27 Nisan 2025 Pazar

ARKADAŞIM VELİ KARACA



 Bitmeyen Yenişarbademli anılarımı anlatırken, orada kaldığım süre içerisinde en yakın arkadaşım olan, köy enstitüsü mezunu, emekli öğretmen Veli Karaca'dan bahsetmem lazım. Kendisi ben daha doğmadan, 1973'de emekli olmuştu. 25 sene öğretmenlik, üç sene de gezici başöğretmenlik denen, bir çeşit ilkokul müfettişliği yapmıştı. Bana anlattığı şeylerin çoğu aklımda da olsa, bayağı bir kısmı da palavra içeriyordu.  Kendisi normalde yirmi beş yıldır emekliydi ve emekli maaşı ile geçiniyordu, yani kağıt üstünde öyleydi.  Kendisi köyde (köyümsü ilçede) mütevazi bir hayat yaşıyordu. İlçe dışına nadiren çıkıyor, ilçe içinde küçük bir motorbisikleti ile geziyordu, beraberken arkasına beni de alıyordu. Servetini ara ara ağzından kaçırıyor yada bile bile sızdırıyordu. Antika belge-eşya toplayıcısıydı ve bayağı bir antika kitap ve belgeyi, Süleyman Demirel Üniversitesi, İlahiyat Fakültesinin kütüphanesine bağışlamıştı. (Bunu not edin, yazının sonunda lazım olacak.)

Onunla tanışmamız, Belgelerle Yenişar'ın Tarihi adlı kitabı üzerinden oldu. Okulun edebiyat öğretmeni Ülkübey Özsoy'a, kitabın düzeltmelerini yaptırtmaya çalılıyor, Ülkübey'de buna yanaşmıyordu ve ben ilgileniyordum. O da sürekki okula, benim yanıma gelir oldu. Sonra motorbisikletiyle beni evine götürdü, onun evinde çalıştık. Karısı da yanımızda olurdu. İlk eşi öldükten sonra, bir daha evlenmişti. Kendisi o sıralar yetmişlerindeydi, ikinci karısı da tahminim ellisine yakındı. İlçe halkı Veli Karaca'yı pek sevmiyor, ondan korkuyordu. Karaca'nın çocukları ve torunları, Bademli, hatta Isparta dışında yaşıyordu. Pardon, bir kızı, ilçe encümen meclisi üyesi de olan emekli astsubay damadı da ilçede yaşıyordu. Onlarla pek az görüştüm.

Karaca'nın geçmişi ile ilgili pek az şey öğrendim. İlçe halkı ve hatta Yenişarbademli'nin eskiden bağlı olduğu Şarkikaraağaç bile tanıyordu onu ve lakabı kedi Veli'ydi. Bu lakabı da çapkınlığı yüzünden aldığını, kadına gitmek için öğrencileri sınıfta tek başına bırakıp, camdan çıkarak, kadına gittiğini anlatmışlardı bana. Bunu ona sorduğumda, Yenişarbademli'nin o zamanlar köyü olan Yenice mahallesinde öğretmenken, eşinin üzerine kuma almaya çalıştığını, bu da öğrenilince şubat tatilinde Şarkikaraağaç'ın, Bademli'ye uzak bir köyüne atandığını anlattı. Tüm öğretmenlik ve memuriyet hayatı, Şarkikaraağaç'ın sınırları içerisinde geçmişti. İlçenin üç köyünde öğretmenlik yapmış, son üç yılında da o yıllarda gezici başöğretmenlik denen ilk öğretim müfettişliği yapmıştı.  1973 yılının aralğında, 1.4'ü olunca, muhtemelen o dönemin ilçe milli eğitim müdürünün baskısı ile emekli olmuştu; çünkü emekli olduğu dün, Şarkikaraağaç ilçe milli eğitim müdürünü dövdüğünü söylüyordu.

Bütün bu karanlık yönlerine rağmen, orada yaşadığım süre boyunca kendimin ve arada bir Bademli'ye gelen annemin en güvendiği bir kaç kişiden birisi oldu. Buraya kadar anlatılacak bir sürü ayrıntıyı pas geçeceğim. Asıl konu,, bu dostumdan nasıl ayrı düştüğüm, tayinimle olmadı, tayinimden önce oldu. Askerlşk dönüşümden sonra,  ev ortağımın askerden dönüşünden önceydi. 2000 yılının kasım yada aralık ayı, baca temizleme maceramdan sonraydı. (Ev ortağım asteğmenlik yapmış, on altı gün de askerliği uzatmıştı.) Ev ortağım 2001 martının sonlarına doğru ve galiba Nisan başında gelmişti Bademli'ye. 

Konu annemin Bademli'ye son gelişi ve Veli Karaca'nın bana kurmaya çalıştığı tuzak, bunu anlatayım. Annemle beraber, Veli Karaca'nın evine, o ve ailesi de bizim lojmana gelip, gidiyordu. Kendisi uzun süredir bize gelmeyip, bizi kendisine davet ediyordu. Anneme göre sıra Veli Karaca'nın ailesindeydi, onlarsa gelmemekte ısrar ediyordu. Nedeni de bir gün aniden ve tesadüfen ortaya çıktı. Annem hamur açmak için daha büyük bir oklaya yada merdane almaya, lojmana yakın bir köylünün evine gitti. Orada konuşulanları duydu.

-Lojmandaki h(oooğlan)'ın annesi gelicekmiş de, virivirceklermiş.

 Meğer annem ve ben, eve geldiğimizde, kız ve ailesi de evde olacakmış, kızı da bana vermiş olacaklarmış.  Söz konuusu kız, 1999 depreminden sonra Gölcük'ten memleketine ailesi ile memleketi olan Bademli'ye göç etmişti. Bademli'nin kızlarının pek çoğu gibi erken gelişmişti ve bayağı uzun boyluydu. (Ben 1,72'yim ve hatırkadığım kadarı ile benim kadar uzun yada benden çok az bir şey uzundu) Görseninz lise 2. sınıf öğrencisi ve 15-16 yaşlarında demezdiniz. İşin kötüsü ilçeye gelir gelmez, ilçede yeni kurulan polis teşkilatından bir biri ile işleri karıştırmıştı. Polis memuru ile evlenmek istiyor ama polis buna yanaşmıyordu. Benimle evlendirip, problemlerini çözmek istiyorlardı anlaşılan.  Annem aceleyle Ankara'ya döndü, ben de o eğitim-öğretim yılının sonuna kadar Karaca^'nın evine gitmedim. O yıl, iki bin yılından önce göreve başlayanlar için zorunlu hizmetin kalkmış oması, o dönemlerin tayin-atama yönetmeliği gereği il içinde 2-il dışında 3 yıl dolmadan tayim istenememesi, Yenişarbademli'nin o zamanlar zorunlu hizmet bölgesi olmaması (2005'de zorunlu hizmeti il ve ilçeler bazına ilçeler bazında ayrı bir değerlendirmeye tuttular) ve sekiz aylık kısa dönem askerliğimin görevden sayılmaması sebebi ile, Isparta il merkezinin yanında,  Yalvaç'ı da yazdım. Okulların kapandığı gün de Veli Karaca'nın evine gittim ve süpriz; kız, anası, babası ve okuldan sınıf arkadaşı başka bir kız. Ziyareti kısa kesip, Ankara'ya döndüm.

Yaz tatilinde Yalvaç'a tayinim çıktı ve çok da iyi oldu. Yalvaç uzak ve sapaydı, Bademli halkının yolu pek düşmüyordu. Isparta ise il merkeziydi ve herkesin illa bir bağlantısı vardı. O günlerde yolluk ve evi toplama meseleleri içe bir kaç gün geçirdim. İlçeden bir an önce kaçmak ve bir daha (en azından fiziken) geri dönmek istemiyordum. O günlerde sokakta Veli Karaca'yı gördüm ve kızı başıma bela etmesin diye selam vermedim, sonra bunu okulda arkadaşlara anlattım. Taşındığım gün,  özellikle yanıma geldi, Sinan, Sinan diye bağırdı herkesin içinde.Ben de ellerimle gitme işareti yaptım, ondan uzaklaştım. 

Bademli'den Yalvaç'da tayin olan tek ben değildim. Okulun fizik öğretmeni Veli Kitiş'te tayin olmuştu.  Sohbette benim bu selma vermemei de sordu, ben durumu anlatınca, o da, o kadar zaman Bademli'de anlatmadığı bazı gerçekleri anlattı. Kendisi yıllarca, ta gezici başöğretmenliğinden itibaren çevre köyleri dolaşıp, evlerdeki antikaları ucuza toplayıp, ulusları piyasada satıyormuş, servetinin kaynağı buymuş. Hatta Süleyman Demirel İlahiyat'a kitap bağışının sebebi de, böylesi bir satışın açığa çıkmasıymış.

Aradan yıllar geçti, Yenişarbademli'nin adını internette ararken, bir Facebook göndersinde, Belgelerle Yenişar'ın Tarihi adlı kitabından alıntılar ve çoktan öldüğünü öğrendim. Kitabı kendi parası ile bastırmak yerine, belediye veya diğer devlet kurumlarında bastırmak için çok uğraşmıştı. Kitap şimdi Google'da dijital kitap olarak var ama ben almayacağım, zaten tüm düzletmelerini ben yaptım, pek çok yerini de ben yazdım.

İyi arkadaştı Veli Karaca ama gerçek dost değildi. Sayesinde Halil Cibran, Arif Nihat Asya ve pek çok yazarı tanıdım ama bana kumpas kurmaya kalkmayacaktı. (O zamanlar intetnet, Nadirkitap.com yada Kitantik gibi siteler yoktu. Hak Erenler kitabını aramak için sahaf sahaf gezdiğimi hatırlarım. İstanbul'da, köy enstitüsü mezunu emekli bir dahaftan, kitabın adını Ermiş olduğunu öğrenmiştim.)

22 Nisan 2025 Salı

SUSKUNLUK FAŞİZMİ 1

 


Sükut, ikrardan gelir derler. Her türlü zorbalık, en büyük desteğini susanlardan alır. Almanlar, bir yerde bir NAZİ konuluyor, 10 kişi (bu yüz yada bin de olabilir) konuşuyorsa, orada atın 11 (yada 101, 1001 falan) NAZİ vardır, derlermiş. Kötülüğe karşı susanlar, alkışlayanlardan daha kötüdürler. Alkışlayanların en azından ne olduğu bellidir. Susanların hem ne oldukları, hem de ne olacakları belirsizdir. Faşizm, zorbalık,  yükselirse desteklemeye meyillidirler. Susmaları, tehlikeleri görünmez yapar. Sessiz kalan aydınlar sayesinde, kitleler, diktanın yükselişini görmez. İktidara gelen diktanın ne kadar vahişleşebileceği de uzun süre fark edilmez.

Film yalanlarından en büyüğü, 2. Dünya savaşı, direniş yalanı (özellikle Fransız direnişi) ve Yahudileri saklama-koruma yalanıdır. Filmlerdeki gibi direniş olsa, Avrupa Yahudilerinin üçte ikisine, Dünya Yahudilerinim de yarısına denk gelen altı milyondan fazla Yahudi, katledilemezdi.NAZİ'ler, Yahudi düşmanlığını icat etmemişlerdi. Yahudi düşmanlığı, Roma'da, Hristiyanlıktan eskidir. Yahudi katliamı olan progromlar, iki yüz yıldan fazla boyunca devam edegeliyordu. Her progrom, Yahudilerin malına-mülküne çökmenin bir fırsatuydı, Nazi rejiminde de bu fırsat görüldü.

Egemenler, her zaman suskunluğunuzla yetinmez, özellikle konuşmanızı, desteklemenizi ister. Knut Hamsun'da, Nazi işgalini destekleyen açıklamalar yaptı.  Oysa Naziler, yıkılmaya çok yakındı. 2010 yılında, Tehlikenin Farkında mısınız reklamları ile alay eden liberal tayfa,  2010'da yetmez ama dedi. Daha sonra bu yaptıkları ile ilgili olarak çok az konuştular. Ölmüş bir yazar, en büyük enayiliğimdi dedi. Pek çok yetmez amacı da olayı saflığa verdi. Ben, taşra üniversitesi mezunu, sıradan ve hatta başarısız, yabancı dil bilmeyen ve yurt dışına hiç çıkmamış bir öğretmen olduğum halde, Hakim ve Savcılar Yüksek Kuruluna bakanlık müdahalesinin amacının,  yargının siyasileşmesi olduğunu anlamıştım. Benim zavallı Süleyman Demirel Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji bölümü diplomam, bu bir dönem her mevzuya toplu (tercihen en az yüz ve üzeri) imza veren aydınların bırakın üniversite, lise diplomalarında bile daha kıymetsiz. Siz, Ekrem başkanın kaydolduğu Yakın Doğu üniversitesine laf ediyorsunu ama o üniversitenin Türkiye dışındaki dünyada bir tanınırlığı var. O diploma ile Avrupa yada Amerika'da yüksek lisansa, doktoraya başvurabiliyorsunuz ve doksanlarda da başvurabiliyordunuz. Doksanlarda bu yeni kurulan üniversitelerin mezunlarını özel sektör, özellikle bankalar, işe almayacaklarını gazete ilanlarında beyan ediyorlardı. Hangi üniversitelerin mezunlarının, hangi bölümlerinin, bankaların uzman yada müfettiş yardımcıları sınavına girebileceği yazıyordu. Buna rağmen Isparta'dan,  Kocaeli, Mimar Sinan ve Hacettepe Sosyolojiye yatay geçişle gidenler olmuştu. O zamanların yönetmelikleri buna izin veriyordu. Halen de İstanbul'un tarihi liselerinin (Galatasaray, Kabataş Erkek, Pertevinyai vesaire) liselerinin diplomaları ve bakolarya belgeleri, bizim kıytırık üniversitelerin diplolamalrından kıymetli. Sizin bu günleri görmemiş olduğunuza inanmıyoruz.

İnsanlar, en büyük baskı dönemlerinde bile her şeye suskun kalmaz, bazı şeylere suskun kalır. Karl Pooper'ın Yahudi kökenli yada kökenlerinde Yahudi ataları olduğunu öğrendiğimde,  faşizmin, kapitalizm için gerekli bir kurum olduğunu anladım. Çünkü felsefe profesörü ve filozof olan bu kişi, Marksizmi eleştirmek için, 2 tuğla kalınlığında kitap yazmıştır. Açık Toplum ve Düşmanları adlı kitabın birinci tuğlası, Karl Marks ve onun felsefe hocası Frederic Engels eleştirlmiş. İkinci cildinde ise Popper'dan iki bin beş yüz yıl önce yaşamış, antik çağ Yunan filozofu Platon'u eleştiriyor. Komünizmi eleştirmek için, iki bin beş yüz yıl önce ölmüş Platon'u eleştimek, tıbbi bir konu ile ilgili olarak İbni Sina'yı eleştirmek gibi bir şeydir. İbni Sina pek çok konuda çağının ötesinde bir hekimdir ama sonuçta bin sene öncesinin hekimidir. Meşhur kitabı Kanun'da, ipe-sapa gelmez bir sürü bilgi ve tavsiye vardır. Kitabın anatomi bölümündeki canlı da insan değil, dişi bir orangutandır. Bütün bunlar, İbni Sina'nın kelam, fıkıh gibi dini bilimler, felsefe, mantık ve ilgilendiği diğer alanların yanında, tıp konusunda bir önder ve döneminin ufkunu açan deha olduğu gerçeğini değiştirmez. Platon için de bu geçerlidir. Bu gün bir yerlerde tesadüfen İbni Sina'ya ait bir tıp risalesi bulunsa, bilim tarihçileri ve felsefeciler kadar, doktorlar da heyecanlanır. Poper'ın, kendisinin Avrupa'yı terk edip, Yeni Zellanda'ya göç etmesine sebep olan faşizm, ırkçılık ve ayrımcılık ve bunların bilim dışılığı üzerine tek bir yazı yazmışlığı yoktur. Kendisi bilir ki, ırkçılık, faşizm ve ayrılıkçılık olmasa, kapitalizm yaşamayaz. Poper, o kadar kapitalisttir ki, Pinochet'in 1973'deki askeri darbesini, özgürlüğü yıkan güçlerin demokrasiyi kullanması sorunu ile ilgili bir makale yazıp, darbeyi de desteklemiştir

İnsanlar konuştıkları kadar, sustuklarından, gördükleri kadar, görmezden geldiklerinden de sorumludur.

18 Nisan 2025 Cuma

KÜRTLÜĞÜN SEFALETİ ÜZERİNE ÖZELEŞTİRİ



Eleştiri kolay, özeleştiri zor iştir. Bu blogta Türk milliyetçiliği aleyhine bir sürü yazı yazdım. Bunlar eleştiridir çünkü benim için Ülkücülük, bir gençlik hevesiydi ve bana yabancı bir ideolojiydi. Kürtçülüğü bir seçenek olarak bile düşünmedim. Evin içinde Kürtçe, sadece annem ve babam kavga ederken konuşuldu., dolayısı ile Kürtçe'yi bilmiyorum ve itiraf edeyim öğrenmeyi de düşünmedim. Esra ile tanışana kadar Kürtlüğümü unutmuş gibiydim. Ne demişler, kökenini sen unutsan bile, düşmanların unutmaz. Esra, hem Aleviliğimle, hem de Kürtlüğümle öyle uğraştı ki, ayrılık sonrası depresyon günlerimde ara ara aklıma dağa çıkmak geldi. (Neyse ki atlattım)

Bu yazıyı yazmama sebep, Nuri Dersimi'nin hatıraları oldu. Bu kitabı, Koçgiri isyanı ile ilgili son bir yazı yazabilmek için almıştım. Bu konuda kitap, benim için  hayal kırıklığı oldu. Koçgiri ve diğer isyanlarla ilgili olarak, Kürdistan Tarihinde Dersim adlı kitabımda yazdım deyip, kesip, atmış. Bu yüzden bu kitabı ayrıca okumam gerekti, bu yüzden Koçgiri yazımı, Dersimi'nin diğer kitabını inceleyene kadar erteledim. Nuri Dersimi'nin anıları ayrı garabet, kitabı yayına hazırlayanların açıklamaları ayrı garabet. Doksanlarda Ülkücülerin, Türkleri ve gözlerine kestirdikleri herkesi Türk yapma çabalarına benziyor. Dersimi'nin de aşireti, her Alevi aşiret gibi Horasan'dan göç ettiği iddiasında. Dipnota böyle yazmışlar. Horasan'daki beş aşiret, Çemişkezek denen büyük bir aşiretin parçalarıymış.  Çemişkezek ilçesi adını, Bizans imparatoru Çirmiş Kizak'tan alır. Dersşmliler çoğunluklar Zaza'yken, Horasan, daha doğrusu Meşhed civarındaki Kürtler, Kurmanci'dir. Diğer yandan Dersim tarihinde, Çemişkezek beyliğinin yeri önemli de olsa ilçe merkezi bugün büyük oranda Sünni ve sağcıdır. Hatta çok ünlü bazı Ülkücü şehitler, Çemişkezekli'dir. Bugünkü Tunceliler, Çemişkezek'i Tunceli'de, Çemişkezekliler Tunceli'yi kendilerinden sanmaz. Keban barajı yapıldıktan sonra, ilçenin ticareti büyük ölçüde Elazığ ile olmakta. Kitapta bu ve buna benzer bir sürü açıklama var. Kitabın bazı bölümleri boş bırakılmış, buralar okunamadı diyor. 1950'lili yıllar Suriye'sinde, bir kitapta, bazı bölümler neden okunmadı? Toprak alrında binlerce yıl sonra çıkan taş tablet değil ki bu! İki ihtimal var. Biri kitabı hazırlayanların sansürü (çünkü hassas konu, kitaba konu olan kişiler yaşamıyorsa bile, akrabaları yaşıyordur), diğeri de Türk istihbaratının (O dönemde adı Milli Amele Hizmetleri, kısaca MAH) kitabı piyasadan satın alarak toplatması. MAH'ın ve Türk istihbaratının ve diplomatlarının Ürdün'de (Şakir Paşanın torunu Fahrünisa Zeyd'in Ürdün kralının eşi olduğunu da hatırlayalım), Çerkez Ethem'in anılarını piyasadan satın alıp, toplattığını biliyoruz. Sonuçta BAAS döneminde de basılamayan kitabın, çok eski bir baskısı, zorluklarla, sahaftan bulunduğu için pek çok eksiği olabilir.

Kitabı bana Zeki Velidi Togan'ın anılarını anlattı. Togan'ın anıları gibi boşluklarla dolu ve yalanlarını kolayca sezebiliyorsunuz. Togan gibi ailesini terk edip, yeni alie kurmuş. İstanbul'a,  Veterinerlik okumaya geliyor ve baytar mektebine yazılıyor. 1914'de savaş başlayınca, askere alınıyor. 1916'da savaşın ortasında, Erzincan'da evleniyor. Bölgedeki aşiretlerle fazla samimi olunca, Trabzon civarına gönderiliyor. Gene 1916'da birden İstanbul'a dönüp, yarım kalan tahsilini tamamlıyor. 1918'de Kürt örgütleri ve Koçgiri beyi Alişir ağa ile iletişime giriyor. Sonra isyanlara karışıyor ve en nihayetinde ülkeden kaçmaya karar veriyor. Önce Yunanistan'a kaçak olarak gitmeye karar veriyor. Edirne'de bundan vazgeçiyor çünkü Türk hükümeti, Yunanistan'la sağlam bir suçlu iade antlaşması yapmış. Dersimi için tek yol,  Suriye'ye kaçmak. Bunun için önce Mersin'e gidiyor, sonra Kilis'e giderken, trende Osmanlı hanedan ailesinin avukatı ile tanışıyor ve onun yardımıyla Suirye'ye geçiyor. Orada da MAH'ın ve Türk diplomatları peşlinde bu yüzden bir süre Ürdün'e geçiyor, orada veterinerlik yapıyor, oradan da baskı görüp, Suriye'ye dönüş. Suriye'de önce nişanlanıyor, sonra evleniyor. Erzincan'daki eşe ne olduğu belirsiz.  En sonunda koca bir çiftlik satın alıp, köy ağası oluyor. Çiftçilik yapıp, kitaplarını yazıyor. Bu parayı da nereden bulduğu belirsiz. Yani Nuri Dersimi, göründüğünden daha karaknlık bir kişilik.

En başta, bana Zeki Velidi Togan'ı hatırlattı demiştim ya, dini görüşleri de Zeki Velidi'ye benziyor. Velidi, Sünni İslam merkezli bir Turan düşünürken, Dersimi'de Alevi bir Kürdistan düşünüyor. Oysa Kürtlerin'de büyük bir kısmı Sünni ve Türklerin içinde de önemli bir miktarda Alevi, Şii, Hristiyan, Budist vesaire inançtan kişiler var. Togan ile Dersimi, sağ el-sol el gibi, birbirleri ile hem ters, hem aynı. Her ikisinin birbirini tanımamış, muhtemelen varlığını bile bilmem,ş olması ise ayrı konu.

Son aylarda, Türk faşismi ile Kürt ayrılıkçığı, ideolojik sefalette birleşmiş. 2010 yetmez ama referandumunda, pek çok eski komünistin, komünizmle mücadele başkanı hoca efendi ile bir araya nasıl geldiğini sorguladım ve hepsinin de ihanet içinde olduğuna kanaat getirdim. Benim gibi dil bilmeyen, sıradan bir öğretenin fark ettiği şeyleri,  bu aydınların bilmemesi imkansızdı. Benim bildiklerim kadar, onların unutmuşlukları vardı. Bu hoca efendilerin, demokrasi istemedikleri açıktı. Nitekim referandum sonuçlarından hemen sonra iktidarın ilk terk ettikleri bu solcu (?) liberal aydınlar güruhu oldu. Şimdi ise DEM parti, Tansu Çiller ile aynı safta. Çiller'de, reise sahip çıkın diyor. Nir şeyi tekrar yaşamanın tek yolu, olayları unutmaktır. Ben, Türklerin hafızası zayıf, daha önceki çözüm, ateşkes, Habur, 33 şehit olaylarını unutmuş  diyordum, Kürtler daha beter çıktı. Tansu Çiller'in, kurşu atan da yiyen de şereflidir sözlerini, örgüte yardım eden işadamlarını biliyoruz sözlerini, Sapanca-Düzc Hendek ölüm üçgeninde araziye ölüleri atılmış, Kürt zenginlerinin ölülerini unuttunuz mu? Çiller, partisi DYP'nin, güneş görmüş kar gibi erimesini göze alarak, ortada Kürt zengin bırakmadığını unuttunuz mu? Sonunuzun yetez amacı, eski Kominist, yeni Liberalist aydınımsılar gibi, hatta daha kötü olacağını görmüyor  musunuz? Can Atalay'ı hukukusuzca hapiste tutanların,  ülkede barış yada terörün bitmesi gibi bir derdi yoktur. Bu seçim dönemini de atlatalım derdi vardır. Dönemi atlattıktan sonra, gözü açılan kör gibi, önce değneklerini kıracaklardır.

Kürt toplumunun pek çok sorunu var, mesela kaçak elektirik sorunu. Koca bir toplum, neden elektirik hırsızlığını kendisine hak olarak görüyor ve Kürt aydını denen pek çok kişi de bunu onaylıyor. Diğer bir sorun  da, Kürtçe'in önce moda, sonra demode olması, her nesilde Kürtçe bilen çocuk sayısının azalması. Kürtçe öğrenmeden büyüme akımı sadece büyük şehirlerin, memur çocuklarının yada Alevi ailelerin değil, Diyarbakır, Siirt, Ağrı gibi illerin de sorunu. Normalde tersi olur. Ayrılıkçı-bölücü örgütler ortaya çıktığında,  o azınlık arasında ana dile dönme, egemen ulusun dilini terk etme yaygınlaşır. Kazım Karabekir anılarında, Van isyanını duyduğundaki şaşkınlığını anlatır. Çocukluğu yani on küsur yıl öncesi Van'da geçmiştir ve Van ile civarındaki Ermeniler, Ermeniceyi unutup, Türkçe'ye geçmiştir. Pazar vaazları, nikah törenleri, baştan sona Türkçe'dir. Oysa bir kaç yılda bağımsızlık için isyan etmişlerdir. Diğer yandan Ermeniler, Ermenice, Türkçe, Kürtçe de yazmış olsa,  ozanlarına, müzisyenlerine değer vermişler, onları baştacı etmişlerdir. Türkler, mezhep  öfkelerine rağmen (Türk saz ozanlarının çoğu Alevidir) ozanlarını el üstünde tuttu. Dengebej Şakiro'yu kaç kişi biliyor? Bilenler de Özcan Deniz'in amcası olarak biliyor. İzmir'de, yoksulluk içinde ölmesi bir yana,  eserlerinden toplama bir CD bile yok. 

Kürt kültürü, Türkiye için söyleyeyim, gizli bir yıkım ve çürüme içinde.

13 Nisan 2025 Pazar

BİR BURSA MASALINA EK



 Kısa bir yazı daha ekleyeceğim. Konusu Bursa'da geçen bir masal vardır.  Orhan Gazi zamanında, zenginin biri, Bursa şehrine bir çeşme yaptırmış. Üzerine de kocaman bir taş kitabe diktirmiş, MÜSLÜMANA HARAM diye yazan. Müslümanlar da, Müslüman bir ülkede, Müslüman birinin  böyle yazdırmasına kızıp, Orhan Gazi'ye (o zamanlar Osmanlı henüz beylik) şikayet etmişler. Orhan Gazi'de bu adamı huzuruna getirmişler, Orhan Gazi'de, neden böyle bir şey yaptığını sormuş adama. O da, Müslümanların alimlerine sahip çıkmadıkları için böyle yaptığını söylemiş. Bunu da ispat edeceğini söylemiş ve Orhan Gazi'den, Hristiyan bir alimi-din adamı zindana atmasını istemiş.Orhan Gazi bunu yapar yapmaz, tüm Hristiyanlar ayaklanmış, isyan etmiş, Orhan Gazi, işin daha fazla büyümemesi için adamı serbest bırakmış.Ardından da aynısını bir Yahudi din adamına-alimine yapmış, bu sefer de Yahduiler ayaklanmış ve adam serbest bırakılmış. Şimdi bir Müslüman alime yap demiş, Orhan Gazi'de ünlü bir Müslüman din adamını zindana atmış. Hayret, Müslümanlardan hiç ses çıkmamış. Hatta o alim iki seneye yakın zindanda kaldığı halde, doğru dürüst bir tepki olmamış. Bu çeşme de Müslümana Haram çeşmesi olarak kalmış.

Bu hikayeye masal diyorum, çünkü daha emekleme devrindeki küçücük Osmanlı beyliği de olsa, ülke yöneticisinin böyle birini dinlemesi ve dediklerini yapması, sırf deney için masum Yahudi ve Hristiyan din adamlarını hapse atmaz. Diğer yandan hikayenin gerçek bir yönü de olmasa, böyle dilden dile dolaşmaz, günümüze de gelmez.

Ben de bu iktidar değiştiğinde, yani o günleri görürsem ve cebimde de param olursa, sadece CHP'liye helal çeşmesi yaptıracağım. İmamoğlu tutuklandıktan sonra iktidar bloğuyla ciddi ve uzun süreli bir mücadeleye girdi, hem de açıkça meydan okuyarak. Ümit Özdağ, Antalya'da yaptığı bir konuşma nedeyle Ankara'da tutuklanıp, İstanbul'da hapse atıldı. İddanamesi yetmiş sekiz gün sonra yazıldı. Zafer Partililerden ne gibi bir tepki gördünüz? DEM partisinin bir sürü belediyesine kayyum atandı, Demirtaş, yıllardır ceza evinde. Demliler, Kobane olaylarında iki gün ortalığı yangın yerine çevirdiler ama uzun vadede ciddi bir direnişte bulunmadılar. Bence bu masala ek olarak, CHP'li olmayana haram (ya da yasak) diye çeşme de yapılmalı.  

10 Nisan 2025 Perşembe

PARSEL PARSEL İRAN VE AMBARGOLARIN SEBEBİ

 



Dünayda yıkılan son monarşi, 1979'da İran İslam Devrimi ile yıkılan Pehlevi (İranlılar Pahlavi diye telaffuz ediyor, bu ayrı konu) hanedanlığıdır. Bu hanedanlık aslında son kurulan hanedanlıktır. Pehlevileri düşüren olayların ayrıntılı olarak anlatacak yada analiz edecek değilim. Bloğum Vikipedya değil ve ben tarihçi değilim. İran tarihi ile özel olarak ilgilenmiyorum. İmamoğlu protestolarından sonra, iktidar-A.B.D ve muhalefet ilişkilerinin, Şah'ın son dönemlerine benzediğini düşünüyorum.

Rıza Pehlevi'in 12-16 Ekim 1971'de verdiği partiyi anlatmazsam olmaz. İran şahlığının kuruluşunun 2500. yıl dönümü, yani Akamenid (Pers) imparatoru Kiros'un tahta çıkışının  2500. yıl dönümü kutlamalarıdır. O dönemim parası ile 390 milyon dolar, tahminen üç olimpiyat düzenlenecek  kadar paradır. Bu parti için Şiraz'a havaalanı yapılır, Şiraz ile antik Persopolis şehri arasına otoyou yapıldı. Parti yada festival diyebileceğimiz 5 günlük etkinlik için, Persopolis yakınlarına, onlaca kral-kraliyet ailesi, yüzlerce devlet başkanı-teösilcisi için devasa bir çadırkent kuruldu. Misafirlerin mücevherleri için bir yeraltı sığınağı inşa edildi. Etkinlikte bin iki yüz şişe viski, iki bin beş yüz şişe şarap (köpeköldüren değil, elli sene yıllanmış Bordo şarabı), yüzseksen kilo siyah hazar havyarı da dahil çoğu Avrupa'dan getirilein elli bin ton gıda. Festival alanı yılan ve akrep yatağı. Binlerce yılan, kavanozlara konuyor, alan ilaçlanıyor. Araziye, Fransa'dan getirtilen binlerce ağaç ekiliyor, elli bin kadar kuş da ortama salınıyor. Kuşların hepsi, Şiraz'ın çöl ikliminde üç günde ölüyor. Tören için Paris'te bir lokanta, iki hafta boyunca kapalı kalıyor. İki bin tır ve üç yüz uçakla Avrupa'dan malzeme geliyor. Yüz seksen garson kiralanıyor.

Tören, Ahamenişlerin ilk başkenti Pasagrad'da, İtan halkının Cemşit dediği Kiros'un mezarının yanıbaşında başlıyor. Pehlevi burda Kiros, sen rahat uyu, biz uyanığız diye söze başlayıp, Kiros, Kiros diye bağırdığı bir nutuk attı. Sonra tantanalı bir geçit töreni, İran tarihinin kostümlü bir geçidi yapıldı. Ardından beş günlük bir davet, eğlence festivali, beşinci gün Tahran'ın simgesi ve İslam devriminden sonr adı Humeyni kulesi olarak anılan kulenin açılışıyla bitti. Bu beş gün boyunca, davetliler eğlensin diye sabaha kadar açık bir kumarhane bile vardı.

Anlat anlat bitmeyen bu tantanada Türkiye'yi dönemim cumhurbaşkanı Cevdet Sunay temsil etti. Sunay, genelde onca tantanada, arkalarda ve göze batmamaya dikkat etti ama gene de küçük bir sıkandala sebep olmadan duramadı. Şah, konuklarının önünden, herkesin birer tane alması için değerli taş dolu bir sandık geçirdi. Konuklara bu tantanaya katıldıkları için rüşvet vermişlerdi. Sunay, bir de kızı için almıştı. Türkiye'ye dönünce İran devleti, ikinci mücevheri resmi yazı ile geri istemişti. Sunay'da, cumhurbaşkanı olmuş, senatör olmuş, genelkurmay başkanlığına kadar subaylık yapmış ama prtokolü öğrenememiş, o da ayrı konu. Protokolde sana ikram edilen tatlı yada şekeri, bir de çocuğuma götüreyim diye fazladan alıp, cebine koymazsın. Öte yandan bu hediye sana değil, makamına, yani cumhurbaşkanlığına ait.

Bu saçma tantananın amacı, İran halkına, iki bin beş yüz yıldır monarşi ile yönetiliyorsunuz, bundan sonra da monarşi ile yönetileceksiniz mesajı vermekti. Ters tepti, hatta Kiros (Kuraş yada Kubat olmalı)'a karşı söylediği tumturaklı söylev bile alay konusu oldu. Kiros, sana söz veriyoruz, ülkeyi mahvediceğiz. Kiros, sana söz veriyoruz, petrol parasını lüks için harcayacağız.

Bu saçma şenlik, Pehlevi hanedanlığının yıkılışına giden en önemli halkalardan birisi, belki de birincisiydi. Pehlevi hanedanlığının böyle bir gösteriye, daha doğrusu en büyüğü bu olmak üzere gösterilere bulunma sebebi sadece şımarıklık ve gösteriş sevdası değildi. Aslında sorun, Pehlevi hanedanlığının kurucuusu (Bu hanedan sadece 2 şah gördü ve yaklaşık elli beş sene sürdü.) Rıza Pehlevi'nin 1925'de iktidara gelişindeydi. Onu iktidara getiren, Tahran'ı işgal eden dört bin kadar askeri değildi. Bir tuğgeneralin iktidara gelmesini sağlayan sadece kendi karizması değildi. Aslında Pehlevi hanedanlığı, sonradan aldıkları Pehlevi soy adıyla bile alay konusuydu.  1906'da İran'da daOsmanlı'da olduğu gibi Anayasa hareketi çıkmıştı. İran'da da Kaçkar hanedanı, ülkeyi yönetemiyordu ve ülkede cumhuriyet istekleri vardı. Aristokrasi için bu tehlikeydi ve çözüm de yeni bir hanedan sülalesi kurmaktı.

Bu hanedanlığı kurmanınn diğer bir nedeni de, İran aristokrasisinin petrol parasından daha çok pay almak istemesiydi. Pehlevi ailesi, her ne kadar şah, şahlar şahı ve bilumum soyluluk ünvanları alsa da, gerçekte BP  ve Exon şirketlerinin, İranlı yerel bir memuruydu. BP, ilk olarak Anglo-Persian yani İngiliz-İran petrol şirketi olarak kurulmuştu. Baba, Şah Rıza Pehlevi,  bir kere İngilizlere karşı çıktı. Rusya'ya, İran üzerinden yardım edilmesine karşı çıktı. İngiltere ve Rusya, yandaş subayları aracılığı ile ülkeyi kolayca işgal edip, baba şahı tahttan indirdi ve sürgüne gönderdi. Oğlu olan Muhammed Rıza Şah Pehlevi ise, Amerika ve İngiltere'ye hiç karşı çıkmadı. İngiltere ve Amerika'ya karşı çıkan başbakanı Musaddık yüzünden bir süre yurt dışında yaşadı, ona Amerikan usulü komplo düzenledikten sonra ülkesine geri döndü. Rıza Pehlevi batıyı, batı da Rıza Pehlevi'yi sonuna kadar destekledi. Şah'ta  BP ve Exon'u zengin etti, çok büyük karlar ettirdi. Bu karları da büyük ölçüde kendisine ve kendi etrafındaki aristokrasiye ayırdı. Sosyal medyada gördüğünüz batılılıaşmanın  amacı, ülkeye yerleştirdiği batılıların rahat yaşaması ve yatırım yapması içindi.

Bütün bunların sonucunda Şah'a karşı en başından itibaren çok kuvvetli bir muhalefet ve bu muhalefete karşı acımasızca saldırı vardı, hemde zor hayal edilir şekilde.  Göstericileri jopla yada su ile (Toma zaten icat edilmemiş.) değilde, doğrudan yaylım ateş ile dağıtıyor, İran ordusu. İstihbarat teşkilatı ve siyasi polis teşkilatı olan SAVAK'ı doğrudan CİA ve MI6 yönetiyor ve eğitiyor. Muhalif kız öğrenciler, sınıflarda ve arkadaşlarının gözü önünde cinsel tacize uğruyor. Zindanlarda mahkumlar bazen sadece su verilerek, açlıktan öldürülüyor. Televizyon-radyo-gazete, matbaaa, ne varsa Şah ve devletin emrindeydi. TUDEH denen solcu örgütün, taşbaskı yada yetmişler teknolojisi fotokopi ile ürettiği basılı şeyler var. Humeyni'nin en önemli propaganda silahı telefon. İran telekomünasyon kurumunda Humeyni'nin adamları çok örgütlü. Kendisi Irak'ın Necef kentinden, her cuma telefonla, camilerde, hem de onlarca-yüzlerce camide aynı anda vaazlar veriyor. İslam devriminin ana ideoloji kitabı Tahrir el Vesile dahil, pek çok kitap da yazmış. Şah 'da dini kullanıyordu, kendisine Allah'ın yer yüzündeki gölgesi (Sayeh eh Hodah) ve Şia'nın kılıcı ünvanlarını veriyordu. Şah'ın muhalifleri, yurt dışında da güvende değildiş, CIA, MI6 ve bilumum NATO  destekli istihbarat örgütünün desteğini arkasına alan SAVAK, Ali Şeriati ve pek çok ünlü muhalifine suikast düzenletmişti.

Bütün bunlara bir de Şah, lenf kanseri olmuştu ve çocukları daha ufaktı. Karısını Şahbanu ilan etti, bu İran tarihinde ilk ve tek olacaktı. Bunun sebebi de karısını, çocuklarına şah naibi atayabilmekti. Öldükten sonra başka bir Şah naibi,  Şahlığı ortadan kaldırabilirdi. Oysa kendi şahlığının da sonu gelmişti. Şahbanu da, bunu halka kabul ettirebilmek için, Eva Peronculuk oynayıp, bol kamera görüntülü fakirlere yardım turları düzenliyordu.

Şahın belini büken, Tahran, büyük çarşı esnafının da muhalefete katılması oldu. Çarşı esnafı da, Humeyni yandaşı olunca, ekonomi tamamen öldü. Bir noktadan sonra askerler, subayları dinlemez, halka ateş açmaz, havaya ateş açar oldu. Eylemler de durmadan artıyordu. Yavaş yavaş subaylar, hatta generaller ve bazı aristokratlar da şahı terk etmeye başladı. Şahın buna karşı yapabildiği, diplomatik baskıları arttırarak, Humeyni'yi, 13 yıldır yaşadığı Irak'tan ayrılmasını sağlamaktı. Humeyni'de, sürgündeki son üç ayını Fransa'nın başkenti, Paris'te geçirdi. Gösteriler o kadar yaygınlaştı ki, sarayın duvarlarına yazı yazılması bile normaldi. Bir gün Şah, yemek masasında, Şah'a ve kraliçeye ölüm yazısını görür ve artık gitmesi gerektiğini anlar. Amerika ve İngiltere, Şah'ın kendisinden bile sonra Şah'dan vazgeçemedi. Şah, Amerika'dan daha Amerikancıydı. Ülkedeki Amerikan askerelerini yargıdan muaf tutmuştı, tam kapütülasyon sistemi.

Amerika ve İngiltere, Humeyni ve adamları arasında kendisine yandaş aradı, Şah'ın verdiği onlarca ayrıcalığı korumak istiyordu. Humeyni ise, kurduğu rejimin devamı için bu şirketleri kovması gerektiğini biliyordu. İran petrolleri, yedi kız kardeşler denen petrol devlerinin (İsimlerini tek tek yazmaya üşendim, Wikipedya hazretlerine sorabilirsiniz) son kalesiydi. 1972 petrol krizi ile önce Fransız Elf, Total ve İtalyan Eni başta olmak üzere pek çok yeni şirket oyuna girmiş, bu dördü Amerikalı, ikisi İngiliz, biri Hollandalı yedi şirket, birleşe birleşe dörde düşmüştü. Amerika'da bunun acısını çıkarmak için Saddam Hüseyin'i, İran'ın üzerine saldırttı. İran-Irak savaşı 8 sene sürdü.

Şah'ın amacı, 1953'de oduğu gibi kumpas ve baskı ile muhalefeti bastırmaktı ama artık çok geçti. İki hafta geçmeden İran'a dönen Humeyni, on milyondan fazla olduğu söylenen devasa bir kalabalığın karşılaması ile İran'a geldi. Şah'ın son hükumetine ve yandaşlarına beddualar ederek, idareyi ele aldı. Şah'ın Amerika'ya ameliyat olarak gitmesi, İran'lı gençlerinAmerikan büyük elçiliğini işgal edip, elçilik personelini bir yıldan uzun süre rehin alınmasına yol açtı. Sonrasında şah, ülke ülke gezdi. Çölün ortasındaki şenliğine davet edip, cebine mücevher sıkıştırdığı krallar-kraliçeler veya devlet başkanları onu kabul etmedi. Enver Sedat'ın yanında sığınmacı olarak son günlerini geçirdi. Şahın bir çocuğu intihar etti, bir çocuğu aşırı doz kokaimden öldü.

Buraya kadar anlattıklarımdan eksik yada yanlış olabilir, İrn tarihi uzmanı falan değilim. Sonuçta katliamlar, kumpaslar, Amerikan-İngiliz desteği, itibardan tasarruf etmemeler falan, çürüyen bir rejimi kurtaramadı. Yerine daha iyisi de gelmedi yada en azından bizim Türkiye'den gödüğümüz bu şekilde. Her ciddi devrimde olduğu gibi bu devrimde de çok kişi asıldı, zindanlarda çürüdü ve yurt dışına kaçtı. Pek çoğu da Türkiye'ye kaçtı. TÖMER, 1984'de Türkiye'deki İranlılara Türkçe öğretmek için kuruldu ilk olarak. İranlı mülteciler kısmen varlıklıydı. Pek sefil olmadılar, çok fazla suça karışmadıkları gibi, Türk halkına da karışmadılar. Seksenlerde ve doksanlarda moda olan, kapı kapı dolaşıp, eşya satma işi yaptıklarını hatırlıyorum.

İran'a yıllardır uygulanan ambargoların asıl sebebi, Humeyni ve sonraki İran iktidarlarının, Şah'ın kapütülasyonlarını ve tahkim mahkemelerini tanımamasıdır. 

4 Nisan 2025 Cuma

27 MAYIS'IN TEK SUÇLUSU MENDERES MİYDİ?



 27 Mayıs askeri darbesi ile çok şey yazılmıştır ama bu yazdığım belki de herkesin gözünden kaçmıştır yada fark etmişse ve yazmışlarsa, ben bilmiyorum. Başlıktan da anlaşılacağı üzere, meşhur Yasssı Ada mahkemeleri ve sonraki dönem anlatılarının hep Adnan Menderes'in şahsına kilitlenmesinden bahsedeceğim. Menderes ile ilgili konularda konularda yolsuzluk iddiaları, örtülü ödenekle sınırlı. Menderes dönemi, önemli alt yapılar ve bayındırlık dönemidir de, pek çok ihale olmuştur. Örtülü ödeneği bu kadar fütursuzca harcayan şahsın, ihaleleri incelenmemiştir bile. 27 Mayıs darbesi sonrası aylarca süren mahkemeler, büyük ölçüde Menderes'in şahsi hayatı boyunca yaptığı zamparalıklar konu edinilmiştir. O dönemin Türk halkı, şimdikinden daha erkek egemen olduğu için, bu konularla ilgilenmemiştir. Zamparalık demişken, İstanbul il emniyet müdürünün karısı ile cima ederken, kocayı kapıda bekçi yapan Menderes, o kadar iş verdiği müteahitlerden bir isteği olmamışmıdır?

Diğer Demokrat partililer pek tartışılmadığı gibi, idam edilmeyenler de iki sene kadar Kayseri'de hapis yattıktan sonra salıverildiler. Darbe yönetimin daha doğrusu darbede etkin her iki cuntanın (Darbeyi yapan Milli Birlik Komitesi ve darbeden sonra etkili olan Silahlı Kuvvetler Birliği) etkin olduğu dönemde Adalet Partisi ve Demokrat Partinin devamı olduğunu söyleyen diğer partiler kuruldu. Demokrat Partiyi, 27 Mayıs'ın emekli ettiği bir general olan Ragıp Gümüşpala kurdu. Demokrat parti, 1962'de iktidar ortağı, 1965'de tek başına iktidar oldu. Kesintilere rağmen 1980'e kadar Adalet partisi çoğu kez iktidardı ve bürokratların çoğu da Adalet partiliydi. 

27 Mayıstan sonra, EMİNSU'lar denilen ve zorla emekli edilen subaylar haricinde, bürokraside değişiklik olmadı.  Ticari yapı da pek değişmedi. O efsanevi anaysa,  12 Mart 1971 muhtırasından önce bile epeyce budanmıştı, 12 Eylül 1980'e kadar budanmaya devam etti.  12 Eylül'de tamamen yok etti. 27 Mayıstan hatıra iki kurum olan OYAK, Özal tarafından, Anayasa Mahkemesi de yetmez ama referandumunca battal edildi.

Olan, birbirine akraba üç politikacıya oldu.

3 Nisan 2025 Perşembe

TÜSİAD'I TANIYALIM



Hazır iktidarla arası bozukken, ülkemizin zenginler klübü hakkında içimi dökeyim, geçmişi deşeyim. 1971'de kurulan bu dernek, altı yüz kadar üyesiyle, ülke sermayesinin yarıdan fazlasını oluşturur. Kuruluşu 12 Mart  1971 muhtırasının hemen ertesinde (2 Nisan 1971) olması tesadüf değildir. DİSK'in kapatılma davasına karşı, 16-17 Haziran 1970 İstanbul işçi isyanı da bu örgütün kurulmasında önemli bir etkendir. Burjuva sınıfı olaak rahatının bozulacağını hissetmiş, siyasete ve topluma örgütlü olaak müdahale etmesi gereğini anlamıştı. TÜSİAD'ı kurmaya iten asıl sebep, efendilernini istekleridir. Çünkü TÜSİAD üteleri burjuvadan çol komprador, yani işbirlikçilerdir. 

En basitinden otomotiv sanayini ele alalım. Ülkemizin neden bir otomobil markası yok? TOGG denen şey, cumhurbaşkanlığı makamının Borcam'ı, yani hediyelik eşyası oldu. (Aklıma gelmişken,  Borcam denen şey, ne işlevsiz bir şeydir. Isınmaya zannedildiği kadar dayanıklı olmadığı gibi, ani soğuaya hassastır, birden çatlar. Her tarafı ısındığı için kulbu eldivensiz tutulmaz. Ancak ısıtılan yemeğim, masaya sıcak ve şık servisini sağlar. Diğer bir konu da, siz hiç İsveç kralının Volvo, İspanya kralının Seat, İngiliz kraliçesinin Benyley hediye ettiğini gördünüz, duydunuz mu? ) Pek çok otomotiv parçası (mesela dünya çapında fren başatalarının  üçte ikisi Türkiye'de üretilmekte) ülkemizd3e üretilirken, ülkemizde motor üretilmemesi, ilginç değil mi? Koç holding, 1961'den beri otomobil üretiyor ama dünya çapında bir tane bile otomobil markası yok. Dünyaca meşhur Kore markaları, Koç'tan onlarca sonra üretime başladı. Hatta bu holding, sanayiciliğe otomotivle başladı. Yetmiş yıldan uzun zamandır otomotiv sanayiciliği yapan Koç grubunun, uluslar arası bir otomotiv markası, traktör, kamyon, kamyonet markası yok ve edinmeye de niyeti yok. Aslında üretmeye de niyeti yoktu, disbürütörlük, yani bayilik ona yetiyordu. 27 Mayıs'ta gaza gelen bir grup devlet mühendisi, yerli araba üretmeye teşebbüs etmeseydi, üretmeyi de düşünmüyorlardı. Şimdi siz bu satırların sayın okuyucularım, Devrim Arabaları ile ilgili pek çok şey duymuş, okumuş ve hatta filmini bile izlemişsinizidir.  Ben şimdi tüm hepsini yalanlıyorum. O araba gayet iyi çalışıyordu. Alaska senatörü Ernest Gruening'e takdim edildi, mart 2025 itibarı ile videosu da var. Linkini de ekliyorum: 

https://www.youtube.com/watch?v=YfuicNUdswk

Videonun altındaki açıklamaları tercüme edin, Devrim adını açıkça okuyacaksınız. Bu araba, Türkiye'nin cumhurbaşkanı ve Türk halkından önce, Amerikalı senatörlere takdim edilmiş, senatör bey gezmiş, dolaşmış, incelemiş, sonra da otomobil rafa kaldırılmış. Yerli ve milli işletim sistemimiz Pardush'da, benzer bir şekilde rafa kaldırıldı. Aselsan'ın cep telefonunu da unutmayalım. Türk sanayisinin, beyaz eşyada kendi markasını üretmesi, Vestel'le başladı. Koskoca Arçelik, başlangıcın da Alman AEG'nin fason üreticisi ve AEG Arçelik'ti. Vestel, hem diğer Türk markalarının oluşmasını sağlamış, hem de Asil Nadir'in sonunu hazırlayan nedenlerden biri olmuştur. TÜSİAD, komprador topluluğu olarak efendilerine sadıktır. Kurulduktan sonra da Türkiye cumhuriyetini, efendilerine göre şekillendirmişlerdir. (Şu günlerdeki çatışmasıyda geçicidir.)

Kurulur kurulmaz, sol hareketler ve sosyal demokrasiye karşı mücadele vermiş, 1971-80 arası, seksen öncesi denen dönemde, sola karşı sağı bazen gizlice, bazen de açıkça destekledi. 1974'de Adalet Partisi ve diğer sağ partiler, seçimin birinci partiasi CHP ile koalisyon yapmıyordu. Kıbrıs'ta durum acildi. Bu sebeple MSP (Milli Selamet Partisi, Necmettin Erbakan başkanlığında) ve CHP, kısa süreli ve Kıbrıs harekatı mesaili bir koalisyon yaptı. Sonra sol iktidara gelmesin diye arka arkaya Milliyetçi Cephe koalisyonları yapıldı. 1977'de CHP, yüksek oy oranına rağmen, meclisin salt çoğunluğundan uzaktır ve hiç bir parti CHP ile koalisyon yapmıyordu. Derken meşhur Güneş Motel olayı, on adalet partili vekilin, bakanlık koltuğu karşılığında CHP hükumetine evet demesi oldu. Bu olaydan sonra TÜSİAD'ın CHP ile savaşımı sert oldu. O dönemin en etkili gazeteleri Hürriyet, Milliyet ve Günaydın'ın satın alamadıkları için,  paralı ilanlarla iktidara saldırdı. Hem CHP'yi, hem de bu gazeteleri de hedef almıştı. Bu gazetelerden Milliyet, 12 Eylüle günler kala, baş yazarı ve yayın yönetmeni Abdi İpekçi'yi öldürmesi ile TÜSİAD üyesi Aydın Doğan'a satıldı. Uzun yıllar medya patronu olacak, hatta bir  ara gazete ve dergilerin üçte ikisine sahip olacak olan Aydın Doğan'ın medya patronluğu da böyle başlayacaktır. TÜSİAD'ın Simavi kardeşlerle savaşı daha sonrayadır. Öncelikle CHP iktidardan düşmeli, sonra da iktidara bir daha gelmemesini ve solun bütünüyle ezilmesini sağlamalıydı. Bunun içinde 12 Eylül darbesi öncesi, CHP'nin zor bela kurduğu hükumetin düşmesini sağlamalıydı. Sadece gazeteye verdiği paralı ilanlarla olmazdı. Piyasaya mal sürülmedi, tonlarca mal depolarda bekledi ve bugün sağcıların ağızlarını şapırdata şapırdata  anlattığı tüp, ekmek, yağ kuyrukları oluştu. Ardından cumhuriyet tarihinin en büyük Alevi katliamı olan Maraş Progromu geldi. Sağcılar, solculara karşı saldırılarda vites yükseltmiş, bunu da iktidar olan ama muktedir olamayan CHP hukümeti döneminde yapmıştı. Ardından Güneş Motel'de transfer edilen Tuncay Mataracı'nın rüşvet soruşturması, istifa, meşhur bej sıfırlık ara seçim, ardında hukümetin istifası, Demirel'in, Erbakan'ın kehren desteği ile azınlık hukümeti, aylarca cumhurbaşkanı seçilememesi ve 12 Eylül darbesi.

12 Eylül, herkese kabus gibi çöktü, TÜSİAD hariç. Tüm işçi sendikaları kapatılırken, tüm işçi dernekleri, siyasi dernekler kapatılırken, TÜSİAD'a dokunulmadı. Tam aksine TÜSİAD ve yan örgütleri (Metal Sanayicileri sendikası MES, Türkiye işçi sendikaları konfederasyonu TİSK  gibi) yüceltildi. TİSK'in o dönemki genel başkanı Halit Narin, o meşhur sözlerini söyledi:

-Bugüne kadar hep işçiler gülmüştü, bundan sonra biz işverenler güleceğiz.

TÜSİAD,  sanki 12 Eylül öncesi siyasi kargaşalıkta rolü yokmuş, siyaseti karıştırmak için, sayfalarca ilan vermemiş, açıkça siyasi partilerin uzlaşmasına karşı çıkmamış gibi el üstünde tutuldu. 12 Eylül anayasası komisyonuna ve kurumların yeniden örgütlenmesine bizzat karıştı. Bir zamanlar profesyönel yöneticisi olan (hem TÜSİAD'ın, hem de Sabancıların) Turgut Özal, başbakanlık müsteşarı oldu. Kendisi daha sonra başbakan ve cumhurbaşkanı olarak, TÜSİAD ve Batılı efendilerinin emrinde olacaktı. 12 Eylül, eli kolu bağlı sendikalar, hak arayamayan tüketiciler yarattı. TÜSİAD'da emekli generalleri, lastik damga vererek, yüksek maaşlı yönetim kurulu üyelikleri bahşetti. Turgut Özal ve ardından gelen iktidarlar da, TÜSİAD'a ve 1990'da kurulan kardeşi MÜSİAD 'a, vergisiz ve grevsiz bir dünya bahşetti.  İthalatçı olan bu iki dernek sayesinde devlet yavaş yavaş çiftçiyi koruma politikalarını terk edip, tarım ülkesi Türkiye'yi, ithal buğdaya ve ete mecbur etti. 

Bu örgütün, bu günkü iktidarın gelişi ve iktidarda kalmasını sağlamada TÜSİAD'ın katkısı ve çabası olduğunu söylememe gerek yok. 2002'den itibaren özelleştirmeler hem hızlandı, hem ucuzladı, hem de elektirik dağıtımı başta olmak üzere daha da karlı oldu. 2007 seçimleri öncesi, Aydın Doğan'ın Hürriyet gazetesi, %47, her iki kişiden biri manşeti atmasaydı, iktidar bu günlere gelmezdi. Bu anketin yalan ve halkı yönlendirme amaçlı olduğu, sonradan ortaya çıkmıştır.

Bu örgütün üyeleri, siyasi açıdan hep iki taraflı oynamıştır. Her resmi bayramda ve 10 Kasımlarda cafcaflı Atatürk paylaşımı yapan Koç holding, Süleymancılık tarikatının en büyük sponsorlarındandır. Doksanlarda, Kürtçülüğün esas sebebi Türk kimliğini dayatmamızdır, diyen Cem Boyner'i gençliği Ülkü ocaklarında geçmiştir ve meşhur MHP'li siyasetçi Gün Sazak'ın damadıdır.

Şimdilerde kendi yarattığı yada desteklediği canavardan memnun değildir. Yerine koyacağı yeni bir canavar (Levait han) yaratamamakta, solun iktidarından da, en az iktidar kadar korkmaktadır. Siyaseti bile yönlendirmektedir. Bahçeli'nin, Mustafa Koç ile görüşmesinden sonra DEM  üzerine görüşleri birden değişmiştir.

Düzenden hesap soracaksak, siyasitçelerden çok, siyaseti yönlendirenlerden hesap sormalıyoz.