31 Ocak 2025 Cuma

ÖZGE MUMCU AYBARS-ÖZLEM

 


Ankara Tren Garı’na doğru bavullarımızı almış yürüyoruz. Tren garına girdiğimde hep kendimi ufacık hissediyorum. Kocaman bir tavana bakıyorum, mermer zeminde yürüyoruz; bilet gişesi sırasına giriyoruz. İstanbul’a hep beraber trenle gideceğiz. Bu yataklı ve pusetli tren maceramızın başı değil ama ailecek son olacağını da bilmiyorum o günlerde. Bir aya kalmadan babam öldürülecek.

Tren düdüğünü çaldıktan sonra yola koyuluyor. Karşılıklı oturuyoruz. O zamanlar E5 yolunda çok kaza oluyor, babam arabayla gitmekten çekiniyor. Ya başımıza bir kaza gelirse? Trafik canavarı terimi o yıllarda çıkmış olsa gerek.
Bizde walkman’ler var, en pahalısından olmasa da kulağıma takıp manzaraya bakıyorum, bende nostalji o yaşlarda da var. Babam merak ediyor, walkman’i ödünç alıyor. Aynı zamanda konuşuyor ama kulaklıktan gelen ses nedeniyle bizimle konuşurken sesi yüksek çıkıyor, hafif utanıyorum – tüm vagon sanki bizi dinliyor. Bana bir org almış, ardından piyano, piyano dersi alıyorum Kamuran Gündemir’den – zaten müziğe düşkünüm. İlk ve tek bestemi pusetteyken yaptığımı söylerler.
10 yaşında Edith Piaf – ah bu TRT’deki Kaldırım Serçesi filmi – dinliyorum. Tabii ki, popüler kültürden de eksik kalmıyorum. Sertab Erener yeni albümünü çıkarmış – zaten arabada “ölümlü dünya ölümlü insan/ ha âlim olsan ha zalim olsan” sözleri döneli çok oluyor. Zaten araba yolculuklarında da kaset dinlerdik. Babamın Elvis hayranlığı, Beatles kasetleri bir yanda, bir yandan Münir Nurettin Selçuk, Timur Seçuk, Secaattin Tanyerli. Tangolardan Beatles’a, onların tarihine, ünlü oldukları zaman aldıkları plaklar. Babamla annemin ortak hikâyelerini dinlemeye bayılırdım. Oradan klasik sanat müziğine, oradan Sezen Aksu’ya, Nilüfer’e yolculuk arka plan müziği. Abimin müzik zevki de yolculuklara yansıyordu. Aerosmith gibi grupların sert ve yoğun tarzı bana ağır geliyordu. Merak edip Mötley Crüe’yi de dinlemeyi denedim ama kısa sürede fark ettim ki, metal müzik benim ruhuma uygun değil.
Tren yolculuğu benim için her zaman heyecan vericiydi, ama bu sefer daha da özel bir anlam taşıyordu çünkü yılbaşını Önder Amcalarda geçirecektik. Uzun yıllar yurtdışındalardı. Hem onlarla vakit geçirecek olmanın hem de çocukluk arkadaşlarım Zeynep ve Ali’yle buluşacak olmanın sevinci içindeydim. Önder Amca, İTÜ’de Fizik Bölümü’ne gelmiş bir akademisyendi; Ülkü Teyze ise anestezi uzmanıydı ve hastanede her gün sayısız ameliyatlara giriyordu. Evleri o zaman Kadıköy’den önce bir durakta, İdealtepe’deydi. Tren durduğunda bavullarımızı alıp iniyoruz, içimde tarifsiz bir mutluluk vardı.
İki akşam beraber çok eğlenip bir de dışarda yemek yedikten sonra yine trenle Ankara’ya dönüyoruz. Babam o günlerde yine bir dosya üzerinde çalışıyor. Adını koyamadan ölecek, ardından Ali Sirmen gelip dosyayı bilgisayardan toplayacak, dosya halinde kaldığı için adına “Kürt Dosyası” denilecek. Ve son kitabı o olacak. Son yazısı da Zeyilname…
Babam, İstanbul’daki kısa bir molanın ardından, çok yoğun çalışma temposuna geri dönüyor. Onun işleriyle meşgul olduğu günlerde biz de kendi hayatımıza dönüyoruz. Okul, sınavlar derken günler hızla geçiyor. Şubat tatili yaklaşıyor, sınavlarımız bitmek üzere. Cuma akşamı karnelerimizi alıyoruz. Babam, her zamanki gibi bu anı kutlamadan geçmiyor. Hep birlikte bir kutlama yemeğine çıkıyoruz; masada keyifli bir sohbet, hafif bir gurur ve babamın sıcak ilgisi var. Bu yemekten bir gün önce, perşembe akşamı, karnelerimize bir jest yapmayı da ihmal etmiyor, bizi alışverişe götürüp karne hediyemizi seçiyor: İkimize de birer güzel palto.
Yemekten dönerken, arabada babam bir an için direksiyonu gösterip, “Çekiyor.” diyor. Lastikle alakalı olduğunu düşünüyor. Ne demek istediğini tam anlamıyorum ama bu söz aklımda kalıyor. Eve yaklaştığımızda fark ediyorum ki sokak ışıkları yanmıyor. Bu detay o geceye dair zihnimde net bir şekilde yer etmiş. Eve giriyoruz; babam tedirgin görünüyor, sebebini anlamasam da bu his bana da geçiyor. Şubat tatilinde hiçbir yere gitmeyeceğimizi söylediklerinde ise içimde bir hayal kırıklığı oluşuyor. Keyfim bozuluyor ama karar alınmış, uymaktan başka çare yok. “Bu iki hafta nasıl geçecek?” diye kendi kendime düşünürken, içimde belirsiz bir huzursuzluk dolaşıyor.
Cumartesi evde geçiyor, dışarı çıkmıyoruz.
Pazar sabahı geliyor. Planımız, hastanede yatan Kazım Amca’yı ziyaret etmek. Abim evden erkenden çıkıyor; o akşam Bulutsuzluk Özlemi konserine gidecek. Babam beni evde yalnız bırakmak istemiyor, ısrarla, «Haydi gel, Kazım Amca’yı seversin.» diyor. Ama içimde tarif edemediğim bir sıkıntı var; sanki koca bir taş oturmuş gibi, gitmek istemiyorum. Nedenini o an açıklayamıyorum, bugün bile tam anlamıyorum. Babam ısrar ettikçe daha da huzursuz oluyorum. Gözlerim doluyor, ağlamaklı bir hale geliyorum. Annem, durumu fark edip araya giriyor: «Uğur, ısrar etme.» diyor. Bu sözle babam kapıyı kapatıp çıkıyor. Ayak sesleri duyuyorum.
Ve birkaç dakika geçmeden o patlama sesi geliyor.
Elektrik gidiyor. İyi ki gitmiş. Trafo patladı sanıyorum o nedenle.
Bu nedenle son dakika haberini evde tek başıma almıyorum.
Muhtemelen o sırada ajanslara haber düşüyor ve telefon durmaksızın çalıyor. İlhan Selçuk arıyor, doğru mu diyor, ne doğru mu diyorum İlhan Amca, duralıyor, yok bir şey kızım diyor, patlama duydum ama evden çıkamıyorum, anahtarım yok, diyorum, herkes dışarı çıktı.
Kapı çalıyor. Önce komşumuz Ayça iniyor. Gözünden bir damla yaşın indiğini görüyorum ama haydi gel diyor, elektrik gelene kadar piyano çalışalım diyor. Piyano çalışıyoruz biraz.
Sonra Hüseyin Enişte’m geliyor.
Sonra annem geliyor ve olanı öğreniyorum. Ertesi gün, tüm Türkiye’nin gazetelerinde, olayı ilk öğrendiğim anın fotoğrafı manşetlerde yer alıyor. Henüz 11,5 yaşındayım. Çocukluktan hızla kopup büyümeye başlıyorum. O zamanlar, attığımız her adımın haber olacağını, hayatımızın böyle göz önünde yaşanacağını henüz anlayabilmiş değilim.
27 Ocak’taki yağmurun yağdığı cenazeden sonra üzerimdeki sırılsıklam kıyafetlerle eve geliyorum ve üşütme dedikleri için duşa giriyorum. Ardından kalın bir şeyler giyip alt komşumuz Aykut Teyze’ye iniyoruz. Onların evi, eve doluşan kalabalıktan kaçıp sığınabileceğimiz bir liman oluyor. O anlarda kimsenin yanında ağlamıyorum; kendimi tutuyorum. Ama geceleri, yorganın sessizliğine saklanarak hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Kaç gece sürdü, hatırlamam mümkün değil.
Aradan birkaç ay geçiyor. Bayram zamanı, evdeki yastan uzaklaşmak için yine trenle İstanbul’a gidiyoruz. Babam yok. Walkman yerinde duruyor… Yine Önder Amca, Ülkü Teyze, Zeynep ve Ali. Evden çıkmak iyi geliyor.
Ailenin seçilmiş dostlar olduğunu o zaman anlıyorum.
Türkiye yas tutarken, biz bir eş, bir baba, bir dost kaybediyoruz.
Ve yeri hâlâ dolmuyor.
32 yıldır, her 24 Ocak yaklaşırken yüreğime ağır bir taş oturuyor. Onu bir daha göremeyecek olmanın, o sıcak gülüşüne ortak olmayacak olmanın acısı yeniden beni sarıyor. Bu derin hüznü hafifletmek için dostlarıma sığınıyorum ve 24’ü 25’e başlayan gece yarısından sonra hayat yeniden başlıyor.
Not: Bugün bu yazıda geçen Ayça, Hüseyin Enişte’m, Kamuran ve Selçuk Güldemir, Beyhan Hala’m, Aykut Teyze’m, Ali Sirmen ve daha sayamadığım birçok isim ne yazık ki artık aramızda değil.
Kaynak: https://karanfildergi.com.tr/ozlem/








27 Ocak 2025 Pazartesi

LÜBNAN İÇ SAVAŞININ ŞAHİDİ

 


BEYRUT’AN ISPARTA’YA

 

         Ben ilkokuldayken televizyonda haberlerin çoğu, Lübnan iç savaşı hakkında olurdu. Ülkedeki etnik gruplar sık sık çatışırdı. Sünniler, Şiilerle, Müslümanlar, Hıristiyanlarla, Dürziler, Hıristiyanlarla, çoğu kez de herkes, herkesle savaşırdı. Sık sık diplomatlar, papazlar, misyonerler ve Beyrut Amerikan Üniversitesi profesörleri kaçırılırdı. Olayların çoğu, nüfusun çoğunluğunun yaşadığı Beyrut şehrinde olurdu. Şehir harabeydi, harap olmaya devam ediyordu, çünkü harbin merkezindeydi.

         O Beyrut ki, bir zamanlar, Ortadoğu'nun, Paris'i diye anılırdı ve Dünya zenginlerinin para harcadığı turistlik merkezlerden birisiydi. Lübnan'da, yasalarındaki boşluklardan dolayı kaçan vurguncular sayesinde, Ortadoğu'nun İsviçre'si olarak anılırdı. Tabi bir de İsviçre meselesi vardı. Tam tarafsız olmak için, Birleşmiş Milletlere bile üye olmayan, İsviçre, vurguncuların sığınağıydı. Banka hesaplarını, sahipleri başkasına teslim ettirmiyorlar, kontrol de ettirmiyorlardı. Doksanlı yıllarda, mafya örgütlenmelerine karşı uluslararası işbirliğinin yaygınlaşması ve yüz ölçümü küçük, ekonomisi büyük bu ülkenin de bundan kaçamaması sebebiyle, İsviçre'ye kaçma ve İsviçre'de banka hesabı olmak, demode oldu. İsviçre'nin yerini, Karayib denizindeki ada ülkeleri aldı.  Neyse biz Beyrut'a dönelim. Beyrut, iç savaş çıkmadan evvel, zengin, lüks, ihtişamlı bir şehirdi. Ortadoğu'nun en büyük havaalanına ve limanına sahipti. Geniş bulvarları, caddeleri, vardı. Dev alış veriş merkezleri, lüks otelleri vardı. Ne yazık ki bu şehir ve bu ülke, ben bu hikayeyi yazarken de, büyük bir kargaşalık içinde.

         Lübnan, tabi ki Beyrut'tan ibaret değildi. PKK başta olmak üzere hemen her terör örgütünün, Bekaa vadisinde kampı vardı. Bu kamp, ülkenin doğusunda, Suriye sınırında ve Suriye kontrolündeydi. 1991'de Sovyetler Birliği dağılmadan evvel, sanki tüm dünyanın illegal komünist örgütleri orada toplanmıştı. Hem İtalyan Kızıl tugayları, hem de Japon Kızıl ordusunun kampı vardı. Bir de PKK’nın meşhur Mahzun Korkmaz akademisi vardı. Böleninin yerli ahalisi de, bölgeyi terk etmiş değildi. Portakal bahçeleri ile, esrar imalathaneleri iç içeydi. Geniş alanlarda haşhaş ekilirdi.

         Güneyi, Şiilerin, Hıristiyanların ve İsrail’in boks ringi gibiydi. Şiiler ise, bu günkü gibi Hizbullah’ın merinde yek vücut değildi. Hizbullah ve Emel örgütleri vardı.

         Ona rastladığımda 1996 yılıydı. Isparta da Süleyman Demirel Üniversitesinde öğrenciydim. Çarşıda sürekli yemek yediğim, küçük ve ucuz esnaf lokantalarından birisindeydim. Öğle yemeğim için oturmuştum. Lokanta, çok küçük bir dükkândı. Mezun olduktan ve Isparta'dan ayrıldıktan yıllar sonra gittiğimde terinde yoktu. O, hemen karşımda bir masaya oturdu.

         Bende bayağı genç cesareti varmış. Bu gün böyle bir şey yapar mıyım, yapmaya cesaret edebilir miyim, bilmiyorum. Konuşması, Araplar gibiydi. Arapça bir kelime söylemiyordu ama sanki bir Arap, Türkçe konuşmaya çalışıyordu. Harflerin, kelimelerin ağzından çıkışı bir garipti. Dayanamadım, sordum:

         -Affedersiniz, siz Arap mısınız?

         -Arap memleketlerinde kaldım, dedi.

         -Hangisinde, diye sordum.

         -Lübnan' da, dediğinde, çok heyecanlandım.

         -Savaş sırasında orada mıydınız?

         Bu soru, onu da heyecanlandırdı. İçinde kalan tüm sözleri döktü bana. O çatışmaların yoğun olduğu zamanları, tam içinde yaşamıştı. Döktü bana içini. Her sorunu yanıtladı.

         -Orda otuz altı ayrı etnik grup varmış öyle mi?

         -Yetmiş iki, yetmiş iki dedi. (Halk arasında Dünya'da yetmiş iki millet var denir ya. Hatta annem yetmiş iki buçuk derdi. Buçuğu, Çingenelermiş.) her milletten azıcık azıcık var orada.

         -Hepsinin arasında husumet var mı?

         -Ohoo. Hiç biri diğerini çekemez. Müslüman'ı, Hıristiyan'ı, ayrı ayrı düşmandır; Marunî’si, Rum'u ayrı. Müslüman'ının da, Şii'si, Sünni'si, Alevi'si ayrı kavga eder.

         -Neden kavga ediyorlar? Sebep ne?

         -İngilizler fitne sokuyor. Karınla kavga etsen, İngiliz'den bileceksin derler, doğrudur.

         -Peki, kavga ettiklerinde birbirleriyle konuşmazlar mıydı?

         -Yok, yok. Emelcilerle (Şii Emel örgütü) ile Marunlar (Maruniler. Katolik Arap Hıristiyanlar) gündüz savaşırlar, gece beraber yemek yerler.

         -O kadar samimiyseler, neden savaşıyorlar.

         -Reisleri emrediyor.

         -Kendileri düşünmüyorlar mı?

         -Yok yok. Ne emredilirse, onu yaparlar.

         -Peki, her etnik grup, aşiret, kendi aralarında mı evlenir sadece?

         -Evlenmezler. Öyle birbirlerine kız alıp, vermezler. Kimin, kimle evleneceği bellidir.

         -Bekaa vadisine gittin mi hiç? Oradakiler nasıl insanlar.

         -Git, pisler. Ahlaksızlar.

         -Nasıl ahlaksızlar. Teröristleri barındırdıkları için mi?

         -Yok, öyle değil. Nasıl anlatsam. Ben senin bacını yapıyorum, sen benim bacımı götürüyorsun.

         -Cinsel serbestlik var yani.

         -PKK (O zamanlar esas üssü oradaydı.), Japon Kızılordusu falan. Tüm terör örgütlerinin kampı varmış orada.

         -Var, var. Fazlası da var.

         -Sen orada nasıl kaldı.

         -Bizim şirket orada iş almıştı. Sonra savaş çıktı. Ben evlenmiştim. Benim hanım Arap.

         -Hiç çatışma gördün mü?

         -Olmaz mı? Bir keresinde ben, el arabasıyla banana satıyordum.

         -Banana ne?  Ne demek.

         -Banana. Meyve. Hani çikita var ya.

         -(İngilizce dersini hatırladım.)Ha, muz.

         -Muz ya. Arabamı itekliyordum. Bir anda çatışmanın ortasında kaldım. Bir köşeye sığındım. Araba, çatışmanın ortasında kalmıştı. Oradakilerden birine dedim; benin araba, bananalar orada kaldı. O da, be alırım dedi. Atıldı ortaya. Taklalar ata ata, yuvarlana yuvarlana gitti. Arabayı aldı. Başını eğip, ateş ede ede, arabayı oradan çıkardı bana verdi.

         -Halen zenginlermiş öyle mi? O kadar savaş, zenginliği yok etmemmiş.

         Öyledirler. Halen zenginlerdir. Şimdi Beyrut'ta sokakta çatışma olur. çok değil, iki saat sonra orada çatışma olsun demezsiniz. Zengini tam zengindir. Orada en güzel elçilik, Türk elçiliğidir. Öyle ki Isparta'nın otelinde (Süleyman Demirel heykelinin arkasındaki, Büyük Isparta Otelini kast ediyordu. Benim öğrenciliğimde de, Isparta'da çok otel vardı. Turistlik belgesi, yani yıldızı olan iki otel vardı. Biri İstanbul yolu üzerindeki Bolat oteli, diğeri de mülkiyeti belediyeye ait, bu oteldi.) Neyse ben çıkıyorum. Hanım bekler dedi ve çıktı.

         Onun ardından, lokanta bayağı sessiz kalmıştı.o, hem benle konuşup, yemeğini bitirtmeyi başarmıştı. Bense yemeğimi soğutmuştum. Arada kendi aralarında konuştular.

         -Çok kalmış oralarda. Arada anlatır.

         -Ne dediği anlaşılmıyor. Gerçekten de, harfleri çok garip telaffuz ediyordu.

         -O anlıyor diye beni gösterdi.

 

 

 

22 Ocak 2025 Çarşamba

ROMANTİK FAŞİZMİN SEFALETİ 5-YAĞMA



 6/7 Eylül progromu ile ilgili pek çok anektor, yağmaya engel olma çabaları ile ilgilidir. Her progrom gibi 6/7 Eylül de, devasa bir yağma operasyonudur. Neredeyse tamamen İstanbul merkezlidir. Demokrat parti merkezlidir ama suç komünistlere atılmıştır. Fener Patrikhanesine, Demokrat Parti bayrakları ile saldırılmış ama ertesi gün bazıları olaydan haberdar bile olmayan solcular toplanmıştır. Aziz Nesin, Salkım Salkım Asılacak adamlar adlı anı kitabında bunları anlatır. Bu tür yağmaları ideolojiye bağlama çabaları çoktur. 6/7 Eylülü, Kıbrıs sorununa bağlama çabası vardır. Oysa on yıl öncesinin Varlık vergisi ve yirmi yıl öncesinin Trakya progromları sırasında Kıbrıs yada başka bir yerle alakası yoktu. Türk tarihi boyunca, azınlıklara karşı progromlar, çoğunlukla ve neredeyse tamamen devlet destekli ve kontrollüydü. Nihal Atsız ve Cevat Rifah Atilhan,  1934 Trakya Progromunu, o yıllarda İzmir ve Ege kıyılarında da kalabalık olan Yahudilere de yönelmesi için uğraşmışlar; hatta Atsız, Trakya Romanlarına karşı da halkı kışkırtmıştı. Olaylar Trakya (Çanakkale dahil) ile sınırlı kaldı. 1944 Varlık vergisi, o zamanlar Ankara'da kalabalık bir nüfus olan Yahudi cemaatini hiç vurmadı. Çünkü şehir başkent olmasına rağmen, ticari açıdan kısırdı ve Ankara Yahudilerinden hemen hiç Varlık vergisi alınmadı. Meşhur Ermeni tehcirinde bile pek çok şehir, bölge Ermenisi tehcirden muhaf tutulmuştu. Diyarbakır'da üç yüz kadar Ermeni esnaf tehcirden muaf tutuldu. Zira o işleri yapacak Müslüman esnaf yoktu. Aslında Ermeni tehciri, Ermeniler ölmesin diye dikkatle planlanmıştı. Osmanlı devleti ve toplumu ise 1915'e gelindiğinde fazlasıyla çürümüştü. Her taraf eşkiya ve haydut, memurların çoğunluğu hırsız yada sahtekardı. Buna bir de savaş koşulları eklendi. Osmanlı devleti onlarca eşkiyayı ve devlet görevlisini cezalandırdı fakat savaş kargaşalığında daha fazlası cezasız kaldı. İstanbul'u işgal eden ve hiç imha edilmemiş Osmanlı arşivini ele geçiren İngilizler, bu yüzden Ermeni tehcirinin soykırım olduğuna dair delil bulamadı. Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal hariç. 

Yağma, hem iç savaşın, hem de ülkeler arası savaşın ana sebebi, askerlerimn ana motivasyonudur. Roma-Bizans tarihi iç savaşlar, Osmanlı tarihi de isyanlar tarihidir. İmparatorluklar, isyanları bir yağma fırsatı olarak görürler. Osmanlı'da isyanlar, özellikle Celali isyanları, hiç de paniğe yol açmadı. 1596 yılında Anadolu'nun her yerini kaplamışlardı. Karayazıcı, Urfa'da kendisini padişah ilan etmişti. Ancak o parişahlığı Tokat valiliği ile değişmişti. Osmanlı pek paniğe kapılmıyordu çünkü ideolojisi yoktu. İdeoloji oluşmuyordu çünkü okuma-yazma azdı ve matbaanın yasak olması bu yüzdendi. Bu şartlar altında ideoloji ancak dinden çıkıyordu ve bu sebeple Osmanlı, küçük de olsa Alevi isyanlarından korkar, sonuna kadar ezerdi. Gene bu sebeple Türkiye'de pek çok kişi, Celali isyanlarını tamamen Alevi isyanı zanneder. Oysa Celali isyanlarının çok azı Alevi isyanıdır. En büyük Celali asileri; Karayazıcı, Kalenderoğlu (Ankara ve Konya olmak üzere 2  ayrı isyan çıkaran Kalenderoğlu vardır.), Canbulatoğlu, Yaşar Paşar ve Çomar Bölükbaşı (Bitlis'te, Van gölü kıyısında türbesi vardır), Sünni'ydi.  Pek çok isyanı ise medrese öğrencileri çıkarmıştı.

Bazen de yağmacılar, yağmayı paylaşamaz. 1595 Yergöğü  savaşında Osmanlı'nın yenilgisinin sebebi,  Koca Sinan Paşa'nın, yağmadaki payını almak için çirkefleşmesi yüzünden çıkmıştı. (Olay anlatmayayım, olay hakkında internette özellikle çok fazla bilgi var. Youtuberların çok sevdiği bir konu.) Olaydan sonra, Sinan Paşa görevden alınsa da, tekrar göreve gelmiş ve seksenlerinde olduğu halde 4 ay kadar sonra eceli ile ölmüş. İşin daha ilginci, Osmanlı'nın bunca rezalete rağmen bu isyanı bastırıp, 283 sene daha Romanya'da egemenliğini sürdürmesi. Bu Yergöğü köyünde, sadece bu savaş değil, bir kaç savaş daha olmuş. 1595 savaşı ise bambaşka açıdan faciadır. Bu savaşla Akıncılar denen kurumsallaşmış askeri sınıfı yok etmiş, daha doğrusu yok denecek kadar azalmıştır. Yergöğü'de kaybedilen otuz bin kadar Akıncı'nın yerine yenisi konmadı. Bu savaştan yüz yıl kadar sonra yapılan bir sayımda sayıları beş bin kadardı. 1514'de Çaldıran savaşında, Şah İsmail'in Venedik'ten aldığı tüfekler yüzünden Yeniçeri sayısı çok azalmıştı. Öyle ki Yavuz Sultan Selim,  zaferin büyüklüğüne rağmen Meşher'e kadar tüm İran'ı istila etmeye cesaret edemedi. Dönüşte Yeniçeri nüfusunu arttırmak için Anadolu Rumlarından devşirmeler alınması kararını aldı. Yergöğü'den sonra böyle tedbirler alınamadı.

Güçlü düşmanlar ve yağmanın azalması, askerlerin savaşma azmini azaltır.  İran, Çaldıran'dan sonra Osmanlı ordusunun karşısına meydan savaşında çıkmamaya özen gösterdi. Rusların yanık toprak stratejisine benzerr olarak Van ile Tebriz arasındaki bölgeyi, insansız, gıdasız bir alanda, su kuyularını da zehirledi. Bu yağma sadece Osmanlı yada doğu ordularının problemi değildi. 1596 Haçova savaşı, kaçan Osmanlı ordusunun geride bıraktıklarını yağmalayan Avusturya ordusu, sonradan toparlanan ve Gericiler denen ordu esnafı tarafından dağıtıldı.  Yağmanın ordu disiplinini bozması yüzünden, modern ordular tarafından sonlandırıldı, yasaklandı. Yağmayı askerler değil de devletler yapar oldu. Naziler yenilince Ruslar, Elbe nehrinin doğusundaki Alman fabrikalarını Urallara taşıdı. Sadece bazı kilit ve hassas ürünlerin üretimi, Amerikalıların kredi ve hibeleri karşılığıında Almanya'da kaldı. Bu seferde yağma, ordu ardından giden siviller ve başka kuruluşlarca yapıldı. Kıbrıs Barış Harekatından sonra, askerin ardından adaya gelen bazı siviller, güneye kaçan Rumların yada Rumlara ait sandıkları kişilerin mülklerine çöktü ve pek çok Kıbrıslının gözünde Anadolu Türk'ü imajı bu oldu.

Yağma, faşizmin de en büyük motivasyonudur. Öyle ki kurbanlar öldükten yada göç ettikten sonra bile bitmez. Yüz yıl önce göç etmiş Ermeni yada Rumların evleri, mezarları ve tüm arazileri defalarca kazılır, taranır. Naziler kurbanlarının altın dişleri ve yüzüklerini, hatta yandıktan sonra bacada kalan yağını (sabun olayı efsane değil) ve kalan küllerini (lahanalara gübre olsun diye) bile kullanmıştır. Bokasa yada İdi Amin gibi en vahşi diktatörlerin bile bazı kişilerce halen hayırla anılma nedeni, pek çok kişiyi yağmaya ortak etmesidir. İdi Amin, Uğanda'ya İngilizlerin yerleştirdiği Hint-Paki insanların mallarına, mülklerine el koydu. Sadece 25 kilo yükle ülkeyi  terk etmelerini istedi. İngiltere hepsini mülteci olarak kabul etti. Amin'in askerleri, o 25 kiloyu da yağmaladı. Hintliler, yedikleri karnında, giydikleri sırtında ülkeyi terk etti. İdi Amin iktidardan düşünce, Ugandalılar bu Hintlileri kırmızı dipli mumla çağurdı ama teki bile gelmedi. Çünkü bu insanlar, Afrikalıların bihaber olduğu pek çok zanaati iyi bilen insanlardı. Sadece Uganda değil, diğer Afrika ülkelerindeki Hintliler de, olası bir İdi Amin'e karşı, İngiltere ve Hindistan'a göç etti. (Eskiden İngilizler tarafından yerleştirilmişlerdi.) Halkın önemli bir kısmı, yağmadan pay umduğu için iktidarı destekler. Çalıyorsa benim paramı çalıyor yada çalıyor ama çalışıyor demenşn anlamı, o çalınandan ben de yakın da pay alacağım demektir.

Gerçekte yağma arttıkça, hırs artar. Bir de yağma azalınca, yağmacılar birbirini yağmalar. Artık kastın üst sınıfları da güvenli değildir. Beş yıldızlı otellerde bile üç kuruşluk ekipman eksikliğinden dolayı yanarak yada dumandan boğularak ölürsün. Otel sahibi, iktidar partisinin üyesidir. Maraş depreminde onlarca kişinin ölümüne sebep olan ve serbest bırakılanların servetinde, 1978 Aralık ayındaki katliam yağmacılarının olduğuna yemin edebilirim ama ispatlayamam. bu katliamla ilgili anlatılarca, bolca yağma hikayesi de vardır. 

Yağma sadece mala-mülke çökerek olmaz. Halkın vergisiyle hak edilmemiş kazançlar, ticari imtiyazlar ve rantlar da yağmadır. İktidar içi savaşlar, bu yağmayı paylaşamama savaşıdır. Föcö ile Reis kavgası da böyleydi. Föcö, Fidan'ın müsteşarlığına karşı çıkıp, reis de dershaneleri kapatma kararı alırken, pek çok kişi, arayı bulmaya çalıştı. Şu günlerdeki Menzil'deki kavga da, yağma kavgasıdır. İktidarın barıştırma, uzlaştırma çabaları aylardır sonuç vermemiş, kavga büyümüştür. Asıl kavgada ilk kan döküldüğünde, ilk ölü mezara girdiğinde kıyamet kopacak, ülke 15 Temmuz'a benzer şeyler yaşayacak, sosyal medya ve arama motorları, Menzil kelimesine de sansür koyacaktır.

19 Ocak 2025 Pazar

BENİM HAYATIM KIZIL GONCALAR- HÜSNA ŞAHİN



 Benim hayatım Kızıl Goncalar niye izleyeyim ?

Tarikat içi yaptığım evlilik,15 yaşından 20 yaşına kadar süren medrese hayatım 9 yaşından itibaren annemin evi dergaha çevirmesi sonucunda ne çocukluk yaşadım ne de gençlik.
İlk okulu bitirdim Orta okula gönderilmeyecektim o yıl sistem değişti Orta okul mecburi oldu ailem deli raporu alıp okula göndermeyi düşündü ama vaz geçtiler.Orta okulu bitirdim bir yıl boşta kaldım.Bir yıl ağladım yalvardım tamam türban yasağı var bari imam hatipe gönderin razı olmadılar.
Uzun pardesü kocaman bir eşarp içinde cılız minicik bir çocuk Türkçe öğretmenimle yolda karşılaştık.Tanıyamadı dedi kızım sana ne oldu okula gitmiyor musun?
Ailem göndermedi dedim.Komposizyon, hikaye,şiir yazardım.Yarışmalarda derece almıştım.
Eyvahlar olsun belki de yazar olacaktın, bu fırsatı senin elinden nasıl aldılar dedi.
Sonra açık öğretim lisesini keşfettiler bir şekilde okudum.
Üniversite iznim vardı ama sadece ilahiyat bölümünü açık öğretimden okuyabilirsin dediler.Kabul etmedim zaten yıllar süren medrese eğitimlerinden dolayı dini ilimlerden soğumuştum.
Annem sürekli İrşad peşinde koşuyor babam çalışıyordu ben ihmal edilmiş bir çocukluk yaşadım
Bir çocukta ihmal,istismar kadar travma bırakır.İki kardeşim var çocuk olamadım abla olamadım onlara anne olmak zorunda kaldım.
Zor zamanlarımda kitaplara sığındım, kendimi onların dünyasından soyutladım.
Yurtlarda lezbiyen ilişkide olan kızlar gördüm hatta arkadaşlarımı taciz eden bir kız vardı sadece bana dokunmuyordu.
Kendimi korumak için öfkeli görünmek zorundaydım.
Babası tarafından istismar edildiği için yurda alınan bu kız diğer kızları taciz ediyordu.
Psikoloğa götürmek yerine hocaya götürmek bizim milletin adetidir.
Erkek yurtlarında da benzer olayları duyuyorduk.
Ergenlik döneminde olan çocukları hemcinslerinden ayırıp kapalı bir alanda tutmanın sonu hemcinsine eğilimle sonuçlanır.
Hâlâ tarikat yurtlarından diyanet yurtlarından benzer olayları duyuyorum ama üstü kapatılıyor basına sızdırılmıyor.
Beni tanıyanlar bilir özel hayatımı paylaşmayı sevmem ama diziyle ilgili yorumları görünce artık tahammül edemedim.
Tarikat benim erkek kardeşimi aldı onların sorumluğunda yaptığı trafik kazasında beyin felci olarak yatağa bağımlı kaldı.
Yattığı hastaneden enfeksiyon kaptığı halde 4 ay çıkmasına tarikat izin vermedi.Aracı kullanan velet (o da aynı tarikattan) annemle babamın şikayetçi olmaması için yoğun bir baskı uyguladılar.
Hastaneye girdiğimde tüm koridor takım elbiseli mafya tipli adamlarla doluydu.
Para teklif ettiler güya yanında duruyor gibi hergün ziyaretler edildi boy gösterildi.
Tarikat şeyhi Abdul Baki Erol kardeşime dua etmiş iyileşecekmis kendisi öldü gitti benim kardeşim 9 yıldır felç yaşam mücadelesi veriyor.
Benim çocukluğumu gençliğimi aldılar kardeşimi aldılar yaşam sevincimi aldılar.
Hizmet diye insanları bedava çalıştırıyorlar evlerinde bir sürü hizmetçi (,cariye) var.
Müritler degaha yardım diyince evi tarlayı satıp gönderiyorlar.
Altın varaklı evlerde yaşıyorlar son model arabalara biniyorlar.
Menzil köyünde iki ay yaşadım anlatamayacağım bir sürü şey var.
Mahmut Usta Osmanoğlu medresesinde bir yıl yaşadım dini terbiye adı altında gözümüzün ferini soldurdular sesimizi kıstılar ben hala yüksek sesle konuşmam.
Yahyalı Süleymancılar Nurcular Kadiri tarikatları hepsinin içinden insanlar tanıdım sistemlerini biliyorum.
Eğer bu avam tabaka için dinlerine dokunmadan sosyalleşecekleri kendilerini önemli hissedecekleri bir uğraş bulunmazsa Tarikatlar cemaatler daha çok insanın hayatını karartır.
Beşeri ilimlerle uğraşan psikologlar sosyologlar felsefeciler entelektüeller aydınlar bu konu hakkında kafa yorup alternatif üretmeliler.Başka çıkar yol bulamıyorum.
Tarikat cemaat hatta ideoloji bağlamanın temelinde yatan çok sebep var başka bir yazıda bunlardan bahsederim."
Hüsna Şahin 7 Ocak 2024 Pazar

KAYNAK: https://tum1haber.com/haber/tv_izlemiyordum_ama_arkadaslar_kizil_goncalar_dizisinden_bahsediyorlar-186009.html

18 Ocak 2025 Cumartesi

TANSU ÇİLLER VE MESUT YILMAZ'IN PRENS-PRENSES REKABETİ



12 Eylül darbesi ve 1983 seçimkleriyle beraber, sağın ağababalığı makamı Turgut Özal'ın eline geçmişti. 12 Eylül öncesinin siyasi liderleri, Çanakkale, Zincirbozan üssünde hapis ve 12 Eylül anayasası gereğince 1990 yılına kadar siyasi haklarından mahrumdu. Ancak hem Demirel'in, hem de diğerlerinin (Ecevit, Türkeş ve Erbakan) hayranı çok boldu ve eski partilerini yeni adlarla ve emanetçi isimlerle tekrar açmışlardı. Sonuçta 1986'da referandum yapıldı ve kabaca altmışa kırk oranında evet çıktı ve eski liderler partilerini, emanetçilerden geri aldı. Türk siyasi literatüründe emanetçi kavramı da bir süreliğine çıktı. (2002'de siyasi yasaklı olduğundan Reis'in yerine Abdullah Gül, emanetçisi olmuştu bir süre) Böylece emanetçiler üzerinden süren Özal-Demirel rekabeti, gerçek kişilikleri üzerinden yapılmaya başladı. 1996 yılı , Sovyetler Birliğinin sendelediği ve en sıradan insanın bile Sovyetler Birliğinin dağılacağını tahmin ettiği dönemdi. Nisan ayında Çernobil nükleer santralinde tarihn en ağır kazası olmuş, Sovyet yetkililerinin olayı gizleme çabaları faciayı büyütmüştü. Baltım ülkeleri ayrılık mesajınjı artık açıktan veriyordu. Aralık ayında Kazakistan'da Jeltoksan denen büyük isyan oldu. İsyan kısa sürede bastırıldıyda da, ani büyümesi, Ruslar için gerçek bir şoktu. Gene de SHP, 1989 yerel seçimlerinde büyük bir çıkış yakaladı. Bu da sağ cenahı korkuttu ve sol aleyhine, özellikle de Uzan ailesinin gazete ve dergileri tarafından bir saldırı başladı. Sovyetler Birliğinin gerilemesi ise Dünya da solun gerilemesi, DSP ve Ecevit'in rekabeti,  Baykal'ın hizipçilik denen bozgunculuğu ve partiyi ele geçirmesi (bu arada partinin adının tekrar CHP olması), meydanın sağa kalmasına yol açtı. 

Merkez sağ denen oluşum aslında 1977'de CHP'nin zaferinden beri yavaş ve istikrarlı bir oy erimesi yaşamaktaydı. 1989'da Turgut Özal, çeşitli bahanelerle kısmen de olsa sindirdiği, ekarte ettiği askerler yerine cumhurbaşkanı oldu. Cumhurbaşkanı olur olmaz, hükumet kurma görevini,  pek çok  kişinin adını bilmediği yada önemsemediği, meclis başkanı (eski içişleri bakanı) Yıldırım Akbulut'a hükumeti kurmak üzere görevlendirdi.. Akbulut, Özal'ın elinden kabinenin listesini almıştı. Otuz beş dakika da bu listeyi yazmak (devlet bakanlarının nelerden sorumlu olduklarını yazmak da gerekiyordu.) bile mümkün değildi. Özal'ın desteğini arkasına alarak, ilk kongrede parti başkanı da oldu. Kendisinin hitabet gücü olmayan, medya tarafından da sevilmeyen birisiydi. Kısa süreli başbakanlığında kendisine dair onlarca fıkra kitabı çıktı. Bu konuda birinci, eski cumhurbaşkanlarından Cemal Gürsel'di. Akbulut, en karizması düşük başbakan yada politikacı da olması da gerçekleşmedi. Kendisinden sonra iktidara gelen Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller'in karizmaları yerlerde değil,  çukurlardaydı. Akbulut, halk karşısında konuşmasını pek bilmemesine rağmen ne Tansu Çiller gibi Türkçesine İngilizce karıştırıyor; ne de Mesut Yılmaz gibi aşırı yavaş konuşuyordu. Ayrıca bazı yabancı konukların ileri-geri konuşmalarına ağzının payını vermiş ve Özal'ın bazı maceralarına engel olabilmişti. Özal'la ters düşünce de yerini, kongrede Turgut Özal'ın karısı Semra Özal tarafından öpülerek işaretlenen Mesut Yılmaz'a bıraktı. Yılmaz'da bir süre sonra Özal'la ters düştü ama parti genel başkanı olur olmaz Özal yandaşı delegeleri ekarte ettiği için Özal, partisinin kontrolünü kaybetti ve Cumhurbaşkanlığını bırakıp, tekrar siyasete atılmaya karar vermişti. Hatta Akbulut' un da olduğu bir grup milletvekili partisinden istifa etmişti ki, Özal beklenmeyen bir şekilde öldü.

Özal'ın beklenmeyen ölümü, siyasette her şeyi değiştirdi. Bu sürede ANAP, iktidarı kaybetmişti ve Özal'ın eski ustası ve en büyük rakibi Demirel, onun yerine cumhurbaşkanı oldu. Özal'ın aksine Demirel, partisine hakim değildi yada öyle görünmek istedi. Özal'ın Akbulut'u alel acele başbakan yapması çok şaka konusu yapılmış, ANAP'a çok oy kaybettirmişti. DYP'yi de tahminim çok da İsmet Sezgin'e bırakmak istemiyordu. İsmet Sezgin, son derece ilginç birisidir. Hayatının öneml, bölümünü Süleyman Demirel'in ayak uşaklığı ve muhbiri olarak geçirmiş; dolayısı ine AP (Adalet Partisi) ve DYP'nin önemli mevkilerini işgal etmiştir. Kendisi Siirtliydi ve Siirt'teki tüm akrabalarını AP yada DYP aracılığıyla ihya etmiti ama hep Aydın milletvekili olmuştu ve muhtemelen Aydın'ın yolunu bile bilmiyordu. Gene de kurultaydan evvel en favori aday oydu. Diğer adaylar Köksal Toptan ve tabiki Profesör Tansu Çiller'di. İsmet Sezgin'in sloganı, Kasım'A kadar İsmet Abi'ydi. (gülebilirsiniz, harbiden komik)ATV-Sabah grubu, kurultaya kadar bu sloganı tekrarladı durdu. Kurultayda daha ilk  turda Çiller, Sezgin ve Toptan'ın toplamına yakın bir oy alınca, bu ikili adaylıktan çekildi ve meydan Çiller'e kaldı. Böylece merkez sağı bitirip, siyasal İslam'ın önünü açan Tansu Çiller-Mesut Yılmaz rekabeti başladı.

Bu rekabet, her iki partinin tükendiği 2002 yılına kadar sürdü. Bu süreçte taraflar birbirini en fazla yolsuzlukla suçladı. Her ikisi de siyasete girmeden evvel zengindi, Yılmaz'ın ailesi zengindi, Tansu Çiller'de valilik yapmış, bürokrat bir babanın oğlu, Amerika'da doktora eğitimi yapmış ve çalışmış bir akademisyendi. Siyasete atılmadan önce Boğaziçi üniversitesinde Ekonomi profesörüydü. Daha öncesinde de İstanbulbank'ı kocası ile batırmış, sonradan serveti aniden artmıştı. CHP'liler servetini sorunca da,  kayınvalidesinden kalan altın dolu bir hurcun mucizevi şekilde bulunmasından bahsetmişti. CHP'liler söz konusu büyüklükte bir bohçayı meydanlarda gezdirdi. CHP'lilere, Çiller yanlısı engellenemeyen gençler denen bir grup Ülkücü saldırdı. Mesut Yılmaz ise abisinin Türk-Rus doğalgaz antlaşması için rüşvet aldığı ve halen Rus doğalgazını fahiş fiyata aldığımız iddiaları medyada dolaştı durdu ve halen de ara ara dolaşmakta. Her ikisinin de Ülkücüler ve derin devlet denen çetelerle arası iyiydi. Hatta, Abdullah Çatlı, Tansu Çiller'in has adamuydı. Kurtlar Vadisi'nde adı geçen  ve MİT içinde MİT olan KGT (Kamu Güvenliği Teşkiları), Tansu Çiller'in emri ile kurulmuştu. Doksanlar basınına bakılırsa, enişte lakaplı kocası Özer Uçuran Çiller, KGT'nin gizli yöneticisiydi.

(Buraya bir ayraç parantezi açayım. Kurtlar Vadisi'nde kim-kimdir muhabbeti, sosyal medyada çok dönüyor. Asıl soru, bazı karakterlerin Kurtlar Vadisinde neden olmadığı,  yada ilişkilerin nefen farklı gösterildiğidir. Tansu Çiller ve Hüseyin Kocabay, dizide hiç yoktu mesela. Kocabay, Alevi ve polis tarihinin en karanlık kişilerinden birisidir. Arabada kaza yaptığı Sedat Bucak'da, düşmanı olarak gösterilmiş. Çiller, doğru dürüst Türkçe konuşamıyordu ama ciddi Kürt düşmanıydı. Mesut Yılmaz ve Budabeşte'de yumruk yemesi olayının da dizide yer bulması gerekirdi. Gene de Ezel'in daha iyi olduğunu düşünürüm. Bir başı ve sonu vardır.)

Bu kavgada medya ve burjuva da taraftı. ATV-Sabah grubu Çiller'i, Uzanlar (Star) Mesut'u açıkça destekliyordu. Doğan Grubu ise satır arasında Çiller'i desteklemekteydi. Buna rağmen merkez sağ, oy kaybediyordu. Sol, yukarıda saydığım sebeplerden dolayı güç kaybederken,  akacak mecra arayan sağ seçmen,  MHP ve Refah'a yöneldi. Türkeş bunu fark etmişti ama Ülkücü taban iktidar olmak istemiyordu. Zaten sağlık bakanlığı ile İçişleri bakanlığı ellerindeydi. DYP, ANAP ve Fenerbahçe kongrelerinde kimin kazanacağını Ülkücüler belirliyordu. Özel Harekat seçmelerinin listeleri ilk önce Ülkü Ocaklarına gidiyordu. Doksanlarda mantar gibi biten çoğu üniversite Ülkücülerin egemenliğindeydi. Teşkilatlar da adayları bahane edip, çalışmadı ve MHP, 1995 seçimlerinde baraj altı kaldı. Refah'sa birinci parti oldu. İşte 95 seçimlerinden sonra burjuva da merkez sağdan vazgeçti. 95 seçimlerinin sonrasındaki günlerde Mehmet Barlas, İslam ve Refah üzerine, yanlış anladıkları üzerine bir yazı yazdı. İşte o yazıdan sonra, ATV-Sabah'tan başlayarak, merkez medya denen holging medyaları yavaş yavaş Çiller ve Yılmaz'ı top ateşine tutmaya başladılar. Bunun içinde ilk silahları, Leven Kırca ve ekibinin hazırladığı Olacak O kadar parodileri oldu. Çiller'i hicveden meşhur jet sky skeci, RTÜK'ün kurulmasına ve bunun için de illegal yayın yapan televizyon ve radyo kanallarının, anayasa değişikliği ile yasallaşmasına sebep oldu. Çiller ve Yılmaz da halen, onbaşı olma şerefsizliği, Taocu muhalefet geyikleri ile birbirlerini yedi.

199 seçimleri ise gerçek bir şoktu. Koca DYP, Isparta'da bile kaybetmişti. Gerçi ben koca diyorum ama DYP, 1995'de İstanbul'da 5. Isparta ve pek çok Ege-Akdeniz şehrinde 1. partiydi. Bazı ayrıntıları pas geçiyorum. 2002'de Devlet Bahçeli bir anca koalisyonu bozdu. DYP-ANAP zaten bitikti. Yurt dışına kaçan Uzan ailesi ise Türkiye'de kalan tek bireyleri Cem Cengiz Uzan'a Genç partiyi kurdurdu. Genç Parti, DYP ve ANAP'ın yanında MHP'nin de baraj altı kalmasını sağladı. DSP  ise devasa ekonomik krizle yıkılmıştı. Parti iinde İsmail Cem ve arkadaşları YTP (Yeni Türkiye Partisi) diye bir parti çıkardı. Uzanlar hariç merkez medya destekledi. Ta ki AKP kurulana kadar. AKP'nin kurulduğu gün, tüm merkez medya, İsmail Cem ve partisini topa tuttu.

2002 seçimleri ise bitişin ilanıydu. DYP, ucu ucna barajın altında kaldı. Bir zamanların iktidar partisi DSP, tabela partisi oldu, iki seksen uzandı. ANAP'ın durumu seçimden önce belliydi. Mesut Yılmaz, son dakika kararsızları ile barajı aşmaktan bahsediyordu. Tek parti iktidarı olarak ele geçirdiği  partinin sonu buydu. Mesut Yılmaz'a hanedanın son prensi; Çiller'e de Demirel'in prensesi diyorlardı. Sonuçta bu prens ve prenses, 1950'den beri süren, darbelere rağmen ayakta kalan, merkez sağ saltanatını yiyerek bitirdi.


13 Ocak 2025 Pazartesi

MUHALEFETİN MEDYASIZLIĞI VE GÜÇSÜZLÜĞÜ



Şu anki iktidar partimiz ve reisi, 2010'a kadar , tam olarak da 12 Eylül 2010 Yetmez Ama referandumuna kadar gayet demokratikti. O kadar demokratikti ki, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kuruluna siyaset karışmasının amacının demokrasi olduğu, toplumun öneml, bir kesimine benimsetilmişti. Bu süreçte iktidarın hedefinde iki şey vardı, Cem Uzan ve medya. Uzan ailesi ve Rumeli Holding'in önemli bir medya gücü de vardı. Uzan Holdingin batan bankaları sebebi ile TMSF aracılığıyla parça paça canlı yayınlarda  satıldı. Uzanlara saldırı, tüm servetlerine çökülünce de bitmedi. Yıllarca gazeteler, internet siteleri, o meşhur, Cem Uzan'a Hapis Şoku manşetlerini attı. Diğer hedefte medyaydı. O dönemde medya çoğunlukla Aydın Doğan holdingin elindeydi. (Kurtlar Vadisi'nde Davut Tataroğlu olarak karikatürleştirilmiştir. Aydın Doğan, Kırım Tatarı kökenlidir.) Aydın Doğan, gazete, dergi, radyo ve televizyon  kanallarındaki muhalif kişileri önce yavaş yavaş, 2006'dan sonra da hızla muhalif gazetecilerden temizlendi. Bu temizlikte çok sessizce olmadı. Büyük ölçüde gazetecilerin aşağılanması ve tüm kamuoyuna rezil ederek yapıldı. Meşhur Ergenekon kumpasının bir ayağı da gazetecilere yönelikti.

2002'den itibaren medya o kadar çok CHP aleyhtarı olmuştu ki 2005'de Halktv kuruldu. Gezi olaylarına kadar da güdük kaldı. İktidar partisinin yetmez amaya kadar halkı özgür bırakmak zorunda kalınan yıllarda,  sosyal medya gelişti. Teknolojinin aşırı hızlı geliştiği çağda yaşıyoruz. Seksenlere Türk toplumu için internet, bilim kurguydu. İki binlerde facebook önce zorunlu, sonra demode oldu. Kamuoyu  da şimdilerde x.com olan Twitter'a kaydı. Klasik medyayı ele geçiren iktidar, Gezi'ye kadar bunu kaçırdı. Gezi'den sonra, halen çok etkili olan klasik medyanın yardımıyla hızla yeni medyaya alıştı. Bot hesaplar ve trol ordusu devreye girdi. Sonra iktidar, zaten 1989 SHP yerel seçim zaferinden beri klasik meedyada artış içerisindeydi. Bir kısmı Marksist-Lenininst ve diğer sol fraksiyonlardan olup, SHP-CHP'yi az solcu bulan, CHP, Sosyalist enternasyonelden çıksın diyenlerdi. Yetmez amacı, CHP=MHP diyen liboşlar vardı. Gezi'den sonra CHP'yi az Atatürkçü bulan ırkçı-faşist ve Avrasyacı tipler çıktı.

Söylemezsen olmaz, son günlerde çıkan Nefes adlı gazetenin de amacı bu gibi. Kağıt gazeteler giderek ölmekteyken, bir kaç ünlü köşe yazarı ile gazete çıkarmanın amacı, bir seçmen bastırma (adam kazandı) oyunu oynamaktır. Yeni Yüzyıl (Binyıl) gazetemsinin son günlerde maskesi düştüğü gibi maskesi düşecektir.

Son günlerde CHP'nin kırmızı kart kampanyası ile alay edenler var. Oysa 1989'da SHP; süpürge ve limon gibi sıkılacak mısınız kampanyaları ile başarılı olmuştu. O zaman basın bu kadar da yandaşlaşmamış, muhalefete muhalefetlikte bu kadar yaygınlaşmamıştı.

12 Ocak 2025 Pazar

AYDINLANMA VE DİNSİZLİK



Bu sözü ilk diyen ben değilim ama altına imzamı atarım. İnternet, matbaanın, Hristiyanlığa yaptığını, Müslümanlığa yapıyor.  Osmanlı üç yüz yıl matbaayı Müslümanlara yasakladı, şimdi de bazı ülkeler (Benim bildiğim Kuzey Kore, Türkmenistan ve Afrika ülkesi Eritre) İnterneti yasaklıyor. Pek çoğu da sansürleme çabasındadır. Osmanlı da, özellikle Abdülhamit döneminde matbaaya ağır sansürler uygulandı. Gene de yeni fikirlerin ülkeye gelmesine engel olunamadı. Yurt dışında basılan gazetler, kapütülasyonlar sebebi ile kurulan yabancı postaneler aracılığıyla ülkeye giriyordu. (Bu konuda Halide Edip Adıvar'ın Sinekli Bakkal romanında bir bölüm vardır.) Basına sansür ve müdahale, cumhuriyet döneminde de sürdü. Ancak sansür ve engellemeler yerini tekelleşme ve karteller aracılığı ile gizli sansürler aldı. Turgut Özal, ülkede iki buçuk gazete kalacak demişti. (Kenan Evren'de, 1983'de seçimlere iki buçuk parti girecek demişti, buçuğu ANAP'tı.) Bu tekelleşme o kadar güçlüydü ki, fanzin denen fotokopi  medyası 1999 Şehriban Coşkunfırat cinayeti bahane edilerek, yok edildi. Televizyon ve radyo'da uzun yıllar devlet tekeli sürdü.

Türkiye, hem üç yüz yıl kadar süren matbaa, hem de onlarca yıl süren tv-radyo yasaklarının bedelini ödedi ve muhtemelen halen ödüyor. Bu yüzden olacak, Almanya'da halen üçer nüsha kağıtla yapılan pek çok işlem, Türkiye'de e-devlet ile cep telefonundan hallediliyor. Aydınlanmayı getiren şey, teknik ihtiyaçlardır. 12 Eylül rejimi, kitapçılık sektörüne kabus oldu. En basit hikaye kitapları, terör propagandası diye ülkenin tek kanalının haber bülteninde yayımlandı. Sırf kitap sahibi olduğu için onlarca insan yıllarca tutuklu kaldı. Diğer yandan 12 Eylül rejimi, Atatürk döneminden beri görülmemiş bir okuma-yazma seferberliği başlattı. Yetmişlik, seksenlik neneler, dedeler bile okuma yazma öğrendi. Her celp askere giden, okuma yazma bir yana, yer yer Türkçe bile bilmeyen asker yığınlarından bıkmışlardı. Tabelaları yada emirleri okuyan asker istiyorlar, askerlere bir de okuma-yazma öğretmek (halk arasında Ali Okulu denir) ile vakit kaybetmek istemiyorlardı. Aydınlanma, Avrupa'da da aynı sebeplerden başlamış, ticaret ve sanayinin teknik eleman ihtiyacından dolayı okuma-yazma yayılmıştı. Kısa sürede çok fazla bilgiyi aktarmanın tek yolu yazıydı. Osmanlı devleti de, son yüz yılında teknik ihtiyaçlarından dolayı pek çok batı tipi okul açtı, özellikle de ikinci Abdülhamit döneminde. Orta çağ teknolojisi geride kalmıştı ve yeni teknolojiyi bilen insanlara ihtiyaç vardı. Diğer bir konu da,  Osmanlı teknik personelini ve yabancı dil bilen eleman ihtiyacını gayrı Müslümlerden veya devşirmelerden karşılıyordu ve onlara güveniyordu. Oysa artık her biri ya kendi devletini kurmuş yada kurma çabasındaydı. Devleti kuran Türk milletine dönme vakti gelmiş, onlara yabancı dil ve teknik bilgi öğretme vakti gelmişti.

Her aydınlanma bir dinsizlik (deizm, panteizm, agnostisizm ve ateizm benzerleri) patlamasına yol açmıştır. Anrik Yunan'dan beri böyle olmuştur. Gene Antik Yunan'dan beri bunu fark eden din adamları ve devletler, eğitimi dinselleştirme çabasına girmişlerdir. Antik Yunan'da okuma-yazma, İlyada ve Odiesa gibi Yunan mitolojisinin eserleri üzerinden öğrenilirdi. Rönesans döneminde ise önemli kolejlerin çoğu  Cizvit kolejiydi, Descartes'te Cizvit koleji mezunuydu; hatta Cizvitler halen MBA denen işletme mastırında tekelidrler. Abdülhamit'te kurduğu okullarda bol bol din dersi, zrounlu namazlar falan eklemiştir ama bu dönem de Abdullah Cevdet, Tevfik Fikret gibi önemli dinsizle yetişmiş; Mehmet Akif Ersoy gibi dindarlar ise hurafecilik ve geleneksel dini uygulamalara karşı çıkmış. İşin daha ilginci, bu dönemin yazarları yada anı yazarlarının zihninde din hocaları hiç yer etmemiş. Oysa pek çoğu, tıpkı Atatürk gibi, isimlerini değiştirecek kadar öğretmenlerinden etkilenmişti. (Atatürk tek değildi. Soyadı kanunu olmadığı yıllarda, baba adları da ortak olan pek çok kişi, benzer yönlendirmelerle ikinci bir ad aldı.) En muhafazakarları, en dindarları bile, derslerin en az üçte biri din dersi olduğu halde, din öğretmenlerini hiç anmıyor.

Aydınlanma, din yada başka konulardaki bilgilerin sorgulanması ve eleştirilmesini getirir. Din de bundan muaf değildir. İnternette insanların bilgiye ulaşmasını kolaylaştıran bir yoldur.

10 Ocak 2025 Cuma

ROMANTİK FAŞİZMİN SEFALETİ 4-PAYİDARLIK YANILGISI (İLYAS SALMAN FİLMLERİYLE)


İlyas Salman, Kemal Sunal kadar önemli bir komedyen ve aktör. Buna rağmen ölümü, Kemal Sunal etkisi yaratmayacak. Bunun ilk sebebi, Salman'ın açık bir aktivist olması, Sunal'ınsa açık siyasi görüşmekten hep çekinmesi; ikincisi ise Sunal'ın oynadığı karakterlerin genelde saf iyi olması (karikatürize kötüyü anlattığı Zübük harici, benim bildiğim), Salman'ın oynadığı karakterin saflığının içinde genelde kurnazlık ve sinsilikte bulunmasıdır. Genelde Türk halkı da Salman'ın canlandırdığına benzer kişilikte insanlar olmasıdır. Özellikle 1980 yapımı Banker Bilo filmi, bunun en iyi örneğidir. Aslında Türk halkı, büyük ölçüde Salman'ın  çoğu filmindeki saf görünen kurnaz, kurnaz görünen saf tiplere benzer.

(Parantez olarak not etmezsem olmaz. Kemal Sunal, uzun süre mafya lideri Dündar Kılıç'ın gizli patronluğu-koruması altında film yaptı ve bu süre içinde, Zübük hariç, tamamen  masum kahramanları oynadı. Dündar Kılıç'ın kucağına da, Çiçek Filmle yaptığı ağır sözleşmeden kurtulmak için düşmüştü. Ünlü bir sinema-tiyatro uyumcusu  olduğu halde, o kadar düşük maaş alıyordu ki, bodrum kattaa ve sobalı bir evde yaşıyordu. Yani bir mafyadan, öteki mafyaya geçmişti. Bu yüzden filmleri haricinde apolitik kaldı. İlyas Salman ise, Yeşilçam piyasasında iş kovaladı. Açıkça siyasi tavır aldı ve halen de alıyor. Bu yüzden de uzun aralar işsiz kaldı, hatta bir ara babası Yeşilkart aldı)

Banker Bilo  filminde Maho (Şener Şen) tarafından sürekli kandırılır. Her seferinde ikna edilir. En sonunda Maho, Bilo'nun nişanlısını da elinden alıp, ikna eder ve bu seferde tüm servetini emanet eder. Sonra filmin sürpriz sonu; Bilo,  Maho'nun tüm servetini zimmetine geçirir, karısını da elinden alır. Filmi izleyenlerin de yüreğinin yağı erir. Oysa filmi bilinçli bir şekilde, baştan izlersek, Bilo, en baştan beri bu anı beklemiştir. En başından beri Maho'ya itaatinin, her seferinde ikna edilmesinin amacı, Maho'nun bu boş anını yakalamaktır. Bu açıdan baktığımızda, 2002'e kadar onlarca ekonomik kriz, siyasi karışıklığa rağmen ANAP ve DYP'ye oy veren seçmenleri; türbanlılar okumaya Suudi Arabistan'a gitsin dediği güne kadar Süleyman Demirel'e baba diyen kitleleri anlayabilirsiniz. Olguyu sadece Banker Bilo filmi ile sınırlandırmayalım. Çiçek Abbas filminde Abbas'ın patronu Şakir'e hayranlığı ve bağlılığı mesela. Şakir'in nişanlısına platonik aşıktır ve bunu çok belli etmektedir. Şakir'in zamparalıklarını saklamaktadır. Şakir'in son zamparalığını saklayamaz ve bu ayrılığı fırsat bilip,  kendisi kıza talip olur ve borçla da olsa bir dolmuş alır, daha doğrusu dolmuşun taksitine girer.  Dolmuş sahibi olur olmaz, Şakir'le ilk karşılaşma sahneleri çok dramatiktir. Birebir Şakir gibi giyinmekten öte, tavırları da Şakir'i taklit eder. Nefretinin içinde bir hayranlık vardır.  Kemal Sunal ile iki ortak filminden biri olan Kibar Feyzo filminde, Kemal Sunal, klasik Kemal Sunal; İlyas Salman'da klasik İlyas Salman rolündedir. Gülo için, Feyzo ile rekabeti kaybedince, ağanın yanaşması olur ve Feyzo'ya gaddarlık eder. Kemal Sunal, klasik Kemal Sunal olarak sınıf savaşına girerek, kahramanlaşır. 

Türk halkı ise genelde İlyas Salman'ın çoğu filminde oynadığı  karakterler gibi saf görünse de her şeyin yada bir şeylerin farkındadır ve sistemden bir şeyler ummaktadır. Talihli Amele filmi, komedi filmi olarak başlar, trajedi olarak biter. Filmdeki İlyas Salman, sadece reklam yüzü olduğu için , işçisi olarak çalıştığı lüks siteden bir eve sahibi olacağına inanır. Tıplı seçimlere yakın patrol, doğal gaz ve bilumum maden yada Lozan'ın gizli maddelerine inananlar gibi. Salman'ın çoğu filmindeki karakter, benim Timur Selçuk'un, Nereye Payidar şarkısından esinlenerek Payidarlık Yanılgısı dediğim durum içindedir. Film bence bir şaheserdir, hele de final sahnesi.  John Steinbeck'in dediği gibi, bazı ülkelerde Sosyalizm imkansızdır çünkü insanlar kendilerini fakir değil, sırasını bekleyen zengin olarak görür.

Bu payidarlık yanılgısının zirvesi  1992 yapımı Sarı Mercedes filmindeki Bayram karakteridir. Filmin en başında sevimsizleşir. Solmaz adında kadın karakterle, eşyalarını arabamla taşıyacağım diye cinsel ilişkiye girer ve kadını orada bırakır. Almanya'dan Türkiye'ye ve gelişi boyunca, yer yer geri dönüşlerle karakterin çocukluğuna da giderek, nasıl kötüleştiğini de gösterir. Araba da yol boyunca ufalanıp, köye metreler kala yok olur.

Faşizm, kitleleri payidar olma vaadiyle kandırır. Bu payidarlık vaadi, bir kısmı da yerine getirildiğinden, sadece faşist değil, tüm diktatörler Şener Şen gibi,  taraftarlarına sevimli görünürken, taraftarları da İlyas Salan gibi sevimsizleşir. Faşizme gönül veren kitleler, sistemden bir şeyler koparma ve sınıf atlama çabası içindedirler. Ancak payidar olamadıklarını anladıklarında liderlerinden koparlar.

7 Ocak 2025 Salı

BEYİN GÖÇÜ AYDINLANMANIN MOTORUDUR

 


Beyin göçü, beğenmiyorsak kapı orda diyen işverene bir tokattır. İşverenlerin en sevdiği sözdür, beğenmiyorsan çek git, ya da bu benim meselem değil. Eğer alternatifiniz varsa, her an gidebilecekseniz, size bu demez,  diyemez. Bu yüzden işverenler, İngilizceyi iyi bilen elemanlarına, sonra yurt dışına gidiyorlar diye daha iyi davranıyor. Bu yüzden yabancı dil bilginizi ara ara gösterin. Asıl anlatmak istediğim başka.

Eğitimli insan, sadece üretim yapan bir beyaz yakalı değildir. O kişi, insanlığa da gereklidir. NAZİ'lerin önünden kaçan Yahudi yada solcu bilim adamları olmasa Hititçe ve Hitit kültürü çözülenezdi. Manyas gölü, milli park olmaz, pek çok kuş türü keşfedilip, koruma altına alınamazdı. Beyin göçü yapanlar, sadece göç ettikleri ülkeye değil, tüm insanlığa hizmet ederler. Muzaffer Şerif Başoğlu'nun Türkiye'de yargılandığını duyan hocaları, Amerikan büyükelçiliği aracılığı ile onu serbest bıraktırmasaydı, sosyal psikolojiyi bu kadar değiştirmezdi.

Beyin göçü için tek geçerli sebep, siyasi-kültürel-ırkçı zorbalık değildir. Yoksulluk, düşük ücret, araştırmalar için düşük bütçe gibi sorunlar da, beyin göçü için yeterli sebeptir. Büyük burjuvalar, en ufak krizde fabrikalarını, genel merkezlerini, hatta kendi şehirlerini bile terk etmektedirler. Emekçiden de hep fedakarlık istmeketedirler. Kristof Kolomb, Cenova'da kalsaydı, Akdeniz'de gezinip duracak, Amerika kıtasını keşfedemeyecekti. Aziz Sancar Türkiye'de hiç bir siyasi yada faşizan baskı olmasa bile, Amerika'daki labavaturarların imkanları Türkiye'de bulmayacak, araştırmaları için bu kadar bol maddi kaynak bulmayacaktı.

Ülkeleri yönetenler sadece zenginleri, seçkinler memnun etmekle görevli değildirler. Halkı ve sıradan insanları da korumak, memnun etmekle de görevlidir. Vatanseverlik, aynı zamanda vatandaşeverliktir.