17 Ekim 2022 Pazartesi

12 EYLÜL ŞERİATÇILIĞI



 12 Eylül rejimine, Cumhuriyet gazetesi yazarları, (İlk hangisi demişti, bilmiyorum ya da öğrendiysem de hatırlamıyorum) Gardrop Atatürkçülüğü demişti. Görünüşte o kadar Atatürkçü bir iklim vardı ki, sanki aşırı Atatürkçülükten zehirleniyorduk. Gardrop kelimesinin hakkını verircesine, Atatürk'ün giydiği, bedene tam oturan, koyu renk takım elbiseler çok modaydı. Her bahçeye Atatürk büstü, her meydana Atatürk heykeli (Pek çoğu Atatürk'e pek benzemeyen), her odaya Atatürk resmi (Genelde paltolu resmi), her konuşmaya Atatürk'ten bir kaç söz eklemek, zorunluluk değil, modaydı. Tek televizyon kanalında,  gün boyu sık sık Atatürk'ün bir resmi, bir özdeyişi ile görünür, bu özdeyiz, TRT spikeri taradından diyor ki ya da Atatürk diyorki diye söze başlanarak seslendirilirdi. Şimdilerde yok edilen Yeşilköy havaalanı dahil, pek çok yerin adı, Atatürk, Yüzüncü Yıl (1981 Atatürk'ün doğumunun yüzüncü yılıydı), Gazi, Mustafa Kemal gibi isimler verildi. (12 Eylül generalleri, bu günlerin Atatürk resimli ya da imzalı tişört-gömlek ya da kravat giyetn, Atatürk'ün imzasını dövme yapan, Atatürk resimli-imzalı kalemlik, anahtarlık falan kullanan gençliğini görse ne derdi acaba? O generaller öldü ama alt rütbeli subayları yaşıyor.)

Görünüşte fazla Atatürkçülükten zehirleniyorduk. Gece-gündüz Atatürk'ü anıp, Atatürk'ü düşünüyor ve Atatürk'ün görüyorduk. O kadar ki meşhur yetmez ama referandumu, özellikle 12 Eylülde yapıldı ve 12 Eylülün tüm zorbalıkları, Atatürkçülüğe bağlandı.Oysa 12 Eylül, pek çok alanda Atatürkçülüğü açıkça saldırıyordu.

Zorunlu din dersleri,  Alevi köylerine cami yapmak ve imam atamak, Öz Türkçeciliğe karşı çıkmak,  Öz Türkçe kelimeleri yasaklayıp, bazıları çoktan unutulmuş Osmanlıca kelimelerin kullanımını zorunlu tutmak (Bu çaba hiç tutmadı, o kelimeler daha doksanlar gelmeden unutuldu. Darbenin önderi Kenan Evren'le, Kenan Kainat diye dalga geçildi), bolca imam hatip lisesi açmak ve sözde faizsiz finans şirketlerini serbes bırakmak gibi Atatütkçülükle uymayan bir sürü iş yaptı darbe rejimi. Biz heykellerle, resimlerle oyalanırken, Güzel Sanatlar Müzesindeki resimler yağmalandı. Resimler önce  generalle ve albayların, sonra daha alt rütbeli subayların odalarına gitti ve ardından pek çoğu da, ardından bir fotoğraf bile bırakmadan kayboldu. Sonra tütün ve alkol içeceklerinin tek dağıtıcısı Tekel idaresi ( Alkol satan yerlere halen Tekel Bayisi denmesinin sebebidir. Tekel idaresi de, özelleştirmeler kervanına katıldı), önce generallere, sonra neredeyse binbaşı ve daha üzeri tüm subaylara, neredeyse tüm üst düzey bürokratlara, kendi ürünlerinden oluşan yılbaşı paketleri göndermeyi gelenek haline getirdi. Bunu özelleştirildiği yıla kadar yaptı. Darbenin ilk günlerindeki sokağa çıkma yasainkları ile beraber, fırın sahiplerin krallığı başladı. Ekmek, önce pahallandı, sonra küçüldü. Televizyonda, perşembe akşamları yayımlanan huzura doğru başta olmak üzere, televizyonlar dini programlarla doldu.

Seksenlerin başlarında zorunlu din dersleri , bu günkü anlamda altıncı ve on birinci sınıflara kadardı. İlkokullarda, doksanlara kadar din derslerine genelde sınıf öğretmenleri girdi. O yılların din kültürü öğretmenleri ve din adamları, Alevilere karşı çok saldırgandı. Alevilerin, Müslüman olması için önce Hristiyan olması sözü çok yaygındı. Böylesi saldırgan sözleri yüzünden, o yıllarda dayak yiyen din kültürü öğretmeni çoktu. Din derslerinin asıl amacının Alevileri asimile etmek  ve solu ezmek için için olduğu, o yıllarda çok belliydi. O yıllarda din dersi programı, sadece Sünniliği, hatta sadece Hanefiliği övme üzerineydi. O yıllarda din kültürü öğretmenleri,  sık sık müfredatyın dışına çıkar, sözüm ona secde halinde donakalıp, Kızıldeniz'den çıkarılan firavun (oysa firavunluk kurulmadan evvel ölmüş bir Mısırlının, özenle yapılmış bir mumyasıydı bulunan), kurana bastığı için fareye dönüşen kız (bir heykel çalışması), ayda duyulan ezan sesi (uydurma), ünlü deniz araştırmacıJacques-Yves Cousteau'nun  Müslüman (adamın cenazesi meşhur Notre Dame'dan kakldırıldı) olması gibi yalan bilgileri aktarıp, dururlardı.
12 Eylül rejimini 1983, Turgut Özal ve partisi ANAP'ın iktidara gelmesi ile sınırlamak, fazla saflık olur. 
1983'de seçimlerden sonra Kenan Evren, Turgut Özal'a bir ay kadar görev vermedi. Öte yandan bu seçim 
süreci adil bir seçim süreci değildi. Hangi partinin ya da aday adayının aday olacağı Kenan Evren ve 
arkadaşlarının kararına bağlıydı. Atatürk'ün yüz iki (102) yaşındaki yaveri bile veto yemişti. (Emin Çölaşan
'ın Turgut Nereden Koşuyor kitabından)Özal ise, 1977'de, MSB (Necmettin Erbakan'ın partilerinden
Milli Selamet Partisi)'den, İzmir birinci sıra adayı iken seçimi kaybetmeseydi, zaten halk oylaması ile
kabul edilmiş 1981 anayasasının geçici maddesi ile otomatik vetolu olurken, kendisi ve partisi (en azından
a takımı ya da çelik çekirdek diyebileceğimiz ana kısmı) veto yememişti. Bu veto yemeyenler arasında, 
12 Eylülün sebeplerinden sayılan,  6 Eylül 1980'de, yani darbeye bir haftadan az kala yapılan, İstiklal 
Marşının oturarak okunması ile hatırlanan Konya mitinginin (ya da Kudüs'ü kurtarma mitingi)
 organizasyonunu yapan Mehmet Keçeciler'de vardı.
Turgut Özal'dan sonra rejim yavaş yavaş, heykeller, özlü sözler, şiirler, resimler ve çeşitli yerlere
verilen adlarla saklanan dincliği ve liberal ekonomiciliği ortaya çıktı. 


8 Ekim 2022 Cumartesi

SON YILLARDA BİTEN ÜLKÜCÜ ŞEYLER 3



 9)ALPARSLAN TÜRKEŞ'İN ADI:  Alparslan Türkeş yaşarken ülkücülerin temel sloganı, Başbuğ Türkeş'ti.  Hatta bir keresinde trafik kazalarını protesto ederken, trafikten hiç bahsetmeyip, sadece Başbuğ Türkeş diye bağırmaları olay olmuştu. 1997'de Türkeş ölür ölmez, Ülkücülük devletten tasfiye edilmeye ve azaltılmaya başlandı.  Polis, içişleri ve sağlık bakanlığı gibi kamu kuruluşlarında kemikleşmiş kadroların sökülmesi 2010 yetmez ama referandumundan sonra sökülmeye başlandı ve yerini tarikatlar aldı. Devlet Bahçeli'de parti başına geçer geçmez Ülkü ocaklarını sokaklardan çekti. 

Şimdilerde Türkeş'in adının giderek daha az azaldığını fark ettim. Bazı yaşlı ülkücülerin sosyal medya hesaplarında resmi var. Yeni nesil Ozan Arif'in adını bile unuttu. Türkeş'in adı ise bence unutulma aşamasına girdi. Öldükten sonra da bir süre başbuğ sloganları azalar  devam etti. Devlet Bahçeli, yıllar yılı Türkeş ile kıyaslandı.

Türkeş'in adının silinmesinde çocuklarının, ölümünden hemen sonra patlak veren ve akıllarda sandalyelerin havada uçuşması ve halkımızın ilk defa duyacağı kayyum kelimesi ile akıllarda kalan kurultay, son olarak da kayyumlu kurultayı kazanıp, partisini yöneten Devlet Bahçeli!nin hatalarınun değil, yaşarken kendisinin yaptığı hataların katkısı vardır. En basitinden, öldüğünde milletvekili bile değildi. Sağı, sokakta temsil etmesi için kendisine verilen Başbuğ ünvanına güvenip, dünürünü, dişçisini ve teşkilatların sevmediği bir sürü kişiyi aday gösterip, baraj altında kalmıştı. Bu tavrı, ölümünden sonra, daha kurultaya girmeden baştuğ ünvanı alan oğlu Tuğrul'un seçilememesine sebep oldu. Sola karşı sokaklarda mutlak bir zafer elde edemedi. Mussolini ve Hitler'i iktidara getiren sebeplerden biri de, komünistleri sokaklardan silmesiydi. Oysa Ülkü ocanları; Sivas, Maraş, Çorum, Kütahya, Konya ve benzeri yerlerde solu güçsüz düşürdüyse de, solu ne sildi, ne ezdi. Bu yüzden de 12 Eylül rejimi, solu ezmek adına darbe yapmak zorunda kaldı. Aslında gerçekte sorun sadece sol değil, Alevi ve Kürt azınlıktı. Konuyu bu açıdan bakarsak Türkeş ve MHP'yi daha iyi anlarız. Devlet, 12 Eylül olmadan, belki (bu belki önemli) ezebilrdi ama Alevileri ve Kürtleri asla ezemezdi. Alevi ve Kürtleri ezse de, Yunanistan'ın Nato'ya üyeliğini onaylamak, ülkeyi böylesi sendikasız işçiler cenneti yapmak da 12 Eylül olmadan olmazdı. Aslında sağcılık için 12 Eylül gerekliydi.

Bu açıdan bakarsanız, Devlet Bahçeli'de, Türkeş'in izinden gitti ve gidiyor. 1999 seçimlerinde, DSP ile koalisyon yaparak, sağı kurtardı, 2002'de AKP kurulunca aniden bitirerek, tekrar kurtardı. 2002'de, baraj altına kalma pahasına, Genç Psrti ve Cem Uzan'ı desteklemesini de bu bağlamda değerlendirmeli. Sonrasında, 7 Haziran 2015 seçimlerine kadar AKP'ye muhalif oldu, sonrasında AKP'ye destek verdi. 7 Haziran 2015'den sonra Türkiye'de düzene çekidüzen vermenin tek yolu, meclisi pasifize etmekten geçtiği anlaşıldı. Çünkü 12 Eylül ile gelen yüzde on barajı, Kürtlerin partisi HDP'yi durduramamıştı. Alevi genel başkanlı CHP ise büyüyerek geliyordu. MHP'nin kuruluş amacı, düzenin koruması için destek olmaktı. Sonrasında sendikal hareketler büyüyebilir, Türkiyeartık  ucuz işçilik cenneti olmayabilirdi. 

Türkeş her zaman bir NATO subayı olarak kaldı ve partisini de bir NATO partisi olarak kurdu. Daha sonra, daha sol hareketler ortaya çıkmadan, daha da CKMP'ye üye bile değilken, hatta Hindistan  büyükelçisi olarak 27 Mayıs'ı yapan  Milli Birlik Komitesinden atılmış bir sürgünken, CKMP, Alevilere saldırmaya başladı. (Türkeş, sonradan CKMP'nin genel başkanı oldu. Partinin adını da 1968'de Adana kongresinde Milliyetçi Hareket Partisi yaptı. Sol daha ciddi bir sokak hareketi değilken, MHP'nin ondan fazla komando kampı vardı. Ülkücülerin katliam yaptığı Mataş-Çorum-Sivas-Malatya gibi şehirlerde sandıktan genelde Demirel ve Özal'ın partileri çıktı.

Ancak son yıllarında merkez sağ partilerdeki çöküşü gördü ve yaşlandıkça da iktidara gelme hevesine kapıldı. 1995 seçimlerinde görüldü ki o kadar da başbuğ değilmiş. Teşkilatların sevmediği ahbaplarını aday gösteremiyorsun.

10)ATSIZ'IN OĞLU YAĞMUR'A MEKTUBU: Önce şu söz konusu mektubu-vasiyeti bir hatırlayalım: 

Nihal Atsız'ın Oğluna vasiyeti
"Yağmur, oğlum;
Bugün tam birbuçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim, kapatıyorum. Sana bir de resmimi yadigar olarak bırakıyorum. Ögütlerimi tut, iyi bir Türk ol! Komünizm bana düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlar tarihi düşmanlarımızdır. Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar , Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler yeni düşmanlarımızdır. Japonlar, Afganlar, Amerikalılar dış düşmanlarımızdır. Ermeniler, Kürtler, Zazalar, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlur, Lazlar, Gürcüler, Çeçenler, Çingeneler iç düşmanlarımızdır. Bu kadar çok düşmanla carpışmak için iyi hazırlanmalı.
Tanrı yardımcı olsun."
Bu garip vasyetname, zannedildiği gibi 1944'de tutuklandığında değil, 1941'de yazmıştır. Bu mektup, doksanlarda Atsızla ilgili her mevzuda anlatışır, kitaplarında yer alırdı. Şimdilerde Atsız'ın Türkiye'deki oğlu Yağmur Atsız, böyle bir mektup var da diyemem, yok da diyemem diyor.
Bunu anlayabilmek için, Türk faşizminin karmaşık yapısını anlamak gerekir. Türkler, Sibirya steplerinden Ön Asya ve Doğu Avrupa'ya geldiklerinde, şehirli ve kendilerinden daha gelişmiş toplumları yönetmek durumunda kaldılar. Üstelik bu toplumlar, birlik ve beraberlik bilinci içindeydiler. Aralarında fark olsa da Arap, Ermeni ya da Rum-Yunan olma bilnçleri vardı. Kürtler ve bazı küçük topluluklar, belki bunun istisnasıydı. Bunun üzerine Aleviler ve isyan eden bazı Oğuz boylarını da eklersek, bu azınlık topluluklarını yönetmekte zor oldu. Böl yönet sistemi de öyle Hindistan ya da Avrupalıların gittiği yerlerde işlemiyordu. Bunun için de azınlıklar içinden devşirmeler edindi. Devşirmeliği, Osmanlı, hatta Doğu Roma (Bizans)'ın icat ettiği söylenirse de, gerçekte Selçuklular zamanında da vardı. Devşirmelik, sadece Türkleşmek ya da Sünnileşmek değildir. Türk değilken ya da halen Alevi iken, Sünnilerin ya da Türklerin adamı olmaktır.
Bu yüzden Türklerde faşizm daima karışık ve karmaşıktır. Türkler ile azınlıklar arasında, Türkçe'de ne olduğunu ne öldüğünü istemek deyimine benzer bir ilişki vardır. Türkler, her Türk olmayan ya da Sünni olmayan toplulukları, azınlık gibi saymadıkları gibi, azınlıklara da düşman olmazlar. En büyük korkuları da azınlık saydıkları toplulukların devleti ele geçirmesidir.
Halen kendi aralarında Rumca konuşan Girit göçmenleri, Ermenice'nin bir lehçesini konuşan Hemşinliler, Kurtuluş savaşında bir kaç kere isyan etmiş Marmara bölgesi Çerkezleri, mısırdan alınan vergi yüzünden isyan eden Rizeli Lazlar, azınlık sayılmaz.
Bugün Türk faşizmi için nefret piramidinin tepesinde Ermeniler, altında Yahudiler, Rumlar, Tunceliler (Dersimliler), diğer Alevi Kürtler, Aleviler ya da Kürtler ve en altında da Romanlar bulunur. Diğer topluluklar geçmişte ne yaparsa yapsın, piramidin dışındadır.
Kaldı ki devletin ve faşizan odakların kendi sadık Ermenileri, Rumları, Yahudileri, Alevileri, Kürtleri falan vardır. Bu açıdan bir Ermeni'nin, Ege'nin küçük bir ilçesine kaymakam ya da Devlet Tiyartolarına genel müdür atanmasına da şaşırmamalı. Türkler için azınlıkların devlette çalışması değil, devlet aygıtında örgütlenmesi ve kalabalık olması sorundur.
Şimdi konuyu tekrar bu tuhaf mektuba getirelim. Bu mektup, eskiden beri Ülkücüler ve Atsızcılar için sorundu. Doksanlarla beraber Sosyalist rejimlerin yıkılması, demir duvarları da yıktı. Bu metupta (a da vasiyetnamede) adı geçen milletlerin, Türkiye'de yaşayan akrabaları, kimliklerini daha çok sevdi. Arnavut, Çeçen, Pomak ve benzeri milletler, köklerinin geldiği ülkeleri gördü, hatta akrabaları ile tanıştı. Dahası, Bosna, Çeçenistan, Kosova ve Abhazya'da savaştılar.
Şimdi de bu mektubu unutturmaya çalışıyorlar. Böyle saçma bir vasiyetname bile, kendisinin nasıl bir ruh hastası olduğunun ispatıdır.
Ne yazık ki ülkemizde Atsızcılık, iktidarın politikaları nedeniyle ülkemizde doluşan, sığınmacı mı, işgalci mi olduğu belli olmayan mülteciler yüzünden yükselişte. Kanada'daki oğlu Buğra Atsız'da, babasının yeni nesil olurlarının Ülkü ocaklarından yetişmediğini anlamış olmalı ki, Kanada'dan Ümit Özdağ'ı desteklemeye başlamış. Kızı Maya Atsız ise, internette dolaşan dedikodulara göre Türkçe bilmiyor, muhtemelen bilse de konuşmuyor. İnstagram sayfasında Şamanizm derslerine müşteri arıyor ( Dedesinin dininden gidiyor) ve Facebook profilindeki erkek arkadaşı veya sevgilisi olacak rakçı da saç-sakal sitili ile kurda benziyor.

27 Eylül 2022 Salı

Squid Game: BİR KAPİTALİZM ELEŞTİRİSİ OLARAK İNCELENMESİ



Nerflix'in Güney Kore yapımı dizisini geç izlediğim gibi, hakkında da geç yazı yazıyorum. Filmi, kapitalizm karşıtı açıdan yazıyorum.  Dizi, o kadar kapitalizm karşıtı ki, 1991, yani Sovyetler Birliğinin dağılmasından önce yapılmış olsaydı, sosyalizm-komünizm propagandası ile suçlanabilirdi. Aslına benzeri film yapıldı. Açlık oyunları ile başlayan disütopya filmleri zincirinin yeni halkalarından. Aslında Arnold Schwarzenegger'in 1987 de oynadığı Ölüme Koşan Adam diye Türkiye'de vizyona girmiş filmi, bu tür filmlerin başlangıcıdır. Açlık Oyunları romanlarının yazarının bir röportajda, Antik Girit'in Minos efsanesinden ilham aldığını zöylemişti.

Squid Game'in bu filmlerden farklı, bir disütopya'da değil, günümüzde geçiyor olması. Üstelik, İrlanda adası kadar yüzölçümü, elli milyon kadar nüfüsuyla, Rusya kadar büyük bir ekonomisi olan, günümüz Güney Kore'sinde geçiyor olaylar. Çocukluğumdan beri duyduyum Japonya örneğine bir de Kore örneği çıkmışken ne Squid Game'i. Koreliler para için Squid Game oynayacaksa, biz ne yapalım?

Bence dizinin en iyi bölümü. Diğer açlık oyunları ya da disütopik savaş oyunlarının aksine, oyuncular, oyundan vazgeçiyorlar ve gerçek hayata geri dönüyoruz. İşte orada dev ekonomisi ile sanayileşmesi Türkiye'nin hedefi olan Güney Kore kapitalizminin kabusunu görüyoruz. %51 ile oyunu bitirmişken, kısa süre sonra%91 ile oyunlara geri dönülüyor; üstelik ilk oyunun vahşiliğine ve neredeyse oyuncuların yarısının ölmesine rağmen.  Dışarısı, yani kapitalist dünya, bir kere düşmüşlere ikinci bir şansı çok nadiren veriyor.

Oyuncular arasında bu kapitalizmin alt sınıfından her türden insan var. Bir tane mafya elemanı, bir tane sonlara doğru (4, ya da 5. bölümde) Pakistanlı olduğunu öğrendiğimiz Ali (Ali, iş ve kariyer uğruna Kore'ye göç eden göçmenleri simgeliyor), iyi üniversitede okuyup, şirketini dolandıran beyaz yakalı  (seksenlerin deyimi ile Yupie) biri, Kuzey Kore'den kaçmış biri,  bir karı-koca, bir yankesici (başrolün parasını da çalıyor), bu yankesicinin, mafya'nın eski sevgilisi olduğunu öğreniyoruz ve başka bir sürü insan.

Bu tip disütopik filmlerin kaynağı, deneysel sosyal psikolojinin kurucusu Muzaffer Şerif Başoğlu'nun Hırsızlar Mağarası deneyidir. (Biri Bizi Gözetliyor, Sörvayvır gibi televizyon şovlarının kökeni de Başoğlu'nun sosyal-psikolojik deneyleri vardır.

Dizide 4. bölümden sonra oyun kuranların içine sızan polis sayesinde, gardiyanların halinin da mahkumkardan betermiş. Bu da güzel bir ayrıntı.

Dizide aslında pek iyi karakter yok. Baş karakter iyi ve merhametli bir olmakla beraber, anasından para tırtıklayan, at yarışları düşkünü, hiç bir işte tutunamamış, eğitimde başarılı olamamış, loser (luzir) denen silik biri. Kapitalistlere göre yoksullar, bunlardan oluşuyor. Öte yandan başarısız beyaz yakalı, dizinin gizli kötü jönü. Dizi de ana kuzusu olan ana karakter ile, beyaz yakalı gizli kötü karakter arasında geçiyor aslında. Finalde de ikisi kapışıyor. İlk bölümdeki kıyımdan çocukluk arkadaşını koruması, yupi'nin içindeki kötülüğü görmemize engel oluyor. Onun içindeki kötülükte, kapitalizmin kötülüğü gibi zamanla ortaya çıkıyor.

Finalde başkahraman, yaşadığı olayların etkisiyle deliriyor. Pek çok kişi son bölümü beğenmemiş ama son bölüm felsefesini, kapitalizmin vahşiliğini çok iyi anlatıyor.

Sonuda kahramanımız kendini kurtarmak yerine bu oyuna son vermeye karar veriyor. 

Bence dizi, bu açıdan izlenmeli.

23 Eylül 2022 Cuma

PEYGAMBERE ŞİRK KOŞMAK (DİNSİZLİK TÜRLERİ)

 


İslamiyette en çok tekrarlanan sözlerden biri de Muhammed'in son peygamber olduğudur. İslamda Allah'a denk varlıklar olduğunu söylemek (şirk koşmak, eş koşmak) büyük günahken, peygamberin pek çok dengi vardır. Pek çok kişiye Hüccet-ül İslam, Bedüüzaman, gavs gibi unvanlar verilmiş, bu unvanlara da pek itiraz eden olmamıştır.

Biz toplum olarak yıllarca, peygamberin doğumunu kutlama kisvesi altında, Fettullah Gülen'in doğum gününü kutladık. Hem de 23 Nisanın üstünü kapatacak bir şekilde, tüm haftaya yayarak. İmam Hatipler için yılın olayıydı, tüm sene buna hazırlanırdı. Bunun böyle olduğu, 15 Temmuza kadar ret edildi. 15 Temmuzdan sonraki yıl bir günlüğüne kutlandı, ertesi yıl, miraç kandili ile kutlandı.  Hatta 15 temmuzda, fizik kitaplarında F kuvvetlerinin G yüklerini çekmesi-kaldırması; matematikte F şehrinden G şehrine gitmeyi bile yasakladılar.

F.G, onlarca şeyhten en güçlüsüydü çünkü NATO onu seçmişti, onun önü açılmıştı. Öte yandan laik devlete karşı bayrağı da o açmıştı. Devlete sızmayı o başlatmıştı. Ateist, solcu hayranları vardı. 2013 aralığına kadar da diğer tüm tarikatları yöneten bir orkestra şefi gibiydi. Sonra iktidar kavgasında kaybedince kafir oldu.

Buna çok da şaşırmamak lazım. Humeyni'de, İran'da devrim yaptıktan sonra,  kendi politikalarını benimsemeyen mollaların cübbelerini almıştı. Siyaset, din adamlarına karşı da acımasızdır.

Şimdilerde Fettullah Gülen'i diğer tarikatlardan ve Nurculardan ayırma gayreti var. Tüm tarikatlar birbirinden siyasi olarak ayrılır. Siyasi olarak uzlaşıyorlarsa, başka mezhep ve dinlere karşı da birliktedirler.  Fettullah Gülen, Said-i Nursi'den farklı şeyler söylememiş, Nurcu öğrenci, evlerinde ve yurtlarında bolca risale (kitapçık demek, Nursi'nin yazdığı Risale-i Nur kitabının kısa adı)

Fettullah Gülen, Said-i Nursi ne derse onu yapmıştır. Bazı gizli güçlerin desteği ile, 1974 Kıbrıs'ın kurtarılmasından sonra emekli de olmuş, bir anda etrafında bir kalabalık birikmiştir. Bu gizemli yükselişi, 12 Eylül ile birden füze hızına ulaşmıştır. Sadece o değil,  bütün tarikatlar yükselişe geçti. Çünkü ne 12 Mart, ne 12 Eylül, tarikatlara hiç bir şey yapmadı ve tarikat şeyhlerinin çoğunun, hiç hapis anısı yoktur. 1970'den beri tarikat liderlerinin dokunulmazlığı var. O çok ağladıkları 28 Şubat sürecinde olan, türbanını çıkarmak istemeyen kadınlara, imam hatiplilere ve meslek liselilerine oldu. Şeyhler mürit ve para kazanmaya devam ettiler. Son kırk-elli yılın evliyalarında, çile konusu eksiktir.

Bu yazının asıl konusu şudur ki, bu din adamlarının makam olarak peygamberle yarışması, bunu bazen kendilerinin, bazen de onların sırtından isim kazananların yapması.

Mesela Mevlana, hiç bir eserinde evliyalığını ya da çilekeşliğini anlatmaz. Oysa Ahmet Eflaki, onun çocukken bile çok az yemek yediğini yazmış ve onun hakkında bir sürü şey uydurmuştur. Eflaki, Ariflerin Menkılbeleri adlı kitabında, Mesnevi, Kuran şerhidir diyen birini azarlar ve Mesnevi Kuran'ın kendisidir der. Ah Bunu Türk halkı, şeyh uçmaz, müritleri uçurur diye anlatmıştır. Bazı durumlarda da şeyh, kendi kendisini uçurmaya çalışmıştır.

Buna  bir kaç örnek vereyim.  Ünlü hadis derleyicisi Buhari, kendi kitabında yazdığına göre, esrarengiz bir yerde, günler süren, yeme-içme-namaz-uyku molası olmayan bir sınava tabi tutulmuştur. Ona hadisler, rahiv senetleri de karıştırılarak sorulmuş, o da doğru söylemiştir. Said-i Nursi  de, İstanbul'da esrarengiz bir medresede, kendisinden başka şahidi olmayan bir sınava tabi tutulmuştur. Olayın olduğu tarihte, tesadüfe bakın ki, İslamcıların çok sevdiği 2. Abdülhamit'in kendisini akıl hastanesine attığı zamana denk geliyor. Bu şahıs, kendi yazdığı kitap için, benim malım değil, Kuran'ın malıdır diyor. Yani yazdıklarını Kuran ile bir tutuyor. Yazdıklarının, tıpku Kuran gibi eleştirilmemesini istiyor. Mevlana'nın Eflaki araacılığı ile yaptığını, Nursi, kendisi yapıyor. 

Artık bunu pek çok din adamı yapıyor. Mesela bu yaz ölen bir tarikat şeyhi, kendisi on yıldan fazladır felçli ve bir yıla yakındır da felçli, kadınlar başını açtıkça hastalandığını söylemişti. Karaman'da kırk beş çocuğa tecavüz edilirken veya yolsuzluklar olurken kendisine bir şey olmuyor tabi. 

Bir de, bu yaz boyunca ne kadar çok din adamı ya da din ile ilgili açıklamaları yüzünden ünlü olmuş bazı yazar çizerler de öldü. Bu kimsenin de dikkatini çikmedi nedense.

Sevgili okurlarım, kendisini peygambere şirk koşanlara da yüz vermeyin.


14 Eylül 2022 Çarşamba

SON YILLARDA AZALARAK BİTEN ÜLKÜCÜ ŞEYLER-2

 


5-Ülkücü polisler ve Ülkücü bürokrasi: Seksenli ve doksanlı yıllarda, özellikle içişleri ve sağlık bakanlığında ülkücülerin bürokratik bir ağırlığı vardı. Özellikle polis teşkilatı düpedüz ülkücülerin elindeydi. O kadar ki ülkücü reisler, solcu militanların sorgularına girer, polis operasyonlarının olduğu yerlere dolmuşlarla gidip, operasyın sırasına polise destek gösterisi yapardı. (Operasyon gece üçte bile olsa) Özel harekat timlerine seçilecekleri adının önce Ülkü ocaklarına gittiği hep söyleniyordu. Hatta Alparsaln Türkeş bir keresinde, özel harekat ülkücüyse ülkücü, ne olmuş ulan demişti. Sağlık bakanlığı da düpedüz ülkücülerin elindeydi. Sadecd bu iki bakanlık değil, doksanlarda yeni açılan üniversitelerin, kredi ve yurtlar kurumunun yurt yöneticilerinin de çoğu ülkücülerin elindeydi. Genelde kamuda ciddi bir ülkücü ağırlığı vardı.

Akp iktidarda ülkücü kadrolarla önce yavaş yavaş, sonra hızla uğraşmaya ve onları tasfiye etmeye başladı. Solcu bürokrasi yok gibi bir şeydi, şimdi o gibi bir şey de bitirilmekte. 

6)Sağ cenahı sokaklarda-okullarda temsil etmek: Sağ adına solla çatışmak, ülkücülerin işiydi. Ancak bu yapılan, önce DYP ve ANAP'ın üniversite kurulan illerdeki oyların eritmesi, sonra da paralı gençleri bu taşra üniversitelerinden kaçırması sebebi ile ülkü ocakları yavaş yavaş tasfiye edildi. Doksanlarda adam bıçaklar, binanın üçüncü katından aşağıya adam atar, savcıya ifade bile vermezdi. O yıllarda Ülkü Ocaklarının kapısına dayanmaya hangi CHP ya da solcu parti-örgüt cesaret edebilirdi?

7)Tuğrul Türkeş ve Türkeş'in çocukları: Ülkemizde siyasette hanedan işi pek yürümüyor. Politikacıların çocukları, politikada başarılı olamıyor. En başarılı olanı, Erdal İnönü'ydü. 12 Eylül sonrasında, o baskı ortamında sosyal demokratları topralamayı becerdi. Onun dışında, Adnan Menderes'in oğulları, talihsizliklere uğradı (Hatta Amerika'da Kenedi, Türkiye'e Menderes ailesi lanetli dendi.)  Fatih Erbakan,  babasının kurduğu partilerdeki maceralarını anlatmayacağım. Şu anda da bir partinin başında olsa da, partisi çok parlak durumda değil. Turgut Özal'ın oğulları ise, sosyal medayada alay konusu.

Bunun sebebi, lider çocuklarının genelde parti bittikten sonra ya da darbeler sonrası kara günlerinde ve hemen hemen hiç bir siyasi deneyimleri yokken siyasete atılmaları ya da atılmak zorunda kalmalarıdır. Pek çoğu, dağılan partiyi toplaması için, parti tarafından zorla davet edilmişlerdir. Oysa Alparslan Türkeş öldüğünde, ülkücülük en parlak çağındaydi. İçişleri bakanlığı (özellikle polis teşkilatı), Sağlık bakanlığı başta olmak üzere pek çok kamu kuruluşunda işe girmenin ve yükselmenin yolu, ülkücü olmaktan geçiyordu. Doksanların yeni kurulan taşra üniversiteleri başta olmak züere üniversitelerin çoğu ve yatılı liselerin çoğunda ülkücü teşkilatlar egemendi. 

Sadece kamu kuruluşları değil, sivil toplum kuruluşlarında da ülkücülük egemendi. MHP, bugünkünden (ya da son seçimde aldığından diyeyim) çok daha az oy almıştı ama ülkücü olmak, bugünkünden çok daha havalı bir şeydi. Ankara'daki cenazeye sırf Süleyman Demirel Üniversitesinin öğrenci yurdundan yirmiden fazla otobüs gitti. Resmi açıklamalara göre iki buçuk milyondan fazla insan cenazeye katıldı. (Geçenlerde ölen bir şeyh için üç milyon dediler ama inanmayın. Türkeş'in cenazesindeki kalabalığın dörtte biri yoktu.

İşte bu konumdaki MHP'nin başına, Alparslan Türkeş'in oğlu, Tuğrul Türkeş geçmek istedi. Aslında ilk tur başarılı sayılırdı. Tuğrul bey en fazla oy alan adaydı. Olsaydı ile, bulsaydı ile tarih yazılmaz ama bana kalırsa, diğer adaylar, Devlet Bahçeli lehinde adaylıktan çekildikten sonra, dönemin ülkü ocakları genel başkanı Azmi Karamahmutoğulları, kongre kürsüsünü devirip, kongre salonunu savaş alanına çevirmeseydi, kongreyi kazanabilirdi. Kazanamasaydı bile, Deniz Baykal gibi inatla kongrelere gidip, en sonunda CHP genel başkanı olması gibi seçilebilirdi. Sonrasında Alparsaln Türkeş'in soyundan gelenlerin neler yaptığını ise yazmaya gerek yok.

(Yazı 3'e kadar uzadı)

12 Eylül 2022 Pazartesi

AĞIR KONUK, ÖRNEK ÜLKE; FİNLANDİYA



Rusya, Ukrayna'yı işgal etmeye karar verip, savaş çıkarınca, NATO denen askeri örgütü genişlemeye karar verdi. İki kuzeyli üye adayı var; İsveç ve Finlandiya. Herkesin dikkati silah ve çelik başta olmak üzere, Avrupa'nın mülteci konuk ülkesi İsveç'in üzerinde. Oysa bence asıl ağır konuk olan Finlandiya'yı gözden kaçırıyoruz.
Finlandiya, bir kuzey Avrupa ülkesi olarak, bir Slav, İskandinav ya da Germen ülkesi değil. Estonya ve Macaristan gibi Ural milleti ve Macarca ve Estonca ile beraber, Türkçe'nin uzaktan akrabası.  bu diller,Türkçülerin zannettiği kadar Türkçe'ye yakın diller değiller, özellikle de Fince ve Estonca.  Üsteilk Türkiye Türkçesinin yüz yıllarca Arapça, Farsça ve Yunanca olmak üzere, ön Asya dillerinin istilasına uğraması gibi, Ural dilleri de, Slav, İskandinav ve Alman dillerinin istilasına uğramış. Bir Türkün, Fince ya da Macarca öğrenmesi, Azerice ya da Özbekçe öğrenmesi kadar kolay değil anlayacağınız. Ülke, dünyanın en sarışın ülkesi. Fi tarihine halkın yüzde doksan altısı sarışın diye bir istatsilikokumuştum. ( Çok da doğru olmayabilir, ödevinize-tezinize kaynak göstermeyin.) Finliler, tarihin bir döneminde Ural dağlarının  bir yerlerinden gelmiş, bügün bizim seksenlerden kalma alışkanlıkla Lapon dediğimiz Samee ulusunu daha kuzeye kovup, bugünkü Fin ülkesine gelmişlerdir. Finlandiya 1155 yılında İsveç'e, 1809 yılında Rus çarlığına bağlanmış, ülkenin doğusu Rusların etkisi ile Ortodoks, batısı da Alman Töton şövalyelerinin etkisi ile Katolik olmuş; reformların etksi ile ülkedeki Samee azınlığı hariç tamamı Lutheryen Hristiyan olmuştur. Sameeler ise, halen pagan (putperest-Şaman) inancına sahiptir. Onlar da sarışın, mavi gözlü olup, boyları genelde 1.50'i geçmez.
Bu küçük ve az nüfuslu ülke,  dünya sahnesine 1917'de,  Bolşevik devrimini fırsat bilip, bağımsızlıklarını ilan edince çıktılar. Finlandiya efsanesi 30 kasım 1939'da, Sovyet birliklerinin saldırısı ile başladı. 13 mart 1940'da biten savaş, gerçek bir Sovyet yenilgisiydi. Yuvarlak hesap, 127 bin yaralı, altı bin esir,  190 bin yaralı,  3 bin beş yüz kusur tanş, beş yüz küsur uçak kaybetmişlerdi.  2022'nin Ağustos sonları itibarıyla Rusya-Ukrayna savaşı altıncı ayını geçti ve Ukrayna ordusu, Rus ordusuna bu kadar zarar veremedi. Sovyet ordusunun kaybı,  sekiz yıl süren Afgan savaşından daha büyüktü. Hatta Amerika'nın Vietnam savaşından bile daha büyüktü.
Bu savaştan geriye Fin ordusunun,  molotof kokteylini icadı, kayaklı komando birlikleri, beyaz kış kamufulajları ve Söjo Haya başta olmak üzere keskin nişancıları hatıra olarak kaldı. Söjo Haya, bu kısa süreli savaşta, resmi rakamlarla 550 (beş yüz elli)'den fazla Sovyet askeri öldürdü. Rusların meşhur keskin nişancısı (Kapımdaki Düşman filmine konu olanVasili Grigoryeviç Zaytsev 'in bilinen ölüsü 11'i Alman keskin nişancısı olmak üzere 225 kişiyi öldürmüştür.
Ne çare ki Finlandiya'ya beklenen destek gelmedi ve bu iki ülke anlaşmak zorunda kaldı. Finlandiya, Karelya denen, eski başkent Sen Petersburg (o zamanların Leningrad'ı)'a yakın topraklarını Sovyetler Birliğine vermek zorunda kaldı. Sovyetler Birliği de, Finlandiya'yı, Moldova, Estonya, Litvanya ve Letonya gibi bir Sovyet cumhuriyetine çevirme rüyalarından vazgeçti. Finliler ise, Karelya rüyalarından hemen vazgeçmedi. 1941'de Almanya, Sovyetler Birliğne savaş ilan edince, Almanlardan yana savaşa girdi. Ama savaş Sovyetlerin lehine dönünce, bu sefer de Ruslarla anlaşıp, Almanlara karşı savaştılar. Finliler ile savaşmayı göze alamayan Stalin, eski sınırların kabulünü şart koştu. Savaşın sonunda SOvyetler büyük bir tazminat istedi ve Finlandiya gene bir kısım toprağını Sovyetlere vermek, Laponya denen kuzey bölgesi başta olmak üzere, ülkeyi baştan bayındır etmek ve bütün bunları da Marşal yardımı ve benzeri yardımlar almadan yapmak zorundaydı. (Muhtemelen Sovyetler Birliği ile Amerika arasındaki anlaşma sebebi ile)  
Sonuçta bunu başardı, üstelik Sovyet tehlikesine sebebi ile, küçük nüfusuna göre büyük bir ordu beslemesi gerektiği halde.


Suriye'de yaklaşık on yıldır iç savaş var. Ülkede bolca Amerikan ve Rus askeri var. Birkere, kazarfa bile birbirlerine mermi sıkmadılar. Olası bir NATO-Rusya savaşında da benzeri olacak. Rusya'nın asıl göz diktiği ülke Finlandiya ve ilk göğüs göğüse savaşacak olanlar da Finlilerdir.
İsveç'i asla küçümsemiyorum ama NATO'nun bu gelişmesinde ağır konuk, Atatürk'ün de Beyaz Zambaklar Ülkesi kitabıyla örnek ülke gösterdiği Finlandiya'dır.


11 Eylül 2022 Pazar

FAŞİZM VE ÇOCUKLAR



 Son yıllarda Türkçülük ya da Ülkücülük denilince akla hep ergenler geldiğini fark ettiniz mi? Bu eskiden de büyük ölçüde böyleydi. Günümüzde ise üniversitelerde pek fazla, en azından doksanlardaki kadar ülkücü göremiyoruz. Ülkücülerin varlığı öğrencileri, özellikle de iyi kazanan öğrencileri kaçırdığı için, artık ülkücü gruplara eskisi kadar göz yummuyorlar. (Bunu azalıp-biten ülkücü şeyler 2'de yazacağım)  Diğer bir konu da, azınlıkların ya da azınlık üyelerinin artık güçlü ve örgütlü olması, faşizt olmanın eskisi gibi bedelinin düşük olmamasıdır. En fazla Kürt-Alevi çocuklardan, eğer dikkat etmezseniz dayak yersiniz ya da Alevi öğretmen ile uğraşırsınız. Şimdi yasalar öğrenciden yana ki, siz karlı çıkarsınız.

Oysa ileri yaşlarda faşistlik tehlikeli iştir ve ötekileştirdiğiniz kişiler, iş hayatında düşündüğünüzden daha aktif olabilirler. Yani hem canınız, hem de malınız açısından tehlikelidir. Bir de insan yaş ilerledikçe daha korkak olmakta.

Diğer yandan faşizmin çocukları kullanmasındaki asıl amaç, cinayetleri meşrulaştırmaktır. Bu erkeklik faşizmi için de böyledir. Yeşilçam dediğimiz eski Türk filmlerini hatırlayın. Aliye Rona,kocaman bir yastık ya da minder üzerinde, devasa bir mendile sarılmış, neredeyse kalaşnikof büyüklüğünde bir tabancayı, namusumuzu temizle diye, sakalları çıkmamış oğlan çocuğuna, namusumuzu temizle diye verir. Başka bir filme de Aliye Rona, bir gence silah verir. Silah verdiği gence, sen öldüreceksin, yanındaki daha küçük gence de, sen de suçu üstleneceksin, der. 

(Rahmetli büyük oyuncuydu. Hep geleneksel, erkek egemenlikten yana, törelerden yana, yüreği kinle dolu anayı oynardı. Oynadığı filmlerde dünya onun oğulları üzerinde dönerdi. Dünyadaki en değerli süt, onun sütüydü zira kolay kolay helal etmezdi. Onun sütünün helal olmasi için oğlunun kanlıları vurması, karısının üzerine kuma alması falan lazımdı.)

Saldırılarda çocukları öne sürmenin görünüşteki ilk sebebi, 18 yaş altı olduğundan daha az ceza alacak olması. Asıl sebep ise, çocukların eline silah vererek, savaşı masumlaştırmak. Faşist ve muhafazakar (neyi muhafaza ettikleri meçhul) anlamadıkları, cinayetin de, zina gibi, hatta zinadan ağır suç olmadı. Küçük yaşta çocuğu cinsel ilişkiye zorlama da, cinayete zorlamak gibi suçtur. 

Yıllar önce Isparta'da üniversite öğrencisiydim. Ispartspor'un otobüsüyle iki arkadaş Kütahya il merkezine gitmiştik. Biz iki uyanık arkadaş maça girmedik, şehri dolaştık. Sonra maç bitiminde, Isparta'ya dönmek için stadın önüne geldik. Yüzlerce, belki de binlerce çocuk, 8-15 yaş civarı çocuk, Ispartaspor ve taraftarlarını taşlıyordu. Biz, polislerin yanına sığındık, taş yağmurundan kurtulmak için. Orada yaşlı bir polis vardı. ona, bunlar hep çoluk-çocuk dedim.

-Adamın çirkefi, adamın üzerine karısıylan, çocuğunu salarmış dedi.

-Bunların yaptığı aptallık dedim. (Çok saçmaydi dediklerim, kabul) O da durur mu,cevabı yapıştırdı.

-Aptallar bok yemese, akıllıar nasıl bal yiyecek, dedi.

Sonraki yıllarda, Hrant Dink cinayeti başta olmak üzere, pek çok cinayet, çocuklara işletildi.  Ogün Samast, Hrant Dink'i öldürdüğünde 17 yaşındaydı. Sizce 17 yaşında Trabzon'da yaşayan biri, nasıl İstanbul'da yaşayan ve şahsen tanışmadığı birini öldürebilir? Ya da birileri neden birisini, Aliye Rona'nın canlandırdığı karakterler gibi 17 yaşındaki çocuklara öldürtür?

Faşizm ya da diğer tüm ideolojiler, işlediği cinayetlerde haklı olma peşindedir. Bu masumiyet, sadece cinayetin suçundan kurtulmayı değil, bir sonraki cinayeti haklı çıkarmaya da yarar.