31 Ekim 2025 Cuma

ÇOCUK YAPMAYAN KAPİTALİST KİŞİLİK

 


Dünya nüfüsü garip bir azalma sürecinde. Dünyada Birleşmiş Milletlere üye 193 ülkenin üçte biri kadarında nüfus azalıyor, doğumlar, ölümleri  karşılamıyor. Aslında Türkiye'de bu listede, ancak önceki nesilllerin yüksek doğumları, şu an nüfusu artıyor gösteriyor. Dünyanın her yerinde, doğum oranları düşüyor. Gelişmiş ülkeler yada devlet bütçesi geniş ülkeler, doğum teşvikleri ve göçmen alımı gayreti gösteriyor. Teşvikle doğan çocuklar ploreter olmuyor, göçmenlerde kültüre uyum sağlamıyor ve pek çoğuda sınıf atlama derdinde. Proleterlik yada yoksulluk, sadece parasızlık değildir; azı kabulleniş, çaresizliğe boyun eğiştir. Çocukluktan itibaren, yoksulluğa alışmaktır. Doğumundan itibaren yoksulluğa alışmamış kişiler, icabında göç ederek, bu sefil hayattan kurtulma derdindedirler.-

Nasıl ki doğada, doğayı çok tüketen hayvanlar, özellikle de etçiller, bir noktada birbirlerini tüketiyorsa, insanlar da benzeri durumda. En basit örnek arslanlar; belgesellerden de öğrendik ki, yavru bir arslanın yetişkinliğe ulaşma ihtimali, bir ceylan yada antilobun, dörtte biri kadardır. Yavru arslanların en büyük düşmanı, yetişkin arslanlar, çoğunlukla da üvey babalarıdır. Pek çok canlı türünde durum benzeridir. İnsanlar da, zeka kapasiteleri sayesinde doğanın en güçlü canlıları oldular. Günümüzde de tarihteki en yüksek seviyesinde, sekiz küsur milyardır. Üstelik günümüz insanların pek çoğu, bundan bin yıl önce krallarında dahi yaşayamayacağı bir refah içindedir. Şimdilerde insanlık, evlatlarını öldürmek yerinde, doğum kontrol yöntemleriyle, dünyaya gelmesini engellemektedir. Hem hedeflediği refaha ulaşmak, hem de hedeflediği refahı yaşamak için, çocukları engel olarak görmektedir. Bir sürü çocuk doğurur yada babası olursanız, nasıl kariyer planlayacak, iş yapacaksınız? Gezip, görmek için de çocuksuz olmak gerekir. Mesela Türkiye'ye gelen bir turist olduğunuzu varsayalım. Üç ve daha fazla çocuk sahibiyseniz, her şey dahil bir otele tıkılıp, kalırsınız. Yemekler kaliteli değildir ama zehirlenen de görülmemiştir. Çocukları her an oyalayan birileri vardır. Gene de ana-baba olarak otelden fazla uzaklaşamazsınız. O kadar çocukla, koyları, tarihi yerleri gezemez, gezseniz de bir gözünü daima çocukların üzerinde olması gerektiğinden, gezdiğinizden bir şey anlayamazsınız. 

Dünyayı sürekli tüketmek isteyen, refah ve konfor arayan bu kapitalist kişilik, önce en kapitalist burjuva sınıflarında, kuze Avrupa ülkelerinde ortaya çıktı ve nüfusu bir anda yaşlandırdı. Avrupa'yı Türkiye ve diğer geri kalmış ülkelerden göçmen almaya zorladı. Bu kapitalist kişilik, 1960'lı yıllarda Kuzey Avupa'da ortaya çıktı, yetmişlerde Güney Avrupa'ya, seksenlerde Kuzey Amerika'ya, doksanlarda Pasifik kıyısı (Uzak Doğu) Asyasına ve şimdilerde Türkiye, Orta Asya , Latin Amerika ve az da olsa tüm dünyaya yayıldı. Kapitalist kişiliğin yoğun olduğu ve refah ülkesi Güney Kore'de ya da Japonya'da, doğum oranları acınası oranlardayken; insanların henüz Kapitalist Kişiliğe ulaşmadığı yada çok az ulaştığı Sahra Altı Afrika ülkelerinde doğum oranları halen çok yüksek.

Buraya parantez açayım, Kapitalist kişilik nedir diye; bu kişilik, sürekli çok para, ünvan kazanma, mal, mülk, eğitim alma, konfor ve refah peşinde; yetinmeyen ve sürekli çabalayan kişiliktir. Yetinme, ortalama olma, birilerinden geri kalma, bu insan için mutsuzluk sebebidir. 2002'den beri ülkemizin muhafazakar-sağcı-dinci kesimi de Kapitalizmle tanıştı; 17-25 Aralık ve 15 Temmuz'dan sonra onları bir arada tutan tarikat-aşiret bağları da zayıfladı; boşanmalar arttı, evlilikler ertelendi.

Kapitalist kişilik oluşumu, dünyaya ne kadar yayılır, nereden dönülür de tekrar nüfus artar, öngöremiyorum. Olan bir kaç nesil boyunca yaşlılara olur; emekli maaşlarını ödeyecek  ve bakım yapacak genç neslin azalması, bakımsız ve beklenenden önce ölen ve hatta intihar eden bir yaşlılar kuşağının doğmasına sebep olabilir.

29 Ekim 2025 Çarşamba

TÜRKÇÜLÜĞÜN VE KÜRTÇÜLÜĞÜN DİN VE ALEVİLİK MESELESİ



Etnik dinsizliğin temel nedeni, dinlerin bazı milletleri daha çok sevmesidir. İslam dini ise fazlası ile Arap dinidir. Bunun tek sebebi peygamberinin Arap, kitabının Arapça olması değildir; Arapların genel tavrıdır. Araplar için Mevaliler, yani Arap olmayan Müslümanlar, alt sınıftır. Kendileri içinde de birbirlerini seyit-şerif olarak görme, ötekileştirdiklerini yarım Arap yada sonradan Arap diye yaftalarlar. Yıllar önce duyduğum bir habere göre dünya Müslümanlarının beşte biri Arap yada ana dili Arapça'nın lehçe-aksan yada ağızlarından biri. Aslınada Kuran'ın ilk indiği Arapça'yı ana dili olarak bilen oldukça az, belki de hiç yok. Klasik Arapça, sonradan öğreniliyor. Körfez Arapları, özellikle Suudiler, diğer Arapları, özellikle Şii-Nuseyrileri, eksik Arap olarak görür; BAAS'çılar ise tüm Araplar, bir millettir sloganını ortaya attı. Tüm mezhep ve ülkedeki Arapları birleştirmek istedi ama pek beceremedi.

Arapların Mevalileri pek sevmediği doğru; özel olarak nefret ettikleri üç millet vardır; Türkler, Kürtler ve İranlılar. Bu üç toplum, Arapların egemenliğinde yaşadığı ve birazcık da Arap zoru ile Müslüman olduğu halde, Araplar içinde asimile olmadı. Keldaniler, Süryaniler, Kıptiler, Berberiler ve daha nice millet, Müslüman olduktan sonra ana dilini ve geleneklerini unutup, ya tamamen yok oldu, ya da sembolik, küçük bir miktar kaldı. Süryaniler ve Kıptilerden sadece Hristiyan olarak kalanları ve çok azı kendi dillerini koruyor. Arap birliği ülkeleri haritasına ve Arapça'nın yayılışına bakarsanız, batıya ve güneye doğru yayıldığını; bu yayılımın da İslamla beraber olduğunu görürsünüz. Bu yayılmanın batı sınırı Atlas Okyanusu, güney sınırı da Sahel denen, Sahra çölü-tropikal iklim üstü ülkeleridir. Gine körfezi ve Ekvator altı ülkelere batılı ülkeler daha önce ulaşmış, oraları Hristiyan etmiştir. Araplar, İber yarımadasını yüz yıllarca işgale edip, yönetmiş de olsa, İspanyolları, Portekizlileri, Baskları, Katalanları, Galiçyalıları ve diğer milletleri Müslüman yapamamış, dolayısı ile Araplaştırıp, buralara yerleşememiştir. Akdeniz havzasında da Arap denizciliğinin egemenliği kısa sürmüş, Kuzey Afrika kıyısında yaşayan halklar, Osmanlı himayesine sığınmış, Osmanlı'yı kendileri çağırmışlardır. Buna rağmen Tunuslular, daha sonra Osmanlı'ya isyan etmişti.

Arapların; Türklere ve Kürtlere olan nefretini çok eski kaynaklardan okuyabilmekteyiz.Bunun en ilginci Mevlana'dır. Mevlana'nın babası Bahaeddin Veled, Kürt yattım, Arap uyandım demiş, kendisini böyle tarif etmiştir. Aslında bu söz, sufiler arasında yaygındır. Mesenevi'de defalarca Türklere hakaret edilir. Selçuklu ve Osmanlı'da farklı değildir. Selçuklular, isyan eden yörüklere Biidrak Türkler derken, Osmanlı'da da Türk'ü vurun, öldürün diye şiirler yazılmıştır. Selçukluların resmi dili Farsça olmuş, Anadolu beylikleri, yörük isyanı sonrasında Karamanoğlu Mehmet Beyi takip ederek, Türkçeyi resmi dil yapmışlar, Osmanlılar ise Türkçelerinin için Arapça ve Farsça'dan kelime, tamlama ve kurallarla doldurarak, Osmanlıca denen ucube dil yaratmışlardır.

Buna rağmen Türkler, dindar Müslüman olmuş, Araplara karşılı da saygılı olmuştur. Osmanlı devleti, Arapları askere almamış, almak istemiş, Arap bölgeleri çoğu kez yerel derebeyleriyle beraber yönetmiştir. Barbaros Hayrettin Paşa ve pek çok Osmanlı askeri, Arapları askerliğe uygun bulmamış, onları sadece yağma yapan kalabalıklar olarak nitelemiştir. Araplarsa, Mevali yada Mevali kökenli hanedanlarla yönetilmeyi, kendilerine zul saymış, Mevali'nin Hristiyanlara karşı zaferlerini de küçümsemiştir. Bazı Arap yazarlar, İstanbul'un fethini bile, gerçek fetih, bu şehrin Türklerin elinden, Araplarca alınmasıdır diye yazmıştır. Kavalalı Mehmet Ali Paşa, aslında Türk olduğu halde, Arapların bu nefretini bildiğinden, kendisini Arnavut olarak tanıtmış, ancak saltanatı 1952'de Hür Subaylar Birliği tarafından yıkılmıştır. Libya ve Tunus'un kraliyet aileleri de , kuzey Arap hanedanlıkları (Suriye ve Irak'da dahil) 1960'lara kadar yıkıldı, Fas hariç, orası halen (2025) halen ayakta. Arap yarım adasının güneyindeki krallıklar (Kuveyt, Suudi Arabistan, B.A.E VS) halen ayakta.

Bütün bunlara rağmen Türk milliyetçiliği uzun zaman boyunca genelde dindar, hatta dinci oldu. Osmanlı'ya ulus fikrini ilk getiren Namık Kemal fazlası ile dindar (rakı düşkünü olmasına rağmen) ve hatta dinciydi. Öyle ki bu gün ulus-nationality anlamında kullandığımız millet kelimesi Arapça din birliği, dindarlık anlamına gelir. İlk dönem Türkçülere baktığımızda, dinci ve hatta mezhepçi olduklarını görürüz. Namık Kemal, Cezmi romanını, Ömer Seyfettin, Pembe İncili Kaftan romancığı (novella) Kızılbaşlığa (Alevilik) saldırı amacı ile yazmışlardır. Ziya Gökalp, Gayrı Müsülümlerin seçme ve seçilme hakkına karşıydı. Sünni bir Kürt yada Arap, benim damadım olabilir ama Kızılbaş bir Türk, damadım olamaz demiştir.

Kürtçülük ise din kavramı ile çekingen bir ilişkisi vardı. Kürdistan'ı kurma amaçlı ilk isyan olan Koçgiri isyanı, bir Alevi isyanıydı. Nur Dersimi'nin bir Kürtçü olduğu kadar Alevici olduğunu görürüz. Koçgiri isyanı sırasında, Divriği'de bir toplantı düzenlemiş, Türk Alevilerini de bu isyana teşvik etmeye çalışmıştır. Dersimi'ye göre Alevilik-Kızılbaşlık; Kürt kökenli bir inançtı ve tüm Aleviler aslında Kürt'tü. Oysa Kürtlerin de çoğu Sünni'di ve Seyit Rıza;  Seyh Said'in temsilcileri, Kızılbaşın yediklerini yemedikleri için isyana destek vermekte vazgeçmişti; üstelik Türk devletinin kendisine ve Dersime harekat planladığını bildiği halde.  PKK ise, Marksit-Leninist bir devlet olarak kuruldu ve ilk militanlarında bolca Alevi vardı. Buna rağmen Kürtler, genel anlamda Aleviliğe mesafeli oldu.

Ülkücü-MHP hareket ise, ilk başlangıcında bile Alevi düşmaıydı ve bilinen ilk Alevi katliamları (en azından benim bildiğim) 1965'de Aydın'da beş Alevi'yi öldürerek başlamıştı ve o zamanlar daha henüz Sağ-Sol çatışması yoktu. 1961'de MÇP, daha MHP olmadan evvel,  komando kampları kurduğunda, daha ortada sol örgütler yoktu. Buraları herkes biliyor, uzatmayacağım. 1991'de Sovyetler Birliği dağılınca, bu dincilik yavaş yavaş sorun oldu. Azeriler Şii, Gagauzlar Ortodoks Hristiyan'dı. MHP ise artık DP, DYP ve ANAP'ın yancısı olmaktan sıkılmış, kitle partisi olmak istemişti. Kürtlerden, Alevilerden oy almadan olmazdı.

2002'den itibaren, dinin somut siyasi iktiadrı ile Milliyetçi, hatta Faşistler de dini ve dindarlığı sorgulamaya başladı. Ülkeye doluşan Suriyeli ve Iraklılara karşı antipati de, dinsizliğin artmasına yol açtı. Aleviliğin, Türk ve Kürt kültürünü asıl taşıyıcısı olması, yeni nesil milliyetçilerin, Aleviliğe bakış açısını da değiştirdi.

Peki bunca yılın acısı, yarası ne olacak? 

25 Ekim 2025 Cumartesi

MASA-KASA-NİSA MESELESİ (İLLE DE MASA)



 Hiç tanımadığı birilerinin tartışmasını dinliyordum; biri, bunlar kasa-masa nisa meselesidir dedi; ben de kullanayım bunu dedim, güzel kafiye. Kasa, para demek; sadece para saklanan yer değil, dükkanlarda ödeme yapılan yerlere de kasa deniliyor. Masa, makam demek; bugün makam sahipleri yükseltilmiş tahtlardas değil, makam odalarında ve o odalardaki kocaman masalarda oturmak demek. Nisa daArapça kadın demek; kadınları dövebilrisiniz, 4 taneye kadar evlenebilirsiniz, erkek çocuklara göre yarım pay verin gibi hüküm veren ayetlerin olduğu Kuran suresi aynı zamanda. Fakirlere göre en değerli olan nisadır; hali vakti yerinde olanlara göre kasadır, masayı perde arkasından o yönetir; tarihse masanın tadının baldan tatlı olduğunu söyler. Tarihte, en azından benim bildiğim, sadece Büyük Britanya kralı 8. Edvard, 20 Ocal 1936'da, dul bir kadınla evlenebilmek için tahttan çekilmiştir.Gavad kelimesinin kökeni ile ilgili olaak Şah 1. Gavad ile ilgili söylentiler ise asılsızdır, kelimenin kökeni Arapçadır. Tahta geçmek  değil de, makam kapmak için sultanlarına kadın ikram eden yada karısını boşayıp, saraya damat olan çok isim vardır, hele Osmanlı'da, zira padişahın kızı kuma olamazdı, üzerine kuma getirilemezdi. 16. yüzyıl Bektaşi babalarından Harabati Baba'nın diğer bir adı da Sersem Ali Baba'dır. Karısını çok sevdiği için, Kanuni Sultan Süleyman'ın damadı olmayı red etmiş, devlet görevlerinden istifa eder, Hacı Bektaş Dergahına postuşin olmuştur.

Bu kafiyeye İsa'yı, dini de ekleyebilirdik; lakin biliyoruz ki din, hiç bir zaman sebep olmadı. 4. Haçlı seferi, Müslümanlarla savaşmak yerine, Doğu Roma'nın başkenti, doğu-batı ticaretinin merkezi, o dönemin Konstantinopolis'i, şimdinin İstanbul'unu yağmaladı. Cumhuriyet tarihinin en büyük tarikatı, bit bankanın şubelerinde Kuran okuyarak son nefesini verdi. Tarikatlardan birinin cübbeli yüzü, yavru vatan'da kumarhaneciler için dua etti. Bu yüzden İsa'da, Musa'dan yada Muhammed'den bahsetmenin çok bir anlamı yok.

Nisa meselesi, hep öne sürüldü. Yıllarca türbanlı bacım söylemi, türbanlı kadınlara saldırı yalanları ortaya atıldı. Yıllar önce bir polis bana iki tane unutamayacağım laf etmişti. Biri, aptal adam bok yiyecek ki, akıllı adam bal yesin'di; diğeri de adamın çirkefi adamın üzerine çocuğuylai karısını gönderirmiş sözüydü. Bu parağrafta ikinci söz üzerine. Türkiye'de tarikatlar, önce kızların eğitimine ve karma eğitime karşı çıktılar; kızlar okursa o.. olur, bakire olmaz falan dediler. Sonra en büyük silahlarını, dedikodularını ortaya çıkardılar; köy enstitülerinde kız-erkek beraber kalıyor falan dediler.  Menderes hükumetinin ilk işi, köy enstitülerinde karma yatakhanelere (ayrı binalarda da olsa) son vermek oldu. Binlerce öğrenci başka okullara göç etti. Altmışlı yıllarla beraber, muhafazakar-dindar kızların da eğitim istediği, eğitimi haremlik-selamlık yapmanın da çok mümkün olmadığını görünce, kadın meselesini yeni bir boyuta taşıdılar ve Şule Yüksel Şenler, bu günkü modern türbanı icat etti. Nisa meselesi de türban üzerinden yürüdü; 12 Eylül rejiminin türban meselesi ile rejime muhalefet edildi. Türkiyeîn 1960'lar öncesi fotoğraflarına bakın, sıkma baş yada Şule başa rastlayamazsınız. Doksanlarda bu sıkma baş meselesi, kadın meselesinin tamamı haine getirildi, sağcılar tarafından. Oysa türban kelimesi bile Fransızcadır ve Hindistan'daki Sih toplukunun erkeklerinin başına bağladıkları bezin adıdır. Osmanlı'da, binde dört olan kadın okuryazarlığının cumhuriyetle artışını; ili kadının şahidinin bir erkeğe eşit sayıldığı şeri mahkemeleri ve daha neleri neleri görmeyen liberal tayfa,  şapka devrimi ve türban üzerinden Atatürkçülüğü, özgülük düşmanı ilan etti, seksenler ve doksanlar boyunca. O zamanlar bir tarikat lideri, tüm kadınlar kapalı da olsa, edepli de olsa, kadın bir numaralı meselemiz olacak diye bir beyanat vermişti. Türbanlılar da hayata karışmaya, eğlenmeye, kariyer edinmeye ve kapitalistleşmeye başlayınca, türbanı kazandık,  içindekini kaybettik diye ağladılar. 17-25 Aralık operasyonları ile türbanlı kadın ve kız, süratle türbanını çıkarmaya başladı, yeni nesil türbansız büyümeye başladı. 15 Temmuzdan sonra türbandan ayrılık hızlandı, 2025'den sonra da hızlandı. Sağcılık, elindeki nisa silahını kaybetti. Profesör Nilüfer Göle'ye göre mahalle baskısı, örtünmek isteyene engel oluyordu, gördük ki açılmak isteyene engel oluyormuş. Göle ve çetesi, türban üzerinden Atatürkçülüğe aldırdı, ödlüllünü (yada çetesi ile ödüllerini) de aldıç

Kasa sahipleri her zaman masayı da kontrol etmek istediler ama siyasete atılmak her zaman risk taşıdığı için çoğu kez yapamadılar. Bir Türk atasözü, ya devlet başa, ya kuzgun leşe der. Osmanlı döneminde devlete isyan edenler gömülmez, leş kargalarına yem yapılırmış. Uzman Çavuş Ömer Halisdemir'in öldürdüğü Tuğgeneral Semih Terzi, kendisine mezar yeri verilmeyince, üzüm bağına gömüldü. 15 Temmuz kadar büyük değilse de, başka türlü hezimetleri de tarih ve yakın tarih yazmıştır. Turgut Özal'a yönelik 18 Haziran 1988 tarihli başarısız suikast teşebbüsünden sonra, yolsuzlukları tüm kamuoyunun bildiği ama kendilerine hiç dokunulmayan üç iş insanının serveti yok edildi; Kemal Horzum, Mehmet Okumuş ve Hasbi Menteşoğlu. Bu üç kişinin, Özal suikasti ile alakası nedir, tam bilmiyorum ama suikastin, daha doğrusu duikastin ertesi günü, önce medya, sonra adalet mekanizması, bu kişilerin aleyhine döndü. Kemal Horzum'la suikast teşebbüsünğ birbşrşne bağlayan bir köşe yazısı okuduğumu hatırlıyorum. Horzum'un devlet bankası olan, şimdilerde olmayan Emlak Bank'ı, faks havalesi solandırıcılığı ile dolandırdığı konuşuluyordu. Suikastten sonra Emlak Bank, yabancı dil bilen, işin uzmanı avukatlar tuttu.  Derken sıra Hasbi Menteşolu ve Mehmet Okumuş'a geldi. Geeçmiş zaman, merak eden internette iyice araştırır, hatta olay, bazı kaynaklara göre Asil Nadir'e de ulaşıyor. Tek diyebileceğim olanlar, başarısız bir masayı elegeçirme çabasıydı. Özetle üçü de mahvoldu.

Kapitalistler, genellikle masayı perde gerisinden kontrol etme çabasındadırlar. Turgut Özal, bunun bir örneğidir. Özal, 1983 öncesinde Sabancı Holding, TÜSİAD ve Dünya Bankasında çalışmış profesyönel bir yöneticiydi. Partisini hızla kurduktan sonra, dönemin medya karteli Erol-Haldun Simavi kardeşler gazeteleri tarafından parlatıldı. O günlerde yeni kurulan Sabah gazetesi de bu kervana katıldı. Derken ANAP,  Sabah gazetesinin anketinde ANAP, birinci parti çıktı, Kenan Evren'de anket yapmayı yasakladı. ANAP'ı kapatamadı, kapatsaydı seçim çok daha komik bir hal alacaktı. Seçimlere üç parti, Evren'in deyimiyle iki buçuk parti katılıyordu, buçuğu ANAP'tı. Diğer iki partiyi zaten askerler kurmuş, kurulan diğer partileri de kurucularını vetolayarak, kurulmalarına engel olmuştu. ANAP', en sazından seçim varmış gibi görünmesi için lazımdı. Sadece Özal değil, dünyada pek çok politikacının geçmişinde, özel sektörde profesyönel yöneticilik yada bayilik vardır. Süleyman Demirel'de, Amerikalı Morison firmasının Türkiye temsilcisiydi. Türkiye'de politikacılar çoğunlukla devlet memuru (üst düzey bürokrat) yada avukat kökenlidir Özal, Devlet Planlama Teşkilatının müsteşarı, Demirel'de Devlet Su İşleri, genel müdürüydü.

Bazen de kasa sahipleri, yani büyük burjuvalar, masa başına geçmeyi tercih eder. Silvio Berlusconi ve Donald Trump gibi başarılı olanları vardır; Cem Uzan ve Cem Boyner gibi başarısız olanları vardır. Devlet masasının başına geçmek öyle kolay değildir. Cem Uzan demişken,  Ali Koç'un son bir kaç yıldır hali, özellike Fenerbahçe başkanlığını kaybettiği zamanki hali, tavırları, jestleri, mimikleri, Cem Uzan'ın iki binli yıllardaki tavrına benziyor. Aradaki fark, Cem Uzan, muhtemelen içtiklerinden dolayı, bembeyaz bir surata sahipken; Ali Koç'da gene muhtemelen içtiklerinden dolayı, kıpkırmızı bir surata sahip. Cem Uzan'ın giyim kombini beyaz gömlek, siyah pantolonken, Ali Koç, koyu renk t elbisler giyiyor; ikisinin de kombinini kocaman ve muhtemelen Rolex yada Patek Philippe marksa lüks saat tamamlıyor. Diğer yandan Koç ailesi ve üyeleri, yarım asırdan fazla bir süredir (27 Mayıs 1960 darbesinde günler kala Vehbi Koç'un istifasından beri) açıkça bir partiyi desteklemez veya partililerle samimi olmaz. Ali Koç ise uzun süredir MHP ve Bahçeli ile fazla samimi hatta son kongreyi MHP ve Ülkü Ocaklarının desteğine rağmen kaybetti. 2025'deki Koç ailesi, abartmıyorum 2002'deki Uzan ailesini en az yüz kere satın alır, hatta 1997'de Boyner ailesinin servetini çok rahat seçim için harcar. Başkanlığı süresince Fenerbahçe klubünün futbol takımını bir kaç kere şampiyon yapsa kesin siyasete atılır, 2002'den beter ortalığı karıştırırdı. Seçimi kaybettikten sonra, dayak yemiş ergenler gibi küfrederek ve tehdit ederek dışarı çıkması ve oğlu Kerim Koç'un ağlaması bence bunu gösteriyor. Fenerbahçeli arkadaşlar kızmasın ama Fenerbahçe'nin şampiyon olamaması iyi olmuş. Fenerbahçe'yi sevmeyenler de kızmasın ama yokluunda Fenerbahçe şampiyon olursa, Koç ailesinin imajı iyice yerle bir olur.

23 Ekim 2025 Perşembe

KARANFİLLER DÖKÜLDÜ YERE-(HAKAN TOSUN'A, SEDAT KAYA)

 



KARANFİLLER DÖKÜLDÜ YERE
Bir zamanlar tanrılar bile, kanın toprağa karıştığı yeri kutsal sayardı.
O kanın yerden doğurduğu çiçeğe “Dianthus” derlerdi. Karanfildi o.
Tanrıların çiçeği.
Karanfil, toprağın hafızasıdır.
Bir yerde haksızlık olduğunda, ilk o boy verir.
Çünkü karanfil yaşama direnenleri anlatır.
O kara gecede, tıpkı o eski efsanelerde olduğu gibi, Hakan Tosun'un kanı toprağa karıştı.
Hakan, bir yaşam savunucusuydu.
Bir ağacın kesilmesine, bir derenin kirletilmesine, bir kuşun sessizliğe gömülmesine razı olmadı.
Kamerasını her kaldırışında, “Burada yaşam var” derdi.
Gerçekten de vardı.
Çünkü o, ormanın kalbinde, suyun aynasında, toprağın nabzında adaleti arıyordu.
Şimdi dostları, katledildiği yere karanfiller döküyor.
Betonun soğuk yüzüne düşen her kırmızı yaprak, bir vicdan yankısı gibi konuşuyor.
Her karanfil bir kalp atışı, her kalp atışı bir çağrı.
“Adalet, sadece mahkeme salonlarında değil, yeryüzünün her yerinde aranmalı.”
Karanfil sabırlıdır. Toprağa düşer, bekler.
Bir gün adalet yeniden yeşerene dek.
Çünkü karanfili solduramazlar, adaleti susturamazlar.
Hakan Tosun’un adı, o bahçede hep rüzgarla anılacak.

Yazan: Sedat Kaya

19 Ekim 2025 Pazar

SIKI DOSTLAR FİLMİ VE MAFYA ÖVGÜSÜ FİLMLERİ

 


Ülkemizde hızla artan çeteler karşısında, 1990 yapımı Sıkı Dostlar filminden bahsetmem gerektiğine karar verdim. Suç dünyası, her zaman sanatın ilgisini çekmiştir. Sanatçıları sık sık bu çeteleri, halk kahramanı olarak, çoğu kez de para karşılığında övmüştür. Mesela şöyle bir türkü vardır:

Aydın dağını oydular/İçine de mavzer koydular/Yörük de Alinin adını/ Hazreti Ali koydular

Oysa Yörük Ali Efe, Alevi değildir, bu türkünün de amacı, Yörük Ali'nin çetesine, Alevi köylerinden kızan toplamaktır. Pek çok türküde, öyküde, haydutlar birer kahraman olark görülür. Bunun bir sebebi, haydutların ozanlara, hikayecilere para yağdrıması, bir sebebi de devlet otoritesinin çöküşüyle, halkın adalet ve sığınacak bir güç arayışıdır. Diğer yandan, babamın evi uzakta olsa, övünmesi kolay olsa misali, tarihte adı geçen korsanları yada eşkiyaları romantize etmek kolaydır. İngiltere başta olmak üzere Avrupa kıyılarını yağmalayn Vikingleri veya Karaib denizi korsanlarını romantize etmek kolaydır. Tuvalet terlikli, dünya ekonomisini bunalıma sokan Somalili korsanları romantize etmek zordur.

Ülkemizde çeyrek asırdan fazladır medya tarafından yapılan bilinçli bir mafya övgüsü var. Başlangıcı 1998'den itibaren yayımlanan Deli Yürek dizisiyle başlıyor. Bu dizi ilk bir buçuk yılında, reytingleri düşük de olsa, yatırım almaya devam ediyor. Oysa pek çok güzel program, azıcık reytingi düşse, yayından kaldırılıyor. Deli Yürek dizisi, toplumu istenildiği gibi yönlendirmeye yetmeyince, büyük hazırlıklarla meşhur Kurtlar Vadisi yapıldı. Dizinin efsane olması boşuna değil; başrol oyuncusu Necaati Şaşmaz harici kadro, tecrübeli ve başarılı oyuncular kadrosundan oluştuldu. Yıldız olmayan pek çok oyuncu,  Devlet Tiyatrolarının deneyimli oyuncularıydı.

Bütün bu mafya övgülerinin temel sebebi, çetelere eleman bulunmasını kolaylaştırmak, insanları çetelere karşı, bakın ardında derin devlet var diye korkutmaktır. Hiç kimse sebebi reytingler, halk bunu istiyor, demesin. Kurtlar Vadisi bile, meşhur ilk 97 bölümü bittikten sonra, Kurtlar Vadisi Terör diye, sadece dört bölümden oluşan bir devam serisi çekti, tutmayınca da Kurtlar Vadisi Pusu oldu. Dizide verilen en önemli mesaj, derin devlete verilen infaz yetkisi; dizinin dört temel başrol oyuncusu, bir sürü cinayetten sonra, polise-savcıya  ifade bile vermiyor. Kurtlar Vadisi, 15 Temmuz öncesinde ucundan azıcıkta olsa, darbenin işaretini verdiği için sessizca sonlandı. Sonlanmamak için, Kurtlar Vadisi Darbe diye, çevir kazı yanmasın tarzı bir film yapıldı, o da başarısız oldu. Buna rağmen bu mafya dizileri-filmleri furyası devam etti.

Oysa Türkiye'nin ve dünyanın Sıkı Dostlar gibi, mafyayı,  bizzat içinde yaşayanların itirafları ile, tüm iğrençlikleriyle anlattığı dizi ve filmlere ihtiyaç var. Mafya denen yapı, öyle iğrentir ki, filmler çoğu kez tam olarak anlatamaz. Mesela meşhur Paplo Escobar, 10-12 yaşında kızlara düşkündü, kızları yarıştırır, güreştirir, sonuca göre cinsel ilişkiye girerdi. Bir garsonu, gümüş bir çatal çaldı diye, konukların gözü önünde, ellerini-kollarını bağlayarak suya attırmıştı. Pek çok mafya üyesi, küçük suçlarda çetelerini korur ama ciddi suçlarda hemen etkin pişmanlıktan yararlanırlar.

Araya bir de mafya komediler parantezi açmak istiyorum. Mafya üyeleri, filmlerdeki komik karakterler gibi aptal kişiler değildir. Onları kandırmanın bedelini çok kötü ödersiniz. Sadece kendi hayatınız değil, yakınlarınızın hayatı da tehlikeye atarsınız.

Ben bütün bu yapılanların bir plan olduğuna dair kafamda komplo teorileri var. Ülkemiz giderek çeteler ülkesi oluyor; Kolombiya, Venezüella, Meksika gibi çeteler ülkesine döndü. O kadar uzağa gitmeyelim.  Komşumuz İran, uyuştruucu çetelerle mücadelesinde, yer yer Türkiye'nin PKK ile mücadelesinde kaybettiği (doksanlı yılların yüksek rakamları kadar) kan kaybediyor. Şu günlkerdeki sözde barış havası, bunun hazırlığıdır.

12 Eylül-Turgut Özal rejimi, sağ-sol çatışmasını bitiriyoruz, bitirdim diye, PKK terörünü, küçümseyerek büyütmüşler, böylece kendilerine meşruiyet sağlamışlardır. Şu anki rejim de benzerini yapmaktadır. Benim görüşüm bu yöndedir.

15 Ekim 2025 Çarşamba

AMERİKA'DAN GELEN AÇILMA EMRİ VE SONRASI



28 Şubat 1997 Milli Güvenlik Kurulu toplantısı, Türkiye'de karanlık günler için bambaşka bir milat oldu, bu olay, en azından şu ana kadarki son başarılı darbe oldu. Aslında tavsiye nitelikli olan kararlar, bir muhtira olarak iktidarın yıkılması sürecini başlattı. (27 Nisan 2007 Genel Kurmay bildirisini başarısızlardan sayıyorum) Her başarılı yada başarısız darbe sonrası gibi, sıradan insanlar için zor günler başladı. İşten atılmalar, fişlenmeler gırla gitti, ayrıntı vermeyeyim, yalan yada yanlış da söylemiş olurum, üstelik bu yazının konusu bu da değil. Bunlar da acı verici olaylar ve pek çok kişi bu konuda yazdı, çizdi. Benim bu yazıdaki konum, 28 Şubatla tekrar hortalayan türban yasağı. Ben üniversiteye gidene kadar çok az türbanlı gördüm, hatta hiç tanımadım. Hatırladığım kadarı ile 1993'de mezun olduğum Ankara, Dikmen Lisesinde ( Okulum ikiye bölündü; Şehit Erhan Dural Anadolu Lisesi ve Lokman Hekim Sağlık Meslek Lisesi olarak) türbanlı öğrenci yada öğretmen yoktu. O yıl Ankara, Kızılay'da, İzmir caddesindeki Büyük Dershane'de  de türbanlı öğrenci yada öğretmen olmadığını net olarak hatırlıyorum. Sınavı kaybettiğim, dershaneye de gitmediğim, bir kaç farklı işte çalıştığım 1993-94 yılları boyunca çevremde türbanlı kadın sayısının katlanarak arttığının da farkındaydım. 1994'de Isparta'da hem şehir, hem de üniversite türbanlı kadın doluydu ve 1997'e kadar katlanarak arttı. 1997'de türban takma, kapalı gezme alışkanlığı olan bir sürü kadın-kız vardı ve birdenbire yasak geldi, daha doğrusu  12 Eylül icadı olan ve türbanlı kadın sayısı çok fazla arttığı için pratikte hükmü olmayan yasak, tekrar uygulanmaya başladı, ardında da meşhur ikna odaları falan kuruldu. Devlet, muhafazakar insanlarla çatışmaya başlıyordu ki, A.B.D, Pensilvanya'da yaşayan o malum kişi, devletle çatışmamayı, iş yerlerinde başı açmayı emretti. 

Sadece o şahsın tarikatının üyeleri değil, tüm muhafazakar, sağcı kişiler bu emre uydu. Devlet de, muhafazakarlarla, belki de kanlı olacak bir çatışmadan kurtuldu. Bu süreç içinde türbanlı kadın-kız sayısı artmaya devam etti. Benim tahminim 2010'a kadar artmaya devam etti. 2002'de Reis iktidara geldi ve bin yıl sürecek denen 28 Şubat süreci on yıl bile sürmedi.

Bu paragrafı, parantez olarak alın; 27 Mayıs rejimi, Türkiye'de askeri darbeler için garip bir süre sınırlaması, kuralları koydu. Dönemin ünlü darbecisinin (yada ona atfedilen ) bir sözde denildiği gibi, demokrasiye balans ayarı çekti; asacağını astı, keseceğini kesti, sonra köşesine çekildi. Kitap fuarında bir sahafta, eski bir gazete sergileniyordu; gazete ilk sayfasını tamamen Adnan Menderes'in idamının birinci yılına ayırmıştı. Menderes idam edildikten bir yıl sonra taraftarları tekrar ortaya çıkmıştı. En uzun süreni, üç yıl ülkeyi bizzat yöneten 12 Eylülcüler oldu. Ülkemizde 7 yıl Yunanistan'ı yöneten Albaylar cuntası, 1939-1975 arasında ve ölünceye kadar İspanya'yı yöneten General Franco, 21 sene Brezikyayı yada elli seneden fazladır da Myanmar'ı yöneten askeri cuntalar olmadı. İnsanlar fırtınaların geçmesini bekler gibi, darbe yönetiminin geçmesini bekledi. Fırtına sonrası tamir, onarım ve hayatın yeniden kurulmasının uzun zaman alması gibi, darbe sonrası ülkenin toplanması da zaman aldı. 2005 Katrika kasırgasından bu yana New Orleans şehri, halen eski nüfusuna ulaşamadı. Türk demokrasisi de darbe sonrası pek çok değerine halen ulaşamadı.

1998'de öğretmen atandım ve bu süreçte de türbanlı sayısında artış vardı. 2002'de Yalvaç İmam Hatip lisesindeydim. Eğer cuma günü değilse, öğrenciler, son saat saçlarını yapmak (türban takmak) için izin istiyorlar, cuma günüyse İstiklal marşı okunduktan sonra saçlarını yapıyorlardı. 2002'de,  Devlet Bahçeli!nin, krizin etkileri geçmeden birdenbire koalisyonu bitirmesi ve Pensilvanyalı'nın desteğinin de gayretleriyle, on bir aylık bir parti olan AKP, tek başına iktidar oldu. AKP'nin iktidar olmasıyla, türban sorunu hemen çözülmedi.  İktidar değişmesiyle türban sorunu birden çözülmedi, önce üniversitelerde türban üstü peruk başladı. Sonra yavaş yavaş idareciler, türbana karşı daha hoşgörülü olmaya başladı. Bu dönemde türbanı bırakanlar da görülmeye başlandı. Kırıkkale Atatürk Sağlık Meslekteyken, bazı mezun öğrenciler, özellikle atanınca türban takmayı bırakmıştı.Normalde tersi oluyor, son sınıfa gelen yada mezun olan öğrenci örtünüyordu. Gene de bu dönemde türbanlı sayısı-oranı artıyordu.

Bu rada gene Pensilvanyalı'nın desteğiyle, 2010 yetmez ama evet referandumuyla, iktidarın eli daha da güçlendi.

Türban yasağı, 2010-11 gibi iktidar yanlısı memur sendikalarının serbest kıyafet eyleminde kadar sürdü. Memurlara kıyafet serbestliği gelince türban sorunu kendiliğinden çözüldü. Ardından da okul öğrencilerine serbest kıyafet yönetmeliği geldi. Serbest kıyafetle beraber, açılan öğrenci sayısı, yavaş yavaş örtünen öğrenci sayısını geçmişti. Tek tip öğrenci kıyafetinde, türban bir şekilde elbiseyi güzelleştirebiliyor yada daha dikkat çekici yapabiliyordu. Asıl yıkım 17 Aralık 2013'de geldi, 25 Aralık 2013'de de kavganın ilk raundunu iktidarın kazanması ile beraber,  Pensilvanyalı şahıs artık hizmet hareketi yada hoca efendi değil, paralel devletti. 17 Aralık sabahına kadar ülkemin dörtte birinden fazlasının paralel devlet örgütünün üyesi olduğuna yemin edebilirim ama ispatlayamam.

1997, 2002 ve 2010'da sözü dinlenen muteber sivil toplum önderi ve din adamına, 2013'de sırt çevirdi bu sağcı-muhafazakar kitle; 15 Temmuz 2016'da da iyice şeytanlaştırdı.  17 Aralık 2013'den sonra ilk artan şeyler, türbanı çıkaran kadınlar ve boşanan ailelerin sayısı oldu. O vakte kadar dindar aileler pek boşanmaz, çokca da çocuk yapardı. 17 Aralıkta hem bazı örgüt üyeleri 15 Temmuz'un olası başarısızlığına karşı boşandı; hem de artık tarikat şeyhi yada örgütlerinin bireyler üzerindeki baskısı azaldı. Ardında  sosyal medya çağı ve açılan fenomenler, infulusrılar dönemi ile açılma süreci inanılmaz arttı.

Bütün bunlardan da anlaşıldı ki sağcı-muhafazakarlar için tek kutsal iktidarlarıdır, palarıdır. 1997'de Okyanus ötesindeki şeyhleri, açılma emri ile kumpasları, şekillendirilen siyaseti ve zenginliği müjdelemişti. Aslında karşımızda samimi inançlı, dindarlar yok, para ve iktidar hırsı içinde, cahil bir kitle var. Aleviye kız vermeyip, Katolik Hritsiyan İtalyanlar yada Budist-Hritsiyan ya da Ateist Korelilerle evlenenler var.

Mücadele ettiğimiz şey, iki yüzlü ve her şeyi yapacak, örgütlü bir kötülük.

13 Ekim 2025 Pazartesi

MEŞRUİYET ARAYIŞLARI



 12-16 Ekim 1971 tarihinde İran'ın Şiraz kenti, modern zamanların en pahalı ve şatafatlı partisine sahne oldu. İran şahlarının kuruluşunun 2500. yıl dönümüydü kutlanan. Bu kutlama temsiliydi tabiki. 1971'i 550 ile toplarsan, 2521 ettiği gibi, bu 550 tarihi de tahminiydi. Kaldı ki Kuros (yada bu gün itibarı ile tahminen Kubat), Med devletini yıkmıştı ve Medler'de İranlıydı. Bir Kürt olarak, Medlerin Kürt olduğuna inanmıyorum. Yoksa tarihte Kürt varlığı bu kadar silik olmaz, bölgesel beylikler halinde de olsa varlığı olurdu, o ayrı konu. Dünyada, 1971 itibarı ile halen tahtta olan tüm saltanat ailelerinden en az bir birey, bir sürü devlet-hükumet başkanı ve çeşitli temsilcilerle dolu, kocaman bir gösteriş ayimniydi bu. Persopolis antik kentinin yanına devasa bir çadır şehir yapılmış, sırf bu tören için Şiraz şehrine havaalanı, havaalanı ile çadır şehri arasına otoyol yapılmıştı. Devasa lüks çadır şehirde, seçkin misafirlerin mücevher ve değerli eşyaları için yeraltında devasa bir kiralık kasalar inşa edildi. Bu misafirlerin eğlencesi için çadırlardan bir kumarhane yapıldı. Anlat anlat bitmeyen bu şenlikteki savurganlığı, internette daha fazla bilgi bulabilirsiniz. Bu savurganlığın simgesi, Türkiye'yi temsil eden, dönemin cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın da karıştığı ufak çaplı sıkandaldır. Şah, misafirlere şeker-lokum dağıtır gibi yakut yada ona benzer bir taş dağıtmaktadır. Cevdet Sunay, bir adet de kızına alır. Şenlik bitine İran'ın Ankara büyük elçiliği,  Cumhurbaşkanlığından ikinci değerli taşı kibarca geri almış. Burada makamına armağan edilen hediyeyi, kendisine alan Cevdet Sunay'a, hiç mi Adnan Menderes'in yargılanmalarından ders almadın, sana makamında hediye dilen kravat, kalem gibi eşantiyonları bile, görevi bıraktığında yada tayinin çıktığında, makamına geri iade etmelisin. Diğeri de, 1971'de İran halkının yarısının temiz suya erişimi yokken, böyle devasa bir gösterişe para harcayan Şah'a söylenmeli. O kadar masraf değdi mi, sonuçta 1979'da sarayının içinde bile seni ve karını tehdit eden yazılar görünce can havli ile yurt dışına topukladın, ilk zamanlar seni ve aileni kabul edecek ülke bulamadın?

Şah'ın hedefi kendi halkıydı. Bu ülke, 2500 yıldan fazla, hatta belki de üç bin yıldır monarşiyle yönetiliyor, bundan sonra da monarşiyle yönetilecek mesajı vermek istemişti. Doğada her şeyin donu olduğu gibi, üç bin yıla yaklaşan tarihinde, doğru düzgün bir danışma meclisi bile görmemiş İran'da, monarşinin de sonu vardı. 1979'da yıkılan İran monarşisi, yıkılan son monarşi oldu. Pehlevi ailesinin tek sorunu yoksulluk, A.B.D, Epson ve İngiliz BP şirketlerine teslim edilmiş petrol yada benzeri şeyler değildi. Hanedanı kuran baba Rıza Pehlevi, soylu bir aileden gelmiyordu. 16 yaşında astsubay yani başçavuş olarak orduya katılmış, tuğgeneralken de darbe yapmıştı. Bir tuğgeneral, sadece başkenti işgal ederek nasıl darbe yapabilir, öyle olmamıştı tabi. Kaçkar hanedanlığının  İran'ı daha fazla yönetemeyeceğini gören ve konumunu kaybetmek istemeyen İran arsitokratları, onu seçmişti. Soylu değildi ve saltanat kuracak bir kökeni yoktu. Bu yüzden sürekli olarak  kendisine sürekli olarak ünvanlar veriyor, üzerine nişanlar takıyordu bu son saltanat. Pehlevi ailesi, kendisine tarihten meşruiyet arıyordu.

Her ideoloji kendisine tarihten kök, bu köke dayanarak tarihsel meşruiyet arar. Marksistler, tarih öncesi, ilkel komünal dönemden bahseder. Oysa hem arkeolojik veriler, hem de coğrafi keşiflerden başlayarak gözlemler, çok az ilkel komünal topluluk olduğunu gösterir. Pek çok ilkel kabile,  mülkiyetsiz yada eşitliksiz değildir. Aleviler, Hazreti Ali'yi sahiplenme adına çocuklarına Ömer ve Osman adlarını vermez (Bekr, Arapça deve yavrusu demektir ve asık adı Abdullah olan halifenin lakabı deve babası anlamında Ebu Bekir'dir) ama     Hazreti Hüseyin'in bile Ömer ve Osman adlı çocukları vardır ve Kerbela faciasında ölenlerden biri, Halife Ömer'in öz oğludur. Annesi, babası ölünce Hazreti Hüseyin'le evlenmiştir. O da üvey babasına sadık kalmıştır. Aslında halifeler ve onların çocukları birbirlerinin kızlarını ve dul karılarını almışlardır. Hatta birden fazla kızı ile evlenmiştir çünkü Kuran'a göre aynı kadının yada süt annenğn birden fazla kızı ile evlenemezsiniz; farklı kadınlardan olunca, aynı erkeğin kızlarıyla evlenebilirsiniz; bu sahabelerin eş sayısı, Kuran'ın sınırladığı dörtle sınırlı da değildir. Sahabelerin pek çok çocuğu olmuş, bu çocukların pek çoğu küçük yaşta ölmüştür. Hatta peygamberin bile çocuk yaşta ölen Kasım diye oğlu olmuş, bu çocuk küçük yaşta ölünce, peygamberi teselli için ona Ebel Kasım (Kasım'ın babası) denmiştir. Bu ölümlerin sebebi bana göre SMA kas hastalığı veya benzer akraba evliliği sebepli hastalıklar olabilir. Türkiye'de sağcılar da 2.Abdülhamit'i yüceltir. Abdülhamit zamanında kaybedilen toprakları, birinci ve ikinci Meşruiyet meclisi ve yönetimlerine bağlarlar; bunu doğru kabul etsek bile, borçlar yüzünden İngilizlerce işgal edilen Kıbrıs adasını, Osmanlı askeri zaferine rağmen, Yunan kralının oğlunun sözde ada valisi yapılarak, Müslümanların önemli bir kısmının kaçtığı Girit'i ve koca Osamnlı imparatorluğunun, Fransa'yı sadece protesto ettiği Tunus'u ne yapacağız?

Böyle bir tarih olmadığında da uydurulur ve böylece mitoslar ortaya çıkar. Abdülhamit'in o çok övülen denge politikası, her ülkeye ekonomik ve politik tavizlerle son bulmuştur. Demiryolu ihalesini kar garantisi ve demiryonun onlarca kilometre civarındaki tarım ve madenleri alma garantisi ile alan Almanlar, sömürgelerinden (1918 öncesi Kamerun, Togo, Tanganika, Alman Samoası (bugünkü Amerikan Samoası) ve Papua Yeni Gine adasının kuzey doğu dörtte biri ve Herbit adaları vs) daha fazla pamuğu, üstelik daha ucuza Osmanlı'dan almıştır. İngiliz ve Fransızlar için Osmanlı ülkesi, ucuz hammedde, açık pazar ve tek tek yandaşı yaptığı azınlılarla doludur. Ülkenin dört bir yanına yayılmış İngiliz, Fransız ve Amerikan kolejleri, kendi işbirlikçilerini yetiştirmektedi. Sağcıların o çok övdüğü hafiye teşkilatı sadece ordu ve bürokrasiye nifak sokmaya yaramış, kapütülasyonları sonuna kadar kullanan İngiliz ve Fransızlar, bir zamanlar seyyahların Hristiyan Türkler dediği Ermenileri, en büyük Türk düşmanı yapmışlardır.

Sağcılar mutlak iktidarı ellerine geçirince, bu hayali tarihlerine dizi yaptılar. Osmanlı padişahı Abdülhamit, en güçlü döneminde, İngiliz elçisini tokatlıyor. O tarihlerde İngiliz elçisi, padişahla konuşmaya çoğu kez katibini gönderiyordu. İngiliz elçisine, o tarihlerde böyle bir şey yapsaydı, muhtemelen Akdeniz'deki bir kaç Osmanlı limanı kullanılmaz hale gelirdi. Osmanlı, Tunus'u işgal eden Fransız elçiliğini kapatmadı ki, Fransa'dan çok daha güçlü, Dünya yüz ölçümünün yaklaşık üçte birini fiilen işgal eden, o zamanın temel iletişim olan telgraf sistemini elinde tutan (yer küredeki üç telgraf memurundan biri İngiliz'di), daha 1896 yılında Atlas okyanusunu, İngiltere'den. Amerika kıtasına kadar telgraf telleri ile döşemiş olan İngiltere'nin büyük elçisini tokatlasın. Tüm muhalefeti gazetelerini Avrupa matbaalarında bastırıyor, kapütülasyonlar sebebi ile Osmanlı polisinin giremediği yabancı postanelerden alıp, dağıtıyordu. Osmanlı polisinin yapabildiği, bu postanelerin çevresine kestaneci, seyyar satıcı gibi kılıklarla hafiye-polis yerleştirmekti. (Halide Edip Adıvar'ın Sinekli Bakkal romanının bir bölümünde bu konu anlatılır) Diğer bir yalan tarihte, dizi ve filmlerdeki padişahlar, sultanlar, sürekki öfke krizi geçirip, sürekli bağırıyor, önlerine gelene hakaret ediyor. Gerçek liderler ve sultanlar, sadece magafonun icadından önce, geniş alanlara sesini duyurmak için bağırır. Makamın meşru sahiplerinin ne dediğine insanlar dikkat kesilir, onlar mırıldasa bile duyulur. Fatih'in, Kanuni'nin, Atatürk'ün birilerine karşı avaz avaz bağıracak şekilde bir öfke krizine girdiği nadirdir. Yavuz için söylenebilir, sonuçta babasını tahttan indirmiş, askerlere savaş ganimeti vaat etmişti. Orduyu zorlu savaşlara sokuyor, aşırı şiddetle otoritesini koruyordu. Yaklaşık sekiz yıllık saltanatında Osmanlı devletini iki kat büyütmüştü ama bu sekiz yıl içnde üçü vezir-i azam, sekiz tane vezirini de katletmişti.

Bunlar tarihten meşruiyet arayışları; tarihten meşruiyet arayışı yeterli değildir; sonuçta geçmişe mazi, yenmişe kuzu denir. Siyasette asıl meşruiyet aracı, birleştirici olmaktır. 12 Eylül rejimi, bu amaçla bir kaç tane de sağcı-Ülkücü idam etmiştir. Darbenin ana bahanesi, kardeş kanının dökülmesini önlemektir. Turgut Özal'da, 1983 seçimlerindeki sloganı dört eğilimi (Kırat-Merkez Sağ, Ülkücülük, İslamcılık ve Sosyal Demokrasi) birleştirmekti. AKP'de 2002'de ilk seçildiğinde, milletvekillerinin üçte ikisi, eski merkez sağ partiliydi, şimdi yanılmıyorsam hiçbiri kalmadı artık. Hürriyet gazetesinin attığı ve sahte-yönlendirme amaçlı olduğu çok sonra ortaya çıkan iki kişiden biri manşetinden sonra, eğilimleri birleştirmeye ihtiyacı kalmamıştı artık. Gene de tüm toplumu kucakladığını yada insanlara özgürlük vereceğini göstermeye karşı cepheden birileri lazımdı, o da yetmez amacılar oldu.

Yetmez amacılık, 2010 referandumu yada kumpas davalarının yalancı şahitliğinden ibaret değildir. Gericiler, modern dünyaya uyum sağlamaları gerektiğini 1940'lı yıllarda anladı. Cumhuriyetin ilk yıllarında Anadolu'da egemen tarikat, Kuzey Afrika-Cezayir  kökenli Ticanilikti. Sigorta yapmak günahtır, fabrika kurmak günahtır gibi sözlerle ortalıkta dolaşan Ticaniliğin, değişen Kapitalist dünyaya yetmeyeceği açıktı. Nitekim bu tarikat, Türk halkının hafızasından tamamen silindi. Yerine Said-i Nursi ve Nurculuk ve diğer Nakşi-Kadiri tarikatlar geldi. Bu tarikatlar, Atatürk'ün deyimiyle medeniyet ateşinin uzakta kalanı yaktığını keşfetti. Kendilerine medeniyet cephesinden de taraftar lazımdı ve ilk taraftarları Necip Fazıl Kısakürek oldu. Necip Fazıl,  Cemil Meriç, İsmet Özel gibi hidayete erip, modern dünyayı terk edenler, din tüccarlarına yetmedi. Bu sefer de sözüm ona modern olup da İslam'a, dindarlara hayran yada onları beğenenler çıktı. Bunların ilki İdris Küçükömer'di (Düzenin Yabancılaşması).. Arif Mardin'de, Amerika'da profesör olmak adına Said-i Nursi adına azılan bir kitabı, kendi adıyla yayımladı. Kitabı Arif Mardin'in yazmadığını, kitapta, Nursi'nin medrese aksanı dediği tuhaf diline ilk bölümde yeniden canlandırdığını, son bölümde de kendi icadı olduğunu yazması; yani kitabı en az iki ayrı kişinin yazdığının kesin olması.  Son örnek ise Orhan Pamuk; kendisi seksenlerde, ilk ünlenmeye başladığında, Ateist bir ailede büyüdüğünü söylemişti ve ailesinintelefonları susmamış, annesi, oğlum, neden bizi de katıyorsun diye onu azarlamıştır. Herhangi ortalama bir Orhan Pamuk roman yada hikayesinin konusu, kabaca modern dünyada büyümüş ama muhafazakar dünyaya haran olan erkeğin maceralarıdır; hatta romanın erkek kahramının yaşı, Pamuk'un romanı yazmaya başladığı yaşlardır. Muhalefete muhalefetin asıl işlevi, iktidara meşruiyet kazandırmaktır.

Halkın gözünden düşmenin diğer bir işareti, sembolik de olsa bu meşruiyet arayışlarının çoğalmasıdır.