11 Mart 2025 Salı

GÜNLÜK YAŞAMDAKİ SQUİDE GAME 3-UCUZ UYUŞTURUCU



Squide Game'de önemli roldeki karakterlerden Thanos'un boynundaki haçta uyuşturucu haplar vardı. Dizi evrenindeki mantıkla bakarsak, muhtemelen oyunları düzenleyenler bu uyuşturucunun varlığını biliyordu. Üstelik karakter öldüğü halde, uyuşturucular orada kaldı. Uyuşturucular da giderek çocuk oyuncağına dönmüş durumda, özellikle dizideki gibi sentetik olanlar, zannedildiğinden çok ucuz. Bu da onları daha tehlikeli yapıyor. İnsankar son yıllarca iyice yoksullaştığından, giderek ucuz şeylere daha çok yöneliyor. Oysa her şeyde olduğu gibi, uyuştrucuda da ucuz olan daha tehlikeldir. Beraking Bad dizisi, uyuşturucu üreticilerine yok gösterdi. Uyuştucu üreticileri, afyon, hint keneviri, tavşanmantarı yada kokain gibi yetiştirilmesi zahmetli bitkilerden edilen uyuşturucular yerine; basit kimyasalları kullanarak uyuşturucu yapmayı öğrendi. Bu uyuşturucular, uzun yıllardır bilinse de, hatta Adolf H.ler ölmeden evvel depresyonlar ve ağrıları yüzünden bunlara müptela olmuş olsa da ticari olarak tercih edilmiyordu, çünkü daha ölümcüldüler. Şimdi ise pek umursamıyorlar. Çünkü bu ucuz uyuşturucuların alıcıları her nesilde daha da çoğalıyor.

Bir ay kadar çalıştığım okula gelen polisler, biz öğretmenlere birifing verdiler.  Onların anlattıklarına göre Ankara'da uyuşturucuya haşen yüzde doksan dokuz esrarla başlanıyormuş. Sloganı da, ottur, günahı yoktur. Oysa en masum ot olan maydanoz bile boğaza kaçar. Yalvaç'da deve kuşu çiftliği vardı ve orada hayvanlara maydanoz verilmesi yasaktı. Bize konuyu anlatan kadın polisin dediğine göre esrar yada diğer uyuşturuculara başlayanlar, en nihayetinde ölene yada eroin gibi daha güçlü diğer uyuşturuculara geçene kadar kabaca iki buçuk yıllık döngülere giriyorlarmış.  İlk önce merak, teşvik veya başka bir nedenden, esrar, ucuz haplar veya diğer ucuz uyuşturuculara bir kere başlıyorlarmış.  Sonra ayda bir, haftada bir derken uyuşturucu alımı sıklaşıyor ama uyuşturucu aldıklarını kabullenmiyorlarmış.  En sonunda bu yokseunluk, bireyi hırsızlığa iter ve bu hırsızlık fark edilirse ki bu kabaca iki yılın sonunda oluyormuş, kişi tövbe ediyormuş. Bu tövbe de altı ay kadar sürüyor, sonra gene ayda bir falan uyuşturucu kullanmaya başlıyormuş. Yeni nesil gençlere karşı ailelerin ilk şüphelenmesi gereken, ana-babanın cüzdanından banknotların eksilmesiymiş. Banknotları kolyeler, bilezikler, en sonunda evdeki eşyalar izliyormuş. 

Bu arada bize UYUMA diye bir uygulamadan bahsettiler. Telefonunuza yüklüyorsunuz, icabında gizli tanık olarak, etrafınızdaki müptelaları ve torbacıları, icabında gizli tanık olarak ihbar ediyorsunuz.

Yeni nesil sentetik uyuşturucular, pilastik kökenli maddeler ve beyine veya bedeninize tek kullanımla birle yerleşip, size yıllar sonra bile sorun çıkarabiliyor. Merak mı ediyorsunuz? Sosyolog ve Türkçülük ideologu Ziya Göklap, gençliğinde ağır bir depresyon sonucu intihar etmeye kalkmış. Ağzının içine tabancayla ateş etmiş. Mucizevi bir şekilde kurtulmuş. Belki de bunu yapan sağ kalan tek kişidir. Mermi, iki beyin yarısının ortasına sıkışmış ve Göklap ölünceye kadar kalmış. Muhtemelen bunu yapıp sağ kalani sakat bile kalmayan tek kişi. Siz de bir deneyin, yüzde doksandokuz ölürsünüz. Delisi olan bir gün ağlar, ölüsü olan her gün ağlar. Yüzde bir ihtimalle de sakat, tercihen yatalak kalırsınız ki, bu durumda bile toplum için daha az sorun olurusnuz. 

Uyuşturucular çocuk oyunu değildir. Bu hep aklınızda olsun.

9 Mart 2025 Pazar

SAATÇİ ÇIRAKLIĞIM



 1989 yılı, sınıfta kalmam sebebi ile benim için çok acı bir yıldır. Bir yılım ziyan olmuştur. Benim için anlatılması zor ve can sıkıcı bir konudur. Esnafların çok övündüğü, hasretle andıkları çıraklık kurumunun da gerçek yüzüdür bu. İşin ilginci bu dükkanda, iki yada üç sene kadar önce de bir hafta falan çalışmıştım. Mal gibi adamsın deyip, beni kovmuştu. Ne olduysa, orta üçün yaz tatilinde gene oraya çırak oldum. Orası ile ilgili bir kaç anım var. Bazılıarnı bu blogda yayınladım, bazılarını da aklıma gelirse yazarım. Orada kaldığım bir yıla yakın bir süre boyunca saatçilik üzerine bir şey öğrenmedim; sadece pil değiştirmesini ve pim denen, kayışları tutan minin çivimsi şeyleri değiştirmeyi öğrendim. Pilden kat ve kat fazla pim değiştirirdim.

Dükkanda iki ayrı işletme vardı. Biri Abbas'ın işlettiği saatçi-saat tamircisi, diğeri de kardeşi Ali askerde olduğu için yeğeni ve Abdülkadir diye birinin işltettiği televizyon-radyo tamircisiydi. Ne ne radyo-tv, ne de saat tamiri öğrenemedim, öğretme gibi kaygıları da olmadı. Aslında saatçinin çırağıydım ama televizyoncuların da getir-götürünü yapıyordum. O yıllarda genelde yeni alet alınmaz, çoğu kez tamir ettirilirdi. Buna rağmen dükkanın işleri genelde iyi sayılmazdı, çünkü verilen makineler, zamanında tamir edilmezdi. Hem televizyoncular, hem de Abbas, makineleri parçalıyor ve uzun süre tamir etmiyorlardı. Abbas, daha çok kaçak emlakçılık yapıyordu. Bana da dükkanı açık tutmak kalıyordu. Bir kere üç gün boyunca tek başına dükkanı açıp, kapattığımı hatırlıyorum. Bir kaç kere akşam karanlığında (saat sekiz buçukta kapatırdık) televizyoncular, yan tarafta kahvede bekler, biri gelince tv yada radyoyu söker, geri dönerlerdi.

Dükkan, yol kenarında değil, pasaj içindeydi. İtimat pasajının  garip bir mimaris vardı. İki girişli, iki katlı ama her iki girişi arasında yaım kat vatdı. Dikmen Caddesi ile Mimar Sokağın kesiştiği köşedeydi.  Alt katının diğer yukarı merdiveni, pasajın tam dibindeydi. Karanlık ve dik bir şekilde, üst kata çıkıyordu. Çalıştığım dükkan, üst katta,  Dikmen caddesine bakan cephede, diğer kapıya da yüz metreden daha kısa bir mesafedeydi. Abbas, pasaj içindeki dükkanının her iki girişi de görmesiyle övünürdü. Dükkanın kirası pek yüksek değildi diye hatırlıyorum. Dükkan halen binanın sahibi ve soy adı Koçyiğit olan (o zamanlar filmleri sık sık televizyonda gösterilirdi) müteahidine aitti ve adam kirasını elden alırdı. Yap-satçı denen küçük müteahitlerdendi. Dükkanda  anlamda saat tamiri yapılırdı, satış işi azdı. Bunlar çok eski cep ve kol saatleriydi. Çoğunlukla kurmalı ve kol hareketleri ile şarj olan otomatik saatlerdi. Kurmalıları, saati ayarlamak için bulunan kolu biraz daha çekip, saatin içindeki mekanizmada bulunan, zemberek denen sarmal yayı büzerek kuruyordunuz. Yay, mekanizmadaki diğer çarkların ve pandül denen başka bir yayın engellemesi ile yavaş yavaş açılıp, saati çalıştırıyordu. Otomatik saatin içindeki mekanizma, kol hareketlerini, türbin hareketine çevirip, elektirik üretiyordu. Sonra bu elektiriği kendi pilinde saklıyordu. Kolunuz hareket etmiyorken, saati öyle çalıştırıyordu. (Acaba bu şekilde günümüz akıllı saatleri çalışamaz mı?) Bir de arada bir gelen kurmalı masa saatleriyle, duvar saatleri vardı. Bunları anlatıyorum çünkü Z kuşağı denen son nesil, saat kavramına da çok uzak. Cep telefonu, el telefonu olmuş durumda, her ihtiyacı karşılıyor. Kol saati ve diğer saatler artık sadece bir aksesuar.

Abbas bu süre boyunca bana hiç saat tamiri ile ilgili bir şey öğretmedi, bunun için de uğraşmadı. Daha sonra işe aldığı kalfası (adını hatırlamıyorum), Abbas enayi mi sana iş öğretsin, yoksa buraları kim süpürecek, ayak işlerini yapacak demişti. Zaten bana iş öğretmendiği için onu işe almıştı. Adını hatırlamıyorum ama yüzü ne aklımda. Gür siyah sakallı ve zayıfçaydı, Karslı olduğunu söylüyordu ama bariz Karadeniz şivesi vardı. Abbas, emlakçılık yapmaktan, saatleri tamir edemiği için onu işe almıştı. Dükkanın işleri de anlaşılacağı üzere iyi değildi. Dükkana tamire nadiren kaliteli saat geliyor, genelde fi tarihinden kalma Serkisof  cep saatleri (neredeyse hepsinin kapağında Devlet Demiryolları arması bulunurdu. D.D.Y, zamanında emekli olanlara yada otuz yılını dolduranlara veriyormuş.) Hislon gibi eski marka saatler gelirdi. Dükkanda işlerin iyi olmamasının tek sebebi, Abbas'ın dükkanda pek durmaması değildi. Abbas, dükkanda olduğunda, dükkan bir çeşit kahvehaneye dönüyor,  pasaj ve yakınlarındaki esnaf, toplanıp çeşit çeşit muhabbet ediyorlardı. Bu sohbetlerin pek çoğu da belden aşağıyaydı ve yer yer de yüksek sesle yapılıyordu. Çevredeki esnaf, Abbas'ı, belden aşağı konuşuyor diye onu dükkanlarına almıyor, Abbas'ın dükkanına da muahbbete geliyordu. Bu yüzden dükkana pek kadın gelmiyordu. Gelenlerin ardında da dedikodusu yapılıyordu. 

Dükkanda en can sıkıcı işlerimin ilk para bozdurmaktı. Bu genelde pim taktırmaya gelenler için oluyordu. Pim iki yüz liraydı ve gelenler genelde beş yüz lira getiriyordu. Ben de saf biri olarak bazen ço uzak yerlere, bozuk para sormaya gidiyordum. Bozuk bulamayınca da pim, beleşe geliyordu. Uzun süre bu bozuk para meselesi sürdü. Oradan ayrılmama yakın bu pimi beş yüz lira yaptı. Sonra pim kırılma olayları da azaldı. Diğeri de Abbas'a her akşam iki şişe Tekel birası almaktı. O dönemde Tekel halen devletin bir iktisadi teşebbüsüydü. Şarap, kanyak, köpüklü şarap (şampanya) gibi değişik türde alkollü içki üretiyordu. Ürettiği bira, dönemin en ucuz ve muhtemelen en kalitesiz birasıydı. Abbas şişeyi açtığında, kokusunu pasajın dışından bile alabiliyordum bazen.Akşam saat altı gibi bana, pasajın Dikmen caddesindeki kapısının yanında olan bakkaldan iki Tekel birası alır, şişeyi ayağının dibine koyarak içerdi. Dükkan bu yüzden hep bira ve benzin kokardı. Abbas, mekanik saatleri, uçak benzini dediği ve benzin kokan, şişe içinde satılan, renksiz bir sıvı ile yıkar, dükkanın esas kokusunu bu benzin kokusu oluştururdu. 

Dükkanda yok denecek kadar a para alırdım. En kötü çırak kırk bin lira alırken,  benimki en son beş bin lira olmuştu. Bolca dayak yiyor, hakaret  dinliyordum. O zamanlar dükkanlar genelde pazar günleri kapalı olur, açık olanların duvarında da hafta tatili izin formu bulunurdu. Abbas ve pasajın esnafları  genelde hafta sonları dükkanlarını kapatırlardı. Bu dükkanda geçirdiğim bir yılda bana bir sürü travma, kötü anı, saatlerle ilgili pek çoğunu unutuacağım bilgi kaldı. Orada en fazla erkek argosu öğrendim. Bir sürü belfen aşağı fıkra ve hikaye öğrendim.

Ailemin olanlardan haber vardı ama yokmuş gibi davranıyordu. Pazar günleri evdeydim ve beni halen annem yıkıyordu ve bedenimdeki morlukları görüyordu. Beni asıl yıkan babam oldu. Ben tüm bu olanları babama anlatmak istiyordum. Zaten bana yapılanları tüm mahalle biliyordu. Oysa tam tersi oldu. Abbas, beni mal ve aptal olmakla suçladı. Abbas ve televizyoncular, beni aptallıkla suçlar ama dükkanı bazen üç gün aralıksız bana teslim ederlerdi. Babam da, para da istemiyorum, Sinan, tüm gün dükkanda oyalansın, dedi. Bu beni daha da yıktı.

Bu olaydan sonra Abbas ve dükkandakiler bana küfretmeye de başladılar. Bir kere biri babana diye küfrettiği için ona çok kuvvetli vudrum. Sonra babama küfrettiler, babam beni kollamadığı için bunu duymazdan geldim. Babamsa bana edilen küfür edildiğini duydu ve bir akşam nedense beni dükkandan almaya geldi. Kendine edilen küfürleri duydu ve yarın artık gitmiyorsun dedi.

Ertesi gün anahtarı teslim etmeye gittim. Kapıyı açmadım, Karslı dediğim kalfanın gelmesini bekledim. Beni görünce nerde kaldın diye çıkıştı, hiç bir şey demeden anahtarı eline verdim. Sonraki zamanalarda oraya nadiren uğradım. Şimdilerde Abbas ve eşi çoktan ölmüş ve mezarı Didim'deymiş. Dükkanı şimdilerde oğlu işletiyor ve dükkan pasajın daha da dibinde bir yerde. Babamsa demans hastası, iyice bunadı.

7 Mart 2025 Cuma

SEN HİÇ DIŞARI ÇIKMIYOR MUSUN?

 


SEN HİÇ DIŞARI ÇIKMIYOR MUSUN?

 

         Bu saatçi dükkânından, daha doğrusu yarısı saatçi, yarısı televizyon-elektronik eşya tamircisi dükkândan aklımda kalan simalardan biri de kahveci Mehmet’ti. Aptallar İnansın Diye gibi tuhaf hikâyelerin ve çok belden aşağı fıkraların rahatça anlatıldığı bu garip dükkâna kadınlar pek uğramazdı. İçerisi nedense ustamın işi gücü olmayan, çoğunlukla hemşerisi ve emekli erkelerle doluydu. Bir de bunlara, arada vaktini geçirmeye gelmiş pasaj ve çevre esnafı ekleyin. Tam cümbüş. Kahvehaneden iyi. Çaylar da beleş, dağıtan benim.

         Benim çıraklığımın bitmesine yakın askerden gelen, ustamın kardeşi Ali de en çok bunlardan şikâyetçiydi. Ben çıraklığa devam ettiğim sırada bu sorunu çözememişti. Bununla ilgili garip bir olay hatırlıyorum.

         O vakitler çarşamba günü, şimdi belediyeye ait bazı yazıhanelerin ve bir parkın olduğu yerde bir Pazar kurulurdu. Pazar, Mimar sokağının yarısını, Dikmen caddesinin büyük bir kısmı, Sinan sokağının bayağı bir kısmı, Name sokak ve çevredeki sokaklar hep pazarın çevresini oluştururdu. Bazı çarşambalar, bu pazar inanılmaz o kadar yayılırdı ki, Dikmen Lisesi önüne kadar Pazar olurdu. Rıfat Börekçi Cami önünde kurulan cumartesi pazarı ve Hatça Ana Lokantasının oralarda bir yerde kurulan Cuma pazarına ilgi yoktu. Sonra Çankaya belediyesi, semt pazarlarının hepsini betonarme yapıldı. Çarşamba pazarı da, Sokulu Mehmet Paşa Caddesinde, postanenin karşısında bir yere taşınınca Çarşamba pazarına ilgi düştü. Pazar da, saatçi dükkânının olduğu İtimat pasajından uzağında oldu zaten. Ama o zamanlarda Çarşamba günü o bölge kalabalık olur, dükkânlar daha fazla iş yapardı.

         İyi hatırlıyorum da, gene böyle bir Çarşamba günü ve dükkan gene kahvehaneyi geçmiş. En bayağı argo laflar gırla. Kadınlar pencereden bakıp, bakıp gidiyorlar. Ali buna sinirleniyor ve kadınlardan birine soruyor,

         -İçeri mi girecektiniz? Kadın gariban,

         -O kadar erkeğin içine ben nasıl gireyim oğlum?

         Sonra bu olay içerde anlattı ama çözüm bulamadı. Tabi Ali için tek sorun Abbas’ın dükkanı kahvehaneye çeviren arkadaşları değildi. Akşamları ustamın içtiği tekel birası ve içki arkadaşları da vardı. Bir de dükkânı kendisinden önce işleten kalfa ve yeğeninin işleri yapmaması.  Yeğeni askere gitti. Abdülkadir ise, bonservisini alıp, ayrılmıştı ve hatırladığım kadarıyla, bir Almancının kızıyla evlenmeye çalışıyordu. İşler, onlar yapmadığı için birikiyordu. Hatta adamın biri uzun süre tamir görmeyen radyo ya da kasetçalarını almaya gelmişti (VCD-DVD, MP-3 yoktu, kasetçalarlar kıymetliydi). Abdülkadir utanmazca, esnaf odasının tarifesinden arıza tespit ücreti almıştı.  Geldiğinden işlerin çok birikmişti. Sonra birden azaldı. Zira dükkâna çok gelen yoktu.

Ali şikâyet ediyordu ama o da çok düzgün değildi. Zira o da alkolü seviyordu ve insanlar ondan da şikâyetçiydi.

         O erkek güruhunun en dengesiz adamı kahveci Mehmet’ti. Babam ve arkadaş çevresi onu iyi tanıyordu.  Bizimkilerim, yani kamyoncuların uğrak yeri, bu dükkanın çaprazında, Mimar Sokak ile Dikmen Caddesinin kesiştiği köşede bulunan Köşem Kıraathanesiydi. Bizim akraba grubu ve hemşerilerin halen ağırlıklı bayağı bir grubu hafriyat kamyonculuğu yapmaktadır. O zamanlara neredeyse tamamı hafriyatçılık işindeydi. Bizimkiler ilk önceleri bu kahvehanede toplanırlarmış. O’nun anlattığına göre, bizimkiler tüm gün oturup, çok fazla masraf yapmayınca, bizimkileri kovmuş, bizimkiler de Köşem Kıraathanesine yerleşmiş.

         -Babana sorsan beni bilir dedi. Ben de babama sordum. Doğruymuş.

         -Oğlum, o adamı biliyorum. Adı Mehmet. Bir gün siz kırolar tüm gün oturup çay içmiyorsunuz diye bizi kovdu.

         Bu adam sadece kahveci değildi. Aynı zamanda müteahhitti. Zaten daha ben oradayken, kahveyi bozdu, kendine emlak bürosu yaptı. Alt kat bilardo salonuydu. Bir süre kahve kapalı, bilardo salonu açık kaldı. Sonra oraya da Noter yerleşti.

         Bu adamın hikâyelik özelliğiyse. Sanki hiç kadın görmemiş gibi davranmasıydı. İçeriye kadın girince, ardından o da damlıyordu.

         -Sinan gördün mü? Kadını gördün mü?

         Özellikle uzun öğle sonralarında çekilmez oluyordu. Ustalarım ortadan çok sık ortadan yok olurlardı. Özellikle yaz aylarında daha çok oluyordu. Gerçi orada bir tam yıl dolmadan ayrıldım. Haziran da başladım. Okullar bitince yani. Hesapta yaz çoraklığıydı. Bütünleme sınavlarını kaybedince, bu senelik oldu. Ayrıldığımda nisan ya da mayıs ayıydı. Gene de sıcak günlerde dükkânda durmazlardı. Sabah dükkânı açarlardı, akşam hasılatı alırlardı. Gün boyunca dükkân bana bakardı. Ortaokul üçüncü sınıfta bütünlemeye kalmış çocuktum. O yıllarda, sınıf tekrarı gibi, beklemeye kalma vardı. Ben ertesi yıl, lise birde de beklemeye kaldım.

         Epey vaktim bu adamın, içeri her kadın geldiğinde, kadın ayrılır ayrılmaz içeri dalmasını çektim. O yan dükkândan ya da dışarıdan kadına nasıl yiyecek gibi bakıyordu bu adam ki, kadın daha pasajdan çıkmadan içeri dalıyordu.

         Gene böyle bir öğleden sonrasıydı. İçeri yaşlı, sıcak havaya rağmen üzerinde ağır ve kalın bir pardösü taşıyan ( O ince uzun paltolar daha sonraları moda oldu, tesettürlüler arasında.), sıkmabaş tesettürlü bir kadın girdi. Biraz da yaşlılığından olacak, çok da çirkin diye hatırlıyorum. Kadın basit bir iş için gelmişti. Ya saatine pil taktırmıştı, ya da kordon, ya da kordonu bağlamaya pim. Çok kalmadın, işi biter bitmez çıktı. O da arkasından içeri daldı.

         -Sinan, karıyı gördün mü karıyı?

         Bu canımı sıktı. Bu ne biçim adamdı? Kendisi rahatsızdı ve beni de rahatsız ediyordu. En nihayetinde kahveciyi yerin yedi kat dibine yollayacak sorumu sordum.

         -Sen hiç dışarı çıkmıyor musun?

         O an dükkân kahkahalara boğuldu. Alel acele dışarı kaçtı. Dükkâna arada bir gelecek oldu, bu söz hatırlatılarak, dalga geçildi. O da birkaç gün ortalıkta gözükmedi. Derken bir sabah, ben dükkanı açmaya gelmiştim. Birden karşıma çıktı.

         -Sinan, sen bana dışarı çıkmıyorsun dedin, zoruma gitti. (Tabi zoruna gidecek, gelen giden dalga geçiyor) ben de Pazar günü Kızılay'a indim. (Ankara'nın çarşısı sayılan merkez. Dikmen'e dolmuşla on beş dakika uzaklıkta.)

Ya kızlar ne biçim giyinmiş. Ne dar pantolonlar, iki adam asılsa kızın üzerinden çıkaramaz. Biz buraya tıkılmış kalmışız.