışıyordu. Lisenin edebiyat öğretmeni Ülkübey hoca, bu işi yapmayı ret etmişti, çünkü araları bozuktu. Ülkübey, benden dört yıl önce gelmişti ve ben orada kaldığım sürece aralarının hep bozuk olduğunu öğrenmiştim. Neden küsmüşlerdi ya da kavga etmişlerdi, bilmiyorum. Ben oradayken barışmadılar. O kitabı benimle beraber düzeltti. Sonra bastıramadı. Ne belediye, ne il kültür müdürlüğü, ne de diğer kamu kuruluşları, onun kitabını basmak istemedi. Tayinim çıktıktan sonra basmış diye duydum, duyduğum yalanmış, internette gördüm o kitabı.

         Hakkında güzel şeyler anlatılmıyordu. Gönen Köy Enstitüsünden mezun bir öğretmendi. Yirmi sekiz yıllık memuriyeti, Şarkikarağaç ilçesinin üç köyünde ve Şarkikarağaç'ta gezici başöğretmen olarak geçmişti. Bu gezici baş öğretmenlik denen kurum, bir çeşit ilk öğretim müfettişliğiydi anladığım kadarıyla. Görev yaptığı köylerden birisi, daha doğrusu ilki de, o zamanlar Şarkikaraağaç'ın köyü olan Yenice'nin ilkokulunun öğretmenliğiydi. İlk vukuatı o zamanlar olmuştu ve elli yıldan fazla zamandır unutulmamıştı. Zira yirmi sekiz yıllık öğretmenlik, yirmi beş yıllık emeklilik, bu olayı unutturmamıştı. Yenice, önce belediye, sonra ilçe olan Yenişarbademli'nin mahallesi olmuş, kesintisiz sekiz yıllık eğitime geçişten sonra da, Yenice'nin okulu kapatılmış, ama vukuat unutulmamıştı. Bana anlattığına göre hasta karısının üzerine kuma getirmeye kalkmış, şubat tatilinde Salur köyüne tayini çıkmıştı. Hakkında anlatacağım çok. Ondan çok ve tuhaf hikâyeler dinledim. Bu da onlardan birisi.

         Bu Sabahaddin beyin dedesi, Kurtuluş Savaşına katılmış. Ortamda sohbetin konusunu Veli Karaca açtı. Sabahaddin beyin bu muhabbete canı sıkıldı. Evet o benim dedem, dedi ve başını eğdi. Veli hocada hikâyeye başladı.

         Bu dedenin son Kurtuluş Savaşında katıldığı çarpışma, Eskişehir-Kütahya muhabereleriymiş. Hikâye bu savaşla başlıyor. Bu savaşta koca bir tümen asker esir düşüyor. Biride bizim dede. Tabi o zamanlar genç. Bu kardeşimiz, orduda çavuş rütbesinde. Zaten başına belayı da bu rütbe getiriyor. Askerler, teslim olunacağı anlaşılınca, rütbelerini kolundan sökmeye başlıyor. Bizim çavuş sökmüyor. Benim rütbemden ne olacak diye düşünüyor. Galiba bu rütbe sökme konusunda emir de veriliyor.

         Sonra bu esir kafilesi yürümeye başlıyor. Savaşın olduğu yer ile, Kütahya şehri arasında bayağı mesafe var. Eller, kollar bağlı yürüyorlar. Bir ara, yokuş yukarı ya da aşağı giderken yanlarından kan aktığını görüyorlar. Nedir, ne değildir diye etraflarına bakıyorlar ki, Yunanlılar, esirleri süngü ile kıyıyor. Esir sayısı kalabalık gelmiş olacak, sayıyı azaltıyorlar. Kütahya'ya yürüyüş bayağı sürüyor. Sayıları yarı yarıya azalıyor.

         Kütahya'da da, büyük bir camiye dolduruluyor esirler. Doldurulma bir yana tıkıştırılıyorlar. Çünkü gece yorgunluktan uyuyorlar. Lakin öyle bir tıkıştırılıyorlar ki, yere düşmüyorlar uyudukları halde.

         Bu şehre bir kere, Ispartaspor-Kütahyaspor maçına gittiğimde gördüm. O devirde, şehrin en büyük camisi neyse, o cami, hangisi bilmiyorum ama eminim Kütahyalılar bilir.

         Sabaha, ya da ertesi gün bir vakitte, esirleri toplayıp, sorguluyorlar. Bizimki hariç kimsede rütbe yok. Konuşan da olmayınca, kim, ne rütbede bilmiyorlar. Sonra esirleri gene derdest edip, trenlere bindiriyorlar. Bizimkisi, tek başına bir vagona biniyor, rütbeli olduğundan dolayı. Hikâyemizin esprisi de bu.

         İzmir'e trenle, özel vagonunda gidiyor. Gerçi vagon pek konforlu değil. Oradan gemiyle Atina'ya. Gemide de ayrı kamarası var. Diğerleri itiş, tıkış kalabalıkta seyahat  ederken, çavuşumuz tek başınadır. Atina'da esir kampında kendine ait bir yerde, hamak yatağın olduğu bir odada yaşıyor.

         Bu esirlik, Mudanya Müzakeresine kadar sürüyor. Antlaşmadan sonra, artık ne kadar sonra bilmiyorum, artık tarihçiler bilir. Gene gemilerle İzmir'e, ardından da memleketlerine gidiyorlar.

         İşte Sabahaddin beyin dedesinin bu esirlik sefası unutulmuyor ve bu kabahatin yüzünden, İstiklal Madalyası alamıyor, gazilik maaşını da tabi.

         Hikaye bittiğinde Sabahaddin beyin suratı kıpkırmızı olmuştu.

30 Ekim 2024 Çarşamba

ROMANTİK ATATÜRKÇÜLÜK VE FAŞİZAN ATATÜRKÇÜLÜK

 


Her felsefe, ideoloji yada akım gibi, Atatürkçülüğün, daha doğrusu Atatürkçülerin kendi aralarında farkları var, kendileri çok farkında olmasa da. İkisinin de kaynağı 12 Eylül rejimi. Romantik Atatürkçülük, 12 Eylülün gardırop Atatürkçülüğünün yeni hali. En tipik örneği, Yılmaz Özdil. Kendisi zor bela kurulan muhalefet bloğunun kısa süreli de olsa dağılmasına sebep olarak, mevcut iktidarın son cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanmasının en büyük sebebi oldu. Sonra gazetesinden istifa edip, işsiz kalmak zorunda kaldı. Ondaki Atatürkçülük, Atatürk'ün özel hayatıyla ilgili biraz. Tüm gömleklerinin beyaz olması, giyimine büyük özen göstetmesi, rakıya düşkünlüğü, en çok zeybek dansını sevmesi falan filan. Buna bir Nasrettin Hoca fıkrasıyla örnek vereyim. Adamın biri bir gün hocaya demiş ki: Peygamber efendimiz gibi kefiye (Arap başlığı) takıp, onun gibi elbiseler ve takunya giyiyorum. Her yere onun gibi develerle gidiyorum.  Hoca da cevap olarak: Bu halinle benzesen benzesen Ebu Cehil'e benzersin, demiştir. Ona kalırsa Atatürk, çokca sigara içer ve poker oyununu çok severdi. Oyundan sonra da herkesin paralarını geri almalarını isterdi. Atatürk rakıyı çok severdi ama etrafındaki diğer kişiler, özellikle generaller, hemen hemen hiç içmezdi. Fevzi Çakmak ve Kazım Karabekir, ağzına sürmezdi. İsmet İnönü, bu konuda Atatürkle sık sık tartışırdı. İsmet İnönü, biriçe düşkündü. Herkesin özel hayatı ve bazı ilginç alışkanlıkları vardır. Newton ciddi ciddi büyüyle ilgileniyordu. Üzerindeki politik baskılardan kurtulması için kral onu darphanenin  başına getirdi, o da bazı kalpazanları idam ettirdi. Albert Einstein, el sabunu ile traş da olurdu, çok iyi keman çalardı ve Hint edebiyatına meraklıydı. İyi bir fizikçi olmak için büyüye, idama, Hint edebiyatına yada el sabunuyla traş olmanıza ihtiyaç yok. İyi bir Müslüman olmak için Arap olmanıza yada 1400 sene önceki Arap  toplumu gibi yaşamanıza gerek olmadığı gibi. Ben de rakıyı sevemiyorum, o ne pis koku öyle? En son 5 kasım dünya öğretmenler günü yemeğinde bir arkadaş ikram etti, bir kadehi zor içtim. Ataürk gibi siyah-beyaz giyinmem. Türk ve Alman erkeklerin, kırk yaş sonrası rengarenk giyinme alışkanlığındayım (muhtemelen Almancılar'dan Türkiye'ye bulaştı.) Takım elbise giymeyi de sevmiyorum. Romantik Atatürkçülerin Atatürkçülüğü, Can Dündar'ın Atatürkçlüğü gibidir. Kendisi sekiz tane Atatürk belgeseli yapıp, Atatürk'ün hiç bir başarısını anlatmamayı başarmış biridir.

https://onbinkitap.blogspot.com/2021/02/sahtecilik-ve-can-dundarin-sahte.html

Romantik Atatürkçülerin iyi yanı muhafazakarlara, tarikatlara güzel laf sokar. Zaten Romantizm en çok sanatta geçerlidir. Bütün ideolojiler propaganda için Romantizmi kullanır. Fedakarlık yapmasalar bile, başkalarının fedakarlıkları ve kahramanlıkları üzerinden paye alırlar. Onları anlatarak para kazanırlar. Konuşurken de anırsınız ki tek başlarına ordu olmuşlardır. Oysa genelde evlerinden, köşelerinden dışarı çıkamazlar. Romantik Atatürkçülerle, faşist Atatürkçülerin ortak noktası CHP düşmanlığıdır. Önce Romantiklerin CHP düşmanlığına bakalım. Genelde bir önceki CHP başkanının kıymetinin bilmemekten muzdariptirler. Son dönemde İmamoğlu ve Mansur Yavaş hayranlıkları da sallantıdadır zira son anda oy vermekten vaz geçerler.  En ufak krizde benim için CHP bitmiştir diye feryat-figan ederler.Genelde de oy vermezler, yazlıklarına tatile giderler. (Üstelik seçimler genelde martta yapılırken.)

Sosyal medyada, özellikle X.com'da görülen ve Atatürkçü kılığında CHP düşmanlığı yapanların tamamına yakını iktidar trolleridir. Hadi takipleşelim gönderilerine cevap verirseniz, hemen sizi ekliyorlar, siz onları ekleyince, sizi siliyorlar. Bunlar Facebook'da ara ara din-iman paylaşımı da yapıyorlar. Bunlardan biri din paylaşmı diye Sai-i Kürdi paylaşımı yapınca engellemiştim. 

Romantizim, sözlüklerde Türkçeye coşumculuk diye çevriliyor. Coşkunlukla iş yapmaya kalkmak. Ben duygusallıkta diyorum. İyi bir romantik, ya sanatçıdır, ya iki yüzlüdür, ya da ölüdür. İnsan, akılcı canlıdır ve sonuca ulaşmak için akıllla hareket etmelidir.

Faşizan Atatürkçüler ile  faşizan Atatürkçüler birbirlerine çok benzerler ve aslında pek çok faşist, hayalci ve her hayalci gibi romantiktir. Haritaları boyar, devasa imparatorlukların hayalini kurar. Türkiye'de faşizmin Atatürk ile ilgili ikilemi vardır. Atatürkçülüğün rasyonalist, yani akılcı yanı, onların romatik hayallerine dar gelmekten öte, onların ideolojisine terstir. Bunlardan bazıları Atsızcıdır ki, Nihal Atsız, Atatürk'ü aşağılamak için Dalkavuklar Gecesi diye bir romancık (novalla) yazmıştır ve bu romandaki bazı temaları Orhan Pamuk, Veba Geceleri romanında birebir kullanmıştır. Pamuk okurları Atsız okumadığı, Atsız okurları ise Pamuk okumadığı için farkedilmemektir. Atsız ve Pamuk'un diğer bir ortak özelliği ise, bu kadar açık (hele ki Dalkavukalr Gecesi'ndeki isimleri tersten okuduğunuzda bunu en aptal biri bile anlar) bir nefret ifadelerine rağmen her iki yazar ve her iki yazarın hayranları ve fanatikleri, bu düşmanlığı kabullenmezler.

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/09/veba-geceleri-ve-dalkavuklar-gecesi.html

Buna rağme Atatürk'ten, tarihteki yeri yüzünden vazgeçemezler. Fazisanlar CHP'yi doğrudan red edip, MHP'den kopan  İyi-Zafer gibi partilerin etrafında toplanırlar. Sosyal medya profilini Atatürk yapma, Atatürk resimli-imzalı tişört, eşya (telefo kılıfı, kalem, çakmak falan) taşıma, bunlarda da vardır. Üzerine Kürt ve Arap nefreti vardır. Aleviler konusunda Kürt Alevi-Türk Alevi ayrımı yapar yada tüm Alevilerin Türk asıllı olduğunu savunurar bazen.  Şu anki iktidar düşsün ama sol da iktidara gelmesin isterler. Bu yüzden son cumhurbaşkanlığı seçiminde 2. turda reislerine oy vermişlerdir. Yani ayranım dökülmesin derdindedirler. 

Romantikler ve faşistler için Atatürk sadece bir idol ve slogandırve ideolojileri zayıftır.


26 Ekim 2024 Cumartesi

İKTİDARIN ŞAPKASININ ÇÖZÜM VE ANAYASA TAVŞANLARI

 


Ülkeyi yöneten çeyrek yüz yıllık iktidar, hemen her seçimi atlatırken, belli başlı numaraları kullanıyor. Malumunuz, petrol, doğal gaz, lityum, toryum yada benzeri maden bulundu haberlerinin  olmadığı bir seçim süreci yok gibi. Milli uçak, gemi, otomobil falan da bunlara dahil. Aya sert iniş bile yaptık. İktidar her seçimi gösteriye dönüştürüp, şapkasından tavşanlar çıkarıyor. Bu tavşanlar her seferinde daha büyük olmak zorunda. Maşhur yalanı daha büyük yalanla kapatma ilkesi bu. En tehlikeli tavşan da açılım tavşanı, artık bu açılımlar, fermuara bağlanmış durumda. Seçimler,  özellikle yerel seçimler öncesinde bir açıım yada açılımsı şeyle oluyor, seçimlerden sonra da CÖHÖPÖKÖKÖ falan filan. İktidarın ikinci ortağı, her salı grup toplantısında ana muhalefet başta olmak üzer, tü muhalif gruplara nefretini kusup, tehditlerini savuruyor.

Derken ne olduysa,  bu salı tehditçisi, bir salı, birden bire açıım dedi.  Tam bir eniştem beni niye öptü, durumu. CÖHÖPÖ ise bu süprizden haberdarmışcasına  bir kaç ahftadır, gene eniştem beni neden öptü cinsinden, iktidar boğuna karşı ymuşama ve makama saygı tavrına girdi. Durumu pek anlamayan pek çok trol de, bönöm öçön örtök cöhöpö yök falan dedi. Muhtemelen ana muhalfet partisini, yeni açılımı başlatmak için zorlamak niyetindeydi. Bu benim tahminim, yanılıyor da olabilirim. Baktı ki iş böyle olmayacak,  baş tehditkar, birden açtı açılım kapısını. Kapının ilk muhattapları ise, yıllarca her salı onları tehdit edenlerle değil,  Van büyük şehir belediyesini kayyumlarından elinden alan ana muhalefete yöneldi. Bu da bir başka enişte vakası.

İktidarın niyeti, terörü barışla bitirmiş gibi yapıp, bir seçim daha kazanmak oalbilir mi? Falkland'ı Arjantin'in elinden alan Teacher'ın onlarca yoksullaşmaya rağmen, tekrar ve tekrar seçilmesi gibi. ( Teacher, buna rağmen parti içi muhalefet yüzünden siyaseti bırakmak zorunda kaldı. Reis'in Teacher'in yalnızlığını tadacağını pek sanmıyorum) İktidar blogu tekrar seçilse de terör bitecek mi yoksa dokuz defa af ile düze inip, on kere dağa çıkan efeler gibi, tekrar hortlamayaccağını garantisi nedir? 33 askerin şehitiliği ve son Habur rezaleti unutulmadı. Ayrıca İmralı adasındaki şahıs , 2024 itibarıyla 75 yaşında ve bu ömrünün üçte birini hapiste geçirdi ve geçiriyor. Bütün bu süreçte örgüt onu dinleyecek mi yada ne kadar dinleyecek?

Sonra bu açılımın mesajı ertesi gün geliyor, başkentin ortasında, önemli bir savunma sanayi tesisine silahlı saldırıyla. Bu saldırıdan sonra, böyle çağru yapan milliyetçi bir lider, istifa bir yana, inme inmeli zannedersiniz, değil mi? Kendisi gayet sakindi. Ben 2015 yazını hatırladım.6 Haziran seçimleri sonrası HDP (şimdiki DEM)'i bahane edip, her türlü koalisyon teklifini red ederken de bu kadar soğukkkanlıydı.  Sonra birileri, bombalar patladıkça, oylarımız artıyor, dedi. Tekrar seçim, aynı iktidar ve ardından darbe teşebbüsü falan. Sizi bilmem ama saldırından sonra benim aklıma bu geldi.

Aklıma gelmeyen ne oyunlar çıkar, onu da bilmiyor. Öyle strateji uzmanı falan değilim. Tek bildiğim çeyrek yüz yıldır hapiste olan şahsın, bir konuşması ile tüm terörü gerçekten bitireceği ihtimali gelmiyor. Üç-beş sene ara verdirebilir yada şiddetini azaltabilirdi ki bence son saldırıdan sonra o ihtimal de kalmadı bence. Tarihte böyle bir şey, 1990'da, Peru'da görüldü.  Peru, Aydınlık Yol örgütü (Marksist-Leninist-Maoist bir örgüttü) lideri Abimael  Guzman, 1990'da yakalanıp, 1991'de silahlı mücadelenin bırakılması duyurusunu yapmıştı. Örgütün bir kısmı Başkan Gonzalo dedikleri lideri dinlerken, bir kısmı dinlemedi ama  dinlemeyenler de zamanla azalıp, gündemden düştü. Guzman bu çağrıyı peru meclisinde yapmamıştı ve Guzman halen hapiste. Öte yandan iktidar, en azından kendi kemik kitlesinin dağılmaması için böyle güç gösterilerini arada bir yapmak zorunda. Yoksa kemik erimesini  durrudamıyor.

Buna bir de şapkadan çıkan anayasa tavşanlarını ekleyelim. Belli aralıklarla iktidar blogunda birileri, özellikle reisleri, yeni anayasa diye haykırıyor. Bu da iktidarın güç gösterisinin bir parçası. Ankara'nın eski valisi Nevzat Tandoğan'ın Behice Boran'a söylediği meşhur ülkeye Komünizm lazım olursa, biz getiririz sözlerinin değişik bir versiyonu bütün bu olanlar.

24 Ekim 2024 Perşembe

YASER ARAFAT'IN SAHTE FİLİSTİN DEVLETİ



 Bir yıldır süren İsrail-Filistin savaşında konuşulan konulardan biri de Filistin devletine yapılan ihracattaki abartılı artış. Filistin'de, Türkiye'de Batı Şeria, İngilizcede West Bank denen bölgede bazı kasabalarda bir Filistin devleti var. Pek kimsenin bilmediği bu devbletin kuruluşu  Yaser Arafat ve Şimon Peres'e 1994'de Nobel Barış ödülünü kazandırmıştı. Bu sözüm ona devlet, Batı Şeria dediğimiz, aralarında bir kaç kilometre olan kasabalardan oluşuyor. Bu kasabalardan birinde yedi gün, yirmi dört saat açık bir kumarhane de var. Genel anlamda Yahudiler, Çinliler ve Türkler ile birlikte dünyanın en kumarbaz milleti. Dünyanın hemen her yerinde kumarhaneler, bu üç ülkenin kumarbazlarını dört gözle bekliyor. Türkiye, İsrail ve Çin'de kumarhaneler yasak. Bu kumarhane de İsraillilere pek yetmiyor, bu da ayrı konu. Batı Şeria'daki bu sözde Filistin yönetimi,Güney Afrika Cumhuriyetinin ırkçı (apartheid) yönetiminin yıkılmadan önce, kendi topraklarında kurduğu sözde siyahi devletlerine benziyor. Irkçı beyazlar, ülkenin çok az bir kısmında on küsur siyahi devletçiği kurdu. Ülkedeki siyahilerin tamamına yakınını da bu devletçiklere vatandaş yaptı ve böylece onların vatandaşlık haklarını ellerinden aldı. Batı Şeria'da bu sözde devlet, Yaser Arafat'la anlaşılarak kuruldu.

Yaser Arafat, bu devletin böyle olacağının ne kadar bilincindeydi yada ihanet mi ettiğini bilmek, benim gücümü aşar.  Ben gafleti, ihanetle eş tutma taraftarıyım, sonucu aynıdır çünkü. Hamas, bu durumu kabullenmedi ve Hamas, İsraillilerin Hamasland dediği Gazze'de kendi devletini kurdu.Arafat'ta bu gafletinin bedelini, İsrail tarafından kendi  karargahında esir alınıp, aç bırakılıp, hastalanıp, ölerek ödedi. Efsanevi hayatı, böyle rezalet bir şekilde sonlandı. İsrail, Arafat'ı defalarca öldürmeye, Arafat'a suikast düzenlemeye kalktı. Hatta birinde Arafat'ın aşçısını hipnotize edip, öldürmeye çalıştı. Serbest bırakılan aşçı, Mosad ajanlarını ihbar etti.

Arafat'ın bu gaflet ve belki de ihanetine bir sebebi, internet ve sosyal medyadan araştırdığımızda kendisinden yirmi sekiz yaş küçük karısı Süha Arafat'ı ve kızı Zehwa Arafat karşımıza çıkıyor. Süha hanım, İsrail ve Siyonizmi destekler açıklamalar yapıyor, kızı da Paris'te yaşıyor ve Arapça bilmiyormuş. Bu servetinde tek kaynağı, yıllarca Filistin Kurtuluş örgütünü yöneten, babasıymış. Filistin Kurtuluş Örgütü, bu kukla Filistin devleti kurulmadan önce de Filistin Kurtuluş Örgütü sermayesi vardı. Daha çok Filistinli göçmenler ve F.K.Ö'yü destekleyen ülkelerdeki yatırımlar sayesinde oluşmuştu.

Sonuçta Batı Şeria'da bu ucube yönetim kuruldu, üstelik bölge halkını sindirerek. Bölge halkı küçük kasabalarda, İsrail için çalışıp, para kazanmayı kabullenmiş. İşte sürekli ihracat yapılan Filistin, bu Filistin. Burası da İsrail'den daha İsrail.



23 Ekim 2024 Çarşamba

KÖY ENSTİTÜLERİNE HALEN İHTİYACIMIZ VAR


Atatürkçü, sosyal demokrat, hatta solcu sohbetlerde, konu illa köy enstitülerine gelir. O zaman ortama bir hüzün çöker. Kapatılması bu günün pek çok sağcısını bile üzer. Fakat en ateşli savunucuları için bile köy ensittüleri bir nostaljidir, geri dönüşü imkansızdır. Burada tek haklı oldukları nokta,  köy enstitüleri kapatılmasa bile, o zamanki hailyle kalmayacaktı. Onlar da zamanla değişecekti. Köy enstitüleri, adları ile köy için kurulmuş da olsa, ülkemizin kasaba, şehir, hatta ilçelerinin de ihtiyacı olan bir şeydir halen. Olay sadece öğretmen okulu, köy öğretmeni yetiştirme meselesi değildir. Olay pratiğe yönelik, yaparak ve yaşayarak öğrenmedir. Bunun yolu da staj denen sömürü düzen değil, okuldaki atelyelerdir. Köy enstitüleri hep tarım ve hayvancılıkla hatırlanır. Oysa Kastamonu,  Gölköy köy enstitüsü, Türkiye'nin ilk modern tuğla fabrikasını kurmuştu. Daha evvel güneşte kurutulan biriket denen daha ilke tuğlalar üretiliyordu Türkiye'de. Yani köy enstitüleri, sanayileşmeye de destek olmuştu. Bu okullar sadeceöğretmen yetiştirmemiştir. Bu okularda demircilik, marangozluk be duvarcılık ustalıklarından biri de mutlaka öğretiliyordu. Bu okullar sağlık memurları da yetiştiriyodu.

Köy enstitülerinin kapatılmasının yegane bahanesi solculuktur. Ben 1998 yılında öğretmenliğe atandığımda, Gönen Köy Enstitüsü mezunu emekli bir öğretmenşe tanışmıştım. Kendisi benim doğumumdan bir sene sonra emeki omuştu, yaklaşık yirmi beş yıllık emekliydi. Kendisi gayet sağcı ve dindar  birisydi. Onun aracılığıyla halen sağ kalmış bazı köy enstitülü ve köy enstitüsü sonrası öğretmen okul mezunu emeklilerle tanıştım. Pek çoğuda sağcı ve muhafazakardı. Köy enstitülerine bu imajı, köy enstitülü yazarlar ( Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Mahmut Makal, Ümit Kaftancıoğlu, Pakize Türkoğlu,  Hatun Birsen Başaran vesaire) kazandırmıştı. Okuların sağcı mezunları genelde okularını sahiplenmemişti. Köy enstitülülere atılan diğer bir iftira da, kız-erkek ilişkileri üzerineydi ki ben bunun da yalan olduğunu gördüm. Benim tanıdıklarım erkekti ve hepsi de mezun olduktan sonra atandıkları köylerde evlenmiş, okuldayken sevgilileri olmamıştı. Bu süreçte köy enstitülerinin gerçek kapatılma nedenini öğrendim. Bu okulların mezunlarının hemen hepsi tayin oldukları köylerde toprak sahibi olmuşlardır. Pek çok toprak sahibi, o yıllarda vergiden kaçırmak için tarlalarını tapuya kaydetmemiştir. Çok iyi hukuk bilgisi sahibi olan enstitü mezunları, pek çok tarlayı üzerlerine yapmıştı. Sadece tapu konusunda değil, her konuda göz açık kimselerdi. Osmanlı'dan kalma, kolay ezilebilir memur isteyen zihniyet, halkın eğitim almasını da istemeyen tarikatlarla birleşince, köy enstitülerinin ömrü kısa olmuştu.

Köy enstitülerinin kapatılma sebebi, solculuk ve komünizm olsaydı, stadına eşek kadar harflerle DEVRİM yazısı  halen yerinde duran ODTÜ ya da tüm illegal sol örgütlerin kuruluşların doğum yeri olan Mülkiye Mektebi (Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilimler Fakültesi) falan kapatılırdı. Konu cinsel suçlar olsa, Ensar vakfı falan kapatılırdı. Bu okulların önce ktüphanelerinin kapatıldığını da herkes yazmaz. Bu okullardan örnek çiftçi ve zanaatkar yetiştirilme işine de parça parça son verildi. Bu okullar en son Anadolu Öğretmen Lisesi yapıldı, ardından da kapatıldı.

Bu okullardan almamız gereken ilk ilke, okulların meslek ve akademik eğitimin bir arada olması gerekliliği, yani politeknik okulların kurulması gerekliliğidir. Politeknik okullar akla hep Sovyetler Birliği gelirken, aslında bu okulları ilk kuranlar Almanlardır ve Köy Enstitülerinin rol modeli de daha çok Finlilerdir. Atatürk'ün meşhur Beyaz Zambaklar Ülkesinde kitapçığını önermesi boşuna değildir. Bu çağda politeknik eğitim daha da gereklidir. Mina Urgan, Bir Dinazorun Anıları adlı kitabında,  üniversiteden uzaklaştırıldığı ve işsiz kaldığı yıllarda, çevirmenlik yaparak geçindiğini, bebek bakıcısı olmayı yeğleyeceğini yazmış  ve her eğitimli insanın bir el beceresi olması gerektiğini de eklemiştir. Bu  durum günümüz için daha bir gerçekliktir. Her meslek liseliye, bir şekilde üniversite yolu açmamız gerektiği gibi, en akademik liseye (bu isterse en ala fen lisesi olsun) bir el becerisi yada kendi işini kuracak bir  ustalık (yazılım, spor  yada sanat alanı olabilir) becerisi verilmelidir. Bu da devletin öğretmenleri gözetiminde olmalıdır, ticaret ve sanayi odalarının değil. Ticaret ve sanayi odaları, stajyer adı altında bedava işçi aramaktadır. Çok kere meslek lisesileri yarı kalifiye eleman yetiştiriyor. Yarı kalifiye eleman, işverenlere işçi yetiştirir. Kalifiye eleman derken, az bir sermaye ile kendi işini kurmaya da yetkili bireydir. Ülkemizde mesleki eğitim, son yılarda ticaret ve sanayi odalarının da iyice devreye girmesiyle yarı kalifiye eleman yetiştirmeye yoğunlaştı. Staj programları da iş öğretmek yerine, iş yerinde kimsenin yapmak istemediğ getir-götür yada sabun işleri yapmaya yöneldi. Sigortayı zaten okul yapıyorken, pek çoğu öğrenci fazlası var diye, öğrencilere maaş da vermez oldu. Hatta sırf öğrencilere öğle yemeği vermemek için stajı öğleden sonra başlatan işletmeler var.  Öğrenciyi avukatın yerine staja gönderiyoruz. Avukat bey en pahalı lokantadan her öğün kendisine ziyafet çekiyor, masayı da stajyerlere hazırlatıyor,  stajyerleri de aç bırakıyor. Ertesi yıl o avukata stajyer göndermeyince de, neden göndermediğimizi soruyor. (Sonra bu avukatlar hakim ve savcı oldukarında, onlardan adalet arıyoruz.) Okullar, öğrencilerin haklarını korumalı, stajda eğitimin yanı sıra sosyal faaliyetler de olmaı, şirket içi sosyal faaliyetlere öğrenciler de katılmalıdır. Akademik liselerde de öğrenciler kendi başına ürünler vermeyi öğrenmelidir.

Bunlardan daha önemlisi, daha doğrusu en önemlisi, öğretmenliğe itibar verilmelidir. Bu sadece maaş ve özlük hakları değildir (onlar da var).  Eğitim fakültesi mezunlarının  yıllarca işsiz bırakılması, ücretli öğretmenlik adı altında süründürülmesi yada özel sektörde çok düşük maaşlarla çalıştırılmasının önüne geçilmeli, asgari öğretmen maaşı uygulamasına geçilmelidir. Bunun için de eğitim fakültelerini kapatmak yada azaltmak yerine, eğitim fakültesi mezunlarına farklı kariyer alanlarını da açmak gereklidir. Örneğin fizik öğretmenliği mezunu, eksik derslerini tamamlayıp, fizik mühendisi yada malzeme mühendisi olabilmelidir.

Öğretmenlerin diğer idareciler tarafından itilip, kakılmasına engel olunmalı, CİMER 'e yapılan asılsız ihbar ve şikayetler cezalandırılmaıdır. Öğretmenler, özellikle performans notu vermede özgür bırakılmalı, veli yada amirlerin baskılarından uzak tutulmalıdır.

Öğretmenliğini itibar ve cazibesi, en önemli olanıdır. İstediğiniz kadar teknooji kullanın, sonuçta iş öğrenci-öğretmen ilişkisindedir. Öğretmenin itibarı olmazsa, öğrenciye rol model olamaz. Rol model olamazsa çğretemenz, sadece bakılıcılık yapar.