6 Mayıs 2025 Salı

BÜYÜK İSKENDER'İN YIKIMInın RÖNESANS'A ENGELİ



Tarih, belgeleri okuma kadar, yorum bilimidir de. Tarihin belli dönüm noktalarını nasıl yorumladığınız da önemlidir. Tarihin belli döneminde, herşeyi değiştiren büyük olaylar vardır ve pek çoğu da askeri zaferlerdir. Bunların en büyüklerinden biri de şüphesiz, Makedonya kralı Büyük İskenderin, antik İran (Pers) imparatorluğunu altı yılda, üç meydan savaşı ile yıkıp, sekiz yılda tamamen işgal etmesi, Levant (Orta Doğu) bölgesinde Helenistlik dönemi başlatmasıdır. Bu dönemi, Roma imparatorluğu ile bitirilirse , yaklaşık üç yüz yıl, Arap egemenliği ve İslam'ın yükselişi ile bitirilirse bin yıl kadar sürmüştür. Çünkü Roma ve Doğu Roma imparatorluğu döneminde de etkin kültürel güç, Yunanlılardı. Hatta Doğu Roma imparatorluğunun resmi dili, imparator Herakleios (610-641) döneminde ülkenin resmi dili Yunanca oldu. Yunan kültür egemenliği, Mısır ve Arap yarım adasında halife Ömer'in fetihleri, İran'da Arşaklı (Part) hanedanlığının, Helenistlik Selevkos imparatorluğu ile yüz yıldan uzun süren mücadelesi ile bitti. Hatta Arşaklı döneminde bazı Yunan şehir devletlerinin kısmi bağımsızlığı, Sasani hanedanlığı ile bitmişti.

Yunan egemenliği, bölgenin yazılı kültürünü tamamen bitirdi. O çağlarda, orta çağlarda ve hatta sanayileşmenin başlarında bile yazı, nüfusun çok az zenginin, kaymak tabakasının,  katiplerin ve saray çalışanlarının işiydi. Bu elitlerde artık Yunanlıydı ve bin yıla yakın bir süre öyle kalacaktı. Mısır'ın son Firavun sülalesi Plotemai'ler hanedanlığında, üç yüz yıl boyunca Mısır'ın yerli dili Kıptice'yi öğrenen tek bireyi, son firavunu Kleopatra oldu. Sorun sadece elit sınıfın millet değiştirmedi değildi. İskender'in fetihleri ve erken ölümü sonrası generallerinin taht kavgaları ve toprak savaşları ile yok olan kültürdü. Bu yıkım, Yunanlıların Persepolis adını verdiği Farsis saray kompleksinin yıkımıyla başladı. İskender'i ikna eden kadın fahişe değil, saraydaki cariyelerden biriydi. İskender'i ve Yunanlıları, bir şehir büyüklüğünde olan bu yapıyı yıkan iki temel güdü,  yüz elli yıl kadar önce Atina'ya kadar gelen ve neredeyse tüm Yunan şehirlerini egemenliği altına almış yada yağmalamış İran'a karşı nefret ve saray duvarları ardındaki devasa servetti. Düşünün ki bin  yıl sonra, başka bir İran devleti olan Sasani sarayı, halife Ömer orduları tarafından fethedildiğinde, deve yükü ile elmas çıktığı efsanesi anlatılır. Deve yüküyle elmasın varlığı efsane olabilir ama böyle bir efsanenin varlığı bile, nasıl bir zenginlik olduğunu bize gösterir. İskender, bu saraylardaki zenginlikleri taşımak için Babil'den kırk bin katır getirtmiş. İki yüz yıldan fazla bir süre, dünya nüfusunun yüzde otuz ile kırkı kadar insanı egemenliği altına almış yada yağmalamış  devasa imparatorluğun servetinin bir kısmıydı bu. Ektebana'daki kışlık, Susa'daki yazlık saray ve daha nice hanedan ve kamu binaları yağmalandı. Bu yağma,  İskender'in ölümünden sonra da devam etti. İskender'in çocuğu yada çocuklarının yaşlarının küçük olması bir yana, İskender her ne kadar fethettiği ülkelerin insanlarınca, tanrısallaştırılmış olsa da (hatta Kuran'da adı geçen Zülkarneyn'in aslında İskender olduğu söylenir), Yunanlılarca, Makedon olduğu için sevilmiyordu. Sonradan İskender'in annesi ve diğer akrabaları da öldürülecekti. Bu kavga ve savaşlarda, Levant uluslarının üç bin yıllık yazılı gemişi yok olacak yada yanacaktı.  Bölge uzun zamandır haberleşmede, papirüs kağıdı kullanıyordu. Serhas, Yunanistan'a sefer yaparken,  tonlarca kağıtta (Papirüs) istiflemişti,  haberleşme için. Devrin teknolojisiyle papirüs üretimi zor olduğu için, üzeri silinip, tekrar tekrar kullanılabiliyordu. Kağıt yanıcı ve çürümesi kolay bir maddedir, bu yüzden eski çağlardan bu günlere kağıt belgeden çok, yaş ve pişmiş tuğladan yazıtlar kaldı. Onların da çok azı kaldı. Yunanlıların bilmediği ve keşfetmediği Ninova sarayı ve Hattuşa, bunların başlıacalarıdır. Hitit kralı Hattuşili'nin Babil'i yağmalaması sonucu binlerce Akadca (1. Babil) ve  Sümerce tablet, Hattuşa'ya taşındı. Sümerler, Anadolu'da yada Türkiye cumhuriyeti sınırları içerisinde hiç yaşamadı, ticaret bile yapmadı ama bu yağma yüzünden dünyadaki Sümerce tabletlerin üçte biri Türkiye'de.

İskender'in erken yaşta ölümünden sonra toprakları paylaşan generallerinin, ülke yönetimi tecrübesi yoktu. Pek çoğu İskenderin babası-dedesi yaşındaydı ve İskender'in babası Filip'e de hizmet etmişti. Tecrübeleri sadece askeri birlikler yönetip,  savaşlarda çarpışmışlardı. Valilik bile yapmamışlardı. Yerel halkları da tanımıyor ve sevmiyorlardı. Dev gibi imparatorluğu, çok kolay yıktıkları için, yerel halkların kültürünü de küçümsüyorlardı. Çoğu İskender'in zoruyla evlendikleri yerel eşlerini boşadı ve yüz yıllarca yerli halkla çok az karşıştı. Yerli halkın tanrılarına ve kültürlerine saygı duymadı.  Mısır haricinde (orada Plotemai hanedanlığı konumunu sağlamlaştırmak için kendilerini firavun ilan etmişti) Yunan tanrıları dayatıldı. Yunan tanrıları, andtromoporfik, yani insan biçimli tanrılar olmakla birlikte,  fazları ile düşkündüler. Kız kaçırıyor, kovalıyor, entirka çeviriyor, hırsızılık falan yapıyorlardı. Tanrılar tanrısı Zeus, karısının verdiği sıçan otlu şarap yüzünden on gün boyunca uyuyor, o uyurken de Yunanlılar, Truva'yı işgal ediyordu. Ardından ölünce tanrı ilan edilen Roma imparatorları geldi. Bunun sonucu olarak bölgede Yahudilik yayıldı, Yahudiler, aslında o kadar kalabalık değildi. Yahudi olduklarında, tanrıların tapınak ve sunaklarına adak adamaları gerekmiyordu. Yahudilik, Roma imparatorluğuna karşı isyanların da merkezi oldu. Avrupa'da ve Hrisitiyanlarda Yahudi nefretinin kökeni, Roma imparatorluğundaki Yahudi nefretiydi. Gerçekte ise Hristiyanlık ve İslam, Yahudiliğin mezhepleriydi. Aralrındaki kavga da karedeş kavgasıydı.

Avrupa, Rönesans'la beraber, kültürünün kökleri olran Roma-Yunan köklerine geri döndü. Doğunun ise tüm yığılımı ve birikimi, İskender'in fetihleri ile yok oldu. Bu yok oluşa, Arap fetihleri ve Arapların, kendilerinden önceki kültürleri putperest ve ateşperest diye aşağılaması eklendi. Hristiyanlık ve İslam bir olup, Yunan felsefesini tamamen yok olmaktan, Süryani rahipler sayesinde kurtuldu. Doğu ile tarihsel köklerini kaybettiği için, kendi Rönesasnsını yapma çabaları hep eksik kaldı. Türkler de Müslüman olunca, Sibirya-Orta Asya kültürlerini büyük ölçüde kaybetti. Cumhuriyetle beraber, tekrar Orta Asya köklerini, Orhun kitabelerinden, Divan-ı Lügat-ı Türk'ten, Radlof ve Aralof gibi Sibirya'yı gezmiş antropologlarda aradı. Orta Doğu kültürlerinin köklerini bulmaları Rosetta taşının keşfi ve 18-19. yüz yıllar boyunca arkeolojik keşiflerle başladı. Yeni keşiflerle de devam ediliyor. Bir kaç yıl öncesine kadar ilk okul ders kitaplarında bile kedilerin,  ilk defa Mısır'da keşfedildiği yazıyordu. DNA analizlerinden anlaşıldı ki, önce Anadolu'da evcilleştirilmiş, sonra Kıbrıs adasına, adadan da Mısır'a gitmiş. Çatalhöyük'te bulunan karbonlaşmış bir ekmek kalıntısı, hem ilk ekmek üretimin merkezinin Mısır değil, Anadolu olduğunu gösterdi,  hem de ilk ekmek üretiminin tarihini, beş bin beş yüz yıl gibi astronomik (En eski Sümer tableti o kadar eski değil) bir miktarda geriye çekti.  Her yeni buluntu, bildiklerimizi değiştiriyor.



Yaklaşık sekiz yıl önce, Dedem Korkut Hikayelerini okuduğumda, gerçeği keşfetmiştim. Alevilik, aslında Türkler'in İslam öncesi inanışlarının, Şii İslam boyası, boyanmış haliydi. Ahmet Bican Yazıcıoğlu'nun Dürr-i Mekrun kitabını okuyunca (Pir Sultan Abdal, bir deyişinde, Dürr-i Mekrun'u oku, der.), bu görüşümü sağlamlaştırdı. Bu inanç, Kürtler ve diğer milletler arasında yayılmıştı. Blogumu okuyan bazı tanıdıklarda bana Tenrici diye takılıyordu. Gudea Silindirlerini okuduktan sonra, bu görüşüm sarsıldı. Alevilikteki 12 hizmet,  dört bin yıldan uzun bir süre önce, M.Ö.2125 yılında, 1. Babil, yani Akad kültüründe varmış. Demek ki tek bilmemiz gereken, hiç bir şey bilmediğimizmiş. Yezidiler, Sabiler, Süryaniler ve diğer topluluklarda olmayan 12 Hizmet, nasıl Alevilike buluştu, çok ilginç bir durum.

Muazzez İlmiye Çığ gibi ilk çağ kültürlerini anlatan yazarlara daha çok ihtiyacımız var. Kendimizi anlamak için, köklerimizi anlamalıyız. Kendi Rönesasnsımız için, kendi köklerimizi incelemeliyiz. 

Ek olarak: İskender'in bu fetihleri, diğer Avrupalı fatihlere de ilham oldu. Sezar'da Galya'yı, görece çok az askeriyle, beş yılda fethetti. Benzer şekilde Asya'yı fethetmek için İran üzerine sefer hazırlıkları yapmak üzereyken, suikasta uğradı. Daha sonra bunu yapmak isteyen Roma imparatorları hezimete uğradı. Biri ağzına erimiş, sıcak altınla öldü, bir başkası İran şahına köle oldu. Doğu Roma imparatoru Roma Diyojen, kendinden o kadar emindi ki, Selçuklu Sultanı Alparslan'a, barış ancak Rey (Tahran yakınlarında artık harabeleri kalmış bir şehir) şehrinde olur derken, İskender gibi bir zafer düşlüyordu. Malazgirt'te yenilince, benzer bir toprak kaybını, Doğu Roma yaşadı. Napolyon bile Mısır'ı kolayca fethettikten sonra, savaşa savaşa Hindistan'a gitmeyi düşledi. Akka'da yenilmeseydim, tüm Asya benimdi falan dedi.

3 Mayıs 2025 Cumartesi

Mustafa Kemal'in Arıburnu'ndan, Harbiye Nazırı ve Başkomutan Vekili Enver Paşa'ya mektubu: (3 Mayıs 1915)

 


BAŞKOMUTAN VEKİLİ ENVER PAŞAYA MEKTUP


Muazzez Huzura
Muhteremim,
20 Nisan 331 (3 Mayıs 1915)

Evvelce ahalilerinize bu mıntıkanın bütün mıntıkalarla olan fark-ı ehemmiyetini arzetmiştim. Maydos mıntıkası kuvvetlerine kumanda ettiğim zaman aldığım tertibat ile düşmanın karaya çıkmasına imkân verilmeyebilirdi, von Sanders Paşa Hazretleri bizi, bizim orduları, bizim memleketimizi tanımadığı ve lâyıkıyle tetkikatta bulunacak kadar bir zamana malik olamadığından sahilde ihraç noktalarını kamilen açık bırakacak tertibat almış ve bugün düşmanın karaya asker ihracını teshil eylemiştir.

Ben düşmanın Arıbumu arazisine dört livası çıktığı zaman mıntıka kumandanlığını deruhte eden miralay Sami Bey tarafından haberdar edildim. Bu kuvvetin sol cenahına taarruz ve kâifesini denize döktüm.

Fakat düşman aynı derecede kuvveti aynı mıntıkaya tekrar çıkardı ve mukabil taarruz yaptı. Bunu defettim. Fırkama iltihak eden kuvvetlerle tekrar faik kuvvete taarruz etmekten başka bir çare bulamadım.

Ve yine düşman kuvveti mahvedildi. Fakat düşman üçüncü defa olmak üzere tekrar kuvvet çıkardı. Bu defa da yine düşmana taarruz ediyorum. Kıtaatım hücum mesafesinde düşmanla karşı karşıya bulunuyor. Arazinin menaati, maiyet kumandanlarının sevk ve idaredeki beceriksizlikleri yüzünden netice-i kat’iye henüz istihsal edilemiyor.

Bu vaziyetimizle dahi, düşmanın boğazı zaptetmek üzere çıkardığı kuvvetleri imha edilmiş ve tedafüi bir vaziyette muhafazaya çalıştığı üssül hareketlerine uzaktan yeni kuvvetler celbetmekle meşgul bulunmuş olduğu itikadındayım.

Vatanımızın müdafaasında kalp ve vicdanları bizim kadar daraban etmeyeceği şüphe olmayan başta von Sanders olmak üzere bütün Almanların iktidar-ı fikrilerine de itimat buyurmamanızı suret-i kafiyede temin ederim. Bizzat buraya teşrif eder, vaziyet-i umumiyemizin icabatına göre bizzat sevk ve idare etmeniz münasip olur kardeşim.

Fırka 19 Kumandanı
Kaymakam
M. Kemal (İmza)
TURSAN, Nurettin E. Tuğg. ATATÜRK’ÜN ASKERİ DEHASI (ATATÜRK VE ÇANAKKALE) 1988-1989 Öğrt. Yılı İlk Dersi, Harp Ak. Yayını, 1st. 1988 s. 21, 22.


30 Nisan 2025 Çarşamba

SUSKUNLUK FAŞİZMİ-2 KONUŞULMAYIP, UNUTULAN SUÇLAR

 


Nuri Dersimi, anılarının bir yerinde, Kemah boğazında Ermeni göç kafilelerinin katliamına şahit olduğunu, gördüğü vahşeti anlatamayacağını söyleyip, kısa kesmiş. Bu bana tuhaf geldi. Kendisi Türkler aleyhine her şeyi, ballandıra ballandıra anlatması ile ünlü. O an bir aydınlanma yaşadım. Ermeni tehcirini katliama, hatta soykırına çevirenler, Osmanlı devleti veya İttihat ve Terakki hükumetinden çok, fırsatı ganimet sayan eşkiya-haydut gruplarıydı. İngilizlerin, Malta adasında uzun süre tutuklu kalan İttihatçıları yargılayamama sebebi de büyük ölçüde buydu. İngiliz savcılar, hem resmi bir katliam emri bulamıyorlardı, hem de daha sonra kullanabileceklerini düşündükleri Kürtleri ve Arapları küstürmek istemiyorlardı. İttiharçıların salıverilmesini, esir değişimi gibi gösterdiler. Ardından Boğazlıyan Kaymakamı Ali Kemal'i, aynı suçtan daha önce yargılanıp, suçsuz bulunduğu halde, Nemrut Mustafa Paşa tarafından tekrar yargılayıp, idam etmekte buldu.

Türkiye'de devletin ve sağcıların kafasındaki, eşkiylara, asiler yurdu,  asker vermez, vergi vermez Dersim ve sürekli baş belası Kürtler mitosu, Ermeni tehcir kafilelerinin yağmalanmasıyla ortaya çıkmıştır.  Osmanlı döneminde Dersim'in, diğer illerden çok bir farkı yoktu. Ermenilerin mallarını ve kadınlarını yağmalamaları yüzünden İstanbul hukümeti ile araları açılmıştı. Koçgiri isyanına destek vermemeleri ve bir kısım aşiretlerin Kurtuluş savaşına destek vermesi de bu yüzdendi. Koçgiriler, Alişan beyin babası Mustafa Paşadan beri İstanbul hukümetinin adamıydı. Bu kanlı coğrafyada Alevilerin, Kürtlerin veya diğer azınlık-çoğunluk milletlerin elleri temiz değildir. 

Olayları tekrar yaşamanın tek yolu unutmak, unutmanın da tek yolu o olayları hiç anmamaktır. Faşizm, özelikle bazı anmaları istmez ve unutturmaya çalışır; 1934 Trakya olaylarını hiç anmayıp,  Hüseyin Nihal Atsız'ı sadece ütopik roman ve hikayeler yazan bir edebiyatçı olarak göstermek gibi.  Anılmayan olaylar, bir kaç nesil sonra unutulur. Kurbanlar olanları sık sık hatırlar, unutanlar, katiller ve onların çocukları olur. Bir kaç yıl önce İnstagram'da, hatırlamadığım bir gönderiye yorum yazmış, Maraş ve . Çorum unutulmamalı demiştim. Baş örtülü bir kız, özelden mesaj atıp, bana, 16-17. yy, Celali İsyanlarından bahsedip, bahsetmediğimi sormuştu. Ben de ona 1980 yılında önce şubat, sonra temmuz ayı boyunca, tüm ili saran katliamlardan bahsetmiştim, sinirle. Sonra da sohbeti bıraktık. Ailesi bundan hiç bahsetmemiş ve bu olanları ilk defa benden öğrenmiş. Kürtlerin dediği gibi, ölen senin sevdiğin değilse, helva kokusu tatlı gelirmiş. Katliamda bir yada bir kaç yakınını kaybetmiş olsaydı, olanları ondan öğrenirdi.

Sadece kitlelerin değil, bireylerin suçları da unutuluyor.  Elli bir yaşını yaşayıp, elli ikisinden gün alan bendeniz, 12 Eylül darbesi sonrası yıllarda çocuktum.  Bazı kişiler, benim zihnimde 12 Eylül ünlüsüdür. Bunların en başında Emel Sayın gelir. Sürekli televizyonlarda canlı yayınlarda ( TRT'nin günde beş-altı saat yayın yapan televizyonun canlı yayını büyük olaydı), Kenan Evren'in karşısında konserler veren Emel Sayın gelir. Evren'in, Dersim kökenli, kızlar tertelesi ile ailesinden koparılmış ve ihtiyarlık günlerinde de Dersimlilere özgü bir sürü batıl itikadı olan karısı yerine, Emel Sayın'la vakit geçirdiği, fısıltı ile konuşulurdu. Şimdilerde gazeteci Sabaattin Önkibar, youtube yayınlarında açıkça söylüyor. Hüla Kpçyiğit'te o yıllarda sinema filminden çok, TRT'ye, 12 Eylül Atatürkçüsü, her bölümü ayrı hikaye olan filmler çekerdi. Metin Milli var, o çok kötü sesiyle süreki televizyona çıkan ve hatta Erovizyon'da komik ve zırva şarksıyla Türkiye'yi rezil  etmişti. Rivayete göre Ankara'da benzinlikleri olan bir mirasyediydi  ve TRT'yi yöneten albayla arkadaşlığı sayesinde şarkıcı olmuştu. Şimdilerde bilenler de, üç ünite kan almış Dracula diye alay edilen bir klip videosu ile biliniyor. Video demişken, şu günlerde gene sosyal medyada (çeşitli sitelerde) ,Allahsızlığı yayma kürsü başkanı videosu ile bilinen bir film var; Güneş Ne Zaman Doğacak. Bu film, sırf 1978 Maraş katliamında provakasyonluk yapsın diye üretilmiştir. Filmin ne oyuncuları, ne  yapımcısı, ne senaristi, ne de başka bir şeyi, bu absürtlük hakkında konuşmamıştır ve yaşayan son bir kaç kişi de konuşmamaktadır. (Bu salak sahnedeki kadın oyuncu doksanlarında ve sağ.) Filmi izleyen Ruslar vardır muhakkak. Sözde Sovyetler Birliği hicvi olan bu film hakkında neler düşünmektedir acaba?

Unutmak, tekrar yaşamaya sebep olur demiştim. 12 Eylülün en ateşli destekçisi TÜSİAD'dı ve TÜSİAD'ın sağcı iktidarlarla çatışmaları hep naza çekme olmuştu. Geçen ay iki tane TÜSİAD üyesine yurt dışına çıkma yasağı konuldu. Şimdi iktidar partileri, TÜSAD'la tekrar barışma çabasında.  

Suçlarınızı konuşmazsanız, sadece siz unutursunuz, kurbanlarınız daima hatırlar.

Pek çok 12 Eylül destekçisinin, bugünün iktidarın da destekçisidir. Bunu unutmayalım.

29 Nisan 2025 Salı

YOZGAT SEYAHATNAMESİ



 2013'de Gezi zamanı hemen her eyleme katılıyordum. Hatta şiir bile yazmıştım, Gezi'nin tam ortasındayım diye. Şimdi ise demans-alzeimer hastalığı her gün ilerleyen babam var. Bakımını büyük ölçüde annem yapsa da, onu evde tek başına bırakıp, hiç bir yere gidemiyor. Ayrıca düştüğünde kaldırmak ve belli durumda iki kişi olmak gerekiyor.  Bu yüzden doğru düzgün konser yada tiyatroya bile gidemiyorum. Gitsem bile doğruca eve geliyorum. Bu yüzden de çok bunalmıştım. Sonuçta bir günlüğüne kendime de izin vermek adına, CHP'nin  19 Nisan Yozgat mitingine gitmeye karar verdim. Bunun içinde Yozgat'a, yeni yapılan Sivas hattından, hızlı tren bileti aldım. Tren bileti sabah 7'ye idi. Ben de hata ederek saati altıya kurdum. Çünkü altıyı çeyrek geçe gibi yola çıktığımda, caddenin boşluğunu ve dolmuş bile olmayışını gördüm ve aceleyle taksi durdrudum. Ucu ucuna trene yetiştim. Tren bileti, öğretmen indirimi ile dört yüz lirayken (gidiş-geliş 800 vermiştim internetten), taksiye iki yüz verdim ancak bilmiyordum ki daha fazlasını dönüşte, başka bir hata yüzünden verecektim.

Yolculuk sakin ve vaktinde geçti. Tren istasyonundan, şehir merkezine, belediyenin otobüsleri vardı, bende Yozgat kart olmadığından, kredi kartı ile bindim. Yolda bir kaç kişi ile konuştum.  Bazıları benim gibi mitinge gelmişti ve genelde de Yozgat'ın yerlisi Alevilerdendi. Yozgat, Ankara civarının en sağcı şehridir.  Konya'nın, Kırşehir'in yada Çankırı'nın bazı ilçelerinden, bazı dönemlerde neredeyse İzmir kadar CHP'ye oy çıkar, milletvekili çıkar. Yozgat'ta Bahadınlı isimli bir Alevi beldesinin belediye sol partilerden çıkar, bazı küçük ilçeleri, adayın gücüyle, ucu ucuna CHP-SHP almıştır. Ülke çapında sağcılıkta rakibi, Reis'in memleketi Rize olabilir ancak. Ankara'da ülkü ocakları, Yozgatlıların elindedir yada ben Ülkücü^yken öyleydi. Türkiye genelinde, özellikle de büyük şehirlerde, Ülkü ocaklarını işletenler genelde Erzurum-Elazığı ve Yozgatlılardır. Tren istasyonu ile şehir merkezi arasındaki yolda tanıdığım bir kaç Yozgat Alevisi ile bunları konuştum. Otobüsün ikinci istasyonu şehrin otogarıydı ama ben şehri gezmek için yarı yolda indim. 

Saat bire kadar şehir merkezinde dolaştım. Tarihi Yozgat lisesi haricinde tarihi bir binaya rastlayamadım. Kapanıp, giden Yimpaş Holding'den hatıra AVM'ye gittim, üst katlar boştu ve hafta sonu olmasına rağmen ıssızdı. Şehirde bilmem kaç yıldır üniversite olmasına rağmen, şöyle eli yüzü düzgün bir kitabevine de rastlamadım. Öğle yemeği için, şehrin meşhur desti kebabını denemek istedim, bir lokantada buldum. Şehirde genelde tandır kebabı yeniliyordu. Bana desti diye gelen, bir çeşit taskebaptı ve eti, fiyatına göre boldu ve yağsızdı. Lakin dana eti olduğu için ve desti kebabının sadece kuzu etinden yapıldığını bildiğim için, bu kebabıbın tadını keşfetmeyi, sonraya bıraktım. Saat 13'e yaklaşırken, miting alanına doğru yürümeye başladım. Yolda yağmur başladı ve tuhafiyecinin birinden şemsiye aldım. Evdeki tüm şemsiyelerim siyah olduğundan, gökkuşağı desenli bir şemsiye aldım. Yolda önce Yozgat CHP'nin kendi gençlik örgütünün konvoyuna katıldım. Biraz ilerde de Mamak teşkilatı gelmişti ama sayıları azdı, muhtemelen bir otobüs anca. İnternette trolün biri bin beş yüz otobüs demiş., Yozgat'ta o kadar otobüsü park edecek yer yok. Benim görebildiğim, dışarıdan gelenler, Mamak teşkiları ile Çorum'dan bir gruptu. Çorum'dan gelenler de CHP teşkilatı değil, Alevi dernekleriydi. Meydan çabucak doldu. CHP ile anılan tipik şehirli kıyafetli kimse yoktu. Yağmur da bir yağdı bir durdu. Saat 2'ye doğru CHP'nin millet vekilleri, yöneticileri falan yavaş yavaş kürsüye çıkıp,  yerini aldı. Onlardan bazıları,, kendilerince bir şeyler anlattı. Saat ikiye doğru Özgür Özel, traktör konvoyuyla geldi. Önce saygı duruşu, istiklal marşı, ardından da, konuşmalara geçildi. Yozgat'ın yerlisi  çiftçi, meşhur turbunan, şalgamına devlet yönetilmez, ddevlet adaletle yönetilir sözlerini de ettiği konuşmasını yaptı Sonra Özgür Özel konuşmaya başladı. Biz, meydanda demir barikatların ardında kalabalıktık ama bir o kadar da barikatların ve polislerin arkasıda bir kalabalık olduğunu söyledi. Miting dağıldığında, dediklerinin gerçek olduğunu görecektim. Meydan coşkulu ve güzeldi. Özel'de muhteşem bir konuşma yaptı. Yağmur, fırtınaya dönecek gibiydi. Bir kaç kere kürsüyü göremiyoruz diye şemsiyemi kapattılar. Görüntülerde gökkuşağı desenli bir şemsiye gördüyseniz, o benim muhtemelen. Elimde de galiba Çorumluların verdiği bir Türk bayrağı vardı. Özel bir aa burad kimler çiftçi diye soru, meydandakilerin yarısının eli kalktı. Yağmur, fırtınaya dönüşüyordu, bu yüzden Özel'in konuşması hızlandı. Konuşma bitince de meydan hızla boşaldı. Ben de fırtınadan korunmak için bir kafeye girdim, ucuz dönerle karnımı doyurdum. Trenim akşem yedideydi, saat beş buçuk gibi tren istasyınuna gitmek üzere, otobüs durağona doğru gittim. Bana otogara gitmemi tavsiye ettiler.

Otogara saat altıyı bir kaç geçe gittim ama son otobüs altıdaymış ve tren gari şehre çok uzakta olduğundan taksi de minimum dört yüz tutuyormuş, tren bileti o kadar. Başkaca araç aradımi, o da yok. Yozgat belediyesini aradım, mesai saatleri dışında açmıyorlarmış. Küçük yerlerden, geç saatlere kalmadan kaçmam gerekliğini unutmuşum. Mecburen tren biletini yakıp, beş yüz liraya  otobüs bileti alıp, döndğm. Yolculukta tahmininin yarısı kadar elbise, iki katı kadar para bulundurmalısın kuralını unutmamıştım en azından. Akşam on buçuk gibi Ankara'da eve vardım.

2013'de Gezi'de, başlancının sonunu görmüştüm, 2025 Yozgat'ta sonun başlangıcı. O kadar kalabalığın toplanması bir yana, mitingde konser veren sanatçı bile yoktu. CHP o kadar kendinden emindi.

27 Nisan 2025 Pazar

ARKADAŞIM VELİ KARACA



 Bitmeyen Yenişarbademli anılarımı anlatırken, orada kaldığım süre içerisinde en yakın arkadaşım olan, köy enstitüsü mezunu, emekli öğretmen Veli Karaca'dan bahsetmem lazım. Kendisi ben daha doğmadan, 1973'de emekli olmuştu. 25 sene öğretmenlik, üç sene de gezici başöğretmenlik denen, bir çeşit ilkokul müfettişliği yapmıştı. Bana anlattığı şeylerin çoğu aklımda da olsa, bayağı bir kısmı da palavra içeriyordu.  Kendisi normalde yirmi beş yıldır emekliydi ve emekli maaşı ile geçiniyordu, yani kağıt üstünde öyleydi.  Kendisi köyde (köyümsü ilçede) mütevazi bir hayat yaşıyordu. İlçe dışına nadiren çıkıyor, ilçe içinde küçük bir motorbisikleti ile geziyordu, beraberken arkasına beni de alıyordu. Servetini ara ara ağzından kaçırıyor yada bile bile sızdırıyordu. Antika belge-eşya toplayıcısıydı ve bayağı bir antika kitap ve belgeyi, Süleyman Demirel Üniversitesi, İlahiyat Fakültesinin kütüphanesine bağışlamıştı. (Bunu not edin, yazının sonunda lazım olacak.)

Onunla tanışmamız, Belgelerle Yenişar'ın Tarihi adlı kitabı üzerinden oldu. Okulun edebiyat öğretmeni Ülkübey Özsoy'a, kitabın düzeltmelerini yaptırtmaya çalılıyor, Ülkübey'de buna yanaşmıyordu ve ben ilgileniyordum. O da sürekki okula, benim yanıma gelir oldu. Sonra motorbisikletiyle beni evine götürdü, onun evinde çalıştık. Karısı da yanımızda olurdu. İlk eşi öldükten sonra, bir daha evlenmişti. Kendisi o sıralar yetmişlerindeydi, ikinci karısı da tahminim ellisine yakındı. İlçe halkı Veli Karaca'yı pek sevmiyor, ondan korkuyordu. Karaca'nın çocukları ve torunları, Bademli, hatta Isparta dışında yaşıyordu. Pardon, bir kızı, ilçe encümen meclisi üyesi de olan emekli astsubay damadı da ilçede yaşıyordu. Onlarla pek az görüştüm.

Karaca'nın geçmişi ile ilgili pek az şey öğrendim. İlçe halkı ve hatta Yenişarbademli'nin eskiden bağlı olduğu Şarkikaraağaç bile tanıyordu onu ve lakabı kedi Veli'ydi. Bu lakabı da çapkınlığı yüzünden aldığını, kadına gitmek için öğrencileri sınıfta tek başına bırakıp, camdan çıkarak, kadına gittiğini anlatmışlardı bana. Bunu ona sorduğumda, Yenişarbademli'nin o zamanlar köyü olan Yenice mahallesinde öğretmenken, eşinin üzerine kuma almaya çalıştığını, bu da öğrenilince şubat tatilinde Şarkikaraağaç'ın, Bademli'ye uzak bir köyüne atandığını anlattı. Tüm öğretmenlik ve memuriyet hayatı, Şarkikaraağaç'ın sınırları içerisinde geçmişti. İlçenin üç köyünde öğretmenlik yapmış, son üç yılında da o yıllarda gezici başöğretmenlik denen ilk öğretim müfettişliği yapmıştı.  1973 yılının aralğında, 1.4'ü olunca, muhtemelen o dönemin ilçe milli eğitim müdürünün baskısı ile emekli olmuştu; çünkü emekli olduğu dün, Şarkikaraağaç ilçe milli eğitim müdürünü dövdüğünü söylüyordu.

Bütün bu karanlık yönlerine rağmen, orada yaşadığım süre boyunca kendimin ve arada bir Bademli'ye gelen annemin en güvendiği bir kaç kişiden birisi oldu. Buraya kadar anlatılacak bir sürü ayrıntıyı pas geçeceğim. Asıl konu,, bu dostumdan nasıl ayrı düştüğüm, tayinimle olmadı, tayinimden önce oldu. Askerlşk dönüşümden sonra,  ev ortağımın askerden dönüşünden önceydi. 2000 yılının kasım yada aralık ayı, baca temizleme maceramdan sonraydı. (Ev ortağım asteğmenlik yapmış, on altı gün de askerliği uzatmıştı.) Ev ortağım 2001 martının sonlarına doğru ve galiba Nisan başında gelmişti Bademli'ye. 

Konu annemin Bademli'ye son gelişi ve Veli Karaca'nın bana kurmaya çalıştığı tuzak, bunu anlatayım. Annemle beraber, Veli Karaca'nın evine, o ve ailesi de bizim lojmana gelip, gidiyordu. Kendisi uzun süredir bize gelmeyip, bizi kendisine davet ediyordu. Anneme göre sıra Veli Karaca'nın ailesindeydi, onlarsa gelmemekte ısrar ediyordu. Nedeni de bir gün aniden ve tesadüfen ortaya çıktı. Annem hamur açmak için daha büyük bir oklaya yada merdane almaya, lojmana yakın bir köylünün evine gitti. Orada konuşulanları duydu.

-Lojmandaki h(oooğlan)'ın annesi gelicekmiş de, virivirceklermiş.

 Meğer annem ve ben, eve geldiğimizde, kız ve ailesi de evde olacakmış, kızı da bana vermiş olacaklarmış.  Söz konuusu kız, 1999 depreminden sonra Gölcük'ten memleketine ailesi ile memleketi olan Bademli'ye göç etmişti. Bademli'nin kızlarının pek çoğu gibi erken gelişmişti ve bayağı uzun boyluydu. (Ben 1,72'yim ve hatırkadığım kadarı ile benim kadar uzun yada benden çok az bir şey uzundu) Görseninz lise 2. sınıf öğrencisi ve 15-16 yaşlarında demezdiniz. İşin kötüsü ilçeye gelir gelmez, ilçede yeni kurulan polis teşkilatından bir biri ile işleri karıştırmıştı. Polis memuru ile evlenmek istiyor ama polis buna yanaşmıyordu. Benimle evlendirip, problemlerini çözmek istiyorlardı anlaşılan.  Annem aceleyle Ankara'ya döndü, ben de o eğitim-öğretim yılının sonuna kadar Karaca^'nın evine gitmedim. O yıl, iki bin yılından önce göreve başlayanlar için zorunlu hizmetin kalkmış oması, o dönemlerin tayin-atama yönetmeliği gereği il içinde 2-il dışında 3 yıl dolmadan tayim istenememesi, Yenişarbademli'nin o zamanlar zorunlu hizmet bölgesi olmaması (2005'de zorunlu hizmeti il ve ilçeler bazına ilçeler bazında ayrı bir değerlendirmeye tuttular) ve sekiz aylık kısa dönem askerliğimin görevden sayılmaması sebebi ile, Isparta il merkezinin yanında,  Yalvaç'ı da yazdım. Okulların kapandığı gün de Veli Karaca'nın evine gittim ve süpriz; kız, anası, babası ve okuldan sınıf arkadaşı başka bir kız. Ziyareti kısa kesip, Ankara'ya döndüm.

Yaz tatilinde Yalvaç'a tayinim çıktı ve çok da iyi oldu. Yalvaç uzak ve sapaydı, Bademli halkının yolu pek düşmüyordu. Isparta ise il merkeziydi ve herkesin illa bir bağlantısı vardı. O günlerde yolluk ve evi toplama meseleleri içe bir kaç gün geçirdim. İlçeden bir an önce kaçmak ve bir daha (en azından fiziken) geri dönmek istemiyordum. O günlerde sokakta Veli Karaca'yı gördüm ve kızı başıma bela etmesin diye selam vermedim, sonra bunu okulda arkadaşlara anlattım. Taşındığım gün,  özellikle yanıma geldi, Sinan, Sinan diye bağırdı herkesin içinde.Ben de ellerimle gitme işareti yaptım, ondan uzaklaştım. 

Bademli'den Yalvaç'da tayin olan tek ben değildim. Okulun fizik öğretmeni Veli Kitiş'te tayin olmuştu.  Sohbette benim bu selma vermemei de sordu, ben durumu anlatınca, o da, o kadar zaman Bademli'de anlatmadığı bazı gerçekleri anlattı. Kendisi yıllarca, ta gezici başöğretmenliğinden itibaren çevre köyleri dolaşıp, evlerdeki antikaları ucuza toplayıp, ulusları piyasada satıyormuş, servetinin kaynağı buymuş. Hatta Süleyman Demirel İlahiyat'a kitap bağışının sebebi de, böylesi bir satışın açığa çıkmasıymış.

Aradan yıllar geçti, Yenişarbademli'nin adını internette ararken, bir Facebook göndersinde, Belgelerle Yenişar'ın Tarihi adlı kitabından alıntılar ve çoktan öldüğünü öğrendim. Kitabı kendi parası ile bastırmak yerine, belediye veya diğer devlet kurumlarında bastırmak için çok uğraşmıştı. Kitap şimdi Google'da dijital kitap olarak var ama ben almayacağım, zaten tüm düzletmelerini ben yaptım, pek çok yerini de ben yazdım.

İyi arkadaştı Veli Karaca ama gerçek dost değildi. Sayesinde Halil Cibran, Arif Nihat Asya ve pek çok yazarı tanıdım ama bana kumpas kurmaya kalkmayacaktı. (O zamanlar intetnet, Nadirkitap.com yada Kitantik gibi siteler yoktu. Hak Erenler kitabını aramak için sahaf sahaf gezdiğimi hatırlarım. İstanbul'da, köy enstitüsü mezunu emekli bir dahaftan, kitabın adını Ermiş olduğunu öğrenmiştim.)

22 Nisan 2025 Salı

SUSKUNLUK FAŞİZMİ 1

 


Sükut, ikrardan gelir derler. Her türlü zorbalık, en büyük desteğini susanlardan alır. Almanlar, bir yerde bir NAZİ konuluyor, 10 kişi (bu yüz yada bin de olabilir) konuşuyorsa, orada atın 11 (yada 101, 1001 falan) NAZİ vardır, derlermiş. Kötülüğe karşı susanlar, alkışlayanlardan daha kötüdürler. Alkışlayanların en azından ne olduğu bellidir. Susanların hem ne oldukları, hem de ne olacakları belirsizdir. Faşizm, zorbalık,  yükselirse desteklemeye meyillidirler. Susmaları, tehlikeleri görünmez yapar. Sessiz kalan aydınlar sayesinde, kitleler, diktanın yükselişini görmez. İktidara gelen diktanın ne kadar vahişleşebileceği de uzun süre fark edilmez.

Film yalanlarından en büyüğü, 2. Dünya savaşı, direniş yalanı (özellikle Fransız direnişi) ve Yahudileri saklama-koruma yalanıdır. Filmlerdeki gibi direniş olsa, Avrupa Yahudilerinin üçte ikisine, Dünya Yahudilerinim de yarısına denk gelen altı milyondan fazla Yahudi, katledilemezdi.NAZİ'ler, Yahudi düşmanlığını icat etmemişlerdi. Yahudi düşmanlığı, Roma'da, Hristiyanlıktan eskidir. Yahudi katliamı olan progromlar, iki yüz yıldan fazla boyunca devam edegeliyordu. Her progrom, Yahudilerin malına-mülküne çökmenin bir fırsatuydı, Nazi rejiminde de bu fırsat görüldü.

Egemenler, her zaman suskunluğunuzla yetinmez, özellikle konuşmanızı, desteklemenizi ister. Knut Hamsun'da, Nazi işgalini destekleyen açıklamalar yaptı.  Oysa Naziler, yıkılmaya çok yakındı. 2010 yılında, Tehlikenin Farkında mısınız reklamları ile alay eden liberal tayfa,  2010'da yetmez ama dedi. Daha sonra bu yaptıkları ile ilgili olarak çok az konuştular. Ölmüş bir yazar, en büyük enayiliğimdi dedi. Pek çok yetmez amacı da olayı saflığa verdi. Ben, taşra üniversitesi mezunu, sıradan ve hatta başarısız, yabancı dil bilmeyen ve yurt dışına hiç çıkmamış bir öğretmen olduğum halde, Hakim ve Savcılar Yüksek Kuruluna bakanlık müdahalesinin amacının,  yargının siyasileşmesi olduğunu anlamıştım. Benim zavallı Süleyman Demirel Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji bölümü diplomam, bu bir dönem her mevzuya toplu (tercihen en az yüz ve üzeri) imza veren aydınların bırakın üniversite, lise diplomalarında bile daha kıymetsiz. Siz, Ekrem başkanın kaydolduğu Yakın Doğu üniversitesine laf ediyorsunu ama o üniversitenin Türkiye dışındaki dünyada bir tanınırlığı var. O diploma ile Avrupa yada Amerika'da yüksek lisansa, doktoraya başvurabiliyorsunuz ve doksanlarda da başvurabiliyordunuz. Doksanlarda bu yeni kurulan üniversitelerin mezunlarını özel sektör, özellikle bankalar, işe almayacaklarını gazete ilanlarında beyan ediyorlardı. Hangi üniversitelerin mezunlarının, hangi bölümlerinin, bankaların uzman yada müfettiş yardımcıları sınavına girebileceği yazıyordu. Buna rağmen Isparta'dan,  Kocaeli, Mimar Sinan ve Hacettepe Sosyolojiye yatay geçişle gidenler olmuştu. O zamanların yönetmelikleri buna izin veriyordu. Halen de İstanbul'un tarihi liselerinin (Galatasaray, Kabataş Erkek, Pertevinyai vesaire) liselerinin diplomaları ve bakolarya belgeleri, bizim kıytırık üniversitelerin diplolamalrından kıymetli. Sizin bu günleri görmemiş olduğunuza inanmıyoruz.

İnsanlar, en büyük baskı dönemlerinde bile her şeye suskun kalmaz, bazı şeylere suskun kalır. Karl Pooper'ın Yahudi kökenli yada kökenlerinde Yahudi ataları olduğunu öğrendiğimde,  faşizmin, kapitalizm için gerekli bir kurum olduğunu anladım. Çünkü felsefe profesörü ve filozof olan bu kişi, Marksizmi eleştirmek için, 2 tuğla kalınlığında kitap yazmıştır. Açık Toplum ve Düşmanları adlı kitabın birinci tuğlası, Karl Marks ve onun felsefe hocası Frederic Engels eleştirlmiş. İkinci cildinde ise Popper'dan iki bin beş yüz yıl önce yaşamış, antik çağ Yunan filozofu Platon'u eleştiriyor. Komünizmi eleştirmek için, iki bin beş yüz yıl önce ölmüş Platon'u eleştimek, tıbbi bir konu ile ilgili olarak İbni Sina'yı eleştirmek gibi bir şeydir. İbni Sina pek çok konuda çağının ötesinde bir hekimdir ama sonuçta bin sene öncesinin hekimidir. Meşhur kitabı Kanun'da, ipe-sapa gelmez bir sürü bilgi ve tavsiye vardır. Kitabın anatomi bölümündeki canlı da insan değil, dişi bir orangutandır. Bütün bunlar, İbni Sina'nın kelam, fıkıh gibi dini bilimler, felsefe, mantık ve ilgilendiği diğer alanların yanında, tıp konusunda bir önder ve döneminin ufkunu açan deha olduğu gerçeğini değiştirmez. Platon için de bu geçerlidir. Bu gün bir yerlerde tesadüfen İbni Sina'ya ait bir tıp risalesi bulunsa, bilim tarihçileri ve felsefeciler kadar, doktorlar da heyecanlanır. Poper'ın, kendisinin Avrupa'yı terk edip, Yeni Zellanda'ya göç etmesine sebep olan faşizm, ırkçılık ve ayrımcılık ve bunların bilim dışılığı üzerine tek bir yazı yazmışlığı yoktur. Kendisi bilir ki, ırkçılık, faşizm ve ayrılıkçılık olmasa, kapitalizm yaşamayaz. Poper, o kadar kapitalisttir ki, Pinochet'in 1973'deki askeri darbesini, özgürlüğü yıkan güçlerin demokrasiyi kullanması sorunu ile ilgili bir makale yazıp, darbeyi de desteklemiştir

İnsanlar konuştıkları kadar, sustuklarından, gördükleri kadar, görmezden geldiklerinden de sorumludur.

18 Nisan 2025 Cuma

KÜRTLÜĞÜN SEFALETİ ÜZERİNE ÖZELEŞTİRİ



Eleştiri kolay, özeleştiri zor iştir. Bu blogta Türk milliyetçiliği aleyhine bir sürü yazı yazdım. Bunlar eleştiridir çünkü benim için Ülkücülük, bir gençlik hevesiydi ve bana yabancı bir ideolojiydi. Kürtçülüğü bir seçenek olarak bile düşünmedim. Evin içinde Kürtçe, sadece annem ve babam kavga ederken konuşuldu., dolayısı ile Kürtçe'yi bilmiyorum ve itiraf edeyim öğrenmeyi de düşünmedim. Esra ile tanışana kadar Kürtlüğümü unutmuş gibiydim. Ne demişler, kökenini sen unutsan bile, düşmanların unutmaz. Esra, hem Aleviliğimle, hem de Kürtlüğümle öyle uğraştı ki, ayrılık sonrası depresyon günlerimde ara ara aklıma dağa çıkmak geldi. (Neyse ki atlattım)

Bu yazıyı yazmama sebep, Nuri Dersimi'nin hatıraları oldu. Bu kitabı, Koçgiri isyanı ile ilgili son bir yazı yazabilmek için almıştım. Bu konuda kitap, benim için  hayal kırıklığı oldu. Koçgiri ve diğer isyanlarla ilgili olarak, Kürdistan Tarihinde Dersim adlı kitabımda yazdım deyip, kesip, atmış. Bu yüzden bu kitabı ayrıca okumam gerekti, bu yüzden Koçgiri yazımı, Dersimi'nin diğer kitabını inceleyene kadar erteledim. Nuri Dersimi'nin anıları ayrı garabet, kitabı yayına hazırlayanların açıklamaları ayrı garabet. Doksanlarda Ülkücülerin, Türkleri ve gözlerine kestirdikleri herkesi Türk yapma çabalarına benziyor. Dersimi'nin de aşireti, her Alevi aşiret gibi Horasan'dan göç ettiği iddiasında. Dipnota böyle yazmışlar. Horasan'daki beş aşiret, Çemişkezek denen büyük bir aşiretin parçalarıymış.  Çemişkezek ilçesi adını, Bizans imparatoru Çirmiş Kizak'tan alır. Dersşmliler çoğunluklar Zaza'yken, Horasan, daha doğrusu Meşhed civarındaki Kürtler, Kurmanci'dir. Diğer yandan Dersim tarihinde, Çemişkezek beyliğinin yeri önemli de olsa ilçe merkezi bugün büyük oranda Sünni ve sağcıdır. Hatta çok ünlü bazı Ülkücü şehitler, Çemişkezekli'dir. Bugünkü Tunceliler, Çemişkezek'i Tunceli'de, Çemişkezekliler Tunceli'yi kendilerinden sanmaz. Keban barajı yapıldıktan sonra, ilçenin ticareti büyük ölçüde Elazığ ile olmakta. Kitapta bu ve buna benzer bir sürü açıklama var. Kitabın bazı bölümleri boş bırakılmış, buralar okunamadı diyor. 1950'lili yıllar Suriye'sinde, bir kitapta, bazı bölümler neden okunmadı? Toprak alrında binlerce yıl sonra çıkan taş tablet değil ki bu! İki ihtimal var. Biri kitabı hazırlayanların sansürü (çünkü hassas konu, kitaba konu olan kişiler yaşamıyorsa bile, akrabaları yaşıyordur), diğeri de Türk istihbaratının (O dönemde adı Milli Amele Hizmetleri, kısaca MAH) kitabı piyasadan satın alarak toplatması. MAH'ın ve Türk istihbaratının ve diplomatlarının Ürdün'de (Şakir Paşanın torunu Fahrünisa Zeyd'in Ürdün kralının eşi olduğunu da hatırlayalım), Çerkez Ethem'in anılarını piyasadan satın alıp, toplattığını biliyoruz. Sonuçta BAAS döneminde de basılamayan kitabın, çok eski bir baskısı, zorluklarla, sahaftan bulunduğu için pek çok eksiği olabilir.

Kitabı bana Zeki Velidi Togan'ın anılarını anlattı. Togan'ın anıları gibi boşluklarla dolu ve yalanlarını kolayca sezebiliyorsunuz. Togan gibi ailesini terk edip, yeni alie kurmuş. İstanbul'a,  Veterinerlik okumaya geliyor ve baytar mektebine yazılıyor. 1914'de savaş başlayınca, askere alınıyor. 1916'da savaşın ortasında, Erzincan'da evleniyor. Bölgedeki aşiretlerle fazla samimi olunca, Trabzon civarına gönderiliyor. Gene 1916'da birden İstanbul'a dönüp, yarım kalan tahsilini tamamlıyor. 1918'de Kürt örgütleri ve Koçgiri beyi Alişir ağa ile iletişime giriyor. Sonra isyanlara karışıyor ve en nihayetinde ülkeden kaçmaya karar veriyor. Önce Yunanistan'a kaçak olarak gitmeye karar veriyor. Edirne'de bundan vazgeçiyor çünkü Türk hükümeti, Yunanistan'la sağlam bir suçlu iade antlaşması yapmış. Dersimi için tek yol,  Suriye'ye kaçmak. Bunun için önce Mersin'e gidiyor, sonra Kilis'e giderken, trende Osmanlı hanedan ailesinin avukatı ile tanışıyor ve onun yardımıyla Suirye'ye geçiyor. Orada da MAH'ın ve Türk diplomatları peşlinde bu yüzden bir süre Ürdün'e geçiyor, orada veterinerlik yapıyor, oradan da baskı görüp, Suriye'ye dönüş. Suriye'de önce nişanlanıyor, sonra evleniyor. Erzincan'daki eşe ne olduğu belirsiz.  En sonunda koca bir çiftlik satın alıp, köy ağası oluyor. Çiftçilik yapıp, kitaplarını yazıyor. Bu parayı da nereden bulduğu belirsiz. Yani Nuri Dersimi, göründüğünden daha karaknlık bir kişilik.

En başta, bana Zeki Velidi Togan'ı hatırlattı demiştim ya, dini görüşleri de Zeki Velidi'ye benziyor. Velidi, Sünni İslam merkezli bir Turan düşünürken, Dersimi'de Alevi bir Kürdistan düşünüyor. Oysa Kürtlerin'de büyük bir kısmı Sünni ve Türklerin içinde de önemli bir miktarda Alevi, Şii, Hristiyan, Budist vesaire inançtan kişiler var. Togan ile Dersimi, sağ el-sol el gibi, birbirleri ile hem ters, hem aynı. Her ikisinin birbirini tanımamış, muhtemelen varlığını bile bilmem,ş olması ise ayrı konu.

Son aylarda, Türk faşismi ile Kürt ayrılıkçığı, ideolojik sefalette birleşmiş. 2010 yetmez ama referandumunda, pek çok eski komünistin, komünizmle mücadele başkanı hoca efendi ile bir araya nasıl geldiğini sorguladım ve hepsinin de ihanet içinde olduğuna kanaat getirdim. Benim gibi dil bilmeyen, sıradan bir öğretenin fark ettiği şeyleri,  bu aydınların bilmemesi imkansızdı. Benim bildiklerim kadar, onların unutmuşlukları vardı. Bu hoca efendilerin, demokrasi istemedikleri açıktı. Nitekim referandum sonuçlarından hemen sonra iktidarın ilk terk ettikleri bu solcu (?) liberal aydınlar güruhu oldu. Şimdi ise DEM parti, Tansu Çiller ile aynı safta. Çiller'de, reise sahip çıkın diyor. Nir şeyi tekrar yaşamanın tek yolu, olayları unutmaktır. Ben, Türklerin hafızası zayıf, daha önceki çözüm, ateşkes, Habur, 33 şehit olaylarını unutmuş  diyordum, Kürtler daha beter çıktı. Tansu Çiller'in, kurşu atan da yiyen de şereflidir sözlerini, örgüte yardım eden işadamlarını biliyoruz sözlerini, Sapanca-Düzc Hendek ölüm üçgeninde araziye ölüleri atılmış, Kürt zenginlerinin ölülerini unuttunuz mu? Çiller, partisi DYP'nin, güneş görmüş kar gibi erimesini göze alarak, ortada Kürt zengin bırakmadığını unuttunuz mu? Sonunuzun yetez amacı, eski Kominist, yeni Liberalist aydınımsılar gibi, hatta daha kötü olacağını görmüyor  musunuz? Can Atalay'ı hukukusuzca hapiste tutanların,  ülkede barış yada terörün bitmesi gibi bir derdi yoktur. Bu seçim dönemini de atlatalım derdi vardır. Dönemi atlattıktan sonra, gözü açılan kör gibi, önce değneklerini kıracaklardır.

Kürt toplumunun pek çok sorunu var, mesela kaçak elektirik sorunu. Koca bir toplum, neden elektirik hırsızlığını kendisine hak olarak görüyor ve Kürt aydını denen pek çok kişi de bunu onaylıyor. Diğer bir sorun  da, Kürtçe'in önce moda, sonra demode olması, her nesilde Kürtçe bilen çocuk sayısının azalması. Kürtçe öğrenmeden büyüme akımı sadece büyük şehirlerin, memur çocuklarının yada Alevi ailelerin değil, Diyarbakır, Siirt, Ağrı gibi illerin de sorunu. Normalde tersi olur. Ayrılıkçı-bölücü örgütler ortaya çıktığında,  o azınlık arasında ana dile dönme, egemen ulusun dilini terk etme yaygınlaşır. Kazım Karabekir anılarında, Van isyanını duyduğundaki şaşkınlığını anlatır. Çocukluğu yani on küsur yıl öncesi Van'da geçmiştir ve Van ile civarındaki Ermeniler, Ermeniceyi unutup, Türkçe'ye geçmiştir. Pazar vaazları, nikah törenleri, baştan sona Türkçe'dir. Oysa bir kaç yılda bağımsızlık için isyan etmişlerdir. Diğer yandan Ermeniler, Ermenice, Türkçe, Kürtçe de yazmış olsa,  ozanlarına, müzisyenlerine değer vermişler, onları baştacı etmişlerdir. Türkler, mezhep  öfkelerine rağmen (Türk saz ozanlarının çoğu Alevidir) ozanlarını el üstünde tuttu. Dengebej Şakiro'yu kaç kişi biliyor? Bilenler de Özcan Deniz'in amcası olarak biliyor. İzmir'de, yoksulluk içinde ölmesi bir yana,  eserlerinden toplama bir CD bile yok. 

Kürt kültürü, Türkiye için söyleyeyim, gizli bir yıkım ve çürüme içinde.