19 Kasım 2023 Pazar

ARABESK ANI ROMANI VE FİLİSTİN MESELESİ

 

B

Blogumun okurlarına gözden kaçmış,  1991'de basılömış, benim 1994'de okuduğum birkitaptan bahsederek, Arap-İsrail-Türk sorunuu üzerine fikirlerimi yazacağım. Kitabı okuyalı bayağı bir zaman olmuştu. İnterneti biraz araştırdım ve kitabı benden önce değerlendirenlerin yazılarını okudum. Ekşi'de başlık bile açılmıştı.
Prenses Misbah, hem peygamber soyundan geliyor, hem de bir İngiliz. Babası, Mekke şerifi Hüseyin'in kardeşi Ali Haydar. Kitabı da 1930'larda yazamış. Babası, amcası isyan etmesin diye İstanbul'da tutuluyor ama amca bunu pek umursamıyor. Aile, bütün bu süreçte Çamlıca'da lüks konakta, Osmanlı devlet hazinesinden lüks yaşıyor. Gene de Osmanlıları ve Türkleri hor görüyorlar. Bir Osmanlı prensesi, Şerif ailesine gelin gidecek, Şerif ailesi ayak sürüyor. Misbah'ın İngiliz annesi araya giriyor, bol tantanalı bir nişan ve nikah düğün yapılıyor. Misbah'ın ailesi de, bunun karşılığında bol bol hediye mücevher alıyor. Aile, Osmanlı gelinini aşağılıyor. Araplar da bir birlerini aşağılıyor. Lüks konak demişken, günde en az bir koyun kesililip, yeniliyor, her gün misafir, saray erkanı, İttihat ve Terakki üyeleri, büyük elçiler falan, hep misafir. 
Misbah'ın annesi bir İngiliz ajanı, kızını da bir ajan olarak yetiştiriyor. Misbah, iki de bir Arap-İngiliz dostluğundan, Balfour deklerasyonunun önemsiz olmasından bahsediyor. İsrail kurulmayacak, müsterih olun diyor. Daha 1930'lu yıllar, kendisi bir çeşit yetmez ama evetçi. Annesi, kızını da ajan olarak yetiştirmiş. Şerif ailesine ilk gelen gelin olmadığı belli. Bu evlilik aslında şeyhi kontrol etmenin de bir yolu. Kendisi MİT müsteşarlığından gelme yeni Dışişleri bakanımız, bakanlık personelinin beşte birinin (%20) yabancılarla evli olduğunu öğrenince, küçük çaplı bir şok geçirmiş. Cumhuriyetin ilk yıllarında devlet memurlarının yabancılarla evlenmesi yasaktı. Hatta Muzaffer Şerif'in memurluktan ve vatandaşlıktan çıkarılmasının sebebi de, Amerikalı bir kadınla evlenmesiydi. (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/08/muzaffer-serifin-efsanesi-ve-gercekler.html) 
İngilizler, daha 1. Dünya savaşından çok önce, bölgeye bolca casus yerleştirmişti. Pek çoğunun adını kamuoyu bilmiyor. Zaten en iyi casuslar, adını hiç bilmediğimiz casuslardır. Çoğunlukla o ülkenin yerli halkından devşirilirler. Onları devşirenler de, casusluk yaptıkları ülkelerde yıllarca kalır. Çümkü insanları ikna etmek, insanlardan bilgi almak, insanları devşirmek, zaman alan iştir. Arap isyanları sadce Lawrecne ve Getruthe Bell'in işi değildir. Ben çok eski bir belgeselde William Shakespare adında, Rönesans oyun yazarı ve şairiyle adaş,  20. yüzyılın başında Mekke'de araba acentesi, sonradan Müslüman olmuş gibi görünen bir İngiliz'in hikayesini izlemiştim. Mekke Şerifi Hüseyin, yani Misbah'ın amcası, sadece Hcaz emiri olmakla yetinmeyip, Toroslardan, Hint Okyanusuna, büyük Arap krallığını isteyince, onu devreden çıkarıp, yerine Suudi krallığını kuruyordu. Bu casusla ilgili internette bir şey bulamıyorsunuz, çünkü tüm arama motorları adaşı tiyatro oyunu yazarı ve şairi ile karıştırıyor. (ben de yanlış hatırlıyor olabilirim) Onun yerine oğluna devlet olsun diye Ürdün krallığı kuruyorlar. Yani aslında ortalık casus kaynıyor. Arabesk kitabına dönecek olursak, Arap emirleri, hem en İngilizci benim diye yarışıyorlar, hem de birbirlerini İngilizci diye Osmanlı sarayına gammazlıyorlar. (Bir de dikkat edin, Ürdün krallarının eşleri İngiliz yada Amerikalı)
1917'de ise aslında her şey hazır. Bu yüzden 1914'den, 1917'e, Kut-ul Amare hariç (o da bir çeşit keşif salıdırsıdır) beklemede kalıyorlar. Osmanlı üç kere Süveş kanalına saldırıyor, sadece bir kaç küçük gemi batırıyor. (Buraları Şevket Süreya Aydemir'in Enver Paşa kitabından yazıyorum) Kut'da ise büyük kayıp veriyor. Kut'daki birliğin subayları İngiliz, erlerin çoğu Hint'li, hatta Müslüman ve Pencaplı. (O zaman Hindistan-Pakistan ayrımı yok) Misbah'ın annesi, kızı aracılığı ile (Misbah, o zamanlar küçük de olsa, aklı eriyor) İngiliz esirlere para, çay ve verevbileceği bazı ufak şeylerden oluşan bir hediye paketi iletiyor.
Kitapta Osmanlı harem ve aile hayatı da göz önüne seriliyor. Öyle sanıldığı gibi kaç-göç yok. Konuşmak, tanışmak isteyenlere her yol açık. Yani son dönem Osmanlı roman yazarları doğru anlatıyormuş İstanbul'u. Misafirlerle salonda beraber oturuyorlar. Şerifin oğlu ile padişah kızının nikahı öncesi bir koltuk töreni olayı var. Bir çeşit kına töreni ama saray usulü ve kınasız. Evlenecek kız ve oğlan ilk defa bir araya gelip, koltukta yan yana oturuyorlar, sözüm ona başbaşa. Oysa tüm kız ve erkek tarafı, olayı seyrediyor. Törenin sonunda çiftin başlarına, o gün için özel tasarlanan ve basılan paralar saçılıyor.
İnternette kitabı okuyanların aklında bir de Osmanlı hanedanı ile Büyük Ada veya Heybeli Ada'da yapılmış piknik sahnesi var. Saraydan getirilen koltuk-masa ve sandalyeler, matbaada basılmış menülerle yapılan fantastik piknikte yetişkinler şarap-rakı, çocuklar ve kadınlar bira içiyor ve Osmanlı birayı içkiden saymıyor. O günlerde Balkan savaşı yenilgisi sebebi ile İstanbul sokakları, camileri, muhacirlerle dolu ama ne Osmanlı, ne de Şerif ailesi lükslerinden feragat etmiyor. Şerifin kızları İngilzce, Fransızca, piyano çalmayı biliyorlar ama Arapça bilmiyorlar. Arapça'yı Beyrut'ta, hizmetçilerden öğreniyorlar. Babaları, kızlarının mutfak Arapçassı dediği Suriye-Lübnan Arapçasını öğrenmelerinden hoşnut değil. Çünkü ona göre has Arapça, Hicaz Arapçası. Kitaptan, Araplar arasında, İslam öncesi akbudun-karabudun gibi sınıf ayrımı olduğunu da öğreniyoruz.
Hikaye Beyrut'ta bitiyor ama biz İstanbul'u biraz daha anlatalım. İstanbıl'da zaman değişiyor, iktidar da değişiyor. İttihatçılar iktidara gelse de Şerif'in ailesi için pek değişen bir şey olmuyor. İttihatılar da, peygamber soyuna saygısızlık etmek istemiyor. Sadece Ali Haydar, İngilizciliğini biraz gizler gibi yapıyor. Pek çok törene dacetliler. Bunlardan en önemlisi padişah 5. Mehmet'in (Mehmet Reşat)'ın tahta çıkışı. Tören sırasında yeni padişahın kılıcının kemeri çözülüyor, Ali Haydar eliyle tutuyor. Yeni padişahta bunu uğur sayıp, hayatı boyunca devletin sağ kalacağına alamet olarak yorumluyor. Kendisi 1918'de, Mondoros'a haftalar kalmışken vefat ediyor. Aynı uğurdan son olacağını bilmeyen 6. Mehmet Vahdettin'de istediğinden, Ali Haydar'ı özellikle törene çağırıyor. (Ne yazık ki aynı uğur bu sefer tutmuyor.) 
Aile, son anda bile hanedan ailesiyle iç içe. Vahdettin'in bir ambulans içinde İngiliz gemisine binmesinden, en nihayetinde yurt dışına sürgününe kadar göçlerine de şahit oluyor. Tüm hanedan üyeleri göç etse de Siyahi ve Çerkez hizmetçiler ile hadım ağalarının (onlar da genelde siyahidir) bir kısmı, ölünceye kadar sarayda kalıyor. Çünkü bazıları doğumlarından itibaren sadece sarayda yaşamış, saraydan biraz uzaklaşsalar panik atak ve ankisiye yaşıyorlar.
Cumhuriyet dönemine 1926'a kadar katlanıyorlar. Sonra baba Beyrut'ta bir köşk kiralıyor ama İstanbul'daki şaşa yok. Burada şeyhin adamlarından biri, Dürzi bir kızın bakireliğini alıyor. Misbah'ın yazdıklarına göre evlenerek yada din değiştirerek Dürzi olamıyorsunuz, katı kuralları var, her Orta Doğu toplumu gibi onlarda da bakirelik önemli. İngiliz yengeye ulaşıp, ağlayıpi yalvarıp, hatta bir de kafalarını ceviz gibi tokuştutup, ikna ediyorlar ve kızın hayatı kurtuluyor. Anılar da burada bitiyor.
Kitabın sıkıcı yanı, ikide bir İngiliz-Arap dostluğundan, Balfour deklerasyonunun önemsizliğinden bahsedip durması.Kitabı da ona İngilizler yazdırmış belli ki Arapları sakinleştirmek için. 
Kitap boyunca İngiliz ve Fransızların, savaştan çok önce Arap elitlerini ele geçirdiklerini öğreniyoruz. Zaten İsrail'in bu kadar kurulmasının başka bir açıklaması var mı? Hele 1967'nin Haziranında altı günde (4-10 Haziran 1967) Arapların, kendilerinin yüzde biri kadar olan İsrail'e, hem de bir hafta bitmeden yenilmeleri nasıl mümkün olabilirdi? Ürdün, daha ikinci gün, Batı Şeria ve Kudüs'ü terk ederek, barış istedi. Araplar buna Nakba, yani felaket dedi. Öylesine rezil bir yenilgiydi ki, 1973'de Mısır'ın, Yom Kippur savaşı ile, İsrail'in yüz ölçümünün %70'i olan Sina yarım adasını geri alması da zafer olarak görülmedi. (Olay aslında yıllardır kapalı olan Süveyş kanalının güvenliğiydi) İsrail'i, onca toprağı terk etmeye zorlayan şey, Arap ülkelerinin büyük petrol ambargosu ile dünyayı bir ekonomik krize sürüklemesiydi. Ani artan petrol fiyatları ile beraber, Ural Dağları, Alaska, Sibirya, Sahra Altı Afrika gibi bölgelerde de petrol çıkarılmaya başlandı.
İsrail'in kuruluş felsefesi-mantığındaki sakatlığı göstermek için kıyas yapalım. Mesela Aleviler de çok hor görülmüş, katliamlara uğramıştır. Öyleyse Hacı Bektaş civarında özerk Alevi bölgesi yapalım, bölgedeki Sünni hakı kovalım, topraklarını satın alalım, Almaya dahil pek çok yerdeki Alevileri buraya yerleştirelim. Maraş-Çorum-Sivas yada Malatya halkının suçunu Nevşehir-Kırşehir halkına ödetme anlamsızlığı bir yana, başka yörelerde hali-keyfi yerinde Alevileri neden İç Anadoluya göç ettireceğimiz de başka bir anlamsızlık. Ya da daha iyisi dünyadaki Romanları toplayıp, ana yurtları olan Pakistan'ın Pencap bölgesine yerleştirelim. Hatta Yeniş (Alman-Fransız), Abdal (Türk), Poşe, Mıtrıp (Kürt) gibi Roman kökenli olmayan ama Çingene sayılan toplulukları da buna dahil edelim. İsrail kurulurken, Falaşalar gibi İbrani-İsrail kökenli olmayan binlerce kişi, İsrail'e yerleşti. Hatta 1990'dan sonra İsrail'e yerleşen eski Sovyet göçmenlerinin üçte biri Yahudi değil. Sadece Rusya yada Ukrayna'da yaşamak istemeyenler. (EK olarak: Abdallar yaşaym tarzları yüzünden Anadoluda Çingene olarak sıfatlandırılsalar da, belki de genetik olarak en Orta Asya-Sibiryalı halktır. Haniya Atsız, demişti ya madem ırkçılık yalan, Çingene ile ne kadar zengin olsa da evlenir misiniz? Abdallar, Atsız'ın bu tezinin yalan olduğunun da ispatı)
Böyle bir devleti, Pakistan-Hindistan arasına kursanız (tabi kurabilirseniz), Hintliler ve Pakiler bir olur, bu devleti yıkar. Kuzey ve Güney Kore veya Azerbaycan-Ermenistan arasına da kuramazsınız. Tüm dünyada en azılı düşmanlar bile, ortak düşmana karşı birleşir; Araplar hariç. Hani o fıkrayı bilirsiniz. Cehennemde her milletin kazanının başında bir zebani varmış, sadece Türkerin kazanında zebani yokmuş. Aslında o millet, Arap milleti. Eğer İngilizler olmasaydı, Osmanlıya karşı da birleşemezlerdi. Arapları önce Selçuklu, sonra Osmanlı, biraz çağrı, biraz da zorla birleştirdi. Abbasi Halifesi, Şii Büyehoğulları ve gene Şii Fatimilere karşı Selçukluyu kendisi çağırdı. Cezayir ve Libyalılar da, İspanyol işgaline karşı Türkleri kendi çağırmıştır. Araplar, Sasani ve Doğu Roma (Bizans)'nın Justinyen vebası ile zayıfladığı zamanlarda devasa fetihler yapmış ama 732 Puvatya savaşında Karolenj iöparatorluğuna yenildikten sonra fetihleri durmuş, bu savaştan sonra da, Türk-Kürt ve Çerkez köle askerler olmadan, sadece Araplardan oluşan bir ordu ile Hristiyanlara karşı zafer kazanamamışlardır. (Eyyubiler Kürt, Memlüklerin son dönemi Çerkezdir. Hatta Mercidabık savaşı da, Çerkezce mertçe savaşma nidasından gelmektedir.)
Son Gazze olayında da hadi İsrail, askeri gücüne gücenip, Gazze'nin bir kaç yüz metre ilerisinde müzik festivali yaptı, Hamas neye güvenip, üstelik de tamamen antipatik şekilde sivillere ve turistlere saldırdı? Şu anda Hamas'ın en büyük destekçileri Şii örgütü olan Lübnan Hizbullah'ı (Allah'ın partisi anlamına gelen Hizbullah adı, her ülkede var. Lübnan'da ise Şiilerin örgütü) , Yemen'deki Şii Husiler ile Şii İran devleti (Anayasada Şii şeriatı ile yönetilir yazıyor). Oysa Gazzeliler Sünni ve Hamas'da Sünni bir örgüt. Bin küsur yıllı mezhep ayrımcılığında sonun başı gibi görünüyorsa da, ertesi gün her şey değişebilir.Hamas'ın terk Sünni destekçisi Türkiye diyeceğim ama Türkiye'den de her gün en az yedi gemi İsrail'e gidiyor. Türkiye vermese İsrail, tanklarının çeliğini ve uçaklarının benzinini bulamaz. Boykotlara gelince, bir parlayıp, bir sönüyor. Boykotların büyük zincirlere etki etmez çünkü hepsinin pek çok yatırımda payı var. Boykot niyetine tercih ettiklerinizle de bu kartellere para kazandırırsınız. Filistine meselesine dair bu tavır, iç politikada Müslüman kimliğini vurgualaya yöneliktir. Yoksa İsrail'e sinek ısırığı kadar bile zaraı yoktur. Hatta uluslar arası politikada propaganda malzemesi olduğundan, yararı bile vardır.
Aslında Siyonizm, batılı devletlerin orta doğu dedikleri alanı, orta doğulu olmayan bir unsurca yönetmek için çıkardıkları bir icat. Araplarında üst sınıfları, yani ak budunları da İsrail'in varlığını onaylıyor. Buna İşid ve ebnzeri örgütler dahil. İşid, Suriye-Irak civarında etkin olduğu süre boyunca İsrail'e, Yahudilere, Amerikan askerlerine tek kurşun, hatta taş bile atmadı. Sünni Arap olmayan topluluklar ve Türk askerlerine saldırdı, iki Türk askerini diri diri yaktı. Türkiye'deki radikal İslamcı örgütlerden hiç biri Filistin'de savaşmadığı gibi doğrudan İsrail hedeflerine (İsrail vatandaşlarına yada doğrudan İsrail devlet kurumlarına) saldırmadı. Sorun, Arap milletine karşı aşırı yüceltici dini bakış açımız. Diğeri de Arap toplumundaki tabakalaşmanın siyasete etkisini anlamamız.
Umarım bu kitabın yeni baskısı yapılır. Diğer türlü de sahaflarda bulabilirsiniz. Arap toplumunu anlamak için Nobel ödüllü Mısırlı yazar  Necip Mahfuz'u önerebilirim. (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/09/necip-mahfuz-dilenci-disutopyanin-hasi.html).Neval el Saadavi'yi de Arapların kadınlara bakışını anlamanız için öneririrm.


14 Kasım 2023 Salı

MUHALEFETİN, REİS PUTUNA RAKİP ÇIKAMAMASI

 


Pek çok kişi, halkın yaşadığı medya manipülasyonundan ve bu manipülasyonun bir kısım insan için etkilerinden  habersiz. Karşımızda bir sürü şaman-rahip tarafından övülen reis putu var ve biz ona karşı yeni bir lider çıkardığımızda, önce kendimiz gömüyoruz.Solda muhalefete muhalefet çok yaygın. Eskinden kimse birbirini yeterince çok solcu (Marksist-Leninist) bulmadı, şimdi Kemalist-Atatürkçü bulmuyor. (https://onbinkitap.blogspot.com/2019/08/sahte-muhalefet-muhalefete-muhalefet.html)

Yıllar önce, Mesnevi'den bir sözden etkilenip, Put ve Şaman diye bir kitapçık yazdım ama bastıramadım. Sadece Bakara diye bir romanınm vardı, onu bastırdım. (https://onbinkitap.blogspot.com/2018/07/bakara-tantm.html)  Bu Şaman ve put ilişkisi de, Mesnevi'de bir yerde Mevlana, hiç bir şaman, putunu senin kadar güzel süsleyemez diyordu. Ben de etrafımızdaki putlar ve şamanları üzerine bir şeyler yazmıştım. Bilgisayarımın harddiskinde duruyor. Belki bir gün bloga falan eklerim. Her türlü heykele, resme put diyen,  saygı gösterilerine putperestlik diyen dinler, büyüklü-küçüklü pek çok put yaratmış ve onların (Mevlana'nın deyimiyle) şamanlığını yapmaktadır. Kuran'da, Muhammed'den sonra kimin geçeceğine dair en fuak işaret yoktur. Kendisi de buna dair en ufak imada bulunmamış, sadece hasta olduğunda, Ebu Bekir'in arkasında namaz kılmış ama son ana kadar da, damadı Ali dahil kimseyi kendisine vekil atamamıştır. Yani kendisinden sonra bir evliya, ermiş, gavs gelmesini, son peygzmberin kabul etmesi mümkün değildir.

Diğer yandan hiç bir Kemalistin, Atatürk'ün sevdiği şarkıları dinleyen inekler daha çok süt veriyor dediğini yada Ataürk'ün dokunduğu eşyalardan şifa aradığını falan duymadım. Daha ilginci, Atatürk'ün akrabaları (amca-dayı-teyze-hala veya daha uzaktan akrabalarının çocukarı) falan Türkiye'de yaşamaktadır. En ünlüleri şari Süreyya Berfe (soy adını Cemal Süreyya'nın önerisi ile değiştirmiştir) ve yazar Gündüz Vasaf (12 Eylül'de vatandaşlıktan çıkarıldığında, çocuğuna kimlik çıkartmak için akrabalığını kullandığını kendisi yazar)'dır. Onun soyundan geldiği için politikada pirim yapmaya kasan da olmamıştır. Onun soyundan gelen dolar milyarderi de yok.

Ona benzerliğinden (fiziksel benzerliğinden) aydalana şerefsizler var. Son günlerde Tiktok'tan yayın açıp, bağış toplayanların da kara para aklayanlar olduğunu düşünüyorum.  

Öte yandan şeylerin-gavsların ipi tutuluyor ve böylece tövbeler kabul olunuyor. Bu ipi tutmakta bedava değil. Belli bir miktar para verip, gavsın inşaatında-tarlasında çalışıyorsunuz. Gavs ölünce üç oğlu gavslığı paylaşamayıp, ayrı ayrı kendi tekkesini açıyor. Peygamberin öz torunları, iktidar çekişmesi yüzünden katledilip, sonrasında şükür namazı kılınmışken, gavslar-şeyhler bir bahane ile kendi soylarını kutsuyorlar. (https://onbinkitap.blogspot.com/2019/02/fuzuli-hakikatul-saada-ilhan-arsel.html) 

Bu kutsama, bazen siyasi figürlere de yansıyor. Siyasal İslamcılar, Rastafari mezhebi üyelerinin, Habeşistan kralı Haile Selassie'ye kutsallık yüklemeleri gibi, Osmanlı'nın son padişahı 2. Abdülhamit'de bir kutsallık yüklemişler. Gariptir ki her ikisi de bir darbe sonrası devrildi. İslamcıların Abdülhamid'i, Alevilerin Ali'si gibi gerçekle alakası olmayan, hayal ürünü kişilerdir. Abdülhamit padişahlığında, iki Türkiye yüz ölçümünden daha fazla toprak kaybetmiştir Osmanlı. 93 harbi denen 1877-78 Osmanlı Rus savaşı ile Balkan savaşları hariç tutulsa bile, Kıbrıs, Tunus, 1897 zaferine rağmen (Osmanlı askeri bir kaç ayda Atina önlerine gelmişti) kaybedilen Taselya ve Yunan kıralının oğlu Osmanlı valisi yapılarak, fiilen Yunanistan'a verilen Girit'de kayebilen topraklar arasındadır. (Buna 93 harbi ve Balkan yenilgisi topraklarını ayrıca ekleyebilirsiniz.) O dönemde Osmanlı devleti, batılı devletlerin elinde kuklaydı. Elçiler, padişahla çoğu kez katipleri yolu ile muhattap oluyorlardı. Osmanlı bankasını soyan Ermeni çete, İngiliz elçsinin himayesinde gemiye binip, ülkeyi terk etmişti.Abdülhamid döneminde Osmanlı, banka soyan ayrılıkçı teröristleri himaye eden İngiliz büyük elçisine protesto çekmekten bile acizdi. (Dizide muhtemelen bu gösterilmedi.) Bu günkü Abdülhamid imajını, daha doğrusu putunu, Necip Fazıl Kısakürek ve sağcılar, kırklı yıllardan itibaren yarattılar. Alevilerin Ali'si de, gerçek peygamber damadı ve amca oğlu Ali'den farklı bir kişiliktir. Dönemden kalan yazılı belgelere göre kısa boylu ve kel kafalıydı. Cem evlerinde resmi bulunan yakışıklı Arap, Halife Ali değil, başka biri.

Antik çağda da krallar, bazen yaşarken, bazen de öldükten sonra tanrı ilan edilir, haklarında hurafeler, mucizeler uydurulurdu. Sümer aristokratları kendilerine gökten inenler derdi. Amaçları garibanların gözünü korkutmaktı. Onların bu sözleri, 20. yüz yılın UFO tarikatlarının sözde delili olmuştu. İslam öncesi Türkler de, Akbudun-Karabudun diye ikiye ayrılmıştı ve karabudunların siyasete karışma hakkı yoktu. Yazının yaygınlaşması ile insanların soy takibi kolaylaştı. Bu sefer de Zerdüş (ya da Zararthastarabuda) 'den başlayarak, tanrıdan (yada tandrılardan) mesaj aldığını söyleyenler çıktı. Bu peygamberler, kendilerinin son olduğunu söylüyorlardı. Kendilerinin gelişiyle, evren yeni bir döneme girmişti. Kendilerinin sözleri, tanrı sözüydü.

Ama yüzlerce, binlerce yıl önce ölmüş bir peygamber, tanrı elçisi, insanları yönlendirmeye yetmiyordu. Bu yüzden de ermişlik-evliyalık kurumunu-putunu çıkardılar. Kendilerini gayb alemine gittiklerini, insan üstü işler yaptıklarını iddia ettiler. Bazıları bunu kendileri iddia etti. Örneğin hadis derleyicisi Buhari, Bağdat'da bir sürü hadisten sınav olur, Hadiler karıştırılır ve rahiv senedi kimlerdendir  veya ona benzer sorular sorulur. İnsan üstü, abartılı bir sürede, yemeden, içmeden, tuvalete gitmeden, namaz bile kılmadan yapılan sınavdan başarı ile çıkmıştır. Benzer bir sınava da İstanbul'da Said-i Nursi girmiştir. Her ikisinin de tek şahidi kendisidir. Tek kaynak, kendi kitaplarıdır. Said-i Nursi, İstanbul günlerinde, Abdülhamid'in emriyle akıl hastanesine kapatılmıştır. Yani ne Abdülhamid, ne de Nursi, sandıkları kişi değildirler.

Diğer yandan bu putlaştırma, politikacılar için de yapılmaktadır. Politikacılar, çok fazla yüceltilmekte, (Abdülhamid örneğinde olduğu gibi) zamanında sevmeyenler de, öldükten sonra yüceltmektedir. Alparslan Türkeş, neden Türk milliyetçiliğinin başbuğudur? Ne gibi bir başarıyla bu ünvanı almıştır? Bir politikacı olarak en fazla, o da 1995 seç,mlerine tek başına girerek, %8,18'dir. Bir albay olarak en önemli işi, 27 Mayıs darbesine katılmak, sonra da kendisini başbakanlık müşaviri yapmaktır. 1944 yılında ise, bir Nazi işbirlikçisi olarak Nihal Atsız'ın yandaşlarından biridir. Nazilerin artık yenilmesinin kesin olduğu, Türkiye'ye saldırmak bir yana herhangi bir yaptırım da yapamayacağı anlaşılınca, bu topluluk dersdest edilmiştir. Muhsin Yazıcıoğlu ise, %1'i ancak öldükten sonra geçmiştir. Her ikisinin de tek başarıları, sağı sokakta temsil edip, 12 Eylüle giden yolu açmaları ve Alevileri toplum dışına itilmeleri oldu.

https://onbinkitap.blogspot.com/2020/06/turkes-ve-muhsin-kotulugun-yuceligi.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/turk-milliyetciliginin-acinasi-hali.html

Yazıcıoğlu'nun oğlu, babasının ölümü ile ilgili olarak Kılçdaroğlu'ndan yardım alsa da, Türkeş'in çocukları MHP hariç başka partilerden siyaset yapsa bile, yüce kişilik, yani put olarak kalacaklardır. Putperestler gerçek tarihe, yazılı belgelere değil, mitolojilere inanırlar. Sürekli övülür ve yüceltilirler. Bu yüzden propaganda çok önemlidir. Sadece  seçim zamanı değil, sürekli bir iştir bu. (Bu şahsa Reis dememe pek çok kişi kızacak. Ben hem hukuksal sorun çıkmasın, hem de adını ve ünvanını pek anmak istemediğim için böyle diyeceğim.) Geçenlerde sıradan bir haber izliyorum, politik olmayan. İki ayrı alt yazı geçiyor, biri sağa doğru kayıyor, diğeri sola doğru. Her ikisi de Reis'in açıklamaları.Sıradan bir yandaş gazetenin manşeti, reisin bir boy fotosu (genelde de aynı foto) ve caklı cekli bir cümle. (bitecek,düşecek vs) Bir kere, resmi bir yemekte, çorbaya ekmeğini banmıştı. (Resmi yemeklerde ayıp kabul edilir.) Tüm yandaş troller, bu ekmeği bana bana yeme olayını, halk adamlığı, halktan gelmelik olarak günlerce övdü. (Uzun zamandır bu halk adamlığını yapmıyor, uzun zamandır dış güçlere ey çekmediği gibi.) Kılıçdaroğlu'nun oğlu askere gittiğinde de (Reis'in bir oğlu çürük raporlu, diğeri bedelli yaptı), reisin askerliğinden fotolar dolaştı trol hesaplarda.

Bir de işin ilginci, o zamanlar merkez medyası dediğimiz, holnding medyalarının, daha İBB seçildiği zamanlarda bile,  bunun reis yada şu anki iktidar partisi iktidara gelmeden de öyle olması, reise zor soru sormaması ve başka arti liderleri ile açık oturum veya benzeri bir etkinlikte hiç bir zaman bir araya gelmemesidir. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/11/turk-medyasinin-2002-harekati-akp-nasil.html) Buna Cem Uzan'ı hariç tutabiliriz, zira Uzan cidden iktidar hedefliyordu. Bu yüzden seçimden önce önce onun medyasının icabına bakıldı. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/08/uzan-ailesinin-ve-genc-partinin-siyasi.html) Buna karşın şu anki iktidarın da hem Aydın Doğan başta olmak üzere merkez medya holdinglerine (her ne kadar o holdinglerin medyasını elinden usulca alsa da) hem de TÜSİAD'a çok tehdit edip, tetik düşürmemesidir. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/11/aydin-dogan-kimdir.html) Şeth uçmaz, müridleri uçurur diye boşuna dememişlerdir.

Peki muhalefet ne yapmaktadır? Türk muhalefetinde, ciddi bir muhalefete muhalefet sorunu vardır. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/06/leviathana-muhalefet-1-muhalif-enerjiyi.html)

(https://onbinkitap.blogspot.com/2022/12/muhalefete-muhalefetin-12-eylulu-ve.html)

(https://onbinkitap.blogspot.com/2019/08/sahte-muhalefet-muhalefete-muhalefet.html)

Gerçek muhalefet, diğer muhalefet birimleri ile kavga etmez, onlarla uğraşmaz, yapsa da bunu minimum yapar. Nasıl ki şeyh uçmaz, müridleri uçurursa, Lenin'de uçmaz, Bolşevikler uçurur. Lenin demişken,  kendisi dünyada heykeli en çok yapılan gerçek kişisi olur. ( İsa ve Buda'nın heykelleri temsilidir, gerçek yüzleri bilinmez.) Ülkemizdeki Atatürk heykel, resim, büst ve rölyeflerinin çokluğu, Ruslara özenmekten, daha doğrusu öykünmektendir. Lenin'de liderlik sürecinde büyük hatalar yaptı, örgütü bir kaç kez bitme noktasına geldi. Bolşevik tarihçiliği bunu çok az eleştirdi.

Diğer yandan tanrıların, kötülüğü yükleyecekleri kötü tanrıları da olmalı. Tek tanrılı dinlerde bu şeytan yani asi melektir. Düşmanları şeytanlaştırma da ciddi bir propaganda işidir. A.B.D, yüzlerce filmler, Vietnamlıların vatan savaşını, komünizm-kapitalizm savaşı haline getirdi. Sovyetler Birliğinin dağılmasında bence en büyük etken, Holivud kadar eğlenceli filmler yapamaması, doğru-dürüst propaganda yapamamasıydı. Gramishi ve Alhauser, bu konuyu çok ayrıntılı incelemiş ve anlatmıştı. Şamanların, sadece kendi putlarını süslemeleri ve yüceltmeleri yetmez. Rakip putları yada putu yıkmak isteyenleri de şeytanlaştırmalı, çamur atmalıdır. Camilerimizi ahır yaptılar, mum söndü yapıyorlar, camşde içki içildi, Kabataş yalanı gibi olaylar, bu karşı propagandanın işleridir. Bu yalanların delile ihtiyaçcı yoktur. Goebbels ilkeleri bunun içindir. (https://onbinkitap.blogspot.com/2021/09/duygu-egitimi-nasil-olur-1goebbels.html) 

Muhalefete muhalefet, sürekli muhalefetin yetersiz olduğunu, liderlik vasfı olmadığını söyleyip duruyor. Bunlar iktidarın kimi gizli, kimi de kandırılmış ajanlarıdır. Hemen her cumhur başkanlığı seçimi öncesi adayları karalamalar, ana muhalefet partisi liderini bir sebepten beğenmemeler bunlardır. MHP, yıllarca ANAP ve DYP tabanının kemirerek büyüdü ama asla DYP-ANAP aleyhine laf etmedi. Şimdi de iktidar partisinin tabanını kemiriyor ama iktidara tek bir laf etmiyor. Muhalefette ise halen muhalefeti beğenmeme var.

Şimdi ana muhalefet partisinin genel başkanı değişti. Şahsen ben ihtimal veriyordum ama kumar oynasam, mevcut başkanın değişmeyeceğine paramı yatırırdım. Şu anki siyasi partiler yasası ve partilerin yapısı, buna imkan vermiyor. Eski başkanın çok hatası olmuştur, onu savunacak değilim. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/neden-kilicdaroglu-istifasini-istemek.html) Bu seçim yenilgisinin iki sebebi Meral Akşener ile Yılmaz Özdil'dir. Bir bütün olarak muhalefetin değerini düşürmülkerdir.

Şu andan itibaren muhalefetin işi, propaganda da istikrar ve öncelikli hedefin iktidar olduğunu unutmamaktır.


9 Kasım 2023 Perşembe

AYDIN DOĞAN KİMDİR



 Aslında bu yazıyı daha önce de yazacaktım ama Aydın Doğan'ın bir röportajında kendisini nasıl ustaca akladığını göründe, 2002'i anlattıktan sonra Aydın Doğan'ı anlatmaya karar verdim. Okuyacaklarının vikipedia yada benzer sitelerden bulacağınız türden bilgiler olmayacak. Bu açıdan okuduğunuza değecek.

Ben olayları 1976 yılı Taksim 1 Mayıs kutlamaları ile başlatacağım. Bu kutlamalara katılımın devasalığı sağcılaır ve TÜSİAD'ı dehşete düşürdü. Hem haken Sovyetler Birliği tüm haşmetiyle olası sosyalist devrimleri desteklemek için hazır ve nazırdı, hem de işçilerin haklarını bu derece aldığı bir devlet, onlara artık fazla kar getirmezdi. Bu yüzden acele edilmeliydi. Zaten başlayan şiddet, iyice tırmanmalı, bir an önce darbe yapılmalıydı. Solcular da bu darbeyi istemeliydi. Ayrıca basın da hizaya gelmeli, grev yapan işçilerden, sosyal devletten yana olmamalıydı.

Sonuçta devlet sedtekli sağcı terör hız kazandı ve suikastler, aydınlara, yazarlara, akademisyenlere ve gazetecilere de uzandı. Bu suikastlerden en önemlilerden biri de Abdi İpekçi suikastiydi. Suikastten sonra Karacan ailesi, gazeteyi ve onunla beraber dergi grubunu yönetemeyeceğini anlayıp, Aydın Doğan'a sattı ve Aydın Doğan bir anda medya patronu oldu. Arkasından 12 Eylül darbesi geldi.

Darbe ile basının üzerine korkunç bir sansür geldi. Gazetelerin sütunlarını boş bırakması bile yasaklandı. Bu sansüre rağmen pek çok gazete, uzun süreli kapatma cezaları aldı. Bu cezalarla basın da şekillendi. Magazin basınının ve spor basınının yeri genişledi. Çünkü sansür yüzünden yapılacak haber bulamıyorlardı. (O zamanlar gazetelerin hacmi genişti, doldurmak zorundaydılar.) İnsanlar, özellikle sokağa çıkma yasaklarında (Özellikle darbe sonrası ilk aylarda, belli bir saatten sonra, galiba akşam saat 9-alafıranga saat 21'den sonra, sokağa çıkmak yasaktı.) televizyon ve radyodan haber alma alışkanlığı edindiler. Gazetelerin haberi hem bayat ( dağıtım sorunluydu ve bazı yerlere öğle vakti yada bir kaç gün sonra gazete geliyordu.), hem de sansür yüzünden eksikti.  Darbe yönetimi de televizyonu kullanarak halkı güzelce yonttu. Halkı, suçluluk duygusu ile yönetti. (https://onbinkitap.blogspot.com/2021/06/12-eylul-un-sucluluk-duygusu-egitimi-12.html)

Bu süreçte yazılı basın büyük ölçüde tiraj kaybetti.  Bu tiraj kaybı, kupon savaşlarına kadar sürdü. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/09/kupon-savaslarinin-asil-nedeni-2002.html) Bu süreçte Simavi ailesi üzerinde baskı oldu. Sedat Simavi'nin  iki oğlu, iki ayrı basın grubunun başındaydı. Erol Simavi, Hürriyet gazetesi ve ona bağlı diğer yayınların başına geçmişti. Kardeşi Haldun Simavi ise, Günaydın gazetesi ve ona bağlı yayın kuruluşlarını kurdu. 12 Eylül ve TÜSİAD, her ikisini de istemiyordu.

Günaydın gazetesinin hikayesi başka. Biz Aydın Doğan'a dönelim. Hürrdu.iyet gazetesi, seksenli yıllar boyunca zayıfladı. Aslında genel anlamda Simavi tipi medya patronluğu zayıflıyordu. Kapitalizm için yeni model medya patronları lazımdı. İngiltere'de işleri ters gitmeseydi Asil Nadir'de bu patronlardan biri olacaktı.

Haldun Dimavi çabuk vazgeçti, Günaydın gazetesinin sonu çok tajik oldu ve merak eden başka kaynaklardan daha ayrıntılı öğrenebilir. Hürriyet ise, o sıralar yeni yayın hayatına başlamış ama promasyonlarla tirajı birden fırlamış rakibi Sabah gazetesi ile rekabet ve diğer başka sorunlarla uğraşıyordu. Önce Gırgır dergisini Ertuğrul Akbay'a sattı. Bu satışa tepki olarak Oğuz Aral ve ekibi dergiden ayrıldı. Fırt ise başka bir gruba satılıp, karikatürle karışık porno dergiye döndü. Bu dergilerin öyküsünü de ayrıca yazmak lazım. Teodor Kasap'ın karikatür-komedi dergiliği ne yazık ki can çekişiyor. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2023/01/brujuva-dergisi-leman.html )

Hürriyet gazetesi ise, Erol Simavi için, Çetin Emeç suikastinden sonra yönetilemez oldu. Emeç'de İpekçi gibi gazetenin genel yayın yönetmeniydi. Aydın Doğan, gene ölen yazı işleri müdürü ile  gazeteyi yeniliyordu. Bu yeni genel müdür, Ertuğrul Özkök'tü. Türk basınının yaklaşık yarısı elind eolan Aydın Doğan, basını liberalistleştirme operasyonunu başlatacaktı. Milliyet gazetesinin başına, Liberlizm hevesi uğruna, Cunhuriyet gazetesini iflasın kıyısına kadar getirmiş olan Hasan Cemal'i getirecekti. Her iki gazete de, özelleştime yanlısı, ikinci cumhuriyetçilerle falan dolmaya başlayacaktı. Aydın Doğan, sırf bunun için Radikal gazetesinin yıllarca zararına yayımına göz yumacaktı.

 (ttps://onbinkitap.blogspot.com/2023/09/nilufer-golenin-korosuradikal-yeni.html)

2006 seçimlerinden önce de, her iki kişiden bir manşeti ile seçmenler yönlendirenlerden biri oldu. Gazete ve dergilerinden de yavaş yavaş Atatürkçüleri ve solcuları azalttı. 2006'da bunu hızlandırdı.  Oktay Ekşi ve Bekir Coşkun gibi önemli insanlar uzaklaştırılıp, Ahmet Hakan gibi siyasal İslamcılar da kadroya katıldı. Bütün bunlar iktidar partisine yetmiyordu. 2008'den sonra iktidarın reisi, onu ve gazetelerini boykot çağrısı yaptı. Başlangıçta bu boykot işe yaramadı. Hatta iktidar partisi il teşkilatları da buna pek uymamıştı. Böylesi boykot kampanyaları da çoğu kez kısa sürerdi. Oysa bu boykot, yavaş yavaş ve büyüyerek sürdü. Buna rağmen Aydın Doğan'ın iktidara desteği, 2008'den sonra da sürdü. Radikal gazetesinin yayımı yada Emin Çölaşan gibi isimlerle yolayrımı hep 2008'den sonradır.

Aydın Doğan medyasının iktidara en büyük katkısı gezi sırasında oldu. Merkez medya denen holding medyası,  biraz destekleseydi, her şey çok farklı olabilirdi. Tabi bu da Aydın Doğan ve TÜSİAD'ın ve Türkiye'yi grevsiz, hak aramasız, ucuz işçilik ülkesi haline getirmek isretenlerin işine gelmezdi. Olayların başladığı gün, saatlerce penguen belgeseli yayınladı. Buna rağmen, Gezi'yi yazan-yayınlayan personelini de yavaş yavaş şirketlerinden uzaklaştırdı.

Holdinginin tek marifeti iktidarı muhalifmiş gibi görünerek desteklemek değildi. Holding medyası, on binlerce öğrenciyi, bazen mezuniyetinden iki sene sonra bile, stajyer diye ücretsiz, hatta öğle yemeği bile vermeden çalıştırmasıydı. Hatta bunun için İstanbul'da bir lise bile kurup, Milli Eğitim'e devretti. (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/11/stajyer-emegi-somurusu.html) Kendisine ait Dışbank'ın iflasındaki şaibe iddiaları, araştırılmak bir yana, konuşulmadı bile.

Gene de beyfendiye yaranılamıyor, beyfendi Aydın Doğan'ı tehdite devam ediyordu. 17-25 Aralık yolsuzluk iddalarının da üzeri, Aydın Doğan medyasınca, mümkün olduğunca örtüldü. Bunun üzerine Fetö, Davud Tataroğlu adlı ile kötü karakter yaptığı Kurtlar Vadisinde, Yeşil (ya da öldürülen Pala yerine gelen yeni Yeşil)'i temsil eden Kara tarafından öldürüldü. (Aydın Doğan'da Kırım Tatatırdır.). O da buna, kendi kanalındaki Arka Sokaklar dizisinde, Fetöcü polis ve askerleri tutuklatarak cevap verdi. Anlaşılacağı üzere Aydın Doğan, 15 Temmuzu da, bastırlacağını da çok iyi biliyordu.  (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/11/carpisma-ve-diger-mafya-derin-devlet.html)

15 temmuz ve anayasa değişikliğinden sonra Aydın Doğan holdinge vergi denetimleri sıklaştı. Sonra da tüm medyasını, kitabevleri zinciriyle beraber, doğrudan iktidar kabilesinden bir holdinge sattı.

Ya da öyle mi oldu acaba? İktidar, Aydın Doğan'a karşı silah doğrulttu ama o tetiği hiç çekmedi. O da basın sektörünü bıraktıktan sonra, bankacılık sektörüne döndü ve çok para kazandı. Oysa iktidar, sırf Petrol Ofisi'nin özelleştirilmesi yada Dışbank'ın iflasından, tüm holdingi çöketrebilirdi. Dışbank olayından dolayı, daha iktidarının ilk yıllarında, ATV-Sabah grubu, Uzan Holding, Habertürk gibi TMSF aracılığı ile medyasında ve tüm holdingine el konulabilirdi. Gene bu yazı içinde verdiğim Simavi ailesi buna örnek değil midir? Asil Nadir buna örnek değil midir? Nadir'in İngiltere'de kazandığı paralarla Türkiye ve Kuzey Kıbrıs'ta bunca yatırım yapmasının tek sebebi vatanseverliliği değidli. Belki de bu yatırımları yaparken vatanseverlik umurunda bile değildi. Kendisi neden basına yatırım yapmış, Gırgır'dan ayrılanlarla bir karkikatür dergisi (Hıbır) bile kurmuştu? Muhtemelen İngilere'de ipini çekeceklerini tahmin etmiş, Türkiye'de destek aramıştı. Oysa kendisi bir günde harcandığı gibi, maaş verdiği, adam ettiği gazeteciler tarafından da aşağılandı. Daha ne dolar milayrderleri silinip, gitmedi ki? Kemal Okumuş ve Kemal Horzum, benim hatırladıklarım. Vlademir Putin'de iktidara gelir gelmez, Boris Yeltsin ve daha öncesinde türemiş Oligark denen milyarderlerin ipini çekti. Çok azını da biat ettikten sonra budadı.

Kendisi, sırf zarar eden Radikal gazetesini yıllarca beslemesi ile gösteriyor ki, bugünkü düzenin kurucularındandır. Bu sistemde kendisini zengin edenlerden biridir.



4 Kasım 2023 Cumartesi

ANSİKLOPEDİNİN BİRİNCİ CİLDİ

 


 I

 

         Teknolojiye bağlı şeylerin modası geçer. Video geçti gitti. VHS'i vardı, BETAMAKS' ı vardı. Lüks geldi, lüks gitti. Bizim evde hiç olmadı mesela. Bill Gates'in kızı babasına plağı sormuş. Ben doğduğumda plak demodeydi. Kasetler demode ve birkaç yıla kadar ortadan kalkacak gibi. CD'ler ise, MP3'e yenik düşmek üzere.

         Fakat bizim konumuz ansiklopediler. Lisedeyken dönem ödevlerini ansiklopedilerden yazar verirdik. Internet, özellikle google sayesinde ansiklopedide demode oldu.  Artık öğrencilerim ödevlerini internetten  indirip, yazdırıp, getiriyorlar.

         Ülkemizde gazetelerin ansiklopedi verme savaşı, ansiklopedilerinin öneminin kaybetmesine ve benim üniversite öğrencisi olmama az kala gerçekleşti. Benim iki kere (ortaokul üç ve lise bir) sınıfta kalmam yetmezmiş gibi, bir de o zamanlar iki basamaklı ve ikinci basamağı ÖYS olan sınavı ilk girişimde kaybettim. Benim eğitime ara verişlerim, sınıfta kalışlarım, çıraklık zamanlarımdır. Sınıfta kalmamın bedeli, çok ucuz askerlik demek olan, çıraklıkla geçti. Saatçilikte hesapta meslek öğrenecektik ama ustam olacak adam bana hiçbir şey öğretmeyip, bol bol dövdü. Kamyon galerisinde de öğrenilecek bir şey yoktu, sermaye gerekliydi. ÖYS' kaybetmek bir felaketti.Bu felaketi yaşamayan bilmez. Nasıl aile ve arkadaş çevresinden dışlanır, ana-baba nasıl adama düşman olur, yaşamayan bilmez. O sebepten dolayı, öğretmen olduğum halde halen, teşekkürlerle, taktirlerle, sınıfta kalmadan, hele sınıf atlayarak okulu bitirenlere halen gıpta ederim.

         ÖYS' i kaybettiğim anlaşılınca, önce sürücü kursuna gidip, B sınıfı ehliyet aldım. Aldım ama alalı on yılı geçti, bir daha elim direksiyona değmedi. Kullanmayı unuttum. Ardından Kazım Karabekir Caddesinde, bir iş hanının bodrumunun bir kısmını kapsayan matbaada yirmi beş gün çalıştım. Sonra bana eve yakın başka bir matbaada iş bulunduysa da, başka bir yakın evime çok yakın bir markette iş buldum. İki ay orada çalıştım. Çok aşırı yoruyordu. İki ay boşta gezdim, sonra başka bir amcaoğlunun otomobil galerisinde işe girdim. O işte de, sınav sonucunun açıklanmasına az kala kendi isteğimle ayrıldım.

         Şimdi okuyucular merak etmektedir muhtemelen, o kadar işte çalıştın da, nasıl bu sınavı kazandın diye. Üstelik iki kere sınıfta kalmış bir öğrencisin. Bu hikâyeyi başka bir zaman anlatmak istiyorum.

         Anlatacağım olay, tahmin edebileceğiniz gibi markette çalışırken oldu. Marketin bir işi de gazete satışıydı. Gazetenin karı yok denecek kadar azdı. Yüzde dört. Tekel mamullerinde de aynı oran vardı. Tekel, o zamanlar sigara ve diğer tüm tütünün üretiminde, ithalinde ve ülke içi dağıtımında, adı üzerinde tekeldi. Bira ve ithal alkollüler hariç diğer tüm alkollü içecekleri de tekel üretir ve dağıtırdı.tekelin birası da vardı ama o sidik gibi birayı, çalıştığım saatçi dükkanındaki ustam haricinde içene rastlamadım. Bizim dükkana gelmezdi.

         Biz konumuzdan uzaklaştık. Gazeteye gelelim. Cem Uzan'ın Star gazetesine kadar bu böyle kaldı. Uzan, bayi payını yüzde ona çıkarınca, ardından da gazeteyle doğrudan verilen ürünler çıkınca, gazete satmak, karlı bir iş oldu. O zamanlar, müşteriler kaçmasın diye katlanılan bir eziyetti. Bu eziyetin bir kısmını dükkanın elemanı olarak ben yapardım.

         Dükkan, biraz iriceydi. Şöyle ortalama üç dükkanın birleşimi kadar. Dört katlı bir apartmanın zemin katının büyük kısmını içine alıyordu. Dükkanda iki eleman ve iki ortak vardı. Ortaklar kardeşti. Sivas, Şarkışla ilçesindeki köylerinde arazilerini ve traktörlerini satıp, Ankara'da önce bir videocu açmışlar, video demode olunca bu marketi açmışlardı. Öteki çırak, Zafer, kardeşlerden küçüğün kayınbiraderiydi. Eniştesinin evinde kalırdı. Ben yabancı olduğumdan, daha ziyade sabah ekmek ve gazete dağıtımıyla, bir de telefonla sipariş edilen malları dağıtırdım. Kasaya dokunmazdım. Bir de temizlik işi benim için ağrıdı.

         Gazeteyle beraber, ekleri ve hediyeleri de dağıtırdım. Bu iki aylık sürede en fazla rağbet, Sabah gazetesinin dağıttığı tek cilt ansiklopediyeydi. Adı da Grosser, Ansiklopedia Amerikana'ydı. Bu ad, daha doğrusu adındaki Amerikana adı tartışma konusu olmuştu. Rakip Hürriyet gazetesinin Amerika temsilcisi, kimdiyse adını hatırlamıyorum,  New York sokaklarında insanlara bu ansiklopediyi sormuştu. Sabah'ın yayım müdürü Zafer Mutlu da bu adamı telefonda tufaya getirmiş, onun sözlerin teybe kayıt edip, gazete de yayımlatmıştı. İşte bu ansiklopedinin birinci cildi, başka bir bedel olmadan okurlarına verdi. İlk cilde abartılı bir rağbet oldu ama devamını takip eden olmadı. Şimdiki öyküm, bu rağbetle ilgili.

 

II

 

         Bu birinci cildin verilişi, bir hafta önceden, neredeyse bulunabilecek tüm imkan ve yollarla ilan edildi. Sabah gazetesi , ATV ve grubun tüm dergileriyle bunu duyuruyordu. Duvar panoları ve TRT'de buna dahildi.  Nedense diğer medya holdinglerinin yayım kurumlarına reklam verilmiyordu o zamanlar. Dağıtım için bir hafta öncesinden siparişler, benim aracılığımla patronlara ulaşmıştı. Dağıtım sanırım cumartesi ya da pazar günüydü. Bize de ansiklopediler çarşamba gününden geldi. Her gün sabah gazetesi alan sekiz müşterim vardı. Zaten sekiz cilt bir koli ediyordu, ben bir koliyi önceden ayırdım.  Tezgahın arkasında bir odamız vardı, orada sakladım.

         Benim patronların birinin adı İbrahim'di. İbrahim, biraz daha genç gözüküyordu. Hafif bebek yüzlüydü. Ötekinin adını hatırlamıyorum. O daha esmer tenli ve kalın bıyıklıydı. Onun adını hatırlamıyorum şu an, ama adını Mehmet diyelim gitsin. Bu değilse bile, böylesi çok kullanılan bir addı.

         Ben, bir tane kendime ayırmıştım. Bu ayırdığım cildi eve götürdüm. Anlatıyorum çünkü, daha sonra hikayeye lazım olacak. Bir gece önceden bizim patronlar bu ciltleri sattı.

         Derken büyük gün geldi. Vukuat günü. Dükkan sabah yedide açılırdı. Ben normalde her sabah erken geldiğim halde o gün yarım saat geç geldim. Aslında yapmamam gerekliymiş. Geldiğimde öğrendim.

         Bizim patron saat altı buçukta gelmiş. Ahaliyi sıraya girmiş halde bulmuş. En öndekiler saat beşte gelmiş. On beş dakikada bitmiş. Dağıtılacaklara geldi sıra. Ben derhal sakladığım koliye baktım. Koli iyi yapılmamıştı. Paket açıktı. Saydım yedi taneydi. O arada  İbrahim'de geldi. Günlük aboneleri ne yapacaklarını konuşmaktaydılar. Ciltlerin hepsi kapışılmıştı. Sabah gazetesini alan olmamıştı.

         Ben geldim ve yedi ansiklopedi olduğunu söyledim. Bir tane de eve götürdüğüm vardı, onu da getirince, tam sekiz olduğunu söyledim.

         - Yedi-sekiz tane var mı, öyleyse iyi dediler.  Eve gittim, o cildi de aldım kız kardeşim Selma, surat astı.

         -Kırk yılda bir eve işe yarar bir şey getirdin, onu da geri götürüyorsun, dedi.

         Ben aldırman o cildi alıp, dükkana döndüm. Ansiklopedileri ve sabah gazeteleri bir sepete koydum. Diğer gazeteleri ve sabah dağıtacağım ekmekleri başka bir sepete doldurdum. Büyük marketlerde kullanılan kol sepetlerini biz kendi işimiz için kullanırdık. Ben bu sepeti alıp, her zamanki listeye göre, saf saf dolaşmaya başladım. İlk birkaç müşteri iyi sayılırdı. Satın almayı teklif ettilerse de, ben durumu açıkladım. Anlamadılarsa da kabullendiler.

         Derken belamı buldum. Ben o vakitler on dokuz yaşındayım. Doğrusu market çıraklığı için ileri bir yaş. Sokakta,on, on iki yaşlarında bir oğlan çocuğuna rastladım. Ansiklopedileri görür görmez bağıra bağıra konuşmaya başladı.

         - Onlar ne? Ansiklopediler di mi? Niye bize yok dediniz? Bu arada başka çocuklarda doluşmaya başladı etrafıma. Çıkışı bağırıp, onları etrafımdan kovmakta buldum.

         - Çekilin başımdan be, bunlar, her gün Sabah gazetesi alanlar. Derken etrafımda çocuklar çoğaldı, kalabalıklaşmadan kaçtım. Yakındaki müşteriye gazetesini, ekmeğini bıraktım. Bir de süt dağıtıyordum o zamanlar. Doğruca dükkana geldim. Biraz sinirden, daha ziyade de korkudan titremekteydim. Beni bir tabureyle oturttular.

         - Şunları siyah poşete koyalım, beni az kaldı linç ediyorlardı, dedim.  İbrahim, Zafer'e döndü,

         -Bir siyah poşet ver dedi.

         Bana dedikleri gibi bir poşet verdiler. Kalan ciltleri buna doldurdum. Sabah gazetelerini de doldurdum. Her zamanki abonelerin gazetelerini dağıttım. Dükkana geldiğimde ortalık azıcık karışmıştı. Çocuğun annesi dükkana telefon etmiş, ortalığı velveleye vermişti. O kadın ve ailesi, gazeteden başka bir şey almıyordu dükkandan, öyleyse sorun yoktu.

         Ben ve Zafer, kalan sipariş ve aboneleri de dağıttık.  Saat on gibi bir muhasebe  yaptık. Tam bir felaketti. Özelikle sabah erkenden oluşan kapışmada, ansiklopedilerle beraber muhtemelen el altındaki çikletler, çikolatalar, gofretler, piller ve pek çok küçük malzeme muhtemelen çalınmıştı. Sabah gazetelerin geri alan olmamıştı. Ekleri yerleştiremediğimiz için iade kabul edilmedi ve dükkana zarar yazdı.

         Olayı asıl ilginç kılan, sonrasında olanlardı. Ertesi gün, aynı sayıda, yani her gün gelenin on katı Sabah gazetesi geldi. Unuttuğum konuya ek, o gün Sabah gazetesi çok fazla gelmişti. Hepsi iade edildi. Ansiklopedinin tamamını hemen hemen kimse almadı. A başlığının bile hepsini bile almayan ansiklopediyi sonra ne yaptı o alanlar bilmiyorum. Ben o dükkanda toplam iki buçuk ay çalıştım. O arada bir de, gazeteyle aynı fiyata deterjan dağıttık. Hangi gazete hatırlamıyorum ama dağıttığımız deterjan OMO' ydu galiba. Piyasadaki ortalama bir paketin yarısı kadar bir şeydi. Gene de bir gazete fiyatından kat kat fazlaydı. O cilde olan ilginin zerresi yoktu deterjan dağıtımda. Kimse almadı.   

         Geçen yılda bu deterjanı dağıtmışlar. Ansiklopediye olan olmuş, müşteriler küsmüş.






2 Kasım 2023 Perşembe

TÜRK MEDYASININ 2002 HAREKATI (AKP NASIL İKTİDAR OLDU ve 2002 SEÇİMLERİ SERİSİ )



 Bu yazıyı, Aydın Doğan ve diğer medya ağalarının kimdir yazılarından  sonra yazmayı düşünüyordum. Aydın Doğan'ın verdiği bir röportajda kendisini ne güzel akladığını, gezi zamanında saatlerde (5 saatten fazla ) penguen belgeselleri ysyınlsmasını bile nasıl kendine akladığını görünce bu yazıya başlamaya karar verdim. Savaş  mucizelerinin arkasında istihbarat, seçim mucizelerinin arkasında medya desteği vardır. 2002'de, on bir aylık AKP'nin iktidar olmasında neredeyse tüm medyanın önemli bir desteği vardı. Kalan medya da bastırılmıştı. Cumhuriyet gazetesi, Hasan Celal'in yazı işleri müdürlüğü döneminde önce Tansu Çiller yanlısı olarak, sonra da önemli köşe yazarları krizi ve kendisinin istifası sonrasındaki süreçte hem tiraj, hem de etki kaybetti. Diğer bir önemli medya, o zamanların etkin kuruluşu Leman dergisi ise, lüks kafe işletmesi olup, 2002'de sağcılara karşı sert söylemlerini çoktan bırakmıştı. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/01/brujuva-dergisi-leman.html) Solcu radyolar ise yeni kurulan RTÜK ve onun frekans tahsisleri ile iyice pasifize edilmişti. 2002'de ise, patronları Cem Uzan'ı  destekleyen Star medyası hariç hepsi, AKP için çalıştı. Buna ev ev gezen ve o zaman hakkında Cemaat denen FETÖ'de dahildi. 

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/08/uzan-ailesinin-ve-genc-partinin-siyasi.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/10/cem-uzanin-tmsfye-borcu.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2017/11/doksanli-yillar-8-habercilik-ve.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2017/10/doksanli-yillar-6-uzan-ailesi-ve-yesim.html

2001'de kitapçık krizi ve sonrasındaki ekonomik kriz, Devlet Bahçeli'ye durduk yerde koalisyonu bitirelim krizi eklendi. Bu süreçle ilgili olarak sadece medya devlerinin tavrını yazacağım. Daha önce DYP-ANAP-DSP ve MHP'yi aralarında paslaşarak destekliyorlardı. CHP, daha o yıllarda merkez medya tarafından terk edilmiş gibiydi. CHP, bu medya desteksizliği ve Deniz Baykal'ın iticiliği sebebi şle 1999 seçimlerinde %10 barajı altı ve tarihinde ilk defa meclis dışı kalmıştı. Deniz Baykal'da bir yıldan biraz fazlalığına istifa edip, yerini Cevdet Selvi ve Altan Öymen'e bırakmıştı. Kendisi daha önce de istifa edip, geri dönmüştü. CHP, öncesinde SHP olarak, 1987 yerel seçimlerinden sonra, Cem Uzan'ın medyasından başlayarak, sistematik medya saldırılarına uğruyordu. Öyle ki 2005'de CHP, Halk TV'yi kuracak, daha doğrusu kurmak zorunda kalacaktı)

Bu sürreçte, daha 28 Şubat 1997 Milli Güvenlik Kararları sonrasında,n itibaren Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz, medyanın saldırılarına uğrayacaktır. Özellikle ilk genel seçildiklerinde onları yere-göğe koyamayanlar, partilerine oy kaybettirdikleri halde onları övenler, birden bire onları mizah malzemesi yapmaya başlarlar. Tansu Çiller'in kötü Türkçesi ve gafları, Mesut Yılmaz'ın yavaş konuşması alay konusudur artık. Hatta bir defasında, bir televizyon kanalı, Mesut Yılmaz'ın iki kelimesi arasına reklam koymuştu. İşin doğrusu aslında 1987'den beri merkez sağda ciddi bir erime vardı. İki beceriksiz genel başkanla da sonları oldu.

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/04/tansu-cillerin-siyasi-tarihi.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/08/yildirim-akbulut-ve-mesut-yilmaz.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2017/09/doksanli-yillar-4-merkez-sagin-erimesi.html

Diğer yandan da MHP, 1995 seçimlerinden sonra 2. kez treni kaçıracaktı. Bah.eli, durduk yerde koalisyonu bozan olarakyeterince puan kaybetmişti. Medya donanması ona pek saldırmadı. MHP ve Ülkücülük zayen ağır yaralıydı. MHP'nin 2006'dan sonra meclise dönmesi, 2013'den sonra iktidar ortağı olması ile Ülkücülük yok olmadı ise de, eski önemini kaybetti.

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/09/son-yillarda-azalarak-biten-ulkucu.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/08/son-yillarda-azalip-biten-bazi-ulkucu.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/10/son-yillarda-biten-ulkucu-seyler-3.html

Şimdi Ülkücülük, sadece liselilerde, ergenlerde, internette klavye yiğiti dediğimiz trollerde, o da Kürtlere zorbalık yapmak için biraz var. Yoksa ne dokuz ışığı bilen var, ne Atsız'ın romanlarını. Birr Atsız bey varmış, var olsun diye bağırıyorlar ama Atsız'ın kim yada ne olduğunu bile bilmiyorlar. Aslında Ülkücülükle ilgili bir şeyde bilmiyorlar. Tek bildikleri ara ara bazı akranlarına zorbalık yapmak. Üniversiteler ve diğer alanlarda ise Ülkücülük yok. En bariz olay, Sinan Ateş cinayeti. Doksanlar yada daha öncesinde, MHP'nin %3 aldığı yıllarda, bırak Ülkü Ocakları Genel Başkanını, herhangi bir ilçe yada beldenin (Haymana, Sorgun, Keçiören, Bağcılar,  Kulu vs) Ülkü Ocağı başkanı diye bir kişinin adı anıldığında yada bir zamanlar yapmış diye anıldığında, insanı hafiften korku olmasa bile bir ürperti kaplardı. Öyle bir konumda birini öldürmek için bayağı arkası güçlü olmak gerekirdi. Hele tüm ocakların genel başkanını ve Hacettepe Üniversitesinde doçentini vuracak kişi,  James Bond gibi biri olmalıydı. Bir torbacı değil. Doğrusu Ülkücülük gerçek anlamda tükenmeye 2002 seçimlerinde başlamıştı.

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/01/sinan-ates-ya-da-buyuk-sessizlik.html

İSMAİL CEM'E KURULAN TUZAK

Öte yandan asıl büyük hedef, iktidarın en büyük partisi DSP, daha doğrusu partinin genel başkanı Bülent Ecevit'ti. Ecevit zaten yaşlı olmakla beraber, gizemli bir şekilde hastalanıp, güçten düşmeye başladı. İki de bir hastanelere, özellikle de Mehmet Haberal'ın özel Başkent hastanesine gitmeye başladı. Sağılığı giderek bozulurken, medyanın da boy hedefi oldu. Eşi Rahşan Ecevit, bir süre sonra onu hastaneden aldı, evde bakmaya başladı. O zaman Ecevit'in sağlığı biraz düzelir gibi oldu ama halk içindeki imajı yerle bir olmuştu. Artık Kıbrıs fatrihi, Abdullah Öcalan'ı yakalayıp, ülkeye getiren o kahraman yoktu. Ekonomiyi batıran, kendi elleri ile cumhurbaşkanı yaptırdığı Ahmet Necdet Sezer veya koalisyon ortakları ile anlaşamayan bir zavallı vardır. DSP ise bir Ecevitsevenler derneğinden başka bir şey değildir. Bizzat DSP'li bakanlarn danışmanlığını yapmış Ahmet Abakay'ın  Bakan Danışmaının Nıt Defteri adlı kitabında yazdıklarına göre partide pek çok il, ilçe başkanı yada merkez kurul görevliği, göreve getirildiğinin veya görevden alındığının haberini, sonradan alırmış. Partide Ecevit dışında ismi parlayan kişi yoktu.

Daha önce parlamış bir isim olarak, eski dış işleri bakanı İsmail Cem vardı. Kendisi, suikastle öldürülen gazeteci Abdi İpekçi'nin kuzeniydi ve uzun süredir kullanmadığı İpekçi soy adını sildirmişti. Başarılı bir bakan olarak, solcular arasında sevilse de, sağcılar arasında o yıllardaki Sabataycı avı yüzünden popülaritesi düşüktü. (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/05/sabataycilar-ve-fasizm.html) Doksanların ikinci yarısı ve iki binli yıllar boyunca, Selanik Dönmeleri de denen, yarı Yahudi, yarı Müslüman, Sabataycılar hakkında onlarca kitap yazıldı, sosyal medyada Sabataycıların isimleri sıralandı (Çoğunluğu da yalan ve uydurma) Sabatay Sevi'nin öz torunu, modacı (ve İsmail Cem ve Abdi İpekçi'nin de kuzeni) Cemil İpekçi, Teke Tek adlı televizyon programına çıkıp, konuştuktan sonra da bu yayınlar kesildi.

Benzer bir şeyde seksenler boyunca Masonluk için vardı. Masonlarda da olay, yetmişlerde İtalya'da P-2 Mason locası sıkandalı ve İngiltere'de bazı loca üyesi hakimlerin, localarındaki biraderlerini kolladıkları ortqya çıkınca başlamıştı. Ardı ardına Masonlukla ilgili kitaplar basıldı. Bu salgın da 1997'de Kanal 7'de yayınlanan gizli Mason ayini çekimine kadar devam etti. Sonra bu sözde gili çekimin, Adnan Oktar grubunun tiyatrosu olduğu anlaşıldı. İki binlerde de bir ara Dan Brown'un Da Vinci şifresi ile başlayan sıralı romanları ile Tapınakçı avı başladı. Oysa bu roman dizisi, çocuk tacizi sıkandalları ile bağışları ciddi oranda azalan Vatikan'ın kendini aklama propagandasından başka bir şey değildi.

İsmail Cem ise, yanına  Ecevit'in meşhur ekonomi bakanı Kemal Derviş'i de alarak yeni bir parti (Yeni Türkiye Partisi) kurdu. Partisi, tüm medyanın, özellikle de holding medyalarında büyük destek aldı. Daha doğrusu İsmail Cem'i gaza getirdiler. Gazete ve dergi köşelerinde, İsmail Cem ve Kemal Derviş övgüleri yer aldı. Bu övgüler, AKP'nin kuruluşuna kadar sürdü. İyi hatırlıyorum, tam AKP'nin kurulduğu gün, tüm medya önce İsmail Cem ve YTP aleyhine yazmaya başladı. Medya holdingleri aralarındaki tüm kavgaları bırakmış, her adımı ortak atar olmuşlardı. Gene o günlerde medyada bri Sebataycı avı başladı. Sebataycıların varlığı öyle bilinmeyen bir şey değildi. Kaldı ki eski başbakanlardan Adnan Menderes, kayınbiraderi ve bakanı Hasan Polatkan'ın (muhtemelen idam arkadaşları Fatin Rüştü Zorlu'nun ) bile Sabataycı olduğu konuşuluyordu. (Biliniyordu demeyeceğim) Genelde Balkan göçmeni solcular Sabataycılıkla itham edildi. Oysa Menderes ve Polatkan, Sabataycılığı dillere destan, İtthat ve Terakki'nin meşhur Doktor Nazım'ı ile de akrabaydı ve Menderes'in kayınpederi, tüm damatlarını idam edilmiş kayınpeder olmuştu. Solcuların yada Kürtlerin en ufak ve uzak soylarında gediklere arayanlar, bu duruma sessizdir. Tıpkı Albay Alparslan Türkeş'in Milli Birlik Komitesinde olmasına sessiz olmaları gibi.

İsmail Cem'den sonra saldırya uğrayan isim, dönemin süper kurtarıcı iktisat bakanı Kemal Derviş oldu. Tam AKP'nin kurulduğu gün, tüm medya, toplu halde Kemal Derviş'e saldırmaya başladı. Artık belli olmuştu ki medyo holdingleri ve o medyanın arkasındaki güçler, YTP'yi istemiyordu. Kemal Derviş ise yapacağını yapmış, ekonomiyi kurtaracağım diye zengin holdingleri tekrar zengin etmişti. Özelleştirmeler tekrar hız kazanmış, pek çok kamu malı, bedavadan ucuza el değiştirmişti. Tek başarılı işi, bankacılığı sıkı kurallara bağlamasıydı. AKP'nin ilk yıllarındaki ekonomik rahatlamanın ilk sebebi de buydu. Ama bu rahatlama en az beş sene sonra, yani seçimlerden sonra hissedilecekti. Turgut Özal ve Tansu Çiller dönemlerinde bankacılık mevzuatları gevşetilmiş, bankacılık başıboş kalmıştı.

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/07/turgut-nereye-kostu.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/04/tansu-cillerin-siyasi-tarihi.html

Medyanın ara ara bazı kişilere toptan saldırdığı gerçektir. Toplu saldırmalar yada savunmalar, onların masum olduğu anlamına gelmiyor. Bunu en başta söylemeliyim. Medyanın, hele de holding medyasının toplu sövgülerinin sebebi masum olması olmadığı gibi, toplu saldırılarını  sebebi de suçlu olması değildir. Hele de birden bire övdükleri kimseyi, aniden yermeleri de gariptir. Benim hatırladığım böyle ani övme ve yermeleri bir sıralayayım da, okuyanlar bir fikir edinsin. Seksenlerin ünlü bir dolandırıcıs vardı, Kemal Horzum. O dönem dijitalleşme olmadığı için, faks şifresi denen bir yöntemle devlete ait Halkbank'ı milyon dolar dolandırmıştı. Halkbank, hakkını savunacak avukat bulamıyor, Turgut Özal ile arası iyi olmayan Sabah gazetesinin avukatı devereye giriyordu. Malatyaspor tribünleri, En Büyük Horzum, Başka Büyük Yok, diye inliyordu. Derken Turgut Özal'a su,kast teşebbüsü, suikastçi Kartal Demirağ'ın Horzum'la ilişkisi, Horzum'un bitirilişi ve Malatyaspor'un, Özal'ın da Malatyasporlu olmasına rağmen küme düşmesi; medyada açıkça Horzum'u savunanların bir anda ona düşöan olması ile devam eden bir süreç oldu. Asil Nadir ise, Kıbrıs Türkü asıllı bir İngiliz milyarderiydi. Gene Turgut Özal'ın has adamıydı, Türkiye ve Kuzey Kıbrıs'ta büyük yatırımlar yapmıştı. Bunlardan en önemlisi Vestel'dir. Kendisi İngiltere'de tutuklanır tutuklanmaz (masum olduğunu iddia etmiyorum), bizzat kendi sermayesi ile kurulan gazeteler bile aleyhine döndü. Dördüncü olarak da bir ara TÜSİAD genel başkanlığını yapan Cem Boyner'de benzer şeyler yaşadı. 1994'de, bir grup liberal yazar-akademisyenle (bu kişiler için aydın yada entellektüel kelimesini kullanmak istemiyorum.)Yeni Demokrasi Hareketi diye bir parti kurudu. Parti 1995 seçimlerinde hezimet derecesinde az oy alıp, kapandı. Partiyi kuran isimler, genel başkan Cem Boyner hariç yoluna devam etti ve çoğu da 2002'de AKP'yi destekledi. İşin ilginç yanı, YDH ve Boyner'i parti kurmaya teşvik eden ve onu kışkırtan gazete ve gazeteciler (başta Hıncal Uluç olmak üzere - https://onbinkitap.blogspot.com/2022/08/hincal-uluc-tarzi-gazetecilik.html -), seçimler yaklaşında bir anda Cem Boyner'i yermeye başladılar. Yermek bir yana, topa tuttular. İşte Kemal Derviş'de, AKP kurulur kurulmaz, böyle topa tutuldu.

Aslında 2002'de AKP'ye oy kazandıranlar, Zaman gazetesi ve FETÖ başta olmak üzere tarikat medyası oldu. O zamanlar merkez medya denen holging medyasının işlevi seçmenleri eski partilerden vazgeçirmek oldu. ANAP, DYP , MHP, DSP gibi bir zamanların iltidar partileri baraj altı kaldı. En ağır darbeyi %21'den, %1.2'e düşen DSP ve Ecevit oldu. Aslında planda MHP'nin baraj altı kalması yoktu ama o da ekstra vurgun oldu AKP için. %35 oyla mutlak iktidar oldu. CHP ise %20 civarında kaldı. Deniz Baykal, herkesin sevmediği kişiydi. Ben o seçimde TKP'ye oy vermiştim.

2002 seçimleri, holdingler için yetersizdi, bu yüzden 2006 seçimleri ve 2010 yetmez aması için hazırlıklara girişildi. Bu da yeni bir yazının konusu.


29 Ekim 2023 Pazar

Türk Gençliğinin Ataya Cevabı

 


Ey Büyük Ata,

Varlığımızın en kutsal temeli olan, Türk İstiklâl ve Cumhuriyetinin sonsuz bekçisiyiz. Bu karar, değişmez irademizin ilk ve son anlatımıdır. İstikbâlde, hiçbir kuvvet bizi yolumuzdan döndürmeyecektir. Bizler, bütün hızımızı senden, ulusal tarihimizden ve ruhumuzdaki sönmez inanç ateşinden alıyoruz. Senin kurduğun güçlü temeller üzerinde attığımız her adım sağlam, yaptığımız her atılım bilinçlidir. En kıymetli emanetimiz olan, Türk İstiklâl ve Cumhuriyeti, varlığımızın esası olarak, eğilmez başların, bükülmez kolların, yenilmez Türk evlatlarının elinde sonsuza dek yaşayacak ve nesillerden nesillere devredilecektir. İstiklâl ve Cumhuriyetimize kastedecek düşmanlar, en modern silahlarla donanmış olarak, en kuvvetli ordularla üzerimize saldırsalar dahi, ulusal birliğimizi ve yenilmez Türk gücünün zerresini bile sarsamayacaktır. Çünkü, bu aziz vatanın toprakları üzerinde yetişen azimli ve inançlı Türk gençliği, dökülen temiz kanların ve Cumhuriyet devrimlerimizin aydın ürünleridir. Vatanın ve milletin selameti için her zorluğa iman dolu göğsümüzü germek, gerçek amacımızı olacaktır.

Ey Türk'ün büyük Ata'sı !

İstiklâl ve Cumhuriyetimizi korumak gerektiği zaman, içinde bulunacağımız durumlar ve şartlar ne olursa olsun, kudret ve cesaretimizi damarlarımızdaki asil kandan alarak, bütün engelleri aşıp her güçlüğü yenmek azmindeyiz.

Türk gençliği olarak özgürlüğün, bağımsızlığın, egemenliğin, cumhuriyet ve devrimlerin yılmaz bekçileriyiz. Her zaman, her yerde ve her durumda Atatürk ilkelerinden ayrılmayacağımıza, çağdaş uygarlığa geçmek için bütün zorlukları yeneceğimize, namus ve şeref sözü verir, kendimizi büyük Türk ulusuna adarız.

 

Türk Gençliği

NUTUK 19. BÖLÜM) (GENÇLİĞE HİTABE)

 


Muhterem Efendiler, sizi günlerce işgal eden, uzun ve teferruatlı beyânâtım, en nihayet mazi olmuş bir devrin hikâyesidir. Bunda, milletim için ve müstakbel evlâdlarımız için dikkat ve teyakkuzu davet edebilecek bazı noktalar tebârüz ettirebilmiş isem, kendimi bahtiyar addedeceğim.

Efendiler, bu beyânâtımla, millî hayatı hitam bulmuş farzedilen büyük bir milletin, istiklâlini nasıl kazandığını ve ilim ve fennin en son esaslarına müstenid, millî ve asri bir devleti nasıl kurduğunu ifadeye çalıştım.

Bugün vâsıl olduğumuz netice, asırlardan beri çekilen millî musîbetlerin intibâhı ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir.

Bu neticeyi, Türk gençliğine emanet ediyorum.

Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk cumhuriyetini, ilelebed muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetinin ve istikbâlinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. İstikbâlde dahi seni, bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahili ve harici bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklâl ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezâhür edebilir. İstiklâl ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bi'l-fiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahîm olmak üzere, memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlîlerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.

Ey Türk istikbâlinin evlâdı! İşte, bu ahvâl ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk istiklâl ve cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda, mevcuttur!