4 Ocak 2025 Cumartesi

ROMANTİK FAŞİZMİN SEFALETİ 3-KAPİTALİST MAŞALIĞI



Jack London, 1907 basımı Demir Ökçe romanında faşizmi en az 15 yıl öncesinden görmüştü. Romanda sosyalist devrimin geldiğini gören oligarşi, milliyetçiliğe dayali diktatörlük kuracağını yazar. Burada London'ın fütüristlik zekasını görürüz. Daha faşizme adını veren rejimin İtalya'da iktidara gelişine on beş yıl vardır. Gerçekten de Mussolini, bizzat burjuvanın ataması ile iktidara gelir, İtalya'da bir Bolşevik devrimine engel olmak için. Faşist birliklerin dört koldan Roma'ya yürüyüşü sadece iktidarı meşrulaştırma aracıdır. Portekiz'de iktisat profesörü Salazar,  yavaş yavaş yetkilerini arttırıp, en nihayet ülkenin diktatörü olur. Her ülkede faşizm, burjuvazinin hizmetindedir, işgal ve fetihleri, onun karı içindir. Hitler, daha birahane darbesi sonrası hapisteyken, Kavgam kitabını yazdığında, imparatorluğumuz doğuya doğru, kara imparatorluğu olacak demiştir. Alman burjuvaizisi ise, 1941'de Dünya petrolünün dörtte birinden fazlasını üreten Bakü'yü fethetmesi için onu Sovyetler Birliği ile savaşa yönlendirir. Yapması gereken, Kırım'ı almakla bile uğraşman, Bakü'ye gitmektir. Oysa Hitler, her diktatöt gibi kibirden aptallaşmış, Lenin'in adını taşıyan Leningrad'ı, başkent Moskova'yı, her ikisi de olmayınca Stalin'in adını taşıyan Stalingrad'ın fethine kafayı taktı. Sonrası malum, büyük yıkım.

1943'de, Amerikalılar, Sicilya adasının fethinde bazı mafya babalarını kullanınca, faşizmin ikinci dönemi başladı. Faşizmin, sosyalizmi engel olma görevi gene değişmemişti ama bu sefer mümkün olduğunca iktidardan uzak duracaktı.  Ülkücülerin meşhur türkücüsünün deyimiyle artık 'Yardımcı Güç Devlete' 'ydi. (Doksanlarda bu sözleri dinlediğimi hatırlıyorum ama interneti o kadar karıştırmama rağmen bu türküyü bulamıyorum) Zaten iktidarda olan faşist liderlere de (Franco ve Salazar) dokunulmadı. Onlar zaten burjuvaya hizmet ediyordu. Onların kendi kendine yıkılmasını bekledi. Mevcut faşsit oluşumlarsa, hem komünist militanlara karşı savaşmak, hem de demokrasiden pek hazzetmeyen burjuvalar için darbelere uygun zaman yaratacaklardı.  Darbeciler, iç savaşı  engelleyen kahramanlar olacaktır. Burada amaç sadece komünist  yada sol iktidarları engellemek değil,  aynı zamanda büyük şirketlerin ve uluslar arası şirketlerin karların artmasını sağlayacaklardı. Son yetmiş yılın askeri darbelere bakın. 27 Mayıs darbesinden sonra, Yassıada mahkemelerinde yolsuzluk diye sadece örtülü ödenekler yargılandı, ihaleler hiç incelenmedi. Demokrat  parti döneminde  kimler zenginleşti hiç incelenmedi. 12 Eylül DİSK'i (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) ve MİSK'i (Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu ) ve dahi bilumum işçi sendikalarını kapattı, tüm mallarına da el koydu. Kenan Evren, bir konuşmasında, DİSK'in matbaasından nefretle bahseder. (İnternetin bilim kurgu olduğu, radyo ve televizyonun da devletin olduğu çağda,  matbaa çok önemliydi.) MESS (Metal iş verenleri sendikası) ve diğer işveren sendikaları kapanmıyor. İşçi dernekleri ardı ardına kapanırken, TÜSİAD ve diğer işveren derneklerini kapatmak bir yana,  daha da büyütür. Halit Narin, o meşhur lafını etti:

-Bu güne kadar hep işçiler gülmüş, biz ağlamıştık; bundan sonra işçiler ağlayacak, biz güleceğiz.

Bu gülme bedava değildi elbet. 12 Eylül generallerinin hepsi bir şekilde TÜSİAD holdinglerinin, bankalarının, şirketlerinin yönetim kurulu üyesi, başkanı falan olur.    27 Mayıstan itibaren zaten, pek çoğu Özal ve sonrasında özelleştirilen kamu iktisadi teşebbüslerinde, özellikle bu gün son kuşağın adını bilmediği kamu bankalarının (Pamukbank, Tönbank, Türkbank vs) yönetim kurumlarında yada gümrük kapısı müdürü falan oluyordu. 12 Eylülle de TÜSİAD üyeleri arasına emekli general ve albay istihdamı, zorunlu gibi bir şey oldu. 12 Eylül'ün baş planlayıcısı Haydar Saltık, Koç Holdinge yanaştı. Sabancı ondan fazla general istihdam etmiş. Tahsin Şahinkaya, Kale holdingle hem ortak, hem dünürdü. Tüm Petrol Ofisi istasyonlarını, Kale Bodur seramikleriyle döşetti. Seksenlerin sonuna kadar, Özal'ın o meşhur generalleri emekli etme operasyonundan çok sonra bile askerlerin bürokrasi ve özel sektör yönetimindeki egemenliği devam etti. Hem de ne ediş. Mesut Yılmaz'ın Maliye ve Gümrük bakanı olduğu zamanda, Kapıkule gümrüğünde ülkeye sokulmaya çalışılan bol miktarda Amerikan dövizi ele geçirildi. Sonra dövizim sahibi ele geçirilen paranın çok daha fazla olduğunu ve yağmalandığını söyledi.Mesut Yılmaz soruşturma açacakken, diğer generaller araya girdi, soruşturma kapatıldı. Çünkü Kapıkule'nin o dönemki müdürü, emekli bir albaydı. (12 Eylül öncesi, Ecevit'in, Adalet Partisinden CHP'ye bakanlık vaadi ile trasnfer ettiği Maliye ve Gümrük Bakanı Tuncay Mataracı'nın görevden alınmasına sebep olan İpsala Gümrük Kapısının müdürü de emekli astsubaydı) Bu generallerin özel sektöre sadece emeklerini mi verdiklerini, çalışanların bile lastik damga dedikleri şahısların şahane özel sektör yöneticileri olduğunu mu sanıyorsunuz?

12 Eylül boyunca binlerce Ülkücünün tutuklanması, Ülkücülere şok oldu. Her şeyi devlet için yapmışlardı, öyleyse neden ceza alıyorlardı? Oysa darbe rejiminin, ülkeyi iç savaştan kurtardı görünümü vermesi gerekiyordu. Diğer yandan Ülkücüler, 12 Eylülün hemen sonrası devletteki görevlerine geri döndü. Doksanların sonlarından, 2015'lere kadar devletteki pek çok mevziyi tarikatlara kaptırdılar. Şimdilerde bir kısmını aldılarda da, pek çoğu da artık gelmez.

Bu son açılım sürecine getireyim konuyu. Devlet bey neden birden bire açılım sevdalısı oldu? Biraz geriye gidelim. Fenerbahçe başkanı ve ülkeminin en büyük sanayi burjuvası ailesinin üyesi Ali Koç'un ani ve nedeni belirsiz olarak  Bahçeli'yi ziyaretini ne çabuk unuttuk? Koç holdingin veya diğer holdinglerin belirli günlerdeki Atatürkçüyüz şovları, 8 Mart'ta kadınlardan yanayız şovu kadar sahtedir. (Hamile çalışanları hemen işten çıkarırlar yada kıdemini düşürürler.) Koç holding, dünya kadar kamu iktisadi teşebbüsünü özelleştirmelerle aldı. 12 Eylülün en büyük destekçilerindendi. Ragmetli Mustafa Koç'un Gezi zamanında göstericileri Divan oteline alması da sizi kandırmasın. Son açılımda sizi kandırmasın, umutlandırmasın. Örgüt bitse bile başımıza daha büyük bela gelecektir. Şu anda en az beş AKP, beş de DEM mebusu, ana-baba bir, öz kardeştirler. Her seçim sonrasında bu gerçeklik değişmez. Güney Doğuda seçimler büyük ölçüde feodal bağlarla ilgilidir. 

Diğer yandan siz hiç şehit TÜSİAD'lının, MÜSİAD'lın çocuğunun şehit olduğunu gördünüz mü sorusunu çok duymuşsunuzdur. Dağda ölen DEM-HDP-HADEP mebusunu yakınını da duymazsınız. Örgütün bir zamanlar iki numarası olan Şemdin Sakık'ta tutuklandığında, bir sürü kişiyi suçladı ve yargılanmasına sebep oldu. Bu sözde suçlamalar, Türk basının amiral linç edicisi, Ertuğrul Özkök Hürriyetinde manşetten verildi, sonra da yalan olduğu ortaya çıktı. Şimdi de pek çok yalan söyleniyor ve söylenecek. Şüpheci olmak en iyisidir. Savaştan incinmemiş olanların, savaşı bitireceklerine inanmayın. 


31 Aralık 2024 Salı

SURİYELİLER ÜLKELERİNE NEDEN DÖNER YADA DÖNMEZ?

Suriye'de 1963'den beri süren BAAS partisi, 1970'den beri süren Esat ailesi rejimi, on yada on beş gün kadar bir sürede çöktü. 13 yıldır süren iç savaş bitti gibi.  Gibi diyorum çünkü daha bir kaç ay önce savaşı Esat kazanacak gibiydi. Muhalifler o kadar hızlı kazandı ki,  El Muhaberat, arşivlerini yok edemedi. Her şeyin bu kadar değiştiği bir ortamda, ülkemize doluşmuş milyonlatca Suriyeli'nin bazıları dönecek, bazıları dönmeyecektir belli ki. Kendimce dönenlerin neden döneceği, dönmeyenlerin de neden dönmeyeceği üzerine fikirlerimi yazacağım. Önce gidenlerden bahseyim:

1) Zafer Kazanmışlık duygusu: Sonuçta yarım asırdan uzun süren bir iktidar devrilmiş ve ülkemizdeki Suriyelilerin çoğunluğu ve hatta belki tamamına yakını Esat ailesine muhalifti. Zaferden pay alma umuduyla gideler olacaktır.

2)Türkiye'de yükselen faşizm: Faşizmi bu topraklara eken sağcı anlayış, sonra nerelere gideceğini hesap edemedi ve her durumda faşizmden, ayrımcılıktan karlı çıkacağını sandı. Suriyeliler gelene kadar karlı da çıktı. Ta ki son Suriyelilere saldırılara kadar. Maraş katliamı yada 6-7 Eylülle övünen sağcılar, bu olaya sahip çıkmadığı gibi, suçu solculara da atamadı. (6-7 Eylül'de atmayı denediler. Aziz Nesin'in Salkım Salkım Asılacak Adamlar, kitabını okuyun.) Z partisinin hedefi de göçmenleri göndermek değil, alt sınıfta tutmak. Hükumet sagari ücreti bu kadar düşük tutarken, Suriyeliler ve Afganlar başta olmak üzere göçmenlere güvendi. Bence bu maaşa onlar da çalışmaz. Bu belirisin faşizan öfke bir yerlerden patlayacak.

3)Düşük ücretler ve sefalet: Bu asgari ücrete Suriyeliler ve Afganlar da isyan eder ve sefalet içindeki göçmenler, dönmeye çabalayacaklardır. Memleketlerine dönüp, gurbetteki yaralarının izlerini silmeye çalışacaktırlar.

4)Suriye'nin yeni rejiminin halkını istemesi. İtiraf ediyorum, şu yazıyı yazarken savaşı Esat kazanacak sanıyordum:

https://onbinkitap.blogspot.com/2018/09/eysan-diplomasisi-ve-suriyeliler.html

Esat konusunda yanıldığımı kabul ediyorum. Değişmeyen şey şu ki, yeni rejim de halkını isteyecek. İnsansız bir ülke kalkınamaz. Yeni rejim bir de Sünni çoğunluklu ve Sünni Araparın çoğunluğu da Türkiye'de. Rejim olarak kendi halkını isteyecektir.

Neden gitmeyecekleri üzerine de aklıma şunlar geldi:

1)Savaş kesin bitmemiş olması:  Afganistan'da son Rus askeri, ülkeyi 1988'de terk etti. Buna rağmen Muhammed Necibullah rejimi 1992'e kadar iktidarda kaldı. Gerçi bu iktidar, ülkenin %15'i kadardı, kalanı mücahitlere aitti. 1992'de Necibullah, her diktatör gibi delirip, kendisinin ve Rusların en büyük destekçisi Özbeklerin lideri Raşit Dostum'a (Abdülreşit Dostum adını da kullanır) ihanet edince, Raşit'in kontrolündeki Özbekler, karşı cepheye geldi ve Kominist Necibullah rejimi yıkıldı ve savaş bitti mi? Ne gezer? Bu sefer de yedi büyük mücahit grubu birbiriyle savaştı. Necibullah'da İngiliz elçiliğine sığındı. Taliban tarafından döve döve öldürülüp, asılıp, üzerine de parça parça doğrancağı 1996 yılına kadar İngiliz Kültür Merkezinde, İngilzce kitaplar okuyup, uydu kanallarından televizyon izleyerek geçirdi. Bu dönemde iç savaş daha çok başkent Kabil ve çevresinde sürdü. 1996'da bir grup medrece öğrencisi, yani talebesinin kurduğu nTaliban, ülenin büyü bir kısmını ele geçirdi. Dört yıl boyunca Kabil'i paylaşamayan mücahitler, ülekin kuzey doğusuna sığıştı. 2001'de Taliban orayı da aldı. Konuyu Suriye'ye bağlayacak olursam, iç savaşların, ülkeler arası savaşlar gibi birden bitmez, hatta bittikten sonra da izleri devam eder. Ynanistan iç savaşı 1949'da bitti ama 1967'de sosyal demokratların iktidara gelecek ve sonrasında koministler rahat edecek gibi olunda, albaylar darbesi oldu. İç savaşların açtığı ayrımlar, kolay kapanmaz. İç savaşların kesin bitişi çok belirsizdir.

2)Mevcut iktidarın göçmenleri göndermek istememesi: Kapştalşzmin temel ihtiyacı ucuz işgücüdür. Yerli nüfus artışı, kapitalistlerin iştahını kapatıyor. Teşviklerle doğan çocuklar da el bebek, gül bebek büyütülüp, ucuz işçi olmuyorlar. İşin kötüsü, kimse de ucuz işçi olmak için göç etmiyor.

3) Kurulu düzenler ve alışkanlıklar: Kimi on üç yıldır burada olan, burada doğmuş ve-veya büyümüş bir nesil var, bir kısmı Arapça bilmiyor. Bilseler bile, gurbetçilerin Almanca ile karışık Türkçesi gibi, Araplara komik gelecek bir Arapça konuşuyor olmalılar. Bir de burada iyi gelir elde etmeye başlaış insanları düşünün. Henüz neyin ne olduğu belli olmayan Suriye'ye dönmeyi pek çok kişi de istemeyecektir.

4)Arap ülkelerindeki erkek egemenlik: Lazkiye ve Tartus plajlarında bikinili kadınların görüntüsü sizi aldatmasın. Türkiye dışında İslam ülkeleri, küçük bir zengin azınlık haricinde aşırı erkek egemendir. O kadar ki pek çoğunda tecavüz, fiilen suç değildir ve doğrudan zina suçlaması yapılır. Erkek beline, kadın göğsüne kadar gömülür ve erkek, recm öncesi kaçar. Genelde böyle olur. Karısını döven yada öldüren erkelerin ceza almaması da normaldir. Türkiye'nin her yerinde aynı kültür olmadığı gibi, aynı ahlak zihniyetinde de değil. Pek çok Suriyeli kadın, Suriye çok iyi durumda olsa bile gitmeyecektir.


29 Aralık 2024 Pazar

ROMANTİK FAŞİZMİN SEFALETİ 2 OPORTÜNİST REZİLLİK

Başlığı yovşokluk falan yapacaktım ama gizli sansüre uğramaması içn oportünist dedim. Oportünizm, Makrsist-Leninist yazarlar tarafından siyaset bilimine eklenmiştim ve Türkçe'ye çevirirsek, fırsatçılık veya fırsattan faydacılık demektir. Y.vşalığın bilimsel adı yani. Bavyera Halk cumhuriyetinin ve Münih Sovyetinin kurucusu, Sosyalist ve Yahudi siyasetçi Kurt Eisner'ın, 1919'daki cenazesinde resmini taşıyan tanıdık biri var. Tahmin edeceğiniz gibi daha sonra o dönemde dünyada yaşayan Yahudilerin yarsıını katleden fırça bıyıklı kişi. Einster'ı sırtından vurarak öldüren  de aşırı sağcı bir Alman'dı. Diyeceksiniz ki siyaset eninde sonunda Makyavelizm'e bulaşır, sosyalizm yada diğer ideolojilerden de bahsedebiliriz. Faşizm ise daha en romantik halinde bile oportünisttir. Özünde kötülük rejimidir ve hedef aldığı insanları gafil avlama peşindedir. Kıbrıslı Rum Faşist, Nikos Sampson, elinde Türk bayrağı ile, Türk köyüne, sizi kurtarmaya geldik diye gelip, katliam yapmıştı. Özellikle iktidara giden yolda halkı teskin etmek, yetmez ama evet demek lazımdır. Kendiniz ideolojik sebeplerden diyemiyorsanız, bunu diyecek birilerini kiralamanız lazımdır.

İktidara çok uzak Faşist teorisyenlerde bile bu oportünizm görülür. Nihal Atsız'ı ve Atsızcıları ele alalım. Atsız, Atatürk'le alay etmek için Dalkavuklar Gecesi romancığını yazmıştır. Romanda bazı isimleri tersten okuduğunuzda bile Atatürk'e yakın kişilere düşmanlığını görürüz. Atsızcılar cevap olarak, Atsız'ın Atatürk'e övgü dolu sözlerini size sunar. Neyse ki Atsız'ın tüm yazdıkları internette mevcut. Kendisi 1950'li yıllarda yazdığı bir dergide, devlet 1950'de kuruldu, önceki 27 yıllık (İnönü+Atatürk dönemi) esaret falan demiş. Böylesi bir kaç yazısı da var, Atatürk aleyhine. Dalkavuklar Gecesi, İnönü aleyhine yazıldı falan diyorlar. Atsız, İnönü aleyhine, 27 Mayıs sonrasında Z Vitamini diye başka bir romancık yazmıştır. Romancıkta İsmet paşa yüz yaşından fazladır ve halen ülkeyi yönetmektedir. Döneminö nemli CHP liderleri de hayattadır ve onları hayatta tutan Zvitamidir. Bu romacıkta bile Atatürk'e laf değidrme çabası vardır. Atsız'ın oğulları da benzer sefillikleri yaşamıştır.  İki oğlu, Atsız Almanya'da can çekişirken, son bir helalleşme için olsun Türkiye'ye gelmemişler, bir telefo etmemiş, hatta dönemin teknolojisi gereği telgraf bile çekmemişlerdir. Atsız, çok mu kötü babadır? Hiç kimse Sonrasında her iki kardeşte sola dümen kırdı, Faşist babanın, Komünist oğulları olarak ün saldırlar. Yağmur, Almanya'ya; Buğra'da Kanada'ya yerleşti. Yağmur, Cumhuriyet gazetesinin Almanya temsilcisi oldu. Uğur Mumcu ve pek çok Cumhuriyet yazarı, Frankfurt şehrinde, Yağmur ve eşi Tuğçe Atsız'ın evinde kaldı. Yağmur Atsız, 12 Eylül döneminde 142. maddeden ( Komünizm propagandası) bile yargılanmıştı.  Yağmur Atsız, doksanlarda, Sovyetler dağılınca Liberalislet kervanına katıldı. 2002'den sonra solla çatışmaya başladı. Ölümüne kadar solla çatışması o kadar şiddetlendi ki, Zülfü Livaneli'nin Yağmur Atsız'ın şiirlerinden bestelediği şarkılar, dijital ortamlardan kayboldu. Kobani (Ayn el Arap)'de direnen Kürtlere, tam da babasının tarzında hakaret etti. Solcularal iyice düşman oduktan sonra köşe yazarlığı yaptığı gazeteden atıldı. Sağcılar da aleyhine yazdı ve geçen yıl, yalnızlık içinde öldü. Kardeşi Buğra ise Kanada'da Türk tarihi ve Türkçe profesörlüğü yaptı ve yapıyor. Bir ara Türkiye'ye gelmiş, Çanakkale 18 Mart üniversitesinde de çalıştı ama sonra geri döndü. Bir ara Turan Dursun gibi Ateizm peygamberliği yaptı. Almanya'da abisi ile beraber Cumhuriyet gazetesinde çalıştı. Kanada'da bir süre sonra Türkçü oldu. Kendisi Türkçülük yaparken, kızı Kanadalı bir Rak şarkıcısı ile evlendi yada birlikte yaşamaya başladı.Maya Atsız,  Şamanizm, şifalı taşlar üzerine dersler veriyor,  sosyal medya hesaplarında aktif ve asla Türkçe iletişime geçmiyor. Kendisi ile Türkçe konuşmaya çalışanları engelliyor. Kendisi ise Z. Partisinin kuruluşuna Kanada'dan katıldı ve göçmen düşmanı laflar etti. Altındağ progromundan sonra da sustu. Kendisi zavallı bir göçmenken, göçmen düşmanlığı yapmaktadır. 

Faşizmin çelişkileri sadece kendi düşman topluluklar, kişiler yada ideoojilere karşı değildir. Faşizm, kendi ideoljisine karşı da çelişkidir. Din konusunu gene Atsız'ın ve diğer Faşist teorisye veya iderlerin oportünist veya iki yüzlü olduğu alanlardan biridir. Atsız, İsla için kah Arapların dini, kah Türklerin yüce dini der. Oğlu, Yağmur, babasının dinsiz olduğunu söylüyor. Torunu Maya ise demin söylediğim gibi Şamanist. Atsız, Alevilik üzerine de iki yüzlüdür. Deli Kurt romanında, Şeyh Bedrettin isyanı aracılığıyla Alevi düşmanlığı yapar. Ali Balseven'in ardından da timsah göz yaşları döker. Genel anlamda Türk milliyetçiliğinin, daha doğrusu Türk faşizminin dinci rolü, NATO'nun ona  biçtiği rolle ilgilidir. Daha 1943 yılında, yani meşhur Irkçılık-Turancılık davasından bir yıl önce'de, Sicilya çıkarmasında, bazı mafya örgütlerinin müttefik ordularına yardımı için kullanıldığında, faşizmin yeni rolü belirlenmişti. Faşizm, artık iktidara gelmeyecek, sosyalizmin-komünizmin iktidara gelmesini engellemek için kullanılacaktı. 1945'den itibaren de fiilen uygulanmaya başlandı. Türkiye'de, antikominizmin temel motoru siyasal din ve tarikatlar olduğundan, Türk faşizmi Atsız'ın çizdiği yoldan çıkıp, dini bir zemine geçti. Daha Türkeş, Delhi'de büyükelçi olarak sürgündeyken, başında Osman Bölükbaşı'nın bulundığu CKMP (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi- 1965'de başına Alparslan Türkeş geçti, 1969'de adı Milliyetçi Hareket Partisi oldu), iç Anadolu boyunca komando kamplarını kurmuş  ve Alevilere yönelik saldırılarına başlamıştı. Bu yüzden MHP, iktidarların elinde bir aparat oldu. Özellikle İç anadolu ve Karadeniz sahili boyunca solun yerleşmesini engelledi. Kendisi ise hep düşük oy ve bir kaç küçük belediyede kaldı. Buna karşın polis teşkilatı başta olmak üzere kamu kuruluşlarında Ülkü ocakları birer paralel yapı durumundaydı. 12 Eylülden sonra kurulan merkez sağ DYP ve ANAP'ın içi, Ülkücü kökenliyim diyenlerle doluydu. 1995'de Türkeş, ölümüne yakın, o zamanlar %10 olan seçim barajını tek başına katılmaya kalktı ama %8,18'de kaldı. Pati teşkilatları açıkça başbuğlarına tavır almıştı. Türkeş ölünce, sandalyelerin havada uçuştuğu 1. turda başbuğun oğlu Tuğrul Türkes seçilemedi. Kayyum atanan ikinci kongrede başkan olan Devlet Bahçeli, iktidara gelmeye teşebbüs etmedi, hatta defalarca, özellikle de 7 Haziran 2015 seçimlerinde başbakanlığı red etti. 15 temmuzdan sonra da diğer bazı tarikatlarla beraber tekrar kamu kuruluşlarına yerleşti.

Son bir kaç yıldır da bu oportünizm içinde debelenmekte, ne iktidar olabilmekte, ne de muhalefet yapmakta.

25 Aralık 2024 Çarşamba

NORMLAR KAFESİNİ AHLAK ZANNETMEK

Dar Koridor kitabımı yeni bitirmiş biri olarak Daron Acemoğlu'nun hakkı ile Nobel aldığını söyleyebilirim, tabi benim fikirlerimin ne kadar önemi varsa. Henüz sadece bir kitabını okuduğum ve diğer iki kitabını henüz okumadığım için,  genel olarak onunla ilgili yorum yapmayacağım. Dar koridorda, devlet ve toplum zenginleşmesi ilişkisini, Thomas Hobbes'un felsefesi ile açıklamış. Hobbes'un meşhur kitabının adı Leavithan'dır. Levaithan, Tevrat'ta adı geçen su-deniz canavarıdır ve aynı zamanda devletin tüzel kişiliğini temsil eder. Hobbes'a göre bu canavar, yani devlet olmazsa, herkesin, herkesle savaşı vardır. İnsan, insanın kurdudur. Dolayısı ile devlete ihtiyaç vardır, devlete itaat edilmelidir. Tarihe baktığımızda Hobbes haklı gibidir. İlkel toplumlarda Jean Jacques Rouseau'nun doğa ile barışık ilkelleri yada Karl Marks'in ilkel komünal toplumu nadir görülür. Yok denecek kadar azdırlar. Genelde kabileler (klan yada aşiret) sürekli birbirleri ile savaşır. Aileler arasında sık sık kan davaları vardır. Diğer yandan Sosyalistlerin ve Marksistlerin, devletin üst sınıfları koruyan bir kurum gerçeği de vardır. Bunu da inkar edemeyiz. Öyle ise çözüm nedir?

Acemoğlu (ve arkadaşları)'na göre zincire vurulmuş Levaithan'dır. Yani canavarımızı bekçi köpeğine dönüştürmek yada bekçi köpeğini efendimiz yapmamak. Bu yazıda ben Acemoğlu'nun ilkel toplumların neden kendi Levaithanlarını yada bekçi köpeklerini kuramadıklarına dair normlar kafesi (yada böyle çevirilmiş) sıfat tamlaması üzerinde duracağım. Bu tamlamayı daha önce başka antropoloji kitaplarında da okuduğumu hatırlıyorum. Bu sefer beni etkileyen Acemoğlu'nun şu önermesi oldu: Normlar kafesi, hiç kimsenin yükselmemesini sağlar. Böylece halk, devletini kuramaz, işgalcilere karşı isyan etse de sonuca ulaşamaz. Eninde-sonunda kendi iç kavgaları, yenilgiye sebep olacaktır. İşgalci devletin yapması gereken çoğu kez sadece sabretmektir. Sonra asiler içinden bazı liderleri satın almaya başlar. Derken direniş kırılır. Hiç biri içlerinden birini üst makama layık görmez. Bu normlar kafesini kırmayı deneyenler olur. Genelde de bunun yolları din adamlığı, askerlik ve eşkiyalıktır. 

Askerlik için merkezi bir devlet gerekir. Örgütlenemeyen azınlıklar, egemen devlette askerlik mesleği ile ilerleyip, ülkeye egemen olabilir. Büyük imparatorluklar, devşirmeler ve paralı askerlik olmadan olmaz. Asli miletin insan varlığı, büyük savaşlara ve çatışmalara çok fazla dayanmaz.  Devşirmelik, paralık askerlik ve ittifakar olmadan imparatorluk olmaz. Avrupalılar, ırçkçı yapılarından dolayı devşirmelik yapamadılar. Koca ülkeleri daha çok paralı askerler ve yerel ittifaklarla fetedip, yönetti. İngilizlerin sömürgelerinde en kanı savaş, Güney Afria'daki Boer isyanıydı. Boerler, aslen Hollandalı ama mezhepsel sebeplerden Avrupa'dan köklerini koparmış kişilerdi. Boerler, kabilelere bölünmedikleri ve batılı silah ve aletleri çok iyi kullandıkları için, çok asker ve para kaybettiler ki, 1889-1901 arası süren bu savaşı, İngilizlerin ünlü tarihçi ve filozofları Arnold Josheph Toynbee,  bu savaşı Britanya İmparatorluğunun gerileme döneminin  başlangıcı sayar. (Ermeni iddialarının temel dayanağı Mavi Kitap'tan dolayı bu filozof-taihçi, Türklerce pek sevilmez.) Boer isyanını bile büyük ölçüde Hint askerleri ile bastırmıştı. Hint askerlerinin başında da İngiliz subaylar vardı. İngilizlerin yüz bin kadar  subayla o dönemde yüz milyonluk Hindistan'ı (o dönemde Hindistan kavramına Pakistan, Bangladeş, Nepal, Sri Lanka ve hatta kısmen Myanmar'da dahildi.) yönetmelerine şaşırmıştım. Acemoğlu'nun kitabında İngilizlerin 1920 yılında, sömürgeciliğin altın çağına, Afrika'nın devi Nijerya'yı sadece 235 (iki yüz otuz beş) kişi ile yönettiğini öğrendim. Nijerya, bir aşiretler , bölgeler federasyonu ve İngilizler genelde siyasi literatürde komprador denen yerel liderlerle ülkeyi yönetiyor. İşte bu kompradorlardan general yada subay olanlar, beyaz adam gidince ülkenin diktaörü oluyor. Afrika ve Arap ülkelerinde çoğu diktatörün kökeni budur. Suriye'de Fransızlar, yerel orduyu Dürziler ve Nusayrilere; Irak'da Sünni Araplar ve Kürtlere teslim etti, sonrası malum. 

Eşkiyalık ve korsanlıkta, sıradan bir genç erkek için bir çıkış yolu olarak görünür. Acemoğlu'nun Kağıttan Levaithan dediği ülkeyi yönetemeyen devletlerde, devletin yada yerel derebeylerinin zorba olduğu bölgelerde eşkiyalar bir anda kahramanlaşır ve efsaneleşir. Türkiye'de en ünlüsü Köroğlu'dur. Gerçekten de Celali isyanları döneminde Köroğlu namlı bir eşkiya vardır. Bu Köroğlu, ne kadar efsanelerdeki kahramandır, işte o belirsizdir. Hemen her kültürde Robin Hood gibi fakirlerin koruyucusu haydut figürü vardır. Zorbalığa karşı örgütlenemeyen halk, bir başka zorba olan haydurlardan medet umar. Modern çağda da mafya-suç örgütü liderleri benzer şekilde kahramanlaşır. Marksist-Leninist örgütlerin gerilla örgütleri zamanla, çoğu kendileri de fark etmeden, mafya-eşkiya örgütüne döner. Arada romantik kahramanlar, efsaneler çıkar ama çoğunlukla başarısızdır ve atılan taş, ürkütülen kurbağalara değmemektedir. Bir zaman sonra gerilla-terör örgütleri, üyeleri ve yöneticileri farketmeden,  sistemin ve normlar kafesinin bir parçası olur.

Din adamlandığı da fair insanlar için bir sivrilme, öne çıkma you olarak göze batar. Bir tarikata yada inancına göre bir sisteme girersin ve dindarlığınla, ibadet ede ede yükselirsin. Diğer yandan da kendin bir tarikat yada mezhep kurar, kendi cemaatini toplar.  Mevcut tarikat ve dini örgütlenmelerde sıfırdan girmek ve yükselmek çok zordur. Nepotilim, nepo, yani yeğenden gelir. Neden oğul-evlat değil de yeğendir? Çünkü bu kelime, Katolik kilisesindeki adam kayırmacılıktan gelmektedir. Katolik rahipler ve üst düzey Ortodoks kardinallerin evlenememeleri ve yasal bir çocukları olmamaları nedeniyle, çocukları yerine yeğenlerini koymuşlardır. Meşhur Medici ailesi, dünürleri olan akraba aileleri ile onlarca Papa yetiştirmişti. İki bine yaklaşan Papalık tarihinde Papaların kabaca %80 İtalyan, %10'u ve biraz fazlası da Fransızdır. Bu da Papalığın, Roma'nın güvenli olmadığı dönemlerde, Avignon adlı Fransız şehrine taşınmasından ve Papalığın ara ara Fransa himayesinde olmasın etkisi de var. Bu iki bin yıla yakın tarihte, sadece bir Polonyalı Papa vardır.  2 Ioannes Paulus, Polonya'daki Sovyet Rusya himayesindeki Komünist Polonya'daki muhalefeti desteklesin diye seçtiler. (Onu da Ruslar, Ülkücü miis Mehmet Ali Ağca'ya öldürtmek istedi, neredeyse başarıyordu, o da ayrı konu.) Şu an Papa, Franciscus, tarihin ilk Latin Amerikalı Papasıdır. Oysa bu gün dünyanın en büyük dini topluluğu olan Roman Katoliklerinin üçte birinden fazlası, Latin Amerikalılardır. İslam dünyasında da durum pek farklı değildir. Eğer fakir bir ailedenseniz, aileniz tarikattan bile olsa, çoğu kez üst sıralara çıkamazsınız. Türkiye için söyleyelim, çoğu kez tarikatlar, kayın pederlerlerden, damatlara geçer. Şeyhlerin çoğu kez oğlu olsa bile bu oğulları, ticaretle uğraşır. Her zaman böyle olmaz. Son tarikat, üç oğul arasında bölündü ve iktidar partisinin yoğun destek ve müdahalelerine rağmen gerilim, kamuoyuna görünecek kadar devam ediyor. İktidarın müdahalesi olmasa silahlı çatışma olacak, bu ayrı konu. Esas konu şu ki, günümüzde yeni tarikat, mezhep kurmakla normlar kafesini kırmak imkansızdır. Tıpkı gerilla-eşkıya-terör taktiği gibi,  zamanla normlar kafesinin bir parçası olur.

Mehmet Ali Ağca demişken, devlet yanlısı, Gladio militanı olmak, zaten düzeni devam ettirmektir, çok da yazmaya gerek yok yada ben öyle görüyorum.

İlkel toplumlarda bu normlar kafesi çok zor yıkılır ve bireylerin normlar kafesi yıkıldıktan sonra yerine yeni bir ahlak anlayışı koyması çok zordur. İlkel derken, okuma kültürü az, başka kültürleri tanımayan,  kurnazlığı zeka zanneden toplumlardan bahsediyorum. Bu toplumlar, gerçek ilkel toplumlar (ergen argosunda elde mızrak, g.tte yaprak denilen) kadar ahlaki ilkellik içerisindedirler. İlkeller gibi ve hatta onlardan çok daha fazla, kendi toplumsal kuralları, evrensel ahlak zannetmektedirler. Toplumsal kuralların kendisi ahlak değildir ki, evrensel ahlak olsun. Ahlak kural yada kurallar sistemi değildir. Davranışları doğru yada yanlış bulmanız, ne kadar doğru, ne kadar yanlış bulmanızla ilgilidir. Kendinize karşı davranışlar da ahlakın bir parçasıdır. Kendimize karşı da sorumluluğumuz vardır. Bu açıdan baktığımızda din de bir ahlak değildir çünkü din bir değerlendirme değildir. Dinler sadece emreder. Değerlendirme bir düşünme şekidir ve düşünme de bilgi ile olur. Bu bilg, hem okul-kitap ve eğitim bilgisi, hem de demokratik yaşam bilgisidir. Yoksa Nazi Almanya yada Faşist İtalya'da eğitim oranı hiç de düşük değildi. Bu ülkeler, demokrasiyi hiç yaşamamıştı ve ilk krzide kendilerine bir diktatör aradı. Bu ülkelerin karanlık bir sömürgecilik ve antisemitizm (Yahudi nefreti) kökeni vardı. Gene de diktatörlükler yıkıldıktan sonra Almanya ve İtalya, demokrasiye en kolay geçenler oldu.

Demokrasi için ahlak eğitimi gereklidir ve bu eğitim, düşünme yani felsefe eğitimidir. Sadece dersler değil, etkinlikler ve yaşamsal bilgilerin de eğitimidir. Bireylere kuralları-kanunları (normları) değil, onların nedenleri, neden konduğu, uyulmadığunda neler olacağının öğretilmesidir.



20 Aralık 2024 Cuma

ROMANTİK FAŞİZMİN SEFALETİ 1 YENİK LİDERLERE HAYRANLIK



ürettiği sefaletin ilk nedeni, kabullenilmeyen gerkçelerdir. Öğretmen olmanın alışkanlığıyla,  ders kitaplarında olduğu gibi maddeler halinde yazacağım. Önce hayran oldukları liderlerin zavallılıklarından bahsedeyim;

1)Hler,Enver ve diğerleri başarısız birer zavalıydı: Önce Hler'den başlayalım. Pek çok kişi onu Rus ve Yahudi düşmanı olduğu için sever. Bir halkı öldürmek başka, yenmek başka, yok etmek başkadır. Nziler, dünyadaki tüm Yahudilerin yaklaşık yarısını katletti ama onları yenemedi. O ve onun gibi Antisemitstler, dünyadaki Siyonizmin gerçekleşmesini ve Yahudilerin güçlenmesini sağladı. Dünyadaki Yahudiler,bir daha asla dediler, örgütlü bir güç oldular. İşin gerçeği Yahudiler, yaşadıkları onca progroma rağmen birlik olamıyordu. Azınlıklar her zaman birlik ve bütünlük halinde değildir.  Mesela Türkiye'de Nusayriler ile diğer Aleviler arasında bir ayrım yokken, Suriye'de Türkmen ve Kürt Alevileri Nusayriler, kendilerinden saymaz. Zira mülteciler arasında Türkmen ve Kürt Aleviler de vardrı. Kendi içlerindeki çelişkiler ve ayrışmalar yüzüden azınlığın da azınlığı olanlar vardır. Hele de Yahudiler gibi pek çok ülkeye dağılmış, tarihi eski milletlerde, dil yada kültür birliği de yoktur yada azdır. Türkiye'de bile, Urfa ve Harran civarı Yahudiler Arapça, batı bölgelerindeki Yahudiler'de İspanyolca (Safarad yada Ladino dili de denen, Yahudi  İspanyolcası) konuşuyordu. 1848 ihtilallerinden sonra da İstanbul'da, Polonya, Macaristan ve doğu Avrupa'dan Aşkenaz Yahudileri gelmiştir ve onlarda Yidiş denen, bir çeşit Almanca konuşmaktadır. Irak'ta da Kerkük Yahudileri Kürtçe konuşurken, Bağdat Yahudileri Arapça konuşmaktadır. Antisemitizm bu kadar yıkıcı olmasaydı, Yahudiler o batı şehirlerden kalkıp, Arap çöllerinde savaşmaya gitmezdi. Kaldı ki Siyonistler arasında bile çatışmalar vardı. 1939'da, Dünya Yahudilerinin dörtte biri ve daha fazlası olan 4,5 milyon Yahudi, polonya'da yaşıyordu. O dönemde Dünya üzerinde yaklaşık 12 milyon kadar (tahmini) Yahudi vardır. Naziler, çoğu Polonya-Macaristan-Ukrayna Yahudisi olmak üzere 6 milyon kadar Yahudi öldürür ve geride kalanlar da bir daha asla diyerek, kendi aralarında gerçek bir birlik kurdu, ardından da İsrail'i kurdu.

Benzer bir şekilde Nzi rejimi, Ruslar'a ve Sovyetlere de altın çağ yaşatmıştır. Milyonlarca Rus ölmüştür evet ama altının ucuz olduğunu size kim söyledi?  Rus iç savaşı, ülkede büyük bir  nüfus azalmasına ve daha önemlisi eğitimli insanları kaybetmesine sebep olmuştu. Daha önemlisi Rusya, neredeyse tüm okumuş, eğitimli insanını kaybetmişti. Çarlık Rusyasında soylu değilseniz, okusanız da önemli makamlara gelemiyordunuz. Hukuk okusanız en fazla bir kasaba avukatı, tıp okusanız  köy hekimi oluyordunuz. Rusya, Almanlardan örnek aldığı politeknik okullarla, eğitimli millet olmaya çalışıyordu. Rusya aynı zamanda demir-çelik ve traktör fabrikaları ile sanayileşmeye çalışıyordu. Çarlık Rusyası bir tarım toplumuydu ve çok az sanayisi vardı. Savaşta yenilen Almanya'nın doğuda kalan sanayisi, Ruslarca yağmalandı. Sölülerek, Moskova-Uralar arasınına taşındı. Bazı stratejik tesislerse, Amerika ve diğer batılı devletlerin isteği ile taşınmadı. Bu tesislerin taşınmaması için Sovyetler Birliğine bolca rüşvet verdiler.  Bu taşınmayan fabrikaların en ünlüleri, fotoğraf makinesi fabrikalarıydı. Asalında bu fabrikalarda kıymetli olan objetifler ve merceklerdi. 1970'lerde Japon mavi lensleri icat edilene kadar Doğu Alman mercek sektöründe tekel gibiydi. Teleskopların ve uyduların mercekleri ve aynları, soğuk savaşa rağmen, doksanlrda bilgisayarlı tezgahlar icat edilene kadar Doğu Almanya tekelindeydi. Ciddi ve teknik el işçiliği gerekiyordu. Bu ve beuna benzer bir kaç kilit Alman teknolojisi ahricinde Alman ve Doğu Avrupa teknolojisi Rusya'ya taşındı. Almanya'nın sadece makineleri, maları değil, insanları da Rusya tarafından sömürüldü. Esir alınıp, köle olarak kullanılan milyonlarca Alman ve Alman destekçisi (Romen, Macar, İtalyan ve hatta Fransız ve İspanyol) askerin, sadece beden işçisi olarak kullanıldığını sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Ruslar,  yakalayabildikleri Alman bilim adamı, mühendis, mimar ve diğer beyaz yakalıları da alanında kullandı. Buna bir de dünyayı Nazi vahşeti kurtardığı için kendilerine duyulan sempatiden faydalanmaları da eklendi.Sonuçta Sovyetler Birliğini ve Rusya'yı süper güç yapan Alman yenilgisiydi.

Faşisterin hayran oldu her lider, benzer yenilgi ve eziklikle doludur. Enver paşayı ele alalım. Halen ülkemizde pek çok kişi, bu aptalın hayranı. Sarıkamış faciasını bile görmezden geliyorlar. Koca bir imparatorluğu yıktığı yetmiyormuş gibi, hep başka ülkelerin adamı olmuş. Önce Almanyanın adamı olarak Osmanlı'yı yönetmiş, sonra Rusya'nın adamı olarak Sakarya savaşı yenilgiyle biterse diye Rusya'nın adamı olarak beklemiş, en sonda İngiltere'nin adamı olarak Orta Asya'da Basmacı olarak ölmüş. Abdülmecit'in torunu Naciye Sultanla evlendiğinde, Naciye Sultan, on yaşlarında bir kız çocuğu. Gerdeğe, nikahtan iki sene kadar sonra girmişler. Naciye Sultanla evlenme sebebi de kendisine yeni bir saltanat sülalesi kurmak. Orta Asya'ya giderken, oğlum Ali Enver'in tahtını yapıyorum, der. (Şevket Süreyya Aydemir'in anlattıklarına inanıyorum. Makedonya'dan Orta Asya'ya, Enver Paşa kitabı). Batum'da Sakarya savaşının sonucunu  beklediği, istihabarat tarafından öğrenilince, Sarıkamış dosyası açılıyor ve Envercilerin iddialarına göre ölen asker sayısı abartılıyor. Ölenin dokuz yada doksan bin olmasının ne önemi var. Olayda kocaman bir ihmaller silsilesi var. Felaketten sonra iktidarını korumak için alel acele İstanbul'a dönüyor.  Türkistan'da yaptıklarıysa tam bir felaket. İngilizlerin adamı olduğu sanısı, Duğu Buhara emiri ve Afgan kralını kendisinden soğutuyor, halkı da Bolşeviklere yaklaştırıyor. Tabi  bütün bunlar, yeni nesil İttihatçıların çok umurunda değil.

Tıpkı yeni nesil Osmanlıcıların, iki Türkiye büyüklüğünden daha fazla toprağı kaybetmiş Abdülhamit'e hayranlığı gibi bir durumdur bu. Abdülhamit'in yeğenlerinin anıları yada onu yakından tanıyanların anlattıkları da çok umurlarında değildir. Romantikler hayal dünyasında yaşadıkları için, geçmişi de, tüm belgelere karşın, kendi hayalindeki gibi tasarlar.

19 Aralık 2024 Perşembe

DOĞADA İLAÇ KİRLİLİĞİ VE SU KİRLİLİĞİ SORUNUMUZ



Çevre ilgili bir sorun var ki, doğayı sadece artıklarımızla değil, kullandığımız ilaçlarla da kirletiyoruz. Eminim bir ara doğum kontrol haplarının, erkek balıkları dişileştirdiği haberini duymuş yada okumuşsunuzdur. O durum hemen hemen tüm ilaçlar için geçerli. Böbreklerimiz pek çok ilacı ya çok az yada hiç süzmez, doğrudan idrarımızla doğaya gönderir. Kullandığımız ilaçların yan etkileri, faklı şekillerde diğer canlılar ve hayvanlarda da olmaktadır. Antidepresanların getirdiği cinsel isteksizlik veya tansiyon ilaçlarının böbrek hastalıkları, hayvanlarda da görünmektedir. Hatta insanların kulandığı uyuşturucular bile  hayvanları etkilemektedir. En tehlikelisi antbiyotiklerdir, çünkü bunların etkiledikleri hayvanlardan ziyade mikrobik canlıları etkilemekte, mikrobik canlılar, antibiyotiklere daha dayanıklı hale geliyor. Üsteik antibiyotikleri sadece insan idrarlarıyla değil, etini yediğimiz yada yemediğimiz evcil hayvanlarla da, hatta daha çok onlarla doğaya salınmakta. İnsan olarak da hiç antibiyotik almasak bile, et yiyerek antibiyotik almaktayız. Buna bitkilerimizi böcek, mantar ve ayrık otu dediğimiz diğer yabani bitkilere karşı savunmak için kullandığımız ilaçlarınI  (pestisit) da unutmayalım. (Sanayi, temizlik ve diğer sebeplerden suları kirlettiğmizi en baştan kabullenmiştik.)

Bütün bunlar kanalizasyon arıtma tesislerini, içme suyu arıtma tesisleri kadar temel ihtiyaç haline getirmiştir. Arıtma tesislerinin pek çoç kiri, sudan ayıramaması sebebi ile şehirlere devasa bir yada bir kaç büyük atık su arıtma tesisi yerine; onlarca, hatta yüzlerce ön arıtma tesisi kurup, bu sularla parkları, ağaçları sulayıp, yolları, heykelleri falan yıkıyorlar. Böylece toprakta bir daha arınmasına çalışıyorlar.

Bütün bunlar geleceğimizin tehlikelerinin sadece bir bölümü. Su kirliliğinde en çözümü zor problemimiz, mikrobik canlıların giderek daha fazla antibiyotiklere karşı direnç kazanmasıdır. Daha güçlü antibiyotikler de çözüm değildir. Sonucu daha güçlü mikroplardır. Sanaileşme ve modern tıb, nüfusumuzu arttırıp, ömrümüzü uzattı ama bir sürü artık madde üretmemize sebep oldu.

Bizim nesil, önceki nesillerin doğayı kirletmesinin bedelini ödemeye başladı. Bizden sonraki nesiller daha ağır ödeyecek.

18 Aralık 2024 Çarşamba

ŞERİF MARDİN BEDÜÜZAMAN KİTABI ELEŞTİRİSİ

 




Yetmez ama evetçilikite önemli bir merhale olan Şerif Mardin'in 1992 basımı Bedüüzaman Said-i Nursi kitabından bahsedeceğim bu yazıda okurlarıma. Şerif Mardin, 2017'de ölmüş, Türkiye ve A.BD.'de çok önemli çalışmalar yapmış, ünlü bir sosyolog ve siyaset bilimci. Kitabın yazıldığı tarihte,  yanılmıyorsam A.B.D'de  gayet iyi bir üniversitede profesör. (İnternetten baktım, bir kaç üniversitede çalışıyormuş.) Kitabın taraflı olduğunu, okumadan onlarca yıl önceden biliyordum. Bunlara rağmen, en azından metodolojik olarak akademik bir kitap bekliyor insan. Oysa kitabın bununla alakası yok. Kitap, Orhan Pamuk ve Elif Şafak'ın kitapları gibi İngilizce yazılıp, Türkçe'ye çevirilmiş. Bu sefer yazarı çevirmemiş.

Kitapta akademisyenlik ve bilimsellik olmama durumu, kitapta bir kaynakça yada bir yöntem olmama durumu ile başlıyor. Doğru-dürüst bir literat taraması bile yapmamış. Nursi ve Nurculuk ile ilgili kendisinden önce yapılmış sadece bir araştırmadan bahsediyor; Almanya'da işçi kadın Nurcular ile ilgili bir monografik araştırma. Kitabın atıf yaptığı kaynaklar ya Nursi'nin kendi risaleleri yada onun taraftarlarının anlattıkları. Oysa böyle popüler biri, melek bile olsa,  pek çok sevmeyeni olacaktır. Sembolik bile olsa, Nursi aleyhine bir kaç yazıya, görüşe yer verilmeliydi. Kitabın bilimle bir alakası olmadığı için, Nurcu olmayan her hangi birinin görüşü de yok, kitapta. Aslında kitapta bir görüş var mı, o da belli değil, bence.

Kitabın ilk bölümü, Nursi'nin kendi yazdıklarından derleme, kendi hayatı. Türkiye'de, en vasat üniversitelerde, her hangi bir kişi ile ilgili tez yazdığınızda, yaşam öyküsüyle ilgili tek kaynak olmaz der. Oysa oysa profesörümüz yazmış. Hayat hikayesinde de pek çok şey eksik. Hayat hikayesi de kabaca üç kısıma ayırmış. İstanbul'a ilk ziyareti, ilk ve ikinci ziyareti arasındaki dönem, ikinci ziyareti, İttihat ve Terakki- cumhuriyet dönemi ilişkileri. İlk dönemle ilgili olarak iki şey eksik ve yanlış anlatıyor. İlki, Abdülhamit döneminde akıl hastanesine yatrılmış olması, diğeri de kendisinin kullandığı Bedüüzaman ünvanını almasına neden olan akıl almaz sınav. Bu sınavın tek şahidi, Nursi'nin kendisidir. Benzer bir sınava tabi tutulduğunu söylemiş olan başka bir kişi de meşhur hadis derleyizici Buhari'dir. Yemeden, içmeden, tuvalete gitmeden, hatta namaz kımadan, günler, hatta haftalar süren, arka arkaya pek çok sorunun sorulduğu inanılmaz bir sınavdır ve Nursi, b sınav sonucunda Bedüüzaman ünvanını almıştır (Nursi'nin kendi iddiası olduğunu hatırkatırım).  Mardin ise, Nursi'nin bu ünvanı, İstanbul dönüşü ile tekrar İstanbul'da gidişi arasında, bazı paşaların yanında kalmış, özelikle birinin adını yazıyor. Bu şahıs ve diğerlerinin evlerinde bulunması muhtemel,  o dönemde Osmanlı'da bazı bilimsel klasikleri, okumuş olabilir diye sıralıyor. Neye dayanarak bu ihtimalden bahsediyor, belli değil. Nursi, hiç bir eserinde matematiksel yaeda pozitif bilimsel teoriye, esere bir atıf yapmaz. Mardin ise Nursi'nin Bedüüzaman ünvanını, hiç göstermediği fen bilimlerindeki birikimine bağlıyor. Nurcular ise, üstadlarının bu ünvanını, yukarıda bahsettiğim bu sınavdan sonra aldığını söyler. Nurculara göre her yüz yılda (asırda) bir büyük mütefekkirin dini TAZELEYECEĞİNİ söyler. İlginç olan, Mardin'de bu kitapta, Nursi'nin kitabından bir alıntıyla, her asırda bir din tazeleyinin varlığından bahsetmesini anlatır. Demek kiNursi'deBedüüzaman ünvanını buna bağlıyor. Oysa Mardin, bu gerçeği kitabında anlatmama çabasında. Said-i Nursi'nin Atatürk düşmanlığı herkesin malumudur. Bu adam, bu adam diye Atatürk'e hakaret eder, istediğiniz Nurcuya sorun. Mardin ise bu eleştirilerin, İnönü'ye ait olduğunu söylüyor. Mardin'in amacı Nursi'yi överken, Atatürk düşmanlığını gizlemek.

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/12/kahrolsun-inonuclulugun-sahte.html

Osmanlı yenileşmesini Tanzimat'tan başlatıyor. Lale devri, 3. Selim, Yeniçeri Ocağının kapatılması yada devletteki çürümüşlüklerden hiç bahsetmiyor. Tanzimattan itibaren ele alıyor ve halk adına (aslında trarikatlar adına) konuşup, devleti ıslah çabalarını, dine saldırı olarak algılanıyordu diye yorum yapıyor. Bu şekilde algılayanlar tam olarak kimler, söylemiyor. Bazen halk dine saldırı olarak algılıyordu diyor ama nedenin ve nasılını anlatmıyor; yada bu dine saldırı olarak algıladığını nasıl ifade ettiğini anlatmıyor. Bu ıslahatların neden yapıldığını, Osmanlının devlet ve toplum yapısında ne gibi çürümeler olduğundan, çöken ekonomiden, devletin başka devletlere karşı güçsüzlüğünden bahsetmemiş. Nursi'nin de bir parçası olduğu medrese sisteminin çağın gerisinde kalması, en basit matematik matematik bilgisinde bile cahil olmaları, pek çok hurafeyi üretmeleri ve yaymalarını yazmamış. Nursi zamanında medreseler, halktan cerre adı altında bağış-haraç parası toplayan din adamlarından başka bir şey yetiştirmiyordu. Osmanlı yada İslam aleminin Hristiyan egemenliğine girmesi ile ilgili olarak,  medrese ve tarikat aimlerinden pek azı kafa yormuş yada bir şeyler yapmaya çalışmıştır. Ülkenin neden daha dün uyruğu olan minicik devletlere bile laf geçiremediği ile ilgili olarak üretebildikleri tek fikir, imanların zayıfladığı ve ibadetlere artık daha az yer verildiği gibi şeyler. Sorun çözmeye çalışanları da dine saldırmakla suçluyorlar.

Nursi'nin kitaplarındaki uyduruk dile,  İslami lehçe der. Bu garip dil, Osmanlıca ile alakası da yoktur. Risalelerde pek çok kez sonda lugatçe denen bir sözlük vardır. Bu sözlüklerde pek çok kelime, Türkçe yada Osmanlıca'da kullanılan anlamlardan farklı bir anlamda kullanılmıştır. Bir de bu risalelerde ilk defa öğrendiğiniz kelimeler vardır. Bunların karşılığı yoktur ve google amcaya sorduğunuzda ya hiç bir manası yoktur yada çok başka bir dilde, başka bir manası vardır. Bu yüzden okuyunca hiç anlamazsınız. Nurcularda,  onlarca büyüklü-küçüklü gruba ayrılsa da, okuyucular-yazıcılar diye iki ana gruba ayrılamalarına rağmen, kendi başlarına, en azından en başlarda, tek başına okumazlar. Nurcularda, Mardin'in kitabında hiç değinmediği bir hiyeraşi vardır. Mardin'in sadece bir yerde belirttiği gibi, Nurcularda kadınlardan yönetici olmaz. Mardin'in hiç anlatmadığı, Nurcular için kadınlar hiçtir, onları yönetici olarak sevmez ve Tansu Çiller'i de kehren desteklemiş, zamanı gelince de ellerindeki tüm medya kanalaları ile ona saldırmışlardır. Bz risalelere dönelim. Tarikata girdiğinizde, hele de aileden Nurcu değilseniz, risaleyiz siz yada bir ablanız okur. Bir cümleyi yarım saat açıkar. Aynı risaleyi her abi yada imam, başka başka açıklar. Mardin, kitabın başında bu lehçeyi Nursi'nin diriltiğini, canlandığını söylerken, sonunda da icat ettiğini söylüyor. Bunu fark edince de, kitabı Mardin'in yazmadığı fikrine kapıldım. O dönemin yükselen güvü FECÖ'de bir ekibin yazdığını, sonra da kendi adına bastırdığını düşündüm.

Böyle düşünmeme başka sebepler de vardı. Deminde bahsettiğim, Nurcular içindeki parçalanma ve hiyeraşiden bahsedilmemiş olması. Nurcularda, Nursi ile yüz yüze tanışmış, onun ilk müridi olmuş, çoğu Ispartalı ve Kastamonulu (İlk risaleler ona Barla'da yazdırılmıştır, yazdım demez, yazdırıldı der,  vahiy aldığını ima eder.) olan ilk Nurculara, üstadı gören abiler denir ve halen yaşayanları çok muteberdir. Onlarla tanışanlara da görenleri gören abiler ve dahası görenleri görenleri görenler diye bir sınıfları bile  vardır. Kitabın orta bölümü, üstadı gören ve görenleri gören bazı abi-imamların Nurcu olma hikayesini anlatıyor ve çoğu da birbirine aşırı benziyor. Ortamda Nursi'nin övüldüğünü duyunca, onu tanımaya yada risalelerini okumaya gidiyorlar, çok etkileniyorlar falan. Bu Nurcu hiyeraşisi ciddidir ha. İlk

Nurculuk malum darbe teşebbüsünden beri inişte. Artık o kolsuz, kilm desenli kazak giyen, kolormatik  gözlüklü tipi Nurcuları pek görmüyoruz. Sadece darbeci-okuyucu cenah değil, tüm Nurcu gruplarda, hatta Nakşilikte bir azalma söz konusu. Nursi aslında bir Nakşi'ydi ve FÖCÖ'nün sızma ve darbe fikirleri de aslına Nursi'ye aitti. Kitapta bu da yok.

Sonuç olarak bu kitap, koskoca Coombiya, Californiya üniversitelerinde profesörken yazdığı bir kitap olduğu için, en azından ciddi bir araştırma sanarak okumaya başladım ama sırf bu ünvanları olan biri Nursi ve dolayısı ile FÖCÖ'yü övecek bir kitabın, yüksek marka ile pazarlanmış saçmalık olduğunu anladım.