24 Ekim 2024 Perşembe

YASER ARAFAT'IN SAHTE FİLİSTİN DEVLETİ



 Bir yıldır süren İsrail-Filistin savaşında konuşulan konulardan biri de Filistin devletine yapılan ihracattaki abartılı artış. Filistin'de, Türkiye'de Batı Şeria, İngilizcede West Bank denen bölgede bazı kasabalarda bir Filistin devleti var. Pek kimsenin bilmediği bu devbletin kuruluşu  Yaser Arafat ve Şimon Peres'e 1994'de Nobel Barış ödülünü kazandırmıştı. Bu sözüm ona devlet, Batı Şeria dediğimiz, aralarında bir kaç kilometre olan kasabalardan oluşuyor. Bu kasabalardan birinde yedi gün, yirmi dört saat açık bir kumarhane de var. Genel anlamda Yahudiler, Çinliler ve Türkler ile birlikte dünyanın en kumarbaz milleti. Dünyanın hemen her yerinde kumarhaneler, bu üç ülkenin kumarbazlarını dört gözle bekliyor. Türkiye, İsrail ve Çin'de kumarhaneler yasak. Bu kumarhane de İsraillilere pek yetmiyor, bu da ayrı konu. Batı Şeria'daki bu sözde Filistin yönetimi,Güney Afrika Cumhuriyetinin ırkçı (apartheid) yönetiminin yıkılmadan önce, kendi topraklarında kurduğu sözde siyahi devletlerine benziyor. Irkçı beyazlar, ülkenin çok az bir kısmında on küsur siyahi devletçiği kurdu. Ülkedeki siyahilerin tamamına yakınını da bu devletçiklere vatandaş yaptı ve böylece onların vatandaşlık haklarını ellerinden aldı. Batı Şeria'da bu sözde devlet, Yaser Arafat'la anlaşılarak kuruldu.

Yaser Arafat, bu devletin böyle olacağının ne kadar bilincindeydi yada ihanet mi ettiğini bilmek, benim gücümü aşar.  Ben gafleti, ihanetle eş tutma taraftarıyım, sonucu aynıdır çünkü. Hamas, bu durumu kabullenmedi ve Hamas, İsraillilerin Hamasland dediği Gazze'de kendi devletini kurdu.Arafat'ta bu gafletinin bedelini, İsrail tarafından kendi  karargahında esir alınıp, aç bırakılıp, hastalanıp, ölerek ödedi. Efsanevi hayatı, böyle rezalet bir şekilde sonlandı. İsrail, Arafat'ı defalarca öldürmeye, Arafat'a suikast düzenlemeye kalktı. Hatta birinde Arafat'ın aşçısını hipnotize edip, öldürmeye çalıştı. Serbest bırakılan aşçı, Mosad ajanlarını ihbar etti.

Arafat'ın bu gaflet ve belki de ihanetine bir sebebi, internet ve sosyal medyadan araştırdığımızda kendisinden yirmi sekiz yaş küçük karısı Süha Arafat'ı ve kızı Zehwa Arafat karşımıza çıkıyor. Süha hanım, İsrail ve Siyonizmi destekler açıklamalar yapıyor, kızı da Paris'te yaşıyor ve Arapça bilmiyormuş. Bu servetinde tek kaynağı, yıllarca Filistin Kurtuluş örgütünü yöneten, babasıymış. Filistin Kurtuluş Örgütü, bu kukla Filistin devleti kurulmadan önce de Filistin Kurtuluş Örgütü sermayesi vardı. Daha çok Filistinli göçmenler ve F.K.Ö'yü destekleyen ülkelerdeki yatırımlar sayesinde oluşmuştu.

Sonuçta Batı Şeria'da bu ucube yönetim kuruldu, üstelik bölge halkını sindirerek. Bölge halkı küçük kasabalarda, İsrail için çalışıp, para kazanmayı kabullenmiş. İşte sürekli ihracat yapılan Filistin, bu Filistin. Burası da İsrail'den daha İsrail.



23 Ekim 2024 Çarşamba

KÖY ENSTİTÜLERİNE HALEN İHTİYACIMIZ VAR


Atatürkçü, sosyal demokrat, hatta solcu sohbetlerde, konu illa köy enstitülerine gelir. O zaman ortama bir hüzün çöker. Kapatılması bu günün pek çok sağcısını bile üzer. Fakat en ateşli savunucuları için bile köy ensittüleri bir nostaljidir, geri dönüşü imkansızdır. Burada tek haklı oldukları nokta,  köy enstitüleri kapatılmasa bile, o zamanki hailyle kalmayacaktı. Onlar da zamanla değişecekti. Köy enstitüleri, adları ile köy için kurulmuş da olsa, ülkemizin kasaba, şehir, hatta ilçelerinin de ihtiyacı olan bir şeydir halen. Olay sadece öğretmen okulu, köy öğretmeni yetiştirme meselesi değildir. Olay pratiğe yönelik, yaparak ve yaşayarak öğrenmedir. Bunun yolu da staj denen sömürü düzen değil, okuldaki atelyelerdir. Köy enstitüleri hep tarım ve hayvancılıkla hatırlanır. Oysa Kastamonu,  Gölköy köy enstitüsü, Türkiye'nin ilk modern tuğla fabrikasını kurmuştu. Daha evvel güneşte kurutulan biriket denen daha ilke tuğlalar üretiliyordu Türkiye'de. Yani köy enstitüleri, sanayileşmeye de destek olmuştu. Bu okullar sadeceöğretmen yetiştirmemiştir. Bu okularda demircilik, marangozluk be duvarcılık ustalıklarından biri de mutlaka öğretiliyordu. Bu okullar sağlık memurları da yetiştiriyodu.

Köy enstitülerinin kapatılmasının yegane bahanesi solculuktur. Ben 1998 yılında öğretmenliğe atandığımda, Gönen Köy Enstitüsü mezunu emekli bir öğretmenşe tanışmıştım. Kendisi benim doğumumdan bir sene sonra emeki omuştu, yaklaşık yirmi beş yıllık emekliydi. Kendisi gayet sağcı ve dindar  birisydi. Onun aracılığıyla halen sağ kalmış bazı köy enstitülü ve köy enstitüsü sonrası öğretmen okul mezunu emeklilerle tanıştım. Pek çoğuda sağcı ve muhafazakardı. Köy enstitülerine bu imajı, köy enstitülü yazarlar ( Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Mahmut Makal, Ümit Kaftancıoğlu, Pakize Türkoğlu,  Hatun Birsen Başaran vesaire) kazandırmıştı. Okuların sağcı mezunları genelde okularını sahiplenmemişti. Köy enstitülülere atılan diğer bir iftira da, kız-erkek ilişkileri üzerineydi ki ben bunun da yalan olduğunu gördüm. Benim tanıdıklarım erkekti ve hepsi de mezun olduktan sonra atandıkları köylerde evlenmiş, okuldayken sevgilileri olmamıştı. Bu süreçte köy enstitülerinin gerçek kapatılma nedenini öğrendim. Bu okulların mezunlarının hemen hepsi tayin oldukları köylerde toprak sahibi olmuşlardır. Pek çok toprak sahibi, o yıllarda vergiden kaçırmak için tarlalarını tapuya kaydetmemiştir. Çok iyi hukuk bilgisi sahibi olan enstitü mezunları, pek çok tarlayı üzerlerine yapmıştı. Sadece tapu konusunda değil, her konuda göz açık kimselerdi. Osmanlı'dan kalma, kolay ezilebilir memur isteyen zihniyet, halkın eğitim almasını da istemeyen tarikatlarla birleşince, köy enstitülerinin ömrü kısa olmuştu.

Köy enstitülerinin kapatılma sebebi, solculuk ve komünizm olsaydı, stadına eşek kadar harflerle DEVRİM yazısı  halen yerinde duran ODTÜ ya da tüm illegal sol örgütlerin kuruluşların doğum yeri olan Mülkiye Mektebi (Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilimler Fakültesi) falan kapatılırdı. Konu cinsel suçlar olsa, Ensar vakfı falan kapatılırdı. Bu okulların önce ktüphanelerinin kapatıldığını da herkes yazmaz. Bu okullardan örnek çiftçi ve zanaatkar yetiştirilme işine de parça parça son verildi. Bu okullar en son Anadolu Öğretmen Lisesi yapıldı, ardından da kapatıldı.

Bu okullardan almamız gereken ilk ilke, okulların meslek ve akademik eğitimin bir arada olması gerekliliği, yani politeknik okulların kurulması gerekliliğidir. Politeknik okullar akla hep Sovyetler Birliği gelirken, aslında bu okulları ilk kuranlar Almanlardır ve Köy Enstitülerinin rol modeli de daha çok Finlilerdir. Atatürk'ün meşhur Beyaz Zambaklar Ülkesinde kitapçığını önermesi boşuna değildir. Bu çağda politeknik eğitim daha da gereklidir. Mina Urgan, Bir Dinazorun Anıları adlı kitabında,  üniversiteden uzaklaştırıldığı ve işsiz kaldığı yıllarda, çevirmenlik yaparak geçindiğini, bebek bakıcısı olmayı yeğleyeceğini yazmış  ve her eğitimli insanın bir el beceresi olması gerektiğini de eklemiştir. Bu  durum günümüz için daha bir gerçekliktir. Her meslek liseliye, bir şekilde üniversite yolu açmamız gerektiği gibi, en akademik liseye (bu isterse en ala fen lisesi olsun) bir el becerisi yada kendi işini kuracak bir  ustalık (yazılım, spor  yada sanat alanı olabilir) becerisi verilmelidir. Bu da devletin öğretmenleri gözetiminde olmalıdır, ticaret ve sanayi odalarının değil. Ticaret ve sanayi odaları, stajyer adı altında bedava işçi aramaktadır. Çok kere meslek lisesileri yarı kalifiye eleman yetiştiriyor. Yarı kalifiye eleman, işverenlere işçi yetiştirir. Kalifiye eleman derken, az bir sermaye ile kendi işini kurmaya da yetkili bireydir. Ülkemizde mesleki eğitim, son yılarda ticaret ve sanayi odalarının da iyice devreye girmesiyle yarı kalifiye eleman yetiştirmeye yoğunlaştı. Staj programları da iş öğretmek yerine, iş yerinde kimsenin yapmak istemediğ getir-götür yada sabun işleri yapmaya yöneldi. Sigortayı zaten okul yapıyorken, pek çoğu öğrenci fazlası var diye, öğrencilere maaş da vermez oldu. Hatta sırf öğrencilere öğle yemeği vermemek için stajı öğleden sonra başlatan işletmeler var.  Öğrenciyi avukatın yerine staja gönderiyoruz. Avukat bey en pahalı lokantadan her öğün kendisine ziyafet çekiyor, masayı da stajyerlere hazırlatıyor,  stajyerleri de aç bırakıyor. Ertesi yıl o avukata stajyer göndermeyince de, neden göndermediğimizi soruyor. (Sonra bu avukatlar hakim ve savcı oldukarında, onlardan adalet arıyoruz.) Okullar, öğrencilerin haklarını korumalı, stajda eğitimin yanı sıra sosyal faaliyetler de olmaı, şirket içi sosyal faaliyetlere öğrenciler de katılmalıdır. Akademik liselerde de öğrenciler kendi başına ürünler vermeyi öğrenmelidir.

Bunlardan daha önemlisi, daha doğrusu en önemlisi, öğretmenliğe itibar verilmelidir. Bu sadece maaş ve özlük hakları değildir (onlar da var).  Eğitim fakültesi mezunlarının  yıllarca işsiz bırakılması, ücretli öğretmenlik adı altında süründürülmesi yada özel sektörde çok düşük maaşlarla çalıştırılmasının önüne geçilmeli, asgari öğretmen maaşı uygulamasına geçilmelidir. Bunun için de eğitim fakültelerini kapatmak yada azaltmak yerine, eğitim fakültesi mezunlarına farklı kariyer alanlarını da açmak gereklidir. Örneğin fizik öğretmenliği mezunu, eksik derslerini tamamlayıp, fizik mühendisi yada malzeme mühendisi olabilmelidir.

Öğretmenlerin diğer idareciler tarafından itilip, kakılmasına engel olunmalı, CİMER 'e yapılan asılsız ihbar ve şikayetler cezalandırılmaıdır. Öğretmenler, özellikle performans notu vermede özgür bırakılmalı, veli yada amirlerin baskılarından uzak tutulmalıdır.

Öğretmenliğini itibar ve cazibesi, en önemli olanıdır. İstediğiniz kadar teknooji kullanın, sonuçta iş öğrenci-öğretmen ilişkisindedir. Öğretmenin itibarı olmazsa, öğrenciye rol model olamaz. Rol model olamazsa çğretemenz, sadece bakılıcılık yapar.

21 Ekim 2024 Pazartesi

KAMU MALI-MÜLKÜ BAĞIŞLANAMAZ, GERİ ALINABİLİR-VERGİ FELSEFESİ





 Neoliberalizm devlet nimetlerini burjuvalarının malı haline getirdi. Devletin  malları özelleştirme adı altında bir keç büyük burjuvaya peşkeş çekildi. Bu peşkeşler, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra hızlandı. Aslında  özelleştirmelerin ideolojisi, 12 Eylül'den, hatta 12 Mart'tan önce hazırdı. İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması kitabı ile taslağını çizmişti. 12 Eylülle beraber hepsine bir cesaret geldi.Halit Narin o meşhur sözünü söyledi. Bu vakte kadar işçiler gülmüştü biz ağlamıştık, bundan sonra işçiler ağlayacak, biz güleceğiz. Başka biride milletin a... diye bir cümle kurmuştu hatırlarsanız. Sözlerini aynen gerçekleştiriyorlar. Bir gün bu iktidar devrilecek. O zaman 12, hatta daha önce, Turgut Özal'ın Devlet Planlama Müsteşarlığında bedavadan ucuz faizle verilen teşvik krdeileri bile bu yüzsüz ve tekel burjuvalardan geri alınmalı.

Özelleştimeler başlamadan evvel bize, yani halka, ucuzluk, verimlilik, hatta üretkenli vaat etmemiş miydi? Burada konu özelleştimelerinde ötesinde. daha doğrusu satışların ötesinde, zenginlere daha da zenginleşsin diye bağışlanan kamu ve şahıs mülklerinden bahsedeceğim. Kapitalizm, Adam Simith'in yazdığı gibi serbest piyasa rejimi olmadığı gibi ; John Locke'un yazdığı gibi özel mülkün güvenceye alınması rejimi de değildir. Büyük kapitalistlerin mülklerinin ve gelirlerinin savunulmasıdır. Bu açıdan feodalitenin devamıdır. Feodalitedeki toprak sahiplerinin yerini, sermaye sahipleri almıştır. Feodallerin, topraksız köylüler ve küçük toprak sahipleri ile olan kavgasının yerini; burjuvalar işçi ve küçük burjuvalarla olan kavgası almıştır. Küçük burjuvalar ve lümpen proleterya, bu kavgada burjuvadan yana olursa, zenginleşeceğini zanneder.  Karl Marks'ta,  Paris komünü sırasında orduyu destekleyen esnafla alay eder. İsyan bastırılnca burjuvalar, esnaftan alacaklarını hacizle tahsil etti ve onları sefil hale getirdi. Avrupa ve Kuzey Amerika işçi sınıfı ve küçük burjuvasının da böyle şeyler yaşadıkça akıllandı. Sosyalist yada komünist bir düzen kurmadılar yada kuramadularsa da, kendilerini burjuvalara ezdirmemeyi öğrendiler. Kapitlaizmi kendi çıkarlarına göre yönlendirdiler. Sendikalar her zaman siyasette kendi sınıfının çıkarını düşünerek çalışır ve sendika üyeleri de sendikaları buna göre yönlendirir.

Orta çağda nasıl ki krallar-sultanlar, birilerini şövalye-sör ilan eder, mir-hassa-arpalık (atların beslenmesi için) topraklar dağıtırdı; şimdi de devletler birilerine teşvik kreedileri ve yok pahasına kamu mülkü verip, zenginleşmesini sağlıyor. Orta çağda köylüler ara ara isyan ederek, bu mülkleri geri alır yada almaya çalışırdı. Günümüzde de benzeri oluyor. İspanya'da, General Franco ve etrafındakilere bağışlanan kamu mülkleri, neredeyse elli yıl sonra parça parça geri alındı. Franko ve etrafındakilerin mezarları da şehitliklerden, katedrallerden birer ikişer koparıp, aile kabristanlarına gömdü. İspanya'nın bunu yapması için Franko iktidarının ardından kırk yıl kadar zaman geçmesi gerekti ve kırk yıldan sonra da parça parça yapabildi bunu. Bu kırk yıl içinde on dört yıllık keisntisiz sosyalist (sosyal demokrtat) tek parti iktidarı da vardı. On dört sene boyunca tek parti olarak İspanya'yı yöneten sosyalsitler, Franco'nun mezarını taşıyacak, Franco ailesene bağışlanan mülkleri geri alacak kadar muktedir olamamıştı.

Çünkü bunun için gerekli zihniyet, metaliteye sahip değilerdi. Franco ölünce, Falanjistlerle (İspanyol faşistleri) ile demokrasiye geçiş uzlaşmasına varılmıştı. Franco'yu iktidara getirense üç sene süren, cephe savaşı şeklindeki bir iç savaşın kazanılmasıydı. Ülkemide ise bu bağışlar, seçimiş politikacılar ve darbeciler tarafından yapıldı. Özelleştimeile bedavadan ucuza satış, vatandaştan akmulaştırma yada bağış yolu ile alınıp, özel sektöre peşkeş çekiş, yada bedelsiz tahsis yolu ile birilerine bağışlana kamu mülkleri geri alınmalıdır. Aynı zamanda vatandaş vergiler ile dünyanın en pahalı benzinini-mazotunu kullanırken,  verginin vergisini verirken, vergileri yada devlete olan borçları affedilen, kredileri yeniden yapılandırılan  iş insanlarına da acımamalıyız. Acıdığımız şey, hepimizin malı-mülküdür.

Halktan çalınanları, halka geri vermelidir.

18 Ekim 2024 Cuma

İKTİDARLARIN GERGİNLİK OYUNU VE UCUZ KAHRAMANLIKLARININ ÇÖZÜMLERİ



 Askeri darbelerin temel bahanesi, iç kavgaları bitirmektir. Sadece askeri iktidarların değil, tüm baskıcı liderler ve yönetimlerin de iddiası bu. Antidemokratik rejimler, demokratik rejimleri  kavgaya sebep olmakla suçlayıp, kendilerini birleştirici olarak görmeleri, Efesli  Herakleitos'a kadar gider. Herakleitos,  aktarılanlara göre Efes'e önce demokrasi getirmiş; demokrasiyi getiren örgütün üyesiymiş. Sonra da demokrasi çok fazla karışıklık çıkarıp, arka arkaya tiranlar (diktatör) yetiştirince, bu sefer de tekrar krallık kuranların arasında olmuştur.  Daha doğrusu anlatılanlar böyledir. Aynı görüşleri Platon ve daha soraki pek çok filozofta savunmuştur. Oysa gerçekte tiranlar, meşrutiyetlerini iç ve dış çatışmalardan alır, birilerine bol bol ey çeker, muhaliflere bol bol gözdağı verirler. Tiranlr, yurtta sulh, cihanda sulh, demezler. Etrafımız düşmanlarla çevrili ve en büyük düşman içimizde, derler. Tiran kelimesinin yerini alan diktatör kelimsi, antik Roma devletinde, olağan üstü şartlar altında, olağan üstü yetkilere sahip lider demekti. Sezar'a kadar diktatörlük, gerçektende olağan üstü şartlarda kullanılan bir kurum oldu. Diktatörlüğün kalıcı olması için olağan üstü şartların sürekli olması gereklidir. Bu yüzden de dikta rejimlerine sürekli olarak iç ve dış düşmanlar gereklidir.

Ama bu gerginlik politikalarının sürdürülemezliği vardır, çünkü her gerginlik, bir gün kopmaya sebep olur. İdris Küçükömer bile 27 Mayıs darbesi için askerler bölünmeden korkuyolardı diye savunmuştur. Diktatörlerin devrilmesi, genelde bu ipin kopmasıyla olur. Bazen de ipi bambaşka biri koparır. 12 Eylül öncesinde meclis, altı aydır her cuma tplanıp, cumhurbaşkanını  seçemeden dağılıyordu. Kızıl Kmerlerin, üke nüfusunun beşte birini (Müslüman azınlığın yarısı da buna dahil) katleden gerginliği, Vietnam'ın işgali ile bitti. Gerginliklerin ve kopmaların ülkede kalıcı kopmalara sebep olabilir. Stalin'in Holodomor'u olmasaydı, Rus-Ukraynalı ayrımı olmayacaktı büyük ihtimalle. Ülkelerdeki büyük ayrımlar, diktatörlerin marifetidir yada onlar sayesinde kalıcılaşıp, kökleşir. Bu alıcı bölünmeler, diktatörerin iç düşman ihtiyacı sonucudur. Bu, süper kahramanların kalıcı düşmanları gibidir. James Bond-Spektra örgütü, Karaoğlan-Camoka, Sherlock Holmes-Profesör Moriarty, Batman-Joker, Red Kid-Daltonlar, gibi bir şeydir bu geleneksel iç ve dış düşmanlar.  Süper kahramanalar, kahramanlıklarının sürekliliği için  hikayeyi besleyici ve kalıcı bir kötü karaktere ihtiyaç vardır. Diktatörler de, süper otoriteler olarak düşmanlara karşı birleşmek için oluşturulan kişilerdir. Yazar yada senaristler, kötü adamı öldürmezler ve kötü adam bir şekilde hapisten kaçar, eski gücüne kavuşur. Aksi halde Kurtlar Vadisinde olduğu gibi her seferinde daha ilginç, daha piskopat kötü adamlar-düşmanlar yaratmak gerekir. Bunu yapmak, film-dizi ve romanlarda bile çok zordur. Gerçek hayatta ise düşmanları tamamen yok etmek, imkansız gibi bir şeydir. Yapılsa bile yeni düşmanı hem izleyici-okuyucu kitlesine tanıtmak nasıl zaman alıyorsa; seçmene-destekçilere tanıtmak da o kadar çok zaman alır. Bu süreçte seyirci yada izleyiciyi elde tutmak, seçmeni-destekçiyi elde tutmaktan çok daha kolaydır.

12 Eylül sonrasında Turgut Özal bir taktik geliştirdi. Kendin ger, kendin gevşet, böylece kahraman ol ve halka gücün sende olduğunu göster. Çok uzun süre gevşek bırakırsan, tekrar gerdiğinde suç, gücü elinde bulunduran oarak sende olur. Çok fazla sıkılırsa kopacağını yukarıda uzun uzun anlatmıştık. Faşizmin 1945'de aldığı en büyük ders budur. Gene de bu dersi sık sık unutanlar veya fazla gerip-sıkmatan ipi laçka ettiklerinin farkında olmayanlar vardır. Hiç bir ip, hiç bir ağırlığı sonsuza kadar taşımayacağı gibi, hiç bir iktidar da sonsuza kadar kalmaz. Gene de insanlar iktidarlardan ve iplerinden vazgeçmez. Özal, sık sık gündem yapan çıkışlarıyla akılda kalmıştır. İktidarlar hem gereken, hem de gevşetirken,  yandaş medası tarafından kahraman gibi tanıtılır. Bu tür hareketler, iktidarın ucuz kahramanlığıdır.

Tabi bu ucuzluk, iktidarda oturanlar ve iktidarın nimetlerinden faydalananlar içindir. 1982'de Arjantin'in Falkland adalarını işgal edeceğini İngilere bilmiyor muydu? Muhteşem istihbaratını bol bol James Bond filmleriyle reklamını yapan Büyük Britanya imparatorluğu bunu nasıl fark etmemişti? Üstelik dönemim Arjantin'inde iktidar olan askeri cunta, A.B.D komünizmi istemiyor diye ülkesinin nüfusunun  önemli bir bölümünü insafsız işkencelerle yok etmiş, on binlerce bebeği başka ailelere evlatlık vermişti. Askeri cuntanın, A.B.D'den gizli-saklı işgal planı yapması yada A.B.D'nin Avrupa'daki tek gerçek müttefikinden bu istihbaratı gizlemesi mümkün müydü? Öyleyse neden Arjantin'in bu küçük (Toplam toprağı Kıbrıs'ın yarısı etmiyor ve toplamda 3 bin kadar insan yaşıyor) ama stratejik adaları işgaline göz yumuldu? Tek sebep, neoliberal Margaret Thatcher'in ve partisinin bir dönem daha kazanmasını, İngiliz burjuvalarını daha zengin edip, işçilerini daha da fakirleştirmesini sağlamaktı. Yoksulaşan ve öfkeli İngiliz halkının tekrar neoiberalere oy vermesi için gerekli olan böylesi ucuz kahramanlıktı. Sonuçta Wikipedia'da yazılanlara göre ölen 258 ölü, 777 yaralı ve 115 esir arasında her hangi bir burjuvanın, aristokratın yada politkacının çocuğu yada tanıdığu yoktu. Hatta profesyönel askerliğe geçildiğinden, pek çoğu İngiliz vatandaşı olmak uğruna orduya katılmış yabancılardı. Kaybedilen gemiş, uçak, silah yada diğer maddi varlıklar da, İngiliz vergi mükeleflerinin cebinden çıkacaktı. Osmanlı, onlarca isyana ve kayba rağmen Yemen'e asker göndermeye devam etmişti, İstanbul'da, sarayda oturanların kaybedeceği bir şey yoktu.

İktidarlar bazen de bu gevşetme dönemlerine çözüm derler. Eskiden beri bu böyledir. 1993'de 33 silahsız erin katlediği zaman Türkiye bunu unutmaz demiştim. Çünkü daha önce de terör örgütü, sözde ateşkes ilan etmiş ve kanlı baskınlarıyla bu ateşkesleri sonlandırmıştı. Gene de üke bunu unuttu ve meşhur çözüm süreci başladı. Sonrasını çadır mahkemleri, pişman değilim dediği halde serbest bırakılan katiller, vesaire vesaire. Peki o özlenen barış geldi mi? Öyle bir şey olmadığı gibi, temposu giderek artan çatışmalar, bayrağa sarılı tabutlar, dağda vurulan teröristler, uçakla bombolanan kaçakçılar vesaier vesire....

Yaşlı insanların esas görevi eskiden olanları anlatmaktır. Elli yaşında biri olarak, genç de sayılmam. O zamandan bu yana çok zaman geçmedi.Gene de iktidar, sanki insanlar Habur rezaletini unutmuşlar gibi davranıyor. Bu açılım dönemi, yetmez ama referandumuna denk gelmişti. O zamanlar hatırlarsanız CHPMHP yada CHMHP espirileri falan vardı yansaş medyada. O meşhur referandumda da, şimdilerde hapsite olan bağlama ustası liderleri de boykot diyerek desteklemişti referandumu. Referandumdan sonra da seni başkan yaptıröayacağız çıkışı başladı. Adama istediğini vermiş, sonra da böyle ucuz kahramanlık yapıyor. Gezi'de de darbeyi görme kahramanlığı yapmıştı. Ucuz kahramanlıklar sık sık pahalıya patlar.

Ana muhalefet partimiz CHP, muhtemelen bu son çözüm sürecinin istihbaratını almış olmalı ki, birden bire kendisi cumhurbaşkanının yanında ayağa kalkıp,  gerginliği kendisi gevşetti. Romantik  Atatürkçüler hemen artık bizim için CÖHÖPÖ yok, gılışdar daha iyiydi falan dedi. Sonra bu son çözüm lafları geldi ve çözümün asıl muhattapları,  yıllarca her salı kendilerini tehdit eden milliyetçi parti yad belediye başkanları yerine kayyumlar atayanları değil de; terörle suçlanmalarına rağmen kendilerini demokrasi adına kendilerinden yana olanları suçlamaya başladılar. Sistem sarsılınca tekrar çözüm oyununa başvurdular.

Yeni çözüm oyunu demek,  yeni bayrağa sarılı tabutlar ve yeni dağda öldürülüp, karmeralara ifşa edilen cesetler demek. Halkın da bunu anladığını bildiklerinden, ağızlarında somut adım lafı dönüyor. Tantanalı törenlerle açılan Kürdooji enstitüleri sessizce kapanmadı mı? Yetmiş, seksen yıl öncesi tek parti icraatlarını manşete taşıyanlar; kayyumlar atayıp, daha bu sene Kürtçe trafik uyarı yazılarını sildirmediler mi?

Problemleri çözme niyeti ve yeteneği olanlar bunu yapar, yapamayanlar ucuz kahramanık peşinde koşar.

https://onbinkitap.blogspot.com/2024/08/demirtasin-iktidar-yandasligi.html


15 Ekim 2024 Salı

İDRİS KÜÇÜKÖMER-DÜZENİN YABANCILAŞMASI ELEŞTİRİSİ

 


İdris Küçükömer'in Düzenin Yabancılaşması adlı eseri az okunmuştur ama çok bilinir. Az okunma sebebi, uzun yıllar, 1969'dan, 2021'e kadar, bizzat yazarının isteği ile ikinci baskı yapmamasıymış. Ben 2021 baskısındaki editör notundan böyle öğrendim. Çok bilinme sebebi de, çok kişiyi etkilemesi, sağcılığın ana kitaplarından biri olmasıdır. Kütüphanede görünce hemen aldım, iki günde okuyup, bir eleştiri yazısı yazmaya karar verdim. Çok bilinme sebebi, pek çok yazar onun fikirlerinden etkilenmiş ve bu fikirleri kullanmıştır. Pek çok kişi, Küçükömer'in tezini bilir. Sağ aslında sol,  sol aslında sağdır. Dinciler, tarikatlar falan, soldan, sosyal demokratlardan daha özgürlükçüdür. Dinin yirmi iki yıllık iktidarından sonra bu iddiaya pek çok kişi gülecektir. Şimdilerde kimseler Küçükömer'in adını bile anmıyor. Yemez amacılar, özelleştirmeciler hep Küçükömer'in bu küçük kitabından geçinmiştir; bir de merkez-çevre çatışması kuramından. Merkez-Çevre çatışması kuramı da doksanlar ve ikibinler boyunca modaydı, şimdi kimse bilmiyor. Küçükömer aynı zamanda gene doksanlarda ve ikibinlerde moda olup, şimdilerde unutulan sivil toplum kavramının da mucidiymiş, kitabı okuyunca onu da öğrendim.

Kitap, ortanın solu diye Osmanlı'da, Lale devrinden itibaren tüm yeniik taraftarı ve paişah olmayan kimseleri, Cumhuriyet döneminde de CHP iktidarları ve bürokratları, isim vermeden de Atatürk'ü hedef alıyor. Bunu yaparken de son derece dikkatli. Mesela Nevşehirli İbrahim Paşa diyor, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa demiyor. Kaleminde bir bürokrat lafıdır gidiyor. Bürokrat, devlet memuru demektir, bilmeyen arkadaşlar için. Yani teknik anlamda bir öğretmen olarak ben de bir bürokrat oluyorum, devlet memuru olduğum için. Günlük yaşamda üst rütbeli devlet memurlarına deniliyor, yazar da bu anlamda kullanıyor. Bürokratları atayan padişahlar yada sağcı iktidarlara toz kondurmadığı gibi, bu bürokratların daha sonra sağ partilerden siyasete atılmasını veya iş adamı olmasını pas geçiyor. Adnan Menderes'in iki metresi de bürokrat karısıydı ve Menderes ikisiyle de kocalarının bilgisi dahilinde birlikte oluyordu. Süleyman Demirel, Turgut Özal ve Alparslan Türkeş, uzun yıllar bürokratlık yaptıktan sonra siyasete atıldı. Türkeş'te bir kurmay albay olarak, askeri bürokrasidendi, hatta 27 Mayıs darbesinin kadrosundandı. Hatta akademisyen olduğunu düşünürsek, Erbakan'da bürokrat kökenlidir.

Osmanlı tarihinin incelenmesinde en komik bölümler, padişahları ve Osmanlı ailesini masum gösterme çabalarıdır. Küçükömer'de, Lale devrinin tüm gösteriş ve sefilliğini, damat olduğunu belirtmeden Nevşehirli DAMAT İbrahim paşaya atarak yapıyor, ortanın solunun başlangını da buna bağlıyor. Pei padişah 3. Ahmet, helvacı çıraklığı boyunca koruduğu ve yükselmesini sağladığı, üzerine de kızını verdiği paşanın yaptığından sorumu değil midir? Lale devri, gösteriş ve savurganlık dönemi de olsa, en azından ilk defa matbanın geldiği dönemdir. Matbaaya karşı çıkan o muafazakar kalabalık ve padişahlara bir eleştiri yok. Yeniçeriler'in Lale devrini sonlandırır, tüm yeniliklere karşı çıkınca iyi de, padişah 2. Selim'i yada Genç Osman'ı katlettiklerinde mi kötü? 2. Abdülhamit'in ustaca uyguladığı denge siyaseti diyor ama tezinin ispatlarını ortaya koymuyor. Mesela neden Abdülhamit, kapütülasyonları kaldırmadı, hatta kaldırmaya teşebbüs bile etmedi? 1897 savaşında Osmanlı ordusu ir kaç haftada Atina önlerine gelmişken, neden Yunan kralının oğlu, Girit valisi yapılıp, Müslümanların önemli bir miktarının göçüne sebep oldu ve az da olsa Taselya'da toprak kaybedildi?

Bir de masum eşraf var, bütün geri kalmışlıktan sorumlu olmayan, ortanın solu bürokratlar taraından hor görülen masumlar. Onlara da Sivil toplum diyor. İki binli yıların moda kelimesi olan Sivil Toplum'u cümle içinde ilk kullanan da ogaliba. Onların 1923-33 arasında CHP iktidarının tüm teşviklerine rağmen neden sanayileşme yatırımları yapmadıklarını açıklamıyor ama devletçilik politikasını da başarısız buluyor. CHP, 27 yıllık iktidarında, Abdülhamit'in 33, Osmanlı'nın altı yüzyılık iktidarından daha fazla sanayileşme yapmıştır ve bunların çoğu da devlet yatırımıdır. Devlet yatırımlarını faydalı olmadığını söyleyip, zarar ettiğini ima ediyor. Özeleştirme demiyor ama özelleştirmeciler pek çok tezini buradan alıyor. Kitabın bende bu kadar hayal kırıklığı yaratmasının sebebi, Küçükömer ve onun gibilerin hayalindeki iktidarda yirmi ikinci yılı yaşıyor olmamız da olabilir.

Konu Demokrat partiye gelince, batıyla anlaşmaya mecbur kalmıştı ve Sovyetlerle ticarete mecbur kalmıştı diyor. 1945'de Nazileri ezmiş, kaybettiği pek çok toprağı geri almış ve klanı da almak isteyen Sovyetlere karşı, CHP iktidarı ne durumdaydı? Elinde ulaşım için halen deve taburları vardır ve eski düşmanı, yeni dost olacak gibi de değildi.27 Mayıs darbesi için, ordu ülkenin bölünmesini engellemek zorundaydı diyor. Peki bölünmenin eşiğine getiren kimdi?  Devlet radyosunda saatlerce iktidar partisinin gençlik koları olan Vatan Cephesine katılanları açıklayan, ana muhalefet partisi CHP'nin malarına el koyup, diğer muhalefet partisi CKMP'ye oy veren Kırşehir'i ilçe yapıp, elektirikleri kesen Demokrat parti değil miydi? 6-7 Eylül olaylarında, Fener Patrikhanesini basan da, Demokrat Partinin Eyüp ilçe başkanı değil miydi? 1961 anayasası için en geri anayasa diyor ama bu önermeyi kanıtlamak için tek bir temellendirme cümlesi kurmuyor. Bazı bilgileri ise yanlış. Mesela Süleymancıık ve Nurculuğun doğuda çıkıp, batıda yaygınlaştığını söylüyor. Süleyman Hilmi Tunahan, adından da belli, bu gün Bulgaristan toprağı olan Silistire'de doğdu ve hayatı boyunca genelde İstanbul'da yaşadı. Sait-i Nursi, Bitlis'li olduğu, hatta ilk önceleri Said-iKürdi diye anılmasına rağmen, ilk çıkışın meşhur 31 Mart vakasında olmuştur. Meşhur risalelerini de Isparta'nın Eğirdir ilçesinin Barla kasabasındaki sözüm ona sürgününde yazmaya başlamıştır. Sözüm ona diyorum çünkü Isparta merkezdeki evi müze halindeydi (ben 1998'de oradayken, öyleydi, şimdi nasıl bilmiyorum). Isparta'da Sav, Yalvaç, nerdeyse tüm ilde onu evinde misafir ettiğini söyleyen insanlarla konuştum. Kendisinin ben madden Bitlis'iyim, manen (manevi olarak) Ispartalı'yım dediği söylenir.

Kitap genel anlamda Doğan Avcıoğlu'nun Türkiye'nin Düzeni adlı kitabına  alel acele yazılmış bir cevap gibi. 2002 öncesi için bir değeri vardı belki ama şimdilerde pek de hatırlanacak bir eser değil. Yeni nesil de bilmiyor zaten.

14 Ekim 2024 Pazartesi

Khosro Golsorkhi -EŞİTLİK



 “Bir eşit değildir bir'e!"

İranlı şair Khosro Golsorkhi 1974 yılında idam edildi ..
Bu şiir onun hatırası için okunsun ve unutulmasın ..

EŞİTLİK

Öğretmen tahtada bağırır,
Ellerini örtmüş tebeşir tozu,
Sınıftakilerin umurunda mı?
Pestil yiyip dalgalarındalar,
Kimisi “Gençler” dergisine dalmış,
Aldıran yok kendini paralayan öğretmene,
Ve doğrulamaya çalıştığı o denkleme!
Karanlık tahtaya yazılmış mahzun beyaz bir yazı;
Bir eşittir bir diyor!
Birden bir öğrenci parmak kaldırır;
Hep biri çıkmalı itiraz eden,
Tek tek kelimeleri sıralıyor;
Eşitlik büyük bir yalandır diyor!
Öğretmen gence şaşkınca bakar,
Genç dönüp sessizce sorar;
"Bir insan şayet bir sayı olsaydı,
Yine de bir bire eşit mi olurdu hocam?”
Zor bir soru herkes donup kalır,
Öğretmen sinirli sinirli düşünür,
Sonra evet deyip kesip atar!
Öğrenci gülümser itiraz eder,
Birer sayı olsaydı insanlar der;
Parası ve gücü olan daha fazla olur,
İyi ve yürekli olan daha az!
Birer sayı olsaydı insan,
Üstün olurdu teni beyaz olan,
Düşük kalırdı zenci adam!
İnsan sayı olsaydı şayet hocam,
Eşitlik alt üst ederdi herşeyi durmadan!
Nasıl zengin olurdu hırsız alçaklar?
Kim örerdi Çin’in etrafına yüksek duvarlar?
Bir insan bir insana eşit olsaydı,
Kimin sırtı yük altında bükülür?
Bir insan bir insana eşit olsaydı,
Kim çürürdü hapiste o zaman?
Kim işkence altında ölürdü hocam?
Öğretmenin sesi yavaşça duyulur;
Açın notlarınızı gençler diyor,
Yazın oraya büyük harflerle;

“Bir eşit değildir bire!

13 Ekim 2024 Pazar

TARİKAT DİNLERİ

 


Abdülkadir Sezgin isimli bir Diyanet bürokratı, doktora tezini Hacı Bektaş-ı Veli ve Alevilik adı altında kitaplaştırdı. Tezi ilginçti, Aleviliği aslında Bektaşilik, Bektaşiliğin de Sünni bir tarikat olduğunu iddia ediyordu. Bu kitabı üniversitede ödev olarak almıştım, hocam da tahmin edersiniz ki sağ görüşlü biriydi. Bu görüş bana hep saçma gelmişti, halen de saçma geliyor. Bu tezin amacı çok belli ki asimilasyondu. Bu düşüncelere sahip olduğumda, diğer tarikatların görüşlerini bilmiyordum. Sünni yada Ehli Sünnet denilen tarikatların inançlarının içlerine girdiğimizde yer yer Aleviliğin bile klasik Sünniliğe daha yakın olduğunu görürüz. İbadet olarak Aleviliğin namaz, oruç gibi ibadetlere uzak olması yada 12 İmam, Hızır orucu gibi kendi versiyonlarını icat etseler de,  Ali-el Mürteza dahil, hiç bir Alevi ulusu, Allah yada Cebrail ile konuşmamıştır.  Malakat yada Buyruk, yada başka bir kitap, Kur'an yerine geçmez.  Ali, Hasan yada Hüseyin, ölüleri diriltmemiş, doğa üstü olaylara karışmamıştır. 

Oysa pek çok tarikat, bambaşkadır. Tarikatın kurucusu ve şu anki şeyhinin muhteşem kerametleri vardır. Ahmet Eflaki'nin Ariflerin Menkıbeleri'ni okuduğumda hayret etmiştim. Kendisinin yazdığına göre Mesnevi, Kuran'ın yorumu değil, kendisidir demiştir. Nurcular da Said-i Nursi'nin Risaleleri ile ilgili olarak benzer düşünürler. Onlara göre Said-i Nursi, yaklaşık yüz yılda bir dini tazeleyen büyük mütefekkirlerden biridir. (1998'de bir Nurcu bana aynen böyle demişti). Ondan sonra kim çıkacak beli değildir.  Bazı Ekşisözlük yazarlarına göre risaleler büyük ölçüde 19. yüz yılda Bahailik dinin kuran Bahaulah'ın kitabına benzemektedir. Kendisi İstanbul'da bir medresede uzun bir sınavdan başarı ile çıkmıştır. Sınavdan sonra Bedüüzaman (zamanının güzeli) unvanını almıştır. Kendisini sınayan hocaların kimliği bilinmemektedir. Daha neler neler vardır ki, bir sürü değişi Nurcu grup olduğu için yazdıklarım yalanlanacaktır.

Tarikat şeyhlerinin pek çoğunun kitabı okunmaz, okutulur.  Biri okur, diğerleri dinler, okuyan her cümleyi bazen yarım saat açıklar. Bazen de bu açıklamaları kitaba ekler, buna da şerh derler. Üniversitede bir hocamız, Ebu Hanife'nin on (10) sayfalık bir kitabının,  şerhlerle bin  (1000) sayfa olduğunu anlatmıştı. Gazali'nin yaşadığı her güne 17 (on yedi) sayfa olmasının sırrı da budur. Günümüzde din kitapları çok satılır, az okunur. Satın alınmasının ilki gösteriştir, boydan boya dizer ve dindarlığınızı gösterirsiniz. İkincisi de tarikata yada derneğe yardım yapmaktır. Son elli yada yüz yılda bu kitaplar, tarikat şeyhinin konuşmalarının yazıya dökülmesidir ve paragraflar kendi içlerinde bile tutarsızlık taşır.

Tarikat şeyhlerinin konuşmaları, modern çağla beraber sosyal medyada da yayılmaya başladı. Bunu daha çok kendileri yapıyorlar, hedef kitlelerine daha kolay ulaşmak için. Konuşunca doğrudan hadis diyorlar, ayet diyen pek yok. Çünkü ayet uyduramıyorlar. İkinci bir neden de Kuran'ın Türkçesinden rahatsız oluyorlar, çünkü öğrenen dini sorguluyor. Hadis uydururken de hızlarını alamıyorlar. bir çıkmış, saç ektirmek günahtır, kendi saçından olsa bile diyor. Oysa bu teknoloji kırk yıllık bile değil. Bin dört yüz yıl önce yaşamı birisi, bu konuda neden hüküm verme ihtiyacı duysun? Öyle olsa ülkemize saç ektirmeye gelen turistlerin tamamı Arap'ken bunu neden söylüyor? (İslam'ı Araplardan iyi bildiğini sanmak,  Arao plmayan Müslümanların avuntusudur.) Bunun sebebi, özel sağlık hastanelerinin öteki tarikatın elinde olması ve öteki tarikatı da rakibi olarak görüyor olması, olmasın sakın. Çok bilinen bir tarikat, bir zamanlar malum tarikatın dershanecilik ev özel okuldaki teklei gibi, özel hastanecilikte tekel olmuş durumda. Özel hastanlerede hemen hiç türbanlı doktor-hemşire görmüyor olmanız, bu gerçeği görmemizi engelliyor. Ayrıca Sözcü, Cumhuriyet, Birgün gibi gazetelere yaz boyunca bol Atatürk resimli ilanlar veren pek çok özel okul da tarikatçıdır. Tarikatların gerçek dini paradır. Fakirler, garantili hazır pazari her daim ucuz iş gücü imkanı; fakirler bedava yemek, yurt, düşük maaş da olsa iş imkanı; memurlar da torpil bulabilmek için üye olur. Bir kaç ay önce, bir üniversitede, uluslar arası bir konferansta kapalı bir kızın görev almasına engel olunması duyuldu, sonra bu olay çabuk kapandı. Bu olayın olduğu üniversite, orta çağ Müslüman bir düşünürünadını taşıyan ve kadroları tarikatçılarla dolu bir üniversiteydi. Hatırlarsanız , İstanbul'un olimpiyat şehri olma tanııtım videosunda da kapalı kız yoktu. Yani ortaya attıkları sorunlar da anca göz boyamadır. 

Geçmişte de böyledyi ve Osmanlı-Selçuklu tarihi boyunca pek çok tarikat, önce yandaş, sonra paralel yapı oldu, sonra halledildi. Hemen herkes Osmanlı'da Alevi-Bektaşi katliamını bilir. Oysa Yavuz'u tahta çıkaran Yeniçeri'ler, Bektaşi tarikatı üyesi olarak, katlettikleri Aleviler gibi yaşarlardı. Devşirildikten sonra namazları kılındı kabul edildiği için bayram ve cenaze namazı haricinde namaz kılmaz, Ramazan ayında oruç tutmaz, Aleviler gibi 12 İmam, Hızır orucu falan tutarlardı. Öyleyse neden Alevi katlettiler diyeceksiniz, sebep, paraydı. Çaldıran'dan sonra bile pek çok Kürt Alevi topluluğun Dersim ve çeşitli bölgelere yayılmasına göz yumuldu. Yeniçeri ocağı kaldırıldıktan sonra da devletin Bektaşi tekkelerine desteği, Arnavutluk ve Girit adasında devam etti. Herkes Alevi-Bektaşi kıyımlarını bilir dedik. Osmanlı belki de Alevi-Bektaşi'den çok Mevlevi katletti. Balıkesirli Kadızadeler'in Şeyhülislamlığı ellerinde tuttukları uzun süreler boyunca Mevleviler ve Halvetiler, sistematik katliamlara uğradı. (Muhteşem Yüzyıl'da Ebu Suud efendiyi Tuncel Kurtiz oynamıştı ama erken vefatıyla senaryo çok değişti. Kadızadeler tek başına dizi-belgesel konusudur.)  Sonra Kadızade ailesi, Vendeiklilerin Çanakkale boğazı ablukasını dini sebeplere bağlayınca Köprülü Mehmet Paşa ve ailesinin öfkesini çekti. Aile halledildi ve bundan sonra da bir süre Nakşibendilere zulüm başladı.

Siyasete bulaşan her tarikat, önce muhalif, sonra yandaş, sonra paralel yapı olur, en nihayetinde halledilir. Mason Locaları da 1970'lere kadar her şeye egemen gibiydi. Derken İngiltere'de bir soruşturmada, Mason hakim ve savcıların, biraderlerini kolladığı ortaya çıktı. Bu olayı okuduğum kaynaağa göre o yıllarda her sekiz yetişkin erkek İngilizden (halen de Mason kadın olunmuyor diye biliyorum) biri Mason'du. İngiltere'deki soruşturmadan sonra İtalya'da P2 locası skanladı ortaya çıktı ve piyasa Masonları ifşalayan kitaplarla dolu. Hiç Opus Dei (Vatikan'ın gizli örgütü), Kurukafa-Kemikler örgütleri ile ilgili kitap var mı? Varsa da çok az.

Tarikatlara üye olmaz, o dinin üstünü yada daha çok inancı olanı olduğunuz anlamına gelmez. Her tarikat, bambaşka bir dindir.