Rastgele kitap okumanın bir keşif zevki var Bazen neye niyet, neye kısmet diyorsun. Halkevleri'nin açtığı stantlarda, biraz ayıp olmasın, biraz da yardım olsun diye bir kitap aldım ve yakın çağ-12 Eylül konusunda, gözüm açıldı-uyandım diyebileceğim bir aydınlanma yaşadım. Kitabın adı, Muhafazakarlığa Karşı Femibizm, yazarı da Handan Koç.
Aslında kitap, adı gibi feminizmi, muahfakarlığa karşı savunmak için yazılmış bir kitap. Çoğunlukla az satan bazı dergilerin eski sayılarında yayımlanmış yazıların bir araya getirilmesi ile oluşturulmuş ve pek çoğunun içeriğini yazarın kendi de unutmuş sanki. İki binli yıllarda, hem Reis'in, hem de Ftö'nün gücü ve dostluğu zirvedeyken, Ftö üzerinden reis ve iktidarı eleştirmiş. Bir yazısı ile farkına olmadan büyük bir sırrı ifşa etmiş. Ftö'nün sürekli din-iman sohbeti yapan bir dergisi vardı, Sızıntı diye. İşte bu dergi, 2008 mart ayında, Turgut Özal ile F.G'nin 1979'da özel bir görüşme yaptığını yazmış. Bunu da önce Expres diye, kimsenin pek az satın aldığı bir dergide yayınlamış. Sızıntı, çok satılmasına rağmen az okunduğu için dikkat çekmemiş. ( Hep derim, Türkiye'de dini yayınlar çok satılır, az okunur.)
Bir anda beyimde şimşekler çaktı. Neoliberal sistem Özal'ı çok önceden başbakan atamıştı. 1977'de, seçilmeyecek yerden MSP (Milli Selamet Partisi, Necmettin Erbakan'ın partisi) millet vekili adayı olması da buna hazırlıktı. Halk ve siyasi partiler bilmiyordu ama darbe çok önceden hazırdı zaten, Evren'in dediği gibi, şartların olgunlaşması beklendi. Bekleyenler sadece Kenan Evren ve generalleri değildi anlaşılan. Pek çok gazeteci, tarihçi ve siyasetçi, bunların birbirinden ayrı olduğunu savunur. Emin Çölaşan, yayınlandığı yıl çok satan, Turgut Nereden Koşuyor adlı kitabında, Özal'ın hayatı ile ilgili pek çok eksik bilgiye yer verir. Üniversiteden sonra, Teksas'ta, iktisat yüksek lisansını anlatmaz. Özal'ın, şimdilerde kapatılan (İller Bankası ile beraber Kalkınma bakanlığına dönüşen) Devlet Planlama Müsteşarlığına, bir günde, Elekitirk İşleri Etüt idaresinden gelip, müsteşar olmamıştır. Özal'ın yetmişlerdeki hali için, Demirel'e bizim Süleyman diyeceğini rüyasında görse, tövbe çekerdi diye yazmıştır. Oysa daha o zamanlarda siyasete atılacağı kişilerle ilişkilerini sağlamlaştırmıştır.
1983 seçimlerinde halka, ya asker, ya Özal dayatması yapılmış, bu dayatma da Özal'a ve partisi ANAP (Anavatan partisi)'a, buçuk parti denilerek saklanmıştır. Halkçı parti kurulmaması için Atatürk'ün o zamanlar yüz yaşında olan yaveri bile veto yemiş; Mehmet Keçeciler gibi, meşhur Konya mitingi organizatörü bile onay almıştır Evren ve arkadaşlarının Milli Güvenlik Konseyinden. 1983 seçimlerinde sekiz yaşındaydım. Sokaklarda sadece ANAP'ın amblemleri ve araçları olduğunu hatırlıyorum. Anketlerde ANAP, 1. parti çıkınca, anket yapmak yasaklanmıştı. Sanki Kenan Evren anket yatırmıyor muydu? O da kimin, ne olacağını az buçuk tahmin etmiyor muydu? 1983 genel seçimleri ile yerel seçimleri arasında neden altı ay zaman vardı? Oysa 1982 anayasaına evet demek, aynı zamanda Kenan Evren'in cumhurbaşkanlığına evet demekti. Bu seçimlerde benzeri yapılabilinirdi. Seçmenin mecliste Özal'a, belediyede MDP (Milliyetçi Demokrasi partisi, askerlerin partisi) verme (özellikle küçük yerlerde belediye İller bankası-Kalkınma bakanlığından para alsin diye seçmenler böyle yapar) durumuna karşı bir tedbirdi bu. Genel seçimlerde tek başına iktidar olan ANAP, yerel seçimlerde belediyeleri sildi, süpürdü.
Gene de Kenan Evren, Özal'a bir ay boyunca hükumeti kurma görevi vermedi. Özal ile mesafeli görünmek istedi. Sonrasında hakiki Çankaya noteri oldu. Özal ilk yıllarında, 1987'e kadar ülkeyi Kanun Hükmünde Kararnamelerle yönetti. Meclisten kanun hükmünde kararname çıkarma yetkileri altı ayda bir. Özal'ın neoliberal politikaları, askerlerce uygulanamazdı. Şili'de bunun örneği görülmüştü. Pinoshet, Şikago oğlanları denen iktisatçıların eli ile ülke ekonomisini, ITT başta olmak üzere uluslar arası kartellere oyuncak etmiş, halkı fakirleştirmiş, ülke nüfusunu yüzde onuna yakınını katledip, bir o kadarını da göç ettirterek, meşhur iktisat profesörü Milton Friedman'ın övgülerini almış, Friedman'da Nobel iktisat ödülünü almış ama dünya bakır rezervlerinin üçte birini oluşturan bakır madenleri özelleştirilememişti. Bu yüzden özelleştirmeleri, halkın seçtiği parti yapacak, bu işi de darbeciler koruyacaktı. Türkiye'de öyle oldu. Aslına bakarsanız Özal'da bir Şikago oğlanıydı. Teksas'ta iktisat mastırı yapmış ve ta o yıllarda, bu günler için eğitilmişti.
Bütün bu fakirleşmede halkın kendisini suçlu bulması sağlandı. Öyle ya, kardeş kavgası yapmışlardı, devlete karşı çıkmışlardı. Bu fikrin baş anlatıcısı, ülkenin tek kanalı, günde yazın 5, kışın 4 saat yayın yapıp, İstiklal marşı işe açılıp, kapanan televizyonuydu. Sık sık yapılan sokağa çıkma yasakları ve sokak terörü yüzünden halk, akşamları eve kapanmıştı. Gazeteler de sansürlüydü. Radyo ve televizyonlar, bizzat solcu spikerlerin ağzından, halka önce sağ-sol kavgası için, sonra soşcu olduğu için suçluluk duygusu aşılandı. 12 Eylül boyunca hiç bir şey tesadüfe bırakılmamaya çalışıldı. 1980-85 arası çocuk hikaye kitaplarının yüzde seksenindne fazlasının konusu, ebebeynlerinin sözünü dinlemeyen çocukların başlarına gelenlerdi.
Bir halk, hem suçluluk duygusuna, hem de yoksullaşmaya, din olmadan dayanamazdı. Ancak kapitalizm de, şeriatın ani bastırması ile sekteye uğrayabilirdi. Diğer yandan 12 Eylül'ün, sözüm ona durdurduğu kardeş kavgalarından biri de Alevi-Sünni kavgasıydı. Bu yüzden din, Türk toplumuna damla damla verildi. Kenan Evren, sözüm ona tarikatlarla mücadele ediyor, solcuların yanında Ülkücü ve tarikatçıları da eziyor görünmeye dikkat ediyordu. Ara ara tarikatlara da operasyon yapıyorlardı. Hatta meşhur Menzil köyüne de baskın yapılmıştı. Bu tür baskınların tarikata hiç etkisi olmadı. Aksine reklamı oldu. En büyük reklamı da, Kara Ses adını verdiği ve o sıralarda Almanya'da yaşayan Cemalettin Kaplan için yaptı.
Diğer yandan ülkeyi Sünnileştirme çabaları da tam gaz devam ediyordu. Camisiz Alevi köyü nırakılmıyor, zorunlu din derslerinde, din öğretmenleri derslerinde Alevi öğrenci tartaklıyordu. Daha Kenan Evren'in cumhurbaşkanlığı sırasında f. başta olmak üzere tarikatlar, devlet kademelerinde gözle görünür şekilde örgütleniyordu. Turgut Özal ve ailesi, Nakşibendi şeyhi Mehmet Zahit Kotku'nun tekkesine bağlıydı. Hatta annesini de o şeyhin yanına, bakanlar kurulu kararnamesi ile defnettiydi. Bu yüzden de Türkiye'nin pek çok yerinde Mehmet Zahit Kotku camisi vardır.
Sac ayağımızın üçüncüsü olan F. o günlerde saklanıyor, şehir şehir dolaşıyor, sık sık ev değiştiriyordu. Kendisi, basına yansıyan haberlere göre halen hayatta ise de, ölmüş gibi bir şeydir. Basına servis edilen fotoğraflarda, sanki ölmüş de gömülmemiş gibi durmakta. Kendisi ile ilgili çok şey bilinmekle yada bilindiği sanılmakla beraber, çok şeyde karanlıktadır. 15 Temmuzdan sonra bazı generallerin itiraf ettiği gibi, 1983'de bile kurmaylık sorularını çalabiliyorlardı. Seksenlerde yada doksanlar başında, tarikatın emniyet örgütlenmesinin Nokta dergisine kapak olduğunu da hatırlıyorum.
(1982-2007 arasında yayımlanan ilk Nokta dergisini, 2013'de derginin isim hakkını alan Ft'cülerin Nokta dergisi ile karıştımayalım.)
Bu örgütle ilgili son aydınlanmayı, Toygun Atilla'nın İfşa adlı eseri oldu. Kitap zaten örgüt hakkında. Kitapda 1986'da Burdur-Antalya yolunda yakalanmasını anlatıyor. İki araçlık konvoyla giderken, polis çevirmesi ile yakalanıyorlar. Diğer beş kişi, hocayı tanımadığını falan söylüyor. Tutuklayan polisler, bir anda telefon yağmuruna tutuluyorlar. Herkes hocadan başlayarak diğer kişilerin serbest bırakılmasın istiyor. Turgut Özal, bizzat arıyor serbest bırakılması için. Altı yıldır kaçak gezen şahıs, polis sorgusundan sonra serbest bırakılıyor.
Son günlerde pek çok örgüt üyesinin (aralarında üç yüz küsur hakim ve savcı da var) işlerine dönmeyi, Altan kardeşlerin ve Nazlı Ilıcak'ın çoktan serbest kalması falan da bir garip değil mi?
(Hem hocanın, hem de A. Öksüz2ün sorgulanıp, serbest bırakılması bana 1995 yapımı Olağan Şüpheliler filmini hatırlatıyor. Bir polisin mutlaka izlemesi gereken polsiye filim budur bence. Filmdeki Kayzer Soze'de Tğrktür ve filmin sonunda sigarayı Türk gibi tutar)
Konvoydaki diğer beş kişiden dördü, darbeden evvel yurt dışına çıkıyor. Beşincisi ise tutuklansa da, kolu incindiği için tutuksuz yargılanmak üzere salıverilip, ortadan kayboluyor. Hepsi de örgütün önemli kurumlarında görev alıyor. Kitabın tarzı biraz rahatsızlık verici geldi, Tıygun Atilla, sanki efendinin yanı başında gezmiş yada gezenlerden rapor almış gibi. İşte o an bir aydınlanma yaşadım. Toygun Atilla'nın kaynağı kendisi gibi Ulusalcılar ve Doğu Perinçek tayfasıydı. Aslında örgüt, ilk kurulduğundan berİ, hatta MİT'e sızarken, devletin yada devletteki-MİT'teki bazı grupların gözetiminde ve kontrolündeydi. İngiliz roman yazarı John Le Carre'nin, Soğuktan Gelen Casus ve Köstebek romanlarındaki gibi. Yazar zaten daha önce de MI5 ve MI6 ajanıymış.
Jani ortada bir tiyatro var ama
oyun yazarı ve yönetmenler zannetiğimiz kişiler değil. Oynun kökleri Turgut Özal ve Kenan Evren'e dayanıyor.