B
Blogumun okurlarına gözden kaçmış, 1991'de basılömış, benim 1994'de okuduğum birkitaptan bahsederek, Arap-İsrail-Türk sorunuu üzerine fikirlerimi yazacağım. Kitabı okuyalı bayağı bir zaman olmuştu. İnterneti biraz araştırdım ve kitabı benden önce değerlendirenlerin yazılarını okudum. Ekşi'de başlık bile açılmıştı.
Prenses Misbah, hem peygamber soyundan geliyor, hem de bir İngiliz. Babası, Mekke şerifi Hüseyin'in kardeşi Ali Haydar. Kitabı da 1930'larda yazamış. Babası, amcası isyan etmesin diye İstanbul'da tutuluyor ama amca bunu pek umursamıyor. Aile, bütün bu süreçte Çamlıca'da lüks konakta, Osmanlı devlet hazinesinden lüks yaşıyor. Gene de Osmanlıları ve Türkleri hor görüyorlar. Bir Osmanlı prensesi, Şerif ailesine gelin gidecek, Şerif ailesi ayak sürüyor. Misbah'ın İngiliz annesi araya giriyor, bol tantanalı bir nişan ve nikah düğün yapılıyor. Misbah'ın ailesi de, bunun karşılığında bol bol hediye mücevher alıyor. Aile, Osmanlı gelinini aşağılıyor. Araplar da bir birlerini aşağılıyor. Lüks konak demişken, günde en az bir koyun kesililip, yeniliyor, her gün misafir, saray erkanı, İttihat ve Terakki üyeleri, büyük elçiler falan, hep misafir.
Misbah'ın annesi bir İngiliz ajanı, kızını da bir ajan olarak yetiştiriyor. Misbah, iki de bir Arap-İngiliz dostluğundan, Balfour deklerasyonunun önemsiz olmasından bahsediyor. İsrail kurulmayacak, müsterih olun diyor. Daha 1930'lu yıllar, kendisi bir çeşit yetmez ama evetçi. Annesi, kızını da ajan olarak yetiştirmiş. Şerif ailesine ilk gelen gelin olmadığı belli. Bu evlilik aslında şeyhi kontrol etmenin de bir yolu. Kendisi MİT müsteşarlığından gelme yeni Dışişleri bakanımız, bakanlık personelinin beşte birinin (%20) yabancılarla evli olduğunu öğrenince, küçük çaplı bir şok geçirmiş. Cumhuriyetin ilk yıllarında devlet memurlarının yabancılarla evlenmesi yasaktı. Hatta Muzaffer Şerif'in memurluktan ve vatandaşlıktan çıkarılmasının sebebi de, Amerikalı bir kadınla evlenmesiydi. (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/08/muzaffer-serifin-efsanesi-ve-gercekler.html)
İngilizler, daha 1. Dünya savaşından çok önce, bölgeye bolca casus yerleştirmişti. Pek çoğunun adını kamuoyu bilmiyor. Zaten en iyi casuslar, adını hiç bilmediğimiz casuslardır. Çoğunlukla o ülkenin yerli halkından devşirilirler. Onları devşirenler de, casusluk yaptıkları ülkelerde yıllarca kalır. Çümkü insanları ikna etmek, insanlardan bilgi almak, insanları devşirmek, zaman alan iştir. Arap isyanları sadce Lawrecne ve Getruthe Bell'in işi değildir. Ben çok eski bir belgeselde William Shakespare adında, Rönesans oyun yazarı ve şairiyle adaş, 20. yüzyılın başında Mekke'de araba acentesi, sonradan Müslüman olmuş gibi görünen bir İngiliz'in hikayesini izlemiştim. Mekke Şerifi Hüseyin, yani Misbah'ın amcası, sadece Hcaz emiri olmakla yetinmeyip, Toroslardan, Hint Okyanusuna, büyük Arap krallığını isteyince, onu devreden çıkarıp, yerine Suudi krallığını kuruyordu. Bu casusla ilgili internette bir şey bulamıyorsunuz, çünkü tüm arama motorları adaşı tiyatro oyunu yazarı ve şairi ile karıştırıyor. (ben de yanlış hatırlıyor olabilirim) Onun yerine oğluna devlet olsun diye Ürdün krallığı kuruyorlar. Yani aslında ortalık casus kaynıyor. Arabesk kitabına dönecek olursak, Arap emirleri, hem en İngilizci benim diye yarışıyorlar, hem de birbirlerini İngilizci diye Osmanlı sarayına gammazlıyorlar. (Bir de dikkat edin, Ürdün krallarının eşleri İngiliz yada Amerikalı)
1917'de ise aslında her şey hazır. Bu yüzden 1914'den, 1917'e, Kut-ul Amare hariç (o da bir çeşit keşif salıdırsıdır) beklemede kalıyorlar. Osmanlı üç kere Süveş kanalına saldırıyor, sadece bir kaç küçük gemi batırıyor. (Buraları Şevket Süreya Aydemir'in Enver Paşa kitabından yazıyorum) Kut'da ise büyük kayıp veriyor. Kut'daki birliğin subayları İngiliz, erlerin çoğu Hint'li, hatta Müslüman ve Pencaplı. (O zaman Hindistan-Pakistan ayrımı yok) Misbah'ın annesi, kızı aracılığı ile (Misbah, o zamanlar küçük de olsa, aklı eriyor) İngiliz esirlere para, çay ve verevbileceği bazı ufak şeylerden oluşan bir hediye paketi iletiyor.
Kitapta Osmanlı harem ve aile hayatı da göz önüne seriliyor. Öyle sanıldığı gibi kaç-göç yok. Konuşmak, tanışmak isteyenlere her yol açık. Yani son dönem Osmanlı roman yazarları doğru anlatıyormuş İstanbul'u. Misafirlerle salonda beraber oturuyorlar. Şerifin oğlu ile padişah kızının nikahı öncesi bir koltuk töreni olayı var. Bir çeşit kına töreni ama saray usulü ve kınasız. Evlenecek kız ve oğlan ilk defa bir araya gelip, koltukta yan yana oturuyorlar, sözüm ona başbaşa. Oysa tüm kız ve erkek tarafı, olayı seyrediyor. Törenin sonunda çiftin başlarına, o gün için özel tasarlanan ve basılan paralar saçılıyor.
İnternette kitabı okuyanların aklında bir de Osmanlı hanedanı ile Büyük Ada veya Heybeli Ada'da yapılmış piknik sahnesi var. Saraydan getirilen koltuk-masa ve sandalyeler, matbaada basılmış menülerle yapılan fantastik piknikte yetişkinler şarap-rakı, çocuklar ve kadınlar bira içiyor ve Osmanlı birayı içkiden saymıyor. O günlerde Balkan savaşı yenilgisi sebebi ile İstanbul sokakları, camileri, muhacirlerle dolu ama ne Osmanlı, ne de Şerif ailesi lükslerinden feragat etmiyor. Şerifin kızları İngilzce, Fransızca, piyano çalmayı biliyorlar ama Arapça bilmiyorlar. Arapça'yı Beyrut'ta, hizmetçilerden öğreniyorlar. Babaları, kızlarının mutfak Arapçassı dediği Suriye-Lübnan Arapçasını öğrenmelerinden hoşnut değil. Çünkü ona göre has Arapça, Hicaz Arapçası. Kitaptan, Araplar arasında, İslam öncesi akbudun-karabudun gibi sınıf ayrımı olduğunu da öğreniyoruz.
Hikaye Beyrut'ta bitiyor ama biz İstanbul'u biraz daha anlatalım. İstanbıl'da zaman değişiyor, iktidar da değişiyor. İttihatçılar iktidara gelse de Şerif'in ailesi için pek değişen bir şey olmuyor. İttihatılar da, peygamber soyuna saygısızlık etmek istemiyor. Sadece Ali Haydar, İngilizciliğini biraz gizler gibi yapıyor. Pek çok törene dacetliler. Bunlardan en önemlisi padişah 5. Mehmet'in (Mehmet Reşat)'ın tahta çıkışı. Tören sırasında yeni padişahın kılıcının kemeri çözülüyor, Ali Haydar eliyle tutuyor. Yeni padişahta bunu uğur sayıp, hayatı boyunca devletin sağ kalacağına alamet olarak yorumluyor. Kendisi 1918'de, Mondoros'a haftalar kalmışken vefat ediyor. Aynı uğurdan son olacağını bilmeyen 6. Mehmet Vahdettin'de istediğinden, Ali Haydar'ı özellikle törene çağırıyor. (Ne yazık ki aynı uğur bu sefer tutmuyor.)
Aile, son anda bile hanedan ailesiyle iç içe. Vahdettin'in bir ambulans içinde İngiliz gemisine binmesinden, en nihayetinde yurt dışına sürgününe kadar göçlerine de şahit oluyor. Tüm hanedan üyeleri göç etse de Siyahi ve Çerkez hizmetçiler ile hadım ağalarının (onlar da genelde siyahidir) bir kısmı, ölünceye kadar sarayda kalıyor. Çünkü bazıları doğumlarından itibaren sadece sarayda yaşamış, saraydan biraz uzaklaşsalar panik atak ve ankisiye yaşıyorlar.
Cumhuriyet dönemine 1926'a kadar katlanıyorlar. Sonra baba Beyrut'ta bir köşk kiralıyor ama İstanbul'daki şaşa yok. Burada şeyhin adamlarından biri, Dürzi bir kızın bakireliğini alıyor. Misbah'ın yazdıklarına göre evlenerek yada din değiştirerek Dürzi olamıyorsunuz, katı kuralları var, her Orta Doğu toplumu gibi onlarda da bakirelik önemli. İngiliz yengeye ulaşıp, ağlayıpi yalvarıp, hatta bir de kafalarını ceviz gibi tokuştutup, ikna ediyorlar ve kızın hayatı kurtuluyor. Anılar da burada bitiyor.
Kitabın sıkıcı yanı, ikide bir İngiliz-Arap dostluğundan, Balfour deklerasyonunun önemsizliğinden bahsedip durması.Kitabı da ona İngilizler yazdırmış belli ki Arapları sakinleştirmek için.
Kitap boyunca İngiliz ve Fransızların, savaştan çok önce Arap elitlerini ele geçirdiklerini öğreniyoruz. Zaten İsrail'in bu kadar kurulmasının başka bir açıklaması var mı? Hele 1967'nin Haziranında altı günde (4-10 Haziran 1967) Arapların, kendilerinin yüzde biri kadar olan İsrail'e, hem de bir hafta bitmeden yenilmeleri nasıl mümkün olabilirdi? Ürdün, daha ikinci gün, Batı Şeria ve Kudüs'ü terk ederek, barış istedi. Araplar buna Nakba, yani felaket dedi. Öylesine rezil bir yenilgiydi ki, 1973'de Mısır'ın, Yom Kippur savaşı ile, İsrail'in yüz ölçümünün %70'i olan Sina yarım adasını geri alması da zafer olarak görülmedi. (Olay aslında yıllardır kapalı olan Süveyş kanalının güvenliğiydi) İsrail'i, onca toprağı terk etmeye zorlayan şey, Arap ülkelerinin büyük petrol ambargosu ile dünyayı bir ekonomik krize sürüklemesiydi. Ani artan petrol fiyatları ile beraber, Ural Dağları, Alaska, Sibirya, Sahra Altı Afrika gibi bölgelerde de petrol çıkarılmaya başlandı.
İsrail'in kuruluş felsefesi-mantığındaki sakatlığı göstermek için kıyas yapalım. Mesela Aleviler de çok hor görülmüş, katliamlara uğramıştır. Öyleyse Hacı Bektaş civarında özerk Alevi bölgesi yapalım, bölgedeki Sünni hakı kovalım, topraklarını satın alalım, Almaya dahil pek çok yerdeki Alevileri buraya yerleştirelim. Maraş-Çorum-Sivas yada Malatya halkının suçunu Nevşehir-Kırşehir halkına ödetme anlamsızlığı bir yana, başka yörelerde hali-keyfi yerinde Alevileri neden İç Anadoluya göç ettireceğimiz de başka bir anlamsızlık. Ya da daha iyisi dünyadaki Romanları toplayıp, ana yurtları olan Pakistan'ın Pencap bölgesine yerleştirelim. Hatta Yeniş (Alman-Fransız), Abdal (Türk), Poşe, Mıtrıp (Kürt) gibi Roman kökenli olmayan ama Çingene sayılan toplulukları da buna dahil edelim. İsrail kurulurken, Falaşalar gibi İbrani-İsrail kökenli olmayan binlerce kişi, İsrail'e yerleşti. Hatta 1990'dan sonra İsrail'e yerleşen eski Sovyet göçmenlerinin üçte biri Yahudi değil. Sadece Rusya yada Ukrayna'da yaşamak istemeyenler. (EK olarak: Abdallar yaşaym tarzları yüzünden Anadoluda Çingene olarak sıfatlandırılsalar da, belki de genetik olarak en Orta Asya-Sibiryalı halktır. Haniya Atsız, demişti ya madem ırkçılık yalan, Çingene ile ne kadar zengin olsa da evlenir misiniz? Abdallar, Atsız'ın bu tezinin yalan olduğunun da ispatı)
Böyle bir devleti, Pakistan-Hindistan arasına kursanız (tabi kurabilirseniz), Hintliler ve Pakiler bir olur, bu devleti yıkar. Kuzey ve Güney Kore veya Azerbaycan-Ermenistan arasına da kuramazsınız. Tüm dünyada en azılı düşmanlar bile, ortak düşmana karşı birleşir; Araplar hariç. Hani o fıkrayı bilirsiniz. Cehennemde her milletin kazanının başında bir zebani varmış, sadece Türkerin kazanında zebani yokmuş. Aslında o millet, Arap milleti. Eğer İngilizler olmasaydı, Osmanlıya karşı da birleşemezlerdi. Arapları önce Selçuklu, sonra Osmanlı, biraz çağrı, biraz da zorla birleştirdi. Abbasi Halifesi, Şii Büyehoğulları ve gene Şii Fatimilere karşı Selçukluyu kendisi çağırdı. Cezayir ve Libyalılar da, İspanyol işgaline karşı Türkleri kendi çağırmıştır. Araplar, Sasani ve Doğu Roma (Bizans)'nın Justinyen vebası ile zayıfladığı zamanlarda devasa fetihler yapmış ama 732 Puvatya savaşında Karolenj iöparatorluğuna yenildikten sonra fetihleri durmuş, bu savaştan sonra da, Türk-Kürt ve Çerkez köle askerler olmadan, sadece Araplardan oluşan bir ordu ile Hristiyanlara karşı zafer kazanamamışlardır. (Eyyubiler Kürt, Memlüklerin son dönemi Çerkezdir. Hatta Mercidabık savaşı da, Çerkezce mertçe savaşma nidasından gelmektedir.)
Son Gazze olayında da hadi İsrail, askeri gücüne gücenip, Gazze'nin bir kaç yüz metre ilerisinde müzik festivali yaptı, Hamas neye güvenip, üstelik de tamamen antipatik şekilde sivillere ve turistlere saldırdı? Şu anda Hamas'ın en büyük destekçileri Şii örgütü olan Lübnan Hizbullah'ı (Allah'ın partisi anlamına gelen Hizbullah adı, her ülkede var. Lübnan'da ise Şiilerin örgütü) , Yemen'deki Şii Husiler ile Şii İran devleti (Anayasada Şii şeriatı ile yönetilir yazıyor). Oysa Gazzeliler Sünni ve Hamas'da Sünni bir örgüt. Bin küsur yıllı mezhep ayrımcılığında sonun başı gibi görünüyorsa da, ertesi gün her şey değişebilir.Hamas'ın terk Sünni destekçisi Türkiye diyeceğim ama Türkiye'den de her gün en az yedi gemi İsrail'e gidiyor. Türkiye vermese İsrail, tanklarının çeliğini ve uçaklarının benzinini bulamaz. Boykotlara gelince, bir parlayıp, bir sönüyor. Boykotların büyük zincirlere etki etmez çünkü hepsinin pek çok yatırımda payı var. Boykot niyetine tercih ettiklerinizle de bu kartellere para kazandırırsınız. Filistine meselesine dair bu tavır, iç politikada Müslüman kimliğini vurgualaya yöneliktir. Yoksa İsrail'e sinek ısırığı kadar bile zaraı yoktur. Hatta uluslar arası politikada propaganda malzemesi olduğundan, yararı bile vardır.
Aslında Siyonizm, batılı devletlerin orta doğu dedikleri alanı, orta doğulu olmayan bir unsurca yönetmek için çıkardıkları bir icat. Araplarında üst sınıfları, yani ak budunları da İsrail'in varlığını onaylıyor. Buna İşid ve ebnzeri örgütler dahil. İşid, Suriye-Irak civarında etkin olduğu süre boyunca İsrail'e, Yahudilere, Amerikan askerlerine tek kurşun, hatta taş bile atmadı. Sünni Arap olmayan topluluklar ve Türk askerlerine saldırdı, iki Türk askerini diri diri yaktı. Türkiye'deki radikal İslamcı örgütlerden hiç biri Filistin'de savaşmadığı gibi doğrudan İsrail hedeflerine (İsrail vatandaşlarına yada doğrudan İsrail devlet kurumlarına) saldırmadı. Sorun, Arap milletine karşı aşırı yüceltici dini bakış açımız. Diğeri de Arap toplumundaki tabakalaşmanın siyasete etkisini anlamamız.
Umarım bu kitabın yeni baskısı yapılır. Diğer türlü de sahaflarda bulabilirsiniz. Arap toplumunu anlamak için Nobel ödüllü Mısırlı yazar Necip Mahfuz'u önerebilirim. (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/09/necip-mahfuz-dilenci-disutopyanin-hasi.html).Neval el Saadavi'yi de Arapların kadınlara bakışını anlamanız için öneririrm.