10 Eylül 2025 Çarşamba

NURCULUK DİNİ 1. NURSİ'NİN SÜNNETİ



İnançlı birisiyken Alevilik, İslam değildir diyene kızardım.  Dedem Korkut kitabını yıllar sonra tekrar 'de okuduğumda aslında bunun, doğru olduğunu gördüm. Konuyu bu blogda defalarca yazdığım için konuyu uzatmayacağım. Nurculuk son yirmi yılda o kadar çok devlet kurumlarına yayıldı ki, Nurcuları bayağı bir tanımış oldum. Turan Dursun'un Nurculuk ve Müslümanlık adlı 1971'de, Müslüman olduğu zamandan kalma kitabı var. Kitabı hem satın alabilir, hem internetten okuyabilir, hem de özetini okuyabilirsiniz. Bir de Nihal Atsız'ın Ötüken dergisinde, 16 Mart 1964'de yazdığı makaleyi internette okuyabilirsiniz. Ben daha ziyade genelde Nurcuların tavırlarından yola çıkacağım (Tabi Nursi'nin yazdıklarına da değineceğim. İlk olarak Nurcuların, peygamber yerine Said-i Nursi'nin sünnetini nasıl daha önceye koyduğunu göstereceğim.

1)Kronik bekarlık: Bilindiği gibi hem Said-i Nursi, hem  de yakın tarihlerde ölen Pensilvanyalı, hayatı boyunca evlenmemiş, nişanlanmamış, bir kadınla adı anılmamıştır. Bu basit bir tesadüf değildir. Nurcu liderlerin tamamına yakını erkek ve bekardır. Hem Nursi'nin, hem de Pensilvanyalının bekarlığı, müridlerince övülür. Evli olsaydı bu hareket bu kadar büyümezdi denir. Turan Dursun, Nurculuk, İslamı Hristiyanlaştırma çabasıdır der. Nurculuk, bu açıdan Hristiyanlığa, daha doğrusu Ortodoks Hristiyanlığa benzer. Hristiyanlığın üç ana mezhebi vardır, bunlardan; Protestan mezhebinde din amalarının evlenmeleri ile ilgili bir yasak yoktur (hatta pek çoğunda papaz yada bişop denen din adamlarının evlenmesi teşvik edilir); Katolik dininde tamamen yasaktır; Ortodokslukta ise alt rütbede kalmaya, sadece mahalle papazı ya da en fazla bölge kardinali olmaya razı olursan serbesttir ama Patrikliğe kadar yükseleceksen bekar kalmalısınızdır. Nurculukta da benzer bir yapı vardır. İslamda çoğu kez dervişlere bile evlilik teşvik edilirken, Nurcu liderlerde üst rütbeye çıkmak için, bekarlık esastır.

2)İşlemeli cübbe: Peygamberle ilgili çok sık okuduğunuz yada duyduğunuz bir kıssa vardır. Bedevinin biri, peygamberin  de bulunduğı bir mekana girer ve peygamberi tanıyamaz (sonuçta alnında peygamber yazmıyordur.) Muhammed hanginiz diye sorup, durur. Kıssayı burada bitirirler ama aslında devamı vardır. Peygamber o günden sonra kenarları sırma işlemeli bir cübbe giymiştir. Nursi, riaslelerin birinde anlattığına göre, İstanbul'da, kimsenin bilmediği bir medresede, aşırı zor bir sınavdan geçmiş, (Böyle garip bir sınavdan, vahiy derlemecisi Buhari'de bahseder. Buhari'nin sınavı matematiksel olarak imkansız ve karikatürüzidir, o ayrı konu.) böylece Bedüzaman (zamanının güzeli) ünvanını almıştır. Nurculara göre bu ünvanı peygamber müjdelemiştir ve yüz yılda bir kişi bu ünvanı almış, sonuncu da Said-Nuri olmuştur. Fecöcülere göre de bir sonraki pensilvanyalıdır. Pensilvanyalının hep işlemeli cübbe ile gezdiğini hatırlayın. 

3)Hitabet şekli:Doksanlı yılların sonlarıydı. Cemaatin organize ettiği bir etkinlikte, genç bir gazeteci, işlemeli cübbeli yüce şahsiyete, Fettullah bey dedi diye ortamdaki herkesten azar işitti. Adı ve soy adı söylendikten sonra, hocaefendi denmeliydi. Kendisine önce hocaefendi diye hitap edilmeliydi. Sadece Fecö değil, tüm diğer Nurcu gruplar da, liderlerine (neredeyse tamamı bekar) hoca efendi hazretleri der. Said-i Nursi'ye de Bedüüzaman hazretleri derler. Bu hazretler asla mütevazilik sevmezler. Kendilerini eleştiren sorularda daima hiddetlenir ve sizi yanından kovar. Bunların bir de onun her sözünü öven ve soru soranı azarlayan müridleri olur. Daha konuşmaya başlamadan, onun yüce bir şahıs olduğunu kabul etmeniz gerekir.

4)Vahiy katibi: Nursi, risalelerini kendi eli ile yazmamıştır. Peygamberin kendisine vahiy katipleri tutması gibi, kendisine risale katipleri tutmuştur. En fazla kullandığı katibi ise Şamlı Tevfik olarak da bilinen Tevfik Göksu'dur. Nursi, gayet iyi okuma-yazma bilmekte, hatta öğündüğü  bir medrese eğitimi almıştır. Sanılanın aksine, yeni alfabeyi de iyi bilmektedir. Bu tavrı, peygamberi taklittir. Risalelerde sık sık Enver'e laf atar. Burada bir açıklama değil de, konuşan-yazan ayrımını belli etme .çabası tavrdır. Nursi, pek çok yazısında, pek çok ayeti, kendisinin geleceğine dair müjdelenme olarak sunmuştur. Kendisini çağının güzeli, yani bedüüzaman hazretleri olarak peygamber makamına o kadar benimsemiştir ki, peygamber gibi kendisine katip tutmuştur. Risalelerde sık sık  bunlar bana yazdırılıyor falan demiştir.

5)Sakalsızlık ve badem bıyık: Nurcular hariç İslam tarikatları, peygamber sünneti olarak sakal bırakır, hatta seksenlerde ve doksanlarda tarikat üyeleri için çember sakallı denilirdi. Nurcular ise çoğu kez ince badem bıyıklı ve sakalsızdır. Çünkü Said-i Nursi, hayatı boyunca sakallı gezmemiş, gençliğinde ilk başta kalın bir bıyık sahibiyken, orta yaşlarında bıyığını inceltmiş, sonra da tamamen kesmiştir. Nurcular bu konuda da şeyhlerinin sünnetini izler.

6)Doğum günü ve yemeği. Malum darbeci güruhun, 20 Nisanı peygamberin doğum günü diye kutlu doğum haftası diye kutlattığı ve asıl amacın 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk bayramını gölgelemek olduğunu biliyoruz. Kutlu doğum haftaları, özellikle imam hatip liselerinin kendisini gösterme haftasıydı. Afişi internette tekrar bulamıyorum ama Diyanet İşleri başkanlığı da seksenler boyunca 13 Ekim ve haftasını kutlu dığum hatfası diye kutlamış ve muhtemelen amacı 29 Ekim'i gölgelemekti ve gene muhtemelen Said-i Nursi'nin doğum günüydü yada öyle sanılıyordu. Makbule denen ve kökeni İran kültürüne dayanan pilav da, Pensilvanyalının doğup, büyüdüğü Erzurum'da bilinmez, ülkemizde daha çok Siirt-Bitlis civarında bilinir. Bitlis demişken, Amerika'da gömülü şeyhimiz Erzurumlu olarak bilinse de köken olarak Bitlisli'dir ve bir ihtimal Nursi'nin akrabasıdır.

7)Risalelerin dili: Bu dil Arapça olmadığı gibi, Osmanlıca'da değildir. Öyle olsa Osmanlıca pek çok eserin çevirisini yapan Nihal Atsız, Osmanlıca derdi. Atsız, risalelerin dili için Türkçe ile Kürtçe karışımı diyor ancak Kürtçe bilenlerin söylediğine göre Kürtçeyle de alakası yok. Bu garip dili kullanma amacı, Kuran gibi pek çok anlama çevrilebilecek, yeni anlamlar ve yeni müjdelenmeler çıkarılacak bir kitap yazma çabasıdır.

Sonuç olarak Nurculuk, görünüşte Sünni İslamın bir tarikatı, hatta Nakşibendiliğin bir kolu gibi görünse de, pratikte başka bir dindir ve bu dinin müridleri, peygamberin sünneti yerine, şeyhlerinin sünnetini uygulamaktadır. Nurculuğu daha iyi bilen biri, muhtemelen bu örnekleri çoğaltacaktır.

3 Eylül 2025 Çarşamba

DARBECİ ERGENLERLE AKŞAM YEMEĞİ SOHBETİ



 2016 yılının Ağustos ayıydı. Hasanoğlan Atatürk Fen Lisesinden soruşturma sonucu uzaklaştırılmış, Elmadağı Şehit Sertaç Uzun Mesleki ve Teknik lisesine atanmıştım. Ağustos sonunda kısa sürecek evliliğimi yapacaktım ama evliliğin bu kadar kısa süreceğini bilmiyordum. Tam olarak hangi gündü bilmiyorum galiba bir cuma akşamıydı, Ankara'da ailemin evine gelmek için Hasanoğlan'dan Kızılay'a gelmiştim.  Akşamın geç saatiydi ve evdekilerden yemek istemektense, Sakarya caddesindeki Hatay usulü domates çorbası soslu dönercilerden birine girmiş, uygun fiyatlı bir menü almıştım. Kendi halimde yemeğimi yiyordum. Tam o sırada birden yanıma geldiler, üç kişiydiler, üç lise öğrencisi. Onları derslerine girmesem de, pansiyon nöbetlerinden tanıyordum, onlar da beni.

Bir süre havadan-sudan, eski anılardan, pansiyon anılarında  falan bahsettik birbirimize. Yeni okulumda daha derse girmemiştim, ondan bahsetmedim. Sonra konu, yakın tarihte olan darbe teşebbüsüne geldi. Ben, en umulmadık kişiler fecöcü çıktı dedim. Çocuk, ummulmadık kişiler, meselqa ben dedi. Biraz şaşırdım, bu çocuğu solcu biliyordum. Bu tarikat hakili takiyyeciymiş. Gittiği dershanede onu özel eğitim verilen bir sınıfa almışlar.  Sonra kurunun yanında yaş da yanar mı diye sordu, çooook dedim, oları mümkün olduğunca uzatarak. Çocuğun Arap esmerliğindeki suratı mosmor kesildi. Kendisi yaş odun değildi, bildiğin yağlı Marmara çıralı çamıydı. Onlardan aldıklarını ne yapması gerektiğini sordu. Diğer .ocuklardan birisi, yakmasını söyledi. Ben de duman dikkat çeker dedim. Gerekten de sonraki günlerde böyle şeyleri yakanların, yakalanıp, tutuklandığı haberi geldi. Hepsini büyük siyah bir torbaya koy, evinden uzak bir çöplüğe bırak, dedim. Heosini mi hocam, Kuran-ı Kerim var, Nutuk var, dedi. Ben de hepsini büyük, siyah bir torbaya koy, uzak bir çöpün kenraına bırak. Yolun ortasından git, kameralara yakalanma dedim. (O zamanlar bu kadar çok mobese ve güvenlik kamerası yoktu.) Eylül ayında, sene başında okullarda, bazı yayınevlerinin kitapları toplatıldı. Sertaç Uzun'da bu işi yapan müdür yardımcısına ben yardım etmiştim. Onun deyimiyle, Nazicilik oynuyorduk ve topladığımız kitaplar arasında Kuran ve Nutuk'da vardı. Meğer örgüt, imamları içimn kendilerince bazı ayrtılar eklemiş kitaplara. Ardından çocuklar, darbedeki bazı generallerina adını anıp, bazı şeyler anlattılar. Sonra geçkip gittiler.

Ertesi gün yada bir kaç gün sonra yandaş kanallar, fecöcüler çöpe kuran attılar diye haber yaptılar, heyecanlı heyacanlı. Olay Ankara'da olmuştu ve bir de o dönem çok moda olan (galiba halen moda) bir internet oyununun hilelerinin olduğu kağıdı, örgüt şifreleri diye sunmuşlardı. Olayın o akşamki öğrencilerle alakası var mı, yoksa tesadüf mü, bilmiyorum.

2 Eylül 2025 Salı

TOPLUM SÖZLEŞMESİNİN ÜÇ AŞAMASI





 Rönesanstan, aydınlanmaya geçişin en önemli aşaması, toplum sözleşmesi fikridir.  Toplumlar, Jean-Jacques Rousseau'nun yazdığı gibi her zaman bir sözleşme içinde yada gerçek bir sözleşme içinde bulunmaz. Bu toplumların genelde sürekli bir iç savaş, Hobbes'un deyimiyle,  herkesin, herkesle savaşı olan toplumlardır. Kabile-klan ve aşiretler arasında sürekli bir gerginlik, düşmanlık vardır. En ufak olaylar,  katliamlara, yıllar, on yıllar bulan kan davalarına dönüşür.

Kan davalarının tek sebebi,  yas yada adalet duygusu değildir. Katil, idam edilmiş olsa bile karşı kabileye karşı üstünlüğü kaybetme, güçsüz görünme korkusudur. Uzun süreli nefretlerin sebebi mezhepsel-dini ayrılıklar yada köken değildir. Ötekilenmiş kimliğin aşiretinin güçlenmesi,  nefreti besleyen en büyük sorundur. Çok az ilkel toplum,  Rönesans-Aydınlanma filozoflarının düşlerindeki barış toplumu yada ilkel komünal düzen diyebileceğimiz şekilde yaşar. Çoğu kez ilkel toplumları, birbirleri ile kavgalıyken görürüz.

Buradan ilk devlete geçiş her zaman zor ve sancılıdır.İkinci aşamamız bir lider etrafında toplanmaktır. Bunun da kabaca iki şekli vardır. Kabile-aşiret liderlerinin yada halkın toplanıp, bir lider seçmesine birincisi diyelim. Bu çok nadir olan bir olaydır, tarihte çok az rastlanır. 1513 yılında Rus Aristokratları, soyu tükenen Rurik hanedanlığı yerine, Romanov hanedanlığının ilk Çarı olan 1. Mihail'i iktidara getirdi. Mihail daha 12 yaşında, annesi ile bir manastıra sığınmıştı ve babası sürgündeydi.  Rurik hanedanlığının son çarı Korkunç İvan'ın çocuklarını öldürmesiye soyunun kesilmesi; ardından iç savaş, tüm komşuların Rusya'yı istilası derken, çıkan iç savaşı bitirmeye karar veren aristokratlar, bu çocuğu çar ilan ederek, ülkeyi birleştirmeye karar verdi.  Benzer bir olay da Frisgya'nın kuruluşu ile ilgili anlatılır. Frig beyleri, sabah şehre ilk gelen köylüyü kral yapmak isterler ve o da Midas'ın babası Gordios'tur. Frig alfabesi bugün (2025) halen okunmamıştır ve bu öyküyü bize Yunanlılar anlatmıştır. akla-mantığa aykırı bu efsanenin ardındaki gerçek, Frig beylerinin anlaşarak kendilerine bir lider seçmiş olmasıdır.

Pek çok kere lider, kendisi birleşme için harekete geçer. Lider, kendisi veya aşiretiyle beraber, bazen dış düşmana karşı birlik olmak için etrafındakilere çağrıda bulunur; bazen tüm aşiretlere boyun eğdirir. İslam öncesi Orta-Asya-Sibirya devletleri, Hun imparatorluğundan itibaren böyle devletlerdir. Bu devletlerden Büyük Hun (Avrupa Hun, Akhun ve Kuşhan yada Kuşhun devletini ayırıyırom) ve Göktürk devletleri,  ve Moğol imparatorluğu bölgenin genelini kontrol ediyordu. Diğerleri, görece devasa da olsalar,  Orta Asya yada Sibirya dediğimiz bölgenin devasa olması sebebiyle, bölgesel kalıyordu. Orta Asya'daki bu durum, Türkler arasında, bir süreliğine de olsa en güçlü aşirete boyun eğme geleneğini yarattı. Büyük Hun ve Osmanlı hariç Türk devletlerinin ortalama ömrü iki yüzyılı nadiren aşıyordu. Normalde de tarihte iki yüzyılı aşan saltanat sülaleleri nadirdir. Osmanlı altı yüz yıl sürdü denilse de, her üç Osmanlı padişahından biri (36'da 12) tahttan zorla indirilmiştir. Ben, Akhamenid (ya da Pers) imparatorluğunan önce batı İran'a hakim olan Med imparatorluğunun Kürt kökenli olduğuna hiç bir zaman inanmadım. Kürtler böyle büyük bir devlet kurmuş olsaydı, Türkler gibi en güçlü aşirete itaat alışkanlığında olurlardı. Med devleti Kürt olsaydı, Kürtlerin zengin bir yazılı kültür birikimi olurdu. İlk Kürtçe eser, M.S 1010 yılında yazılmış. Yazının icat edildiği toprakalarda dört bin beş yüz yıl boyunca uyumak demek bu.  Yazıya hiç ihtiyaç duymamış Türklerin Orhun Abideleri bile (ki yeni kazılarda daha öncesinden de eserler var) 

Liderin, aşiretler üstü olması ve gerçek lider olarak akrabaları yada arkadaşları yerine liyakatli kişileri etrafına toplaması gerekir. İslamın peygamberi Muhammed, Mekke'nin fethinden sonra devlet kadrolarını akrabası olan Kureyş kadroları ile doldurdu. Müslüman olan bu kişilerin, kendisine olan nefretini görmedi. Kureyş'in ileri gelenleri, ona karşı nefretlerini damadından ve torunlarından aldı. Kerbela olayından sonra Yezid, peygamberin torunu Hüseyin'in kesilmiş kafasına baktı ve Bedir'in öcünü aldım dedi. Kerbela'da ölenlerden biri de, okla vurulna ve Hüseyin'in oğullarıdan olan Ali Asker'di. 

Üçüncü aşama en zor aşamadı ve pek çok toplum, ikinci aşamada kalır, sürekli kendisine kurtarıcı bir lider arar. Bu ülkeye bir adam lazım deyip durur. ( Bu lafı her Türk vatandaşı gibi ben de duydum ama yıllar önce üniversitedeyken,  Müslüman, Karaçay Çerkezi bir Rustan duymuştum. Rusya'ya bir adam lazım deyip duruyordu.) Üçüncü aşama hukuksal eşitlik ve demokrasi aşamasıdır. Bundan sonraki aşamada toplumların neden üçüncü aşamaya geçemediklerini uzun uzun tartışacağım.

30 Ağustos 2025 Cumartesi

TUZ BÜYÜSÜ-Sezai Sarıoğlu

 


TUZ BÜYÜSÜ

Korku düzde, iyilik sizde
devrim aramızda kalsın
kim hangi yokuşa atlı süvari
sahaflara düşen alıntılar
kimin cümlesine kenar süsü.
Geçmiş tarihte, tarih coğrafyada
hakikat aramızda sır kalsın
hangi şair, hangi şairin
ekmeğine şiir doğruyor
bilenler mecaz parmaklarını kaldırsın.
Teori havada, pratik karada
yenilgi arabölgede sahipsiz kalsın
hangi ağacın hangi ormana
emanet olduğunu bilenler
kâğıda çırak dursun...
Bilinsin diye söylüyorum
korkmamak ve kokmamak için
çıplak ayak tuz dağı'na çıkıyorum.
Ho amca sakallı dağ keçilerine
insanlığın tuzlu tarihini anlattığımda
devrim ve dağ kulağıyla dinleyenler
Che'ye çırak verilsin.
Tuzdan ve ekmekten halk olanlara
başka nasıl söylenir bilmiyorum
tuz gibidir boşluk, özü değişmez
tarih şeklimizi bozsa da
özümüz ve közümüz bakîyse
somut ile soyut arasında söz kesilsin.
Yaşını büyüterek attığımız taşlara
âh eden duvar yazılarına
kuşları temsilen turnalara
arkamdan konuşmasın diye
hisli geçmişime söylüyorum
başka kime nasıl söylenir bilmiyorum
hâllerim insana nasıl söylenir hiç bilmiyorum.
Madde ile mânâ, şair ile şiir
birbirlerinin nesi olur?
Bilmeyenler bilenlere
şiir ve mecaz ısmarlasın...
(Sezai Sarıoğlu)

29 Ağustos 2025 Cuma

ANILARLA 17-25'İ YORUMLAMAK

 


17-25 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonlarından (ya da adli darbe girişiminin ardından yaklaşık 12 yıl geçti bu yıl itibarıyla. Bence 15 Temmuz'dan daha sarsıcıydı. Malum tarikat, en güçlü çağındaydı. 12 Eylülden beri yice güçlenmiş, ekonomi ve topluma iyice egemen olmuştu. Şimdi uzun uzun anlatmayayım, bir sürü kumpasla Atatürkçü-Alevi-Kürt-Solcu subay, hatta astsubaylar bile oyun dışı bırakılmıştı. Hemen hemen her apartmanda en az bir tane cemaat evi denen öğrenci evi vardı. Dershane sektörünün dörtte biri doğrudan, dolaylı olarak da yarı yarıya bu tarikatın elindeydi. 17 Aralık 2013 sabahına kadar Türkiye'nin en az dörtte biri bu tarikatın üyesi, sempatizanı yada işbirlikçisiydi, yemin edebilirim ama kanıtlayamam.

Bütün bu gücüne rağmen, neden başarısız oldu, bu sorunun cevabını arayacağım. 15 Temmuzla ilgili bir dolu yazı yazmışm bloga, fark ettim ki 17-25'i de sorgulamalıyım (ya da sorgulamalıyız). 17 Aralık sabahına kadar o zamanalardı cemaat yada hizmet hareketi olan FÖCÖ ile iktidar partimiz ve reisi arasında gözle görülür bir gerilim yoktu. İktidarda ilerlemenin ilk şartı, cemaatten olmaktı. Gerilim diyebileceğimiz şey, Föcö'nün o zamanlar MİT müsteşarı olan Hakan Fidan'a kafayı takması, basın-yayın organlarından aleyhine  yayın yapması; iktidarın da deshaneleri kapatmaya kalkması, cemaat yayınlarındna dershanelerin ne kadar ihtiyaç olduğunun propagandasının yapılmasıydı.

Bu dershane konusuna biraz daha değinmek istiyorum. Son beş yılda dershaneler bitme noktasına geldi. Bunun asıl sebebi internetten bilgiye daha kolay ulaşım olması (sırf youtube'da bile sayamayacağınız kadar çok ders anlatım-soru çözüm videosu var), Raund-Doping Hafıza gibi sistemler ve pek çok işsiz öğretmenin özel ders yada öğrenci koçluğuyla geçinmeye çalışmasıdır. 2013'de dershaneler altın çağındaydı. 1993-94 gibi öğreniler 8. (orta son) ve 12. sınıfta, ya da mezunda dershaneye giderken, artık her sene deshaneye gidiliyordu. Okulda haftada 35-40 saat ders gören öğrenciler, bir de dershanede 15-20 saat ders görüyorlardı. Okuldan daha okul olmuşlardı. Hele de lise son sınıflar için, arık okulu asıp, dershaneye gidiyorlardı.

Fecö-Reis kavgasını ilk yazan, o zamanlar Leman yazarı olan Nihat Genç oldu ama doğrudan değil. MİT ile Polis teşkilatı arasında kavga olduğunu yazmıştı. Sonradan çıkan belgelere göre Reis, yetmez ama referandumundan sonra cemaati ve yaecileri yavaş yavaş kendisinden uzaklaştırmaya başlamıştı. Kamuoyu bunu bilmiyordu ve 17 Aralık sabahı herkese, özellikle cemaatcilere şok oldu. Pek çok kişi, anası-babası kavga eden çocuklar gibi kaldı. Sabahleyin, okyanus ötesindeki şeyhin delirmişcesine bağırış, çağırışları, kıyametin habercisiydi. Yolsuzluk operasyonunun, iktidarının en güçlü yıllarını yaşayan reis ve partisini yıkmayacağı belliydi, yaklaşık altı ay önce olup-biten Gezi isyanı bile, sol gelecek korkusunu kalplerine yerleşen sağin, reisi etrafında birleşmesini sağlamıştı. Okyanus ötesi ve ekibinin istediği 2-3 yıl sonrası yapacağı darbe için zemin ve bahane hazırlamak ve cemaat üyelerinin iktidarla karşı karşıya gelmesini sağlamaktı.  Cemaatse, büyük çoğunluk olarak, hiç tepki vermedi. Ardında  25 Aralık operasyonları başladı, cemaat bir hafta daha bekledi. Cemaati ilk esnaf terk etti. Beypazarı esnafının tamamının (Zaman gazetesi zaten uzun zamandır tüm esnafa ve belli makamdaki kimselere ücretsiz dağıtılıyordu. (Okulların müdür ve müdür yardımcılarına mesela) Gene de pek çok kişi, hem gazeteye abone oluyor, hem de bayiden alıyordu. 2014 Ocak ayını  ilk günlerinde, Zaman gazetesi dağıtıcıları kovulmaya başlandı. Esnaf, tarikat öğrencisi evlere yardımı kesti, bu evlerde kalan öğrenciler ilk defa yokluk hissetmeye başladı. Ocak ayının ortasında memurlar da tarikatı terk etmeye başladı.

Bu arada yolsuzluk dosyaları, belgeler, kasetler, tapeler, internete yağmaya başladı (Bunları halen internttette bulabilirsiniz. Silinse de birileri ekliyor.) Bunlar iktidar tabanını zerre kadar rahatsız etmedi. Çalıyor, ama çalışıyor; iktidar yanlıların sloganı oldu. O zamanlar, ekonominin iyi günlerinin sonu, kötü günlerinin başlangıcıydı. 2013'ün sonu, 2014'ün başı diye ele alırsan on bir yıl öncesi bu olanlar. Çalıyorsa, bizim paramızı çalıyor diyordu iktidar seçmeni. İktidar seçmeni sanıyordu ki laik-seküler, Atatürkçü-Alevi ve Kürtlerden alınıp, onlara verilecek; kendileri de Sünni-sağcı kitle olarak sınıf atlayacaklardı. Oysa bu on yıl içinde büyük ölçüde tersi oldu. Mesela ben reisin, dolar alan yaya kalır sözünü dikkate alıp, Türk lirası yerine Amerikan doları biriktirmeye başladım ve zarar etmedim. İktidar partisinin oy vereni olarak kendisine adam torpil arayanlar, kredi arayanlar, hüsrana uğradı. Ayakkabı kutularındaki dolar yığınlarının görüntüsü bile iktidar yanlılarını yandaşlarından ayırmadı. Diğer yandan be ta o zamandan anladım ki yapmamız gereken, karşıdevrime karşıdevrimdir. O günlerde hem cemaat, hem iktidar, birbirlerinin pisliklerini kısmen ortaya dökmeye başladı. Ortaya çıkan yolsuzluk rakamları, iktidar yanlısı olmayanları dehşete düşürmüştü ama bugüne göre küçük rakamlardı. O zamanlar sorular çalındı diye telaşlanıyorduk oysa komple diplomalar sahteymiş.

Ardından iktidar-tarikat savaşı başladı, 2014 Ocak ayında tarikat pek çok üyesini ve ortağını kaybetmeye başladı. Diğer tarikatlar ve diğer Nurcular bir yana, tarikat sayesinde memur olanlar, tarikat sayesinde sınav kazananlar, mücadele ciddileşince, tarikatı terk etti. Pek çok kişi, tarikatın özel okullarından (taşradaki özel okulların çoğu bu tarikata bağlıydı)çocuğunu aldı, tarikata yapılan yardımları kesti. O günlerde himmet kavramının yeni anlamını öğrendik. Himmet, Allah'ın yada başka bir kişi yada şeyin (devlet-peygamber) himayesine girmek, ondan af yada yardım istemektir ve dinde, Allahtan başkasından himmet istenmez. Meğer cemaat marifetiyle toplanan haraç paralarına da himmet deniliyormuş. Cemaat sayesinde iş sahibi olanlar, özellikle memur olanlar, maaşlarından bir payı, bekarlarsa %15, evlilerse %10'unu veriyormuş. Esnaftan alınanlar da cabası. İktidar da cemaatin öncelikle basın organlarına baskı yapmaya başladı. Cemaatte, Yumurca tv, Can Erzincan tv'ye varana kadar tüm medyasıyla saldırdı.

Asıl büyük kavga, Bankasya üzerinde koptu. Onbinlerce kişi bu bankadan parasını çekerken, halen bağlı kalanlaar, tüm birikimini, nakite çevirip, bu bankaya yatırdı. İktidarın ilk fişlediği de bu bankada parasını ısrarla tutanlar oldu. Fecömetrenin ilk ölçütü buydu. İkincisi okullarına öğrenci götürmek, üçüncüsü de o mesajlaşma uygulaması oldu. Ben bu bankanın bu kadar önemli olacağını ummamıştım çünkü bu banka, her yerde şubesi olan yada şubeleri devasa bankalardan biri değildi. Biz dar gelirli kullar için bankanın büyüklüğü şube ve çalışan sayısıyla orantılıdır. Şubelerde büyük ve gösterişli olmalıdır. Oysa bu bankanın şube sayısı az olduğu gibi, dış cephe itibarıyla ( Herhangi birininiçini hiç görmedim) öyle gösterişli yerler de değildi. Demek ki çok para dönüyordu. Aklımda kalan görüntü, televizyonlarda gördüğüm,  banka şubelerinde Kuran okuyan insanlar oldu. Hani tasavvuf, hani malı,canı, cenneti terk, hatta terki terk? Bu tarikat, banka şubelerinde dua ederek öldü.

Diğer tarikatlar da aynısı olacak. İngiltere'deki, Fransa'daki mülklerinde, İngilizce isim verdikleri özel hastanelerinde, her yaz bol bol Atatürk'lü reklam yaptıkları özel okullarında,  holdinglerinin hisse senedi tahtalarında, İsrail'e çelkik, kablo, iç çamaşırı ve bilumum ihtiyaç malzemesi sattıkları fabrikalarında,  mini etekli kızları çalıştırdıkları zincir lokantalarında dua ederek öleceksiniz.

17-25'in başarısızlığını ve 15 Temmuz'ub yenilgisini, Arka Sokaklar isimli uzun süreli diziden anlamıştım, çünkü Aydın Doğan yaş tahtaya basmazdı. Örgüt, devletten ve kendisinden yararlananlarla dolmuştu, iktidarı devirmek isteyenlerle değil. Birebir örnek değil zira Fecö, iktidarın doğrudan ortağıydı; 12 Eylül darbesi sırasında Dev-Yol'da benzeri durumdaydı, 1980'de kırk milyonluk ülkede, yarım milyon kadar üye ve sempatizanı vardıİ toplamda asker ve polisten kalabalıktı. Darbeden az önce içinden Dev-Sol'u çıkarmıştı. Dev-Sol'da önce Dayıcı-Bedrici diye bölündü ve Parti-Cephe ortaya çıktı. Cephe'de arada Savcı, Selim Kiraz cinayeti gibi sansasyon çıkarıyorsa da halk tarafından sevilmekten uzak. Gezi'den sonra solun merkezine Marksizm değil, yetme amacı-liboş-cemaatin toptan düşman olduğu Kemalizm oturdu.

Oysa Lenin, yüz milyonluk Rusya'dai on altı bin üyeli Bolşevik partisi ile devrim yapmıştı; Küba'da devrim yapanlar seksen üç  (Fidel, Raul ve Che dahil), Nikaragua'da Sandilistler, üç yüz kişiydi. Çünkü siyasette, ya devlet başa, ya kuzgun leşedir. Yani devletin başına geçemezseniz, cesedinizi gömmezler, kuzgunlar yer. Semih Terzi'yi gömecek mezar bulamadılar da, üzüm bağına defnettiler. Bu tarihin her döneminde ve her ülkede böyleydi. Baader Meinhof çetesi, sahinden de aniden, Almanya'nın dört bir köşesindeki hapishanelerinde, aynı gece, intihar ettiğine mi inanıyorsunuz? Olay sadece idam, infaz, hapis değil; sürgünleri dışlanmışlık ve iktidar nimeti tatlı gelen dostların sizi terk etmesidir. Bu yüzden gerçek devrimlerin öncüsü küçük bir azınlıktır ve gene bu yüzden Rosa Luxenburg'un dediği gibi, devrimler olmadan önce imkansız, olduktan sonra kaçınılmaz görünürler.

Cemaat, 17-25'e kadar hep gölgelerde, satın aldığı cellatlarla, iktidarlarla işbirlikleriyle çalışmıştı ve hep kaçak döğüşüp, vur kaç yapmıştı. Oysa gerçek savaş, en sonunda bir süngü savaşıdır. Ne kadar savaş uçağınız, SİHA'nız, keskin nişancınız olursa olsun, ölümü, sürgünü, dışlanmayıi hor görülmeyi göze almalısınız. Yetmez amacılar, sizin uğrunuza ölmez. Cemaat o kadar korkaktı ki, darbe için yaz tatilinin ortasını seçti ve pek çoğu da o meşum gecede tatildeydi. Sosyal  medyada millete sokağa çıkmayı demekle vakit geçirdiler; yapmaları gereken sokağa çıkıp, askerlerin koluna girmekti.

Böylesi sisteme örgütler, iktidar olamazsa da, tam yok olmazlar yada yok olmaları çok uzun zaman alır; pek çok kişi hayata bu örgütler sayesinde katılır. Bir kardeş örgüte girer, dağa çıkar; ailenin kalanı Avrupa ülkelerine iltica eder (amaç odur zaten) yada örgütün çatışmadan uzak birimlerinde geçinir, gider. 2016'dan bu yana bu tarikattan kurtulamadık, ara ara halen operasyonları yapılıyor; parti cephe yada pcc'den de öyle çabuk kurtulamayacağız.

Öte yandan 17-25'i tekrar tekrar hatırlamalı ve incelemeliyiz.

26 Ağustos 2025 Salı

RAUF DENKTAŞ'IN BÜLENT ECEVİT'İN ANI DEFTERİNE YAZDIKLARI

 


Rauf Denktaş Bülent Ecevit'i ziyaret etti
Güncelleme Tarihi: Temmuz 03, 2006 13:56
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti 1. Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, GATA'da bir süredir tedavi gören eski Başbakan Bülent Ecevit'i ziyaret etti.
Barış Harekatının, Kıbrıs'ı 13. Yunan adası olmaktan kurtardığını ifade eden Denktaş, “Bu ada, 13. Yunan adası olarak, Yunanistan'ın Türkiye'yi müsadere altına almasını sağlayacaktı. Bu vesileyle Ecevit'e müteşekkir olduğumu bir kez daha ifade etmek istiyorum. Gece gündüz onun sağlığı için duacıyız. İnşallah dualarımız kabul edilecektir” dedi.
Ecevit'in sağlık durumuyla ilgili doktorlarından bilgi aldığını kaydeden Denktaş, “Doktorlarıyla görüştüm. Bana 'Zaman meselesidir. Sabretmek lazım” dediler. Son günlerde gözlerini açması, sese tepki vermesi bizim için umut kaynağıdır' dediler” diye konuştu. Bu arada, Denktaş, hastanede açılan anı defterine de şunları kaydetti:
“Sen olmasaydın, 1974'te Kıbrıs, Yunanistan'a ilhak edilmiş, Kıbrıs Türkleri Ada'dan yok edilmiş, anavatanın güvenliği ile yakından ilgili olan bu Türk adası 13'üncü Yunan adası olarak Türkiye'yi muhasara altına almış olacaktı.
Bugün hür ve güven içinde yaşayan Kıbrıs Türkleri sana minnettardır. Ada, Yunan olmasın diye şehitler veren Anadolu halkı da bizimle beraber sana her gün dua etmektedir. Seni bekliyoruz, sana ihtiyacımız vardır. Kalk artık, kalk ve bu güzel vatanın yüzünü güldür. Aziz Ecevit, değerli Başbakan, Atatürk ilkelerinin yılmaz savunucusu, Kıbrıs'ın kurtarıcısı seni çok seviyor, çok özlüyoruz.”
3 Temmuz 2006 Hürriyet Gazetesi haberi

https://www.hurriyet.com.tr/gundem/rauf-denktas-bulent-eceviti-ziyaret-etti-4690283

24 Ağustos 2025 Pazar

KOÇGİRİ'DE ÇAPANOĞLU PARMAĞIVE BAYTAR NURİ'NİN PALAVRALARI

 


Umuyorum ki bu yazı, Koçgiri isyanıyla, en azından uzun bir süre için, son yazım olacak. Dedemin babasımın öldüğü ve dedemin yetim kaldığı bu tarihsel olayla ilgili ne kadar yazı yazmadan durabilirim, bilemiyorum. Bu yazı için Nuri Dersimin diğer kitabını (Kürdistan Tarihinde Dersim ) ve Koçğiri İsyanı ile ilgili iki araştırma kitabı daha okudum (Dilek Kızıldağ Soileau, Koçgiri İsyanı ve Mahmut Akyürekli, Koçkiri Kırımı). Mahmut Akyürekli, temel kaynak olarak Çağanoğlu Mehmet Beyin, şimdilerde hiç bir şekilde bulunmayan anılarını almış. Bu yazıda ana kaynağım o olacak.  Daha önceki yazılarımda bahsettiğim diğer kitaplara, Dersimi'nin Anıları, Hüseyin Aygün'ün Dersim 1938 Resmiyet ve Hakikat ve Baki Öz'ün, Belgelerle Koçgiri Ayaklanması kitaplarından da arada bahsedeceğim.

Koçgiri isyanıyla ilgili, kimsenin kabul etmediği gerçek, isyanda Osmanlı parmağıdır. Koçgiri ağaları Alişan ve Haydar beyim dedeleri Hüseyin ağaya padişar Abdülmecid paşalık ünvanı vermiş, ona bir kılıç, karısına da bir elbise hediye etmiştir. Koçgiriler yada en azından Koçgiri ağaları, uzunca bir süredir İstanbul'un adamıdır. İçinde Kürdistan adı geçen ilk isyan olması, Kürt Teali Cemiyetinin İstanbul'dan desteklediği isyan olması, bu gerçeği değiştirmez. Dilek Kızıldağ Soileau, 1516'dan yerleşmelerinden itibaren uzun bir tarih araştırması yapmasına rağmen, Koçgirilerin önemli bir isyanını yada Celalilere desteğini bulamamıştır. Nuri Dersimi, Koçgirileri savaşçılığıyla, asiliğiyle över ama tarih böyle demez. O meşhur isyanın da sebebi, Osmanlı padişah ailesine yakınlıktır. Akyürekli'nin yazdığına göre Alişan ağa, Mustafa Kemal'in görüşme talebine, İttiatçının Teki diyerek olumsuz yanıt verir.  O zamanlar Erzurum-Sivas yoluna, Alişan ağa tarafından pusu olacağı endişesiyle, Atatürk'ün geçişi öncesi yerel milislerce önlem alınır.  Dersimi, Alişan ağanın Atatürkle konuştuğunu ve Alişan ağanın ters cevaplar verdiğini yazar ama Atatürk'ün, o zamanlarıadı Ümraniye Nahiyesi olan İmranlı ilçesine hiç gitmediğini biliyoruz. Dersimi, padişah Vahdettin'in, Alişer ağaya, Kızılırmak'a, yani bu günkü Ankara il sınırına kadar özerk bir Kürdistan vaad ettiğini yazar ki, Zara (Eski adıyla Koçgiri)'nın ötesinde önemli bir Kürt varlığı olmaması, Koçgiri bölgesinin de zaten o yıllarda bile önemli bir Sünni Türk varlığı olması, bu iddianın da temelsizliğini ortaya koyar. Kaldı ki Yozgat civarında Çapanoğulları, isyanları bastırılana kadar egemendirler. 

Bize hep denir ya, Osmanlı tarihi ecnebiler tarafından yazılmıştır, Osmanlı hep kötülenir denir ya, yalandır. Çapanoğlu Mehmet beyin, Meclisin açılışı ile 1.İnönü zaferi arasındaki isyanların hepsinin organizatörü olduğu, Vahdettin ve Damat Ferit Paşanın, Kürt Teali Cemiyetinin de koruyucu ve hata kurucusu olduğu gerçeğidir. Kumpaslı, entirikalı işler için  söylenen, işin altından Çapanoğlu çıkması deyimi de boşuna değildir. Ankara'nın Elmadağ ilçesinin eski adı Asiyozgat'tır ve yöre köylülerinin isyanı da Çapaonoğlu ailesinedir. Çapanoğullarına isyan eden köylüler, bu bölgeye yerleştirilmiş, büyüyen köy, önce nahiye, sonra ilçe omuş, Atatürk'e bağlılık telgrafı çektiği için ilçenin adı da değişmiştir. Akyürekli'nin değindiği diğer bir konu da dört sayfalık Jin dergisinin İmranlı'da basılmasına imkan olmadığı, çünkü o yıllarda İmranlı (O zamanlarki adı Ümraniye) 'da bir matbaa yoktu. Sivas ilinde tek matbaa, vilayet matbaasıydı.O matbaada da, uzun süre çoğu yazısının Mustafa Kemal'in yazdığı, Hakimiyet-i Milliye gazetesi basılıyordu. Jin adlı ilk Kürtçe süreli yayın, muhtemelen sadece İstanbul'da basılmış. Koçgiri isyanının, Konya, Delibaş Mehmet isyanıyla aynı gün çıkması da Çapanoğullarının gayretiyle olmuştur.

Nuri Dersimi,  Alişan ağanın sır katibi olduğunu iddia etse de, her iki kitabında da (Anılarım ve Kürdsitan Tarihinde Dersim) , isyan sırasındaki çatışmalar ve Alişir ağanın Pülümür'e kaçışı ile ilgili hiç bir şey yazmıyor ama kitapta Alişir ağanın Pülümür'de bir mağarada kesilmiş kafasının fotoğrafı var. Fotoğraf 1961'de bir Türk dergisinde basılmış. Dergide Alişir ağanın dedesi Hüseyin paşaya verile kıçıçla, karısına Abdülmecid'in şahsi hediyesi olarak verilen elbisen,n resmi de var. Dersimi'nin Kürdistan Tarihinde Dersim kitabı,  ilk baskısını 1962'de, Suriye'nin Halep şehrinde basılmış. Bir bölümü, burası okunmamış diye yazılmış.  K. D. T diye kodlayacağım bu kitabı Anılarından önce yazmış. KDT içinde bir sürü fotoğraf ve dizayn var. Böylesi kitaplar, tıpkı basımı ile karşılıklı beraber basılmalı. Kitabın Türkçe baskısının yapıldığı 1992 yılında böylesi sayfa mizanpajları için Macintosh bilgisayar gerekiyordu. 1996 yada 1997'de bile Word-Exel'de yapılanlar beğenilmiyor, Macintosh gerekiyordu. 1962 yılında ise bir grafikerin haftalarca çizim masajında uğraşması falan gerekiyordu muhtemelen.  Anıları ise KDT'den sonra yazılmış. Bu konuları KDT kitabımda yazmıştım diyor. 1962 yılında kitabı Kürtçe, (Zaza yada Kırmanci) basmış olması zor, zira yeni iktidar olan BAAS rejimi, Arapça dışında dillere karşı hoş görülü değildi, yıllar geçtikçe bu baskı giderek artacaktır. 

Dersimi'nin palavralarndan bazı gerçeklere daha doğrusu gerçek olabilecek bilgilere ulaşabiliyoruz. Alişan (yada Alişir) ağanın, Çapanoğlu Mehmet beyle arkadaşlığından bahsetmiyor  ama Erzincan mebusu Şeyh Feyzi Efendi'yle arkadaşı olduğundan bahsediyor. Bu gayet inandırcı çünkü Baki Öz, isyanın bastırılmasından sonra Fevzi efendinin Koçgirilerin tehcirine karşı çıktığı ve neredeyse tek başına engellediğini yazıyor. Fevzi efendini doğrusunu yapmıştır. Sonuçta Koçgiri coğrafyası, Dersim olmamış, Dersim gibi envai çeşit terör örgütünün yuvası haline gelmemiştir. Türkiye'de illegal sol örgütlerin hepsinde önemli miktarda Tuncelili eleman vardır. Devletin demir eli, Tunceli'yi problem il olmaktan kurtaramamış, nifus yoğunluğu en az olan il olarak,  ekonomik kaynaklarını yeterince kullanamaktadır.

Dersimi, Dersim'de daha önce olmuş ve Osmanlı ordularının başarısız olduğu beş altı askeri harekattan bahsediyor. Direnişlerin lideri de, meclisin Kayseri'ye taşınmasına karşı çıkan konuşmasıyla tanınan, meşhur Diyab Yıldırım'mış. Hüseyin Aygün'ün kitabında bu olaylara değinilmiyor, Aygün, Osmanlı'nın Dersim'den asker ve vergi alımını düzenli olarak yapıldığını belgeleriyle gösteriyor. Bir  de birinci Dünya savaşında,  Erzincan'a kadar gelen Rus ordusunun, Dersim'e girememesi olayı vardır, bundan Hüseyin Aygün'de bahsediyor, Tuncelili başka bir çok kişiden de duydum. Devletin,  Dersim harekatı için 1925'den itibaren neden hazırlık yaptığını açıklıyor. Diğer yandan Koçgiri isyanına neden Dersim'den destek gelmediğini de açıklıyor; Osmanlı ile defalarca savaşmış Dersim, Osmanlı'ya bu kadar bağlı Alişan ve Haydar ağalara güvenmiyor. Koçgiriler isyan bastırıldıktan sonra güçsüzleşiyor. Dersimi, Koçgiri isyanı başlamadan evvel Divriği'de yapılan bir toplantıdan bahsediyor. Divriği Alevilerinin önemli çoğunluğu Türk.  Dersimi aynı zamanda Alevilik milliyetçisi ve Alevilerin tamamının Kürt kökenli olduğunu iddia ediyor.

Dersimi'nin, Dersim isyanıyla ilgili anlattıkları da tutarsız, eksik ve şüpheli. Seyit Rıza'nın, amcasının ve kardeşinin ihanetine uğradığını anlatıyor, bu inandırcı. Devlet size karşı operasyon yapacaksa, içinizden ve yakınınızdan pek çok kişiyi satın almış, ayarlamış ve sizin içinizde bazı bölünmeler yaratmış olur. Akrabalar en büyük tehlikedir. Bu yüzden liyakate dayalı bir örgütlenme kurmalı ve iç istihbarata önem verilmelidir. Hüseyin Aygün, isyan sırasında temel işbirlikçi olarak Rıza Kaliç diye birinden ve aşiretinden bahsediyor.  Dersimi de Kaliç'den bahsetmiyor.  Dersimi, kızlar tertelesi dahil pek çok şeyden bahsetmiyor.

Kızlar tertelesi, küçük kız çocuklarının, ailelerinden koparılıp,  sözde evlatlık verilmesi, aslında ev işleri, hasta, yaşlı ve kendi gibi çocuk diğer kardeşlerinin bakımı için köle yapılması olgusu. Nezahat-Kazım Gündoğan'ınyazdığı, Dersim'in Kayıp Kızları adlı kitaba göre kızlar tertelesi, genel askeri harekattan önce başlamış. Gündoğan çiftinin yazdıkları beni Sıdıka Avar'ın anı kitabı olan Dağ Çiçeklerim adlı kitaba götürdü. Kendisi gazeteci Banu Avar'ın üvey annesi ve Banu Avar'ın babasının ilk eşi, bu da böyle bir ayrıntıdır. Sıdıka Avar, Dersimlileri Türkleştirme görevi ile, Elazığı kız meslek lisesine müdür oluyor, okulun pansiyonu-yatakhanesi de var. Pansiyonun görevi, Tunceli bölgesinden kızları okutmak ve böylece bölgeyi Türkleştirmek. Bizim nesil Sıdıka Avar'ı, ilkokul üçüncü sınıf kitaplarında yayımlanan, kızımı da götür Avar bölümüyle tanır. Köylüler, kızlarını kollarından tutup, Sıdıka Avar'a teslim ederler, okuması için. Bunun sebebi ise, Sıdıka Avar'ın, Dersimlilerin kızlar tertelesi dediği, beslemeliğe karşı çıkması. Bugün Tunceli'de Türkçe bilmeyen kimse yoksa ve ilk olarak Türkiye'nin, Artvin'le beraber en yüksek okuma yazma oranlı iliyse, başarı en çok Sıdıka Avarîndır. Bu tip görev sahipleri, genelde sömürgeci ruhlu ve yerel halka sempati duymayan kişilerdir ve yerel halka sempati duyduklarında ise, görevi bırakırlar. Sıdıka hanımsa, bölge insanına ayrıca sempatik duyuyor, bölgedeki Zazaca ve Kırmanc dillerini de öğreniyor. Sürgünden dönenlerin kışlık yiyeceği olmadığını öğrenince, bizzat validen yardım istiyor. Bölge halkı tarafından o kadar biliniyor ve seviliyor ki, en ücra köylere bile tek başında katır sırtında gidiyor. Besleme kız almak isteyenler, Sıdıka Avar'ı Şstanbu yada Ankara'ya geri yolluyor, o da dava çıp, Elazığ'a geri geliyor. Çok partili hayata geçişle beraber, bölge halkı oy tehdidi ile memurların besleme kız alımını azaltarak bitiriyor.

Burada araya not düşeyim, ağustos  itibarıyla. Ekrem İmamoğlu, Kürtçe öğrenmek istediğini beyan edince, klasik Türkçü hezeyanlar başladı. Kürtçe kaba hesapla Türkiye'de yüzde yirmi Kırmanci, yüzde on da Zaza olmak üzere ülkenin yüzde otuzunun ana dilidir. Ülkemizde Lazca, Çerkezce (Adige ve Abaza), Hemşince ve diğer dillerde konuşupta, Türkçe bilmeyen yoktur. Oysa çoğunluğu kadın, yüzbinlerce insan, Kürtçe'den başka dil bilmemektedir. Zorunlu 12 yıllık eğitim, internet, sosyal medya vesaire derken, böyle insanlar azaldı. Hatta son nesilde Diyarbakır, Siirt, Hakkari, Bitlis ve diğer yöre illerinde bile  Kürtçe bilmeden yada az bilerek büyüyen çocuklar çoğalıyor. Buna rağmen Kürtçe halen yaygın ve popüler, üstelik sadece Türkiye'de değil, Irak, Suriye ve İran gibi komşu ülkeler ile Almanya, İsveç gibi Avrupa ülkelerinde  de popüler; Orta Asya ülkelerinde de ciddi bir Kürt azınlık var (sebebini bir kaç satır sonra anlatacağım).  İran'ı eski cumhurbaşkanı Mahmut Ahmedinejad ve Rusya'nın devlet başkanı Vilademir Putin, Türkçe ve pek çok lehçesini iyi biliyor.

Dersimi'nin anılarına ve K.D.T kitaplarına geri dönelim. Kensidi Koçgiri isyanı kanla bastırılırken, nasıl Dersim'e gçö ettiğini veya Dersim isyanı bastırılırken, nasıl kaçtığını anlatmıyor. Ağrı isyanı sürerken, Dersim ile Ağrı isyancıları arasında kuryelik yaptığını ve bu süreç içinde bir ara Sivas Palas otelinde (Herhalde bugünkü Büyük Sivas Otelinden bahsediyor) kalırken bir ara tutuklandığından bahsediyor. Ağrı istanıyla, Dersim arasında bir bağa başka bir kaynakta göremiyoruz. Koçgiri köylüleri 1938'de, Refahiye'nin Karataş köyünde bir toplantı yapmış, ben bu olayı rahmetli İsmail amcamdan bir kere duydum ve başka kaynakta bulamadım, Dersimi de bahsetmiyor. Bu toplantı ile ilgili tek bildiğim olmuş olması, kalabalık Türk ordusunu görünce sessizce dağılmış olması.

Ağrı dağı isyanı, devleti çok daha fazla zorlamıştır. Ağrılılar üç büyük isyan etmiş, üç büyük askeri harekat yapılmıştır. Asilere sadece Türk ordusu değil, Sovyet ve İran ordusu da saldırmıştır. İsyan sırasında Türkiye ile İran, sınır düzenlemesi yapmış, Kürtlerin yaşadığı bazı köy ve kasabalar İran'a bırakılıp, Küçük Ağrı dağını ve Nahçıvan'a sınır olunmasını sağlayan toprakları aldı. İlin eski adı Doğubeyazıd'dı ve il merkezi de burasıydı. Karaköse köyü etrafında yeni bir il merkezi kurulmuştur.  Barzani, isyana açıkça destek vermiş, Türk uçakları Barzani'n,n bölgesimi bombalamıştır.  (Barzani ile ilgili olarak Muzaffer İlhan Erdost'un, Şemdinli Röportajı kitabını okuyabilirsiniz) Stalin, bu isyandan sonra, Ezidiler hariç Kafkasya Kürtlerini Orta Asya'ya, özellikle de Kazakistan ve Kırgızistan'a sürgüne göndermiştir. Ağrılılar ise herhangi bir sürgün yaşamamış, Ağrılı kız çocukları, memur ailelerine besleme yapılmamıştır. Ne Ağrı, ne de diğer Kürt isyanlarında benzer tedbirler alınmamış, kimse sürgün yada kızlarını besleme yapma tehdidi yaşamamıştır.Bence  Atatürçü rejim, ilk kuruluşı itibarı ile düşünüldüğü kadar laik değildir, Aleviliği kendisine bir tehlike olarak görmüştür. 

Nuri bey anılarında ve K.D.T dersim kitabında, bol bol propaganda yapmış, pek çok şeyi de boşlukta bırakmış. 1914'de ağitimini yarıda bırakıp, askere alınıyor, 1916'da İstanbul'a dönüp, askerliğini tamamlıyor. Yer yer devletle de iş yapıyor, hatta Nuri'nin bana hizmetlerime karşılık vaat edildiği dediği manastırın harabe halini Hüseyin Aygün kitabında gösteriyor. 1920'de Koçgiri kıyımından da kurtulup, Dersim'de çiftçilik yapıyor. 1938'e kadar pek .çok isyanda aktif oluyor (dediğine göre), 1938 kıyımından da kurtulup, Yunanistan'a geçmeye hazırlanıp, Edirne'ye gidiyor. Edirne'de bunu tanuyan birisi, Yunanistan'ın Türkiye ile çok sıkı bir iade antlaşması yaptığını, Suriye'ye (o zamanlar halen Fransa mandasında olan) gitmesi gerektiğini söylüyor. Mersin'e gidiyor, derken Osmanlı saltanak ailesinin avukatı ile tesadüfen görüşüp, Suriye'ye geçiyor. Suriye'de Türk istihbaratının ( o zamanlar MAH, Milli Amele Hizmetleri) takibinden bunalıyor. Ankattığına göre Türk istihbaratının Suriye'de, özellikle Ermeniler arasında bolca işbirlikçisi var. Ürdün'e geçip, bir süre orada veteriner olarak çalışıyor, sonra Suriye'ye geri dönüyor. Orada çiftlik alıp, çiftçilikle geçiniyor. Kendi gibi Zaza ve Alevi Kürtlerle yaşıyor. Çiftlik satın almak için parayı nereden bulduğu veya bu kadar kaçak yaşamında nasıl sakladığı meçhul. Türkiye'deki ailesini terk edip, bir daha evleniyor. Sonraki yıllarda, BAAS partisinin, özellikle de Esad ailesinin Kürtlere karşı baskıyı arttırdığı, hatta vatandaşlık haklarını elinden aldığında ne yaptığıysa meçhul.  Wikipedia'ya göre 1973'de ölüyor. İsmail Beşikçi'nin mutlak doğru gibi sunması ile 1990'lı yıllarda ünleniyor.

Ben şüpheli ve hatta düppedüz yanlış bilgiler içerse de, en azından dönemin psikolojisini anlamak için Dersimi'nin okunmasını tavsiye ediyorum; kitapların yeni baskıları, orijinallerinin tıpkıbasımıyla beraber yapılmalıdır, çünkü çeviriler de şüphelidir. Baskı demişken; Mahmut Akyürekli'nin bahsettiği Çapanoğlu Mehmet Beyin anılarının yayımlanması da toplum için faydalıdır.