15 Ekim 2025 Çarşamba

AMERİKA'DAN GELEN AÇILMA EMRİ VE SONRASI



28 Şubat 1997 Milli Güvenlik Kurulu toplantısı, Türkiye'de karanlık günler için bambaşka bir milat oldu, bu olay, en azından şu ana kadarki son başarılı darbe oldu. Aslında tavsiye nitelikli olan kararlar, bir muhtira olarak iktidarın yıkılması sürecini başlattı. (27 Nisan 2007 Genel Kurmay bildirisini başarısızlardan sayıyorum) Her başarılı yada başarısız darbe sonrası gibi, sıradan insanlar için zor günler başladı. İşten atılmalar, fişlenmeler gırla gitti, ayrıntı vermeyeyim, yalan yada yanlış da söylemiş olurum, üstelik bu yazının konusu bu da değil. Bunlar da acı verici olaylar ve pek çok kişi bu konuda yazdı, çizdi. Benim bu yazıdaki konum, 28 Şubatla tekrar hortalayan türban yasağı. Ben üniversiteye gidene kadar çok az türbanlı gördüm, hatta hiç tanımadım. Hatırladığım kadarı ile 1993'de mezun olduğum Ankara, Dikmen Lisesinde ( Okulum ikiye bölündü; Şehit Erhan Dural Anadolu Lisesi ve Lokman Hekim Sağlık Meslek Lisesi olarak) türbanlı öğrenci yada öğretmen yoktu. O yıl Ankara, Kızılay'da, İzmir caddesindeki Büyük Dershane'de  de türbanlı öğrenci yada öğretmen olmadığını net olarak hatırlıyorum. Sınavı kaybettiğim, dershaneye de gitmediğim, bir kaç farklı işte çalıştığım 1993-94 yılları boyunca çevremde türbanlı kadın sayısının katlanarak arttığının da farkındaydım. 1994'de Isparta'da hem şehir, hem de üniversite türbanlı kadın doluydu ve 1997'e kadar katlanarak arttı. 1997'de türban takma, kapalı gezme alışkanlığı olan bir sürü kadın-kız vardı ve birdenbire yasak geldi, daha doğrusu  12 Eylül icadı olan ve türbanlı kadın sayısı çok fazla arttığı için pratikte hükmü olmayan yasak, tekrar uygulanmaya başladı, ardında da meşhur ikna odaları falan kuruldu. Devlet, muhafazakar insanlarla çatışmaya başlıyordu ki, A.B.D, Pensilvanya'da yaşayan o malum kişi, devletle çatışmamayı, iş yerlerinde başı açmayı emretti. 

Sadece o şahsın tarikatının üyeleri değil, tüm muhafazakar, sağcı kişiler bu emre uydu. Devlet de, muhafazakarlarla, belki de kanlı olacak bir çatışmadan kurtuldu. Bu süreç içinde türbanlı kadın-kız sayısı artmaya devam etti. Benim tahminim 2010'a kadar artmaya devam etti. 2002'de Reis iktidara geldi ve bin yıl sürecek denen 28 Şubat süreci on yıl bile sürmedi.

Bu paragrafı, parantez olarak alın; 27 Mayıs rejimi, Türkiye'de askeri darbeler için garip bir süre sınırlaması, kuralları koydu. Dönemin ünlü darbecisinin (yada ona atfedilen ) bir sözde denildiği gibi, demokrasiye balans ayarı çekti; asacağını astı, keseceğini kesti, sonra köşesine çekildi. Kitap fuarında bir sahafta, eski bir gazete sergileniyordu; gazete ilk sayfasını tamamen Adnan Menderes'in idamının birinci yılına ayırmıştı. Menderes idam edildikten bir yıl sonra taraftarları tekrar ortaya çıkmıştı. En uzun süreni, üç yıl ülkeyi bizzat yöneten 12 Eylülcüler oldu. Ülkemizde 7 yıl Yunanistan'ı yöneten Albaylar cuntası, 1939-1975 arasında ve ölünceye kadar İspanya'yı yöneten General Franco, 21 sene Brezikyayı yada elli seneden fazladır da Myanmar'ı yöneten askeri cuntalar olmadı. İnsanlar fırtınaların geçmesini bekler gibi, darbe yönetiminin geçmesini bekledi. Fırtına sonrası tamir, onarım ve hayatın yeniden kurulmasının uzun zaman alması gibi, darbe sonrası ülkenin toplanması da zaman aldı. 2005 Katrika kasırgasından bu yana New Orleans şehri, halen eski nüfusuna ulaşamadı. Türk demokrasisi de darbe sonrası pek çok değerine halen ulaşamadı.

1998'de öğretmen atandım ve bu süreçte de türbanlı sayısında artış vardı. 2002'de Yalvaç İmam Hatip lisesindeydim. Eğer cuma günü değilse, öğrenciler, son saat saçlarını yapmak (türban takmak) için izin istiyorlar, cuma günüyse İstiklal marşı okunduktan sonra saçlarını yapıyorlardı. 2002'de,  Devlet Bahçeli!nin, krizin etkileri geçmeden birdenbire koalisyonu bitirmesi ve Pensilvanyalı'nın desteğinin de gayretleriyle, on bir aylık bir parti olan AKP, tek başına iktidar oldu. AKP'nin iktidar olmasıyla, türban sorunu hemen çözülmedi.  İktidar değişmesiyle türban sorunu birden çözülmedi, önce üniversitelerde türban üstü peruk başladı. Sonra yavaş yavaş idareciler, türbana karşı daha hoşgörülü olmaya başladı. Bu dönemde türbanı bırakanlar da görülmeye başlandı. Kırıkkale Atatürk Sağlık Meslekteyken, bazı mezun öğrenciler, özellikle atanınca türban takmayı bırakmıştı.Normalde tersi oluyor, son sınıfa gelen yada mezun olan öğrenci örtünüyordu. Gene de bu dönemde türbanlı sayısı-oranı artıyordu.

Bu rada gene Pensilvanyalı'nın desteğiyle, 2010 yetmez ama evet referandumuyla, iktidarın eli daha da güçlendi.

Türban yasağı, 2010-11 gibi iktidar yanlısı memur sendikalarının serbest kıyafet eyleminde kadar sürdü. Memurlara kıyafet serbestliği gelince türban sorunu kendiliğinden çözüldü. Ardından da okul öğrencilerine serbest kıyafet yönetmeliği geldi. Serbest kıyafetle beraber, açılan öğrenci sayısı, yavaş yavaş örtünen öğrenci sayısını geçmişti. Tek tip öğrenci kıyafetinde, türban bir şekilde elbiseyi güzelleştirebiliyor yada daha dikkat çekici yapabiliyordu. Asıl yıkım 17 Aralık 2013'de geldi, 25 Aralık 2013'de de kavganın ilk raundunu iktidarın kazanması ile beraber,  Pensilvanyalı şahıs artık hizmet hareketi yada hoca efendi değil, paralel devletti. 17 Aralık sabahına kadar ülkemin dörtte birinden fazlasının paralel devlet örgütünün üyesi olduğuna yemin edebilirim ama ispatlayamam.

1997, 2002 ve 2010'da sözü dinlenen muteber sivil toplum önderi ve din adamına, 2013'de sırt çevirdi bu sağcı-muhafazakar kitle; 15 Temmuz 2016'da da iyice şeytanlaştırdı.  17 Aralık 2013'den sonra ilk artan şeyler, türbanı çıkaran kadınlar ve boşanan ailelerin sayısı oldu. O vakte kadar dindar aileler pek boşanmaz, çokca da çocuk yapardı. 17 Aralıkta hem bazı örgüt üyeleri 15 Temmuz'un olası başarısızlığına karşı boşandı; hem de artık tarikat şeyhi yada örgütlerinin bireyler üzerindeki baskısı azaldı. Ardında  sosyal medya çağı ve açılan fenomenler, infulusrılar dönemi ile açılma süreci inanılmaz arttı.

Bütün bunlardan da anlaşıldı ki sağcı-muhafazakarlar için tek kutsal iktidarlarıdır, palarıdır. 1997'de Okyanus ötesindeki şeyhleri, açılma emri ile kumpasları, şekillendirilen siyaseti ve zenginliği müjdelemişti. Aslında karşımızda samimi inançlı, dindarlar yok, para ve iktidar hırsı içinde, cahil bir kitle var. Aleviye kız vermeyip, Katolik Hritsiyan İtalyanlar yada Budist-Hritsiyan ya da Ateist Korelilerle evlenenler var.

Mücadele ettiğimiz şey, iki yüzlü ve her şeyi yapacak, örgütlü bir kötülük.

13 Ekim 2025 Pazartesi

MEŞRUİYET ARAYIŞLARI



 12-16 Ekim 1971 tarihinde İran'ın Şiraz kenti, modern zamanların en pahalı ve şatafatlı partisine sahne oldu. İran şahlarının kuruluşunun 2500. yıl dönümüydü kutlanan. Bu kutlama temsiliydi tabiki. 1971'i 550 ile toplarsan, 2521 ettiği gibi, bu 550 tarihi de tahminiydi. Kaldı ki Kuros (yada bu gün itibarı ile tahminen Kubat), Med devletini yıkmıştı ve Medler'de İranlıydı. Bir Kürt olarak, Medlerin Kürt olduğuna inanmıyorum. Yoksa tarihte Kürt varlığı bu kadar silik olmaz, bölgesel beylikler halinde de olsa varlığı olurdu, o ayrı konu. Dünyada, 1971 itibarı ile halen tahtta olan tüm saltanat ailelerinden en az bir birey, bir sürü devlet-hükumet başkanı ve çeşitli temsilcilerle dolu, kocaman bir gösteriş ayimniydi bu. Persopolis antik kentinin yanına devasa bir çadır şehir yapılmış, sırf bu tören için Şiraz şehrine havaalanı, havaalanı ile çadır şehri arasına otoyol yapılmıştı. Devasa lüks çadır şehirde, seçkin misafirlerin mücevher ve değerli eşyaları için yeraltında devasa bir kiralık kasalar inşa edildi. Bu misafirlerin eğlencesi için çadırlardan bir kumarhane yapıldı. Anlat anlat bitmeyen bu şenlikteki savurganlığı, internette daha fazla bilgi bulabilirsiniz. Bu savurganlığın simgesi, Türkiye'yi temsil eden, dönemin cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın da karıştığı ufak çaplı sıkandaldır. Şah, misafirlere şeker-lokum dağıtır gibi yakut yada ona benzer bir taş dağıtmaktadır. Cevdet Sunay, bir adet de kızına alır. Şenlik bitine İran'ın Ankara büyük elçiliği,  Cumhurbaşkanlığından ikinci değerli taşı kibarca geri almış. Burada makamına armağan edilen hediyeyi, kendisine alan Cevdet Sunay'a, hiç mi Adnan Menderes'in yargılanmalarından ders almadın, sana makamında hediye dilen kravat, kalem gibi eşantiyonları bile, görevi bıraktığında yada tayinin çıktığında, makamına geri iade etmelisin. Diğeri de, 1971'de İran halkının yarısının temiz suya erişimi yokken, böyle devasa bir gösterişe para harcayan Şah'a söylenmeli. O kadar masraf değdi mi, sonuçta 1979'da sarayının içinde bile seni ve karını tehdit eden yazılar görünce can havli ile yurt dışına topukladın, ilk zamanlar seni ve aileni kabul edecek ülke bulamadın?

Şah'ın hedefi kendi halkıydı. Bu ülke, 2500 yıldan fazla, hatta belki de üç bin yıldır monarşiyle yönetiliyor, bundan sonra da monarşiyle yönetilecek mesajı vermek istemişti. Doğada her şeyin donu olduğu gibi, üç bin yıla yaklaşan tarihinde, doğru düzgün bir danışma meclisi bile görmemiş İran'da, monarşinin de sonu vardı. 1979'da yıkılan İran monarşisi, yıkılan son monarşi oldu. Pehlevi ailesinin tek sorunu yoksulluk, A.B.D, Epson ve İngiliz BP şirketlerine teslim edilmiş petrol yada benzeri şeyler değildi. Hanedanı kuran baba Rıza Pehlevi, soylu bir aileden gelmiyordu. 16 yaşında astsubay yani başçavuş olarak orduya katılmış, tuğgeneralken de darbe yapmıştı. Bir tuğgeneral, sadece başkenti işgal ederek nasıl darbe yapabilir, öyle olmamıştı tabi. Kaçkar hanedanlığının  İran'ı daha fazla yönetemeyeceğini gören ve konumunu kaybetmek istemeyen İran arsitokratları, onu seçmişti. Soylu değildi ve saltanat kuracak bir kökeni yoktu. Bu yüzden sürekli olarak  kendisine sürekli olarak ünvanlar veriyor, üzerine nişanlar takıyordu bu son saltanat. Pehlevi ailesi, kendisine tarihten meşruiyet arıyordu.

Her ideoloji kendisine tarihten kök, bu köke dayanarak tarihsel meşruiyet arar. Marksistler, tarih öncesi, ilkel komünal dönemden bahseder. Oysa hem arkeolojik veriler, hem de coğrafi keşiflerden başlayarak gözlemler, çok az ilkel komünal topluluk olduğunu gösterir. Pek çok ilkel kabile,  mülkiyetsiz yada eşitliksiz değildir. Aleviler, Hazreti Ali'yi sahiplenme adına çocuklarına Ömer ve Osman adlarını vermez (Bekr, Arapça deve yavrusu demektir ve asık adı Abdullah olan halifenin lakabı deve babası anlamında Ebu Bekir'dir) ama     Hazreti Hüseyin'in bile Ömer ve Osman adlı çocukları vardır ve Kerbela faciasında ölenlerden biri, Halife Ömer'in öz oğludur. Annesi, babası ölünce Hazreti Hüseyin'le evlenmiştir. O da üvey babasına sadık kalmıştır. Aslında halifeler ve onların çocukları birbirlerinin kızlarını ve dul karılarını almışlardır. Hatta birden fazla kızı ile evlenmiştir çünkü Kuran'a göre aynı kadının yada süt annenğn birden fazla kızı ile evlenemezsiniz; farklı kadınlardan olunca, aynı erkeğin kızlarıyla evlenebilirsiniz; bu sahabelerin eş sayısı, Kuran'ın sınırladığı dörtle sınırlı da değildir. Sahabelerin pek çok çocuğu olmuş, bu çocukların pek çoğu küçük yaşta ölmüştür. Hatta peygamberin bile çocuk yaşta ölen Kasım diye oğlu olmuş, bu çocuk küçük yaşta ölünce, peygamberi teselli için ona Ebel Kasım (Kasım'ın babası) denmiştir. Bu ölümlerin sebebi bana göre SMA kas hastalığı veya benzer akraba evliliği sebepli hastalıklar olabilir. Türkiye'de sağcılar da 2.Abdülhamit'i yüceltir. Abdülhamit zamanında kaybedilen toprakları, birinci ve ikinci Meşruiyet meclisi ve yönetimlerine bağlarlar; bunu doğru kabul etsek bile, borçlar yüzünden İngilizlerce işgal edilen Kıbrıs adasını, Osmanlı askeri zaferine rağmen, Yunan kralının oğlunun sözde ada valisi yapılarak, Müslümanların önemli bir kısmının kaçtığı Girit'i ve koca Osamnlı imparatorluğunun, Fransa'yı sadece protesto ettiği Tunus'u ne yapacağız?

Böyle bir tarih olmadığında da uydurulur ve böylece mitoslar ortaya çıkar. Abdülhamit'in o çok övülen denge politikası, her ülkeye ekonomik ve politik tavizlerle son bulmuştur. Demiryolu ihalesini kar garantisi ve demiryonun onlarca kilometre civarındaki tarım ve madenleri alma garantisi ile alan Almanlar, sömürgelerinden (1918 öncesi Kamerun, Togo, Tanganika, Alman Samoası (bugünkü Amerikan Samoası) ve Papua Yeni Gine adasının kuzey doğu dörtte biri ve Herbit adaları vs) daha fazla pamuğu, üstelik daha ucuza Osmanlı'dan almıştır. İngiliz ve Fransızlar için Osmanlı ülkesi, ucuz hammedde, açık pazar ve tek tek yandaşı yaptığı azınlılarla doludur. Ülkenin dört bir yanına yayılmış İngiliz, Fransız ve Amerikan kolejleri, kendi işbirlikçilerini yetiştirmektedi. Sağcıların o çok övdüğü hafiye teşkilatı sadece ordu ve bürokrasiye nifak sokmaya yaramış, kapütülasyonları sonuna kadar kullanan İngiliz ve Fransızlar, bir zamanlar seyyahların Hristiyan Türkler dediği Ermenileri, en büyük Türk düşmanı yapmışlardır.

Sağcılar mutlak iktidarı ellerine geçirince, bu hayali tarihlerine dizi yaptılar. Osmanlı padişahı Abdülhamit, en güçlü döneminde, İngiliz elçisini tokatlıyor. O tarihlerde İngiliz elçisi, padişahla konuşmaya çoğu kez katibini gönderiyordu. İngiliz elçisine, o tarihlerde böyle bir şey yapsaydı, muhtemelen Akdeniz'deki bir kaç Osmanlı limanı kullanılmaz hale gelirdi. Osmanlı, Tunus'u işgal eden Fransız elçiliğini kapatmadı ki, Fransa'dan çok daha güçlü, Dünya yüz ölçümünün yaklaşık üçte birini fiilen işgal eden, o zamanın temel iletişim olan telgraf sistemini elinde tutan (yer küredeki üç telgraf memurundan biri İngiliz'di), daha 1896 yılında Atlas okyanusunu, İngiltere'den. Amerika kıtasına kadar telgraf telleri ile döşemiş olan İngiltere'nin büyük elçisini tokatlasın. Tüm muhalefeti gazetelerini Avrupa matbaalarında bastırıyor, kapütülasyonlar sebebi ile Osmanlı polisinin giremediği yabancı postanelerden alıp, dağıtıyordu. Osmanlı polisinin yapabildiği, bu postanelerin çevresine kestaneci, seyyar satıcı gibi kılıklarla hafiye-polis yerleştirmekti. (Halide Edip Adıvar'ın Sinekli Bakkal romanının bir bölümünde bu konu anlatılır) Diğer bir yalan tarihte, dizi ve filmlerdeki padişahlar, sultanlar, sürekki öfke krizi geçirip, sürekli bağırıyor, önlerine gelene hakaret ediyor. Gerçek liderler ve sultanlar, sadece magafonun icadından önce, geniş alanlara sesini duyurmak için bağırır. Makamın meşru sahiplerinin ne dediğine insanlar dikkat kesilir, onlar mırıldasa bile duyulur. Fatih'in, Kanuni'nin, Atatürk'ün birilerine karşı avaz avaz bağıracak şekilde bir öfke krizine girdiği nadirdir. Yavuz için söylenebilir, sonuçta babasını tahttan indirmiş, askerlere savaş ganimeti vaat etmişti. Orduyu zorlu savaşlara sokuyor, aşırı şiddetle otoritesini koruyordu. Yaklaşık sekiz yıllık saltanatında Osmanlı devletini iki kat büyütmüştü ama bu sekiz yıl içnde üçü vezir-i azam, sekiz tane vezirini de katletmişti.

Bunlar tarihten meşruiyet arayışları; tarihten meşruiyet arayışı yeterli değildir; sonuçta geçmişe mazi, yenmişe kuzu denir. Siyasette asıl meşruiyet aracı, birleştirici olmaktır. 12 Eylül rejimi, bu amaçla bir kaç tane de sağcı-Ülkücü idam etmiştir. Darbenin ana bahanesi, kardeş kanının dökülmesini önlemektir. Turgut Özal'da, 1983 seçimlerindeki sloganı dört eğilimi (Kırat-Merkez Sağ, Ülkücülük, İslamcılık ve Sosyal Demokrasi) birleştirmekti. AKP'de 2002'de ilk seçildiğinde, milletvekillerinin üçte ikisi, eski merkez sağ partiliydi, şimdi yanılmıyorsam hiçbiri kalmadı artık. Hürriyet gazetesinin attığı ve sahte-yönlendirme amaçlı olduğu çok sonra ortaya çıkan iki kişiden biri manşetinden sonra, eğilimleri birleştirmeye ihtiyacı kalmamıştı artık. Gene de tüm toplumu kucakladığını yada insanlara özgürlük vereceğini göstermeye karşı cepheden birileri lazımdı, o da yetmez amacılar oldu.

Yetmez amacılık, 2010 referandumu yada kumpas davalarının yalancı şahitliğinden ibaret değildir. Gericiler, modern dünyaya uyum sağlamaları gerektiğini 1940'lı yıllarda anladı. Cumhuriyetin ilk yıllarında Anadolu'da egemen tarikat, Kuzey Afrika-Cezayir  kökenli Ticanilikti. Sigorta yapmak günahtır, fabrika kurmak günahtır gibi sözlerle ortalıkta dolaşan Ticaniliğin, değişen Kapitalist dünyaya yetmeyeceği açıktı. Nitekim bu tarikat, Türk halkının hafızasından tamamen silindi. Yerine Said-i Nursi ve Nurculuk ve diğer Nakşi-Kadiri tarikatlar geldi. Bu tarikatlar, Atatürk'ün deyimiyle medeniyet ateşinin uzakta kalanı yaktığını keşfetti. Kendilerine medeniyet cephesinden de taraftar lazımdı ve ilk taraftarları Necip Fazıl Kısakürek oldu. Necip Fazıl,  Cemil Meriç, İsmet Özel gibi hidayete erip, modern dünyayı terk edenler, din tüccarlarına yetmedi. Bu sefer de sözüm ona modern olup da İslam'a, dindarlara hayran yada onları beğenenler çıktı. Bunların ilki İdris Küçükömer'di (Düzenin Yabancılaşması).. Arif Mardin'de, Amerika'da profesör olmak adına Said-i Nursi adına azılan bir kitabı, kendi adıyla yayımladı. Kitabı Arif Mardin'in yazmadığını, kitapta, Nursi'nin medrese aksanı dediği tuhaf diline ilk bölümde yeniden canlandırdığını, son bölümde de kendi icadı olduğunu yazması; yani kitabı en az iki ayrı kişinin yazdığının kesin olması.  Son örnek ise Orhan Pamuk; kendisi seksenlerde, ilk ünlenmeye başladığında, Ateist bir ailede büyüdüğünü söylemişti ve ailesinintelefonları susmamış, annesi, oğlum, neden bizi de katıyorsun diye onu azarlamıştır. Herhangi ortalama bir Orhan Pamuk roman yada hikayesinin konusu, kabaca modern dünyada büyümüş ama muhafazakar dünyaya haran olan erkeğin maceralarıdır; hatta romanın erkek kahramının yaşı, Pamuk'un romanı yazmaya başladığı yaşlardır. Muhalefete muhalefetin asıl işlevi, iktidara meşruiyet kazandırmaktır.

Halkın gözünden düşmenin diğer bir işareti, sembolik de olsa bu meşruiyet arayışlarının çoğalmasıdır.

6 Ekim 2025 Pazartesi

ÖĞRETMENEVİNDE SIKANDALIN ARDINDAN MEYDAN DAYAĞI



Bu öykü, güzel ülkemizin taşrasındaki onlarca cinsel sıkandaldan biri. Hikaye ne kadar doğru bilmiyorum, tamamen doğru olabilir ama tamamen yanlış değildir. Komik bir olay olduğu için anlatıyorum, daha doğrusu trajikomik bir olay olduğu için. Öykümüz Anadolumuzun sonradan ilçe yapılmış bir ilinin, sonradan ilçe olarak o ile köy yada kasaba irisi ilçesinde olmuş. İlçe, il merkezinde kısmen yakın, memurların çoğu il merkezinde yaşıyor, mesaileri için ilçeye geliş-gidiş yapıyor. İlçe merkezinin üç ila beş bin arası nüfusu var ve oteli-öğretmenevi-misafirhanesi falan yok. Bir zamanlar varmış ve bu olaydan dolayı kapanmış.

İlçede kapanan bir kahvehane, ilçe millli eğitim müdürlüğünce kiralanıyor. Bir tarafı memurlar vakit geçirsin diye kahvehaneye dönüştürülürken, bir kısmına da ufak odalar yapılıyor, ilçeye gelenler gece kalabilsin diye.

 Kadın öğretmenlerden biri, sicilinde yöneticilik olsun diye, vekaleten müdürü yapılıyor, ilçedeki iki ayrı okuldan iki hizmetli, öğretmenevinde görevlendiriliyor. Bir süre bu mini öğretmenevi işliyor, ta ki o cuma gününe kadar. Bu ilçenin önemli bir özelliği (o zamanlar, şimdi nasıl bilemem, muhtemelen aynıdır), hemen hemen her erkeğin, illa cuma namazına gitmesi, cuma günü sokakların boşalmasıdır. Kadınlar evlerinde, erkekler de camidedir. Herkesin birbirini tanıdığı küçük kasabada, bu bir güvenlik sorunu değildir. Bu ilçede halk, cuma yada cuma günü yerine, hayır-mübarek cuma derler.

Bu iki hizmetli, ilçenin cuma günü ile ilgili bu özelliğini kullanmaya karar veriyorlar. Bu iki arkadaş evli ve çocuklu bunu da atlamayalım. İl merkezinde, para karşılığında cinsel hizmetler sunan bir kadınla anlaşıyorlar. Cuma günü herkes namazdayken, kadını ilçeye getirecekler, işlerini halledecekler. Uzatmayalım, düşündüklerini yapıyorlar ancak kadının acıkması ve yemek istemesi, hatta kadına olmaz deyince, kadının bağırıp, çağırıp, küfretmesi, planlarını bozuyor. Mecburen ilçenin tek lokantası olan kebabçıdan yemek söylüyorlar. Yemeği getiren paketçi çocuk, odalardan gelen dumanı görünce şüpheleniyor, o an için hiç bir şey demiyor. Doğruca camiye, dağılmakta olan cemaate gidiyor, durumu anlatıyor, ahali doğruca öğretmenevine gidiyor. İki arkadaştan biri kaçarken, diğeri çok fena bir meydan dayağı yiyor. Kadına ne olduğu meçhul, galiba usulca il merkezine geri gönderiliyor. Olay hakkında tutanak tutuluyor ve olayın sicili, kağıt üzerinde de olsa müdür vekili olan kadın öğretmene işleniyor, öğretmen arkadaş sinir krizi geçirip, ilk fırsatta ilçeden tayin istiyor. İkilinin eşleri de muhtemelen uzun süre kavga çıkarıp, sineye çekiyor çünkü boşandıklarına bir şey duymadım. 

Bu da böyle mini bir skandaldır.

3 Ekim 2025 Cuma

FECÖ VE SAİD-İ NURSİ (NURCULUK DİNİ)

 


1)Fecö bir nur talebesiydi ve hep öyle kaldı. Okullarında, evlerinde ve teşkilatlarında öncelikli olarak okutulacak kitap, Risale-i Nur Külliyatıdır. Fecö'nün yazdıkları ve söyledikleri her zaman, Nursi'nin gölgesinde kalmış, Fecö, Nursi'den sonra gelecek olan Bedüüzaman olmamıştır. Genel anlamda Nurcular, risaleleri okuyanlar olarak, okuyucu Nurcu, yazanlar olarak yazıcı Nurcu diye ikiye ayrılır. Nurcular, risaleleri okur, yazıcılar elleriyle yazar. Fecö'nğn yazdıkları asla risalelerin kutsallığı ile yarışmadı. Sadece Fecö, sırma işlemeli cübbe giydi, tıpkı üstadı gibi. Diğer Nurcu şeyhler, sırna işlemeli cübbeyi giymedi.

2) Fecö, Nursi'nin hemşerisi olduğunu söylemekle beraber, onunla akrabalığını da ima etmiştir. Erzurum, Pasinler kütüğüne kayıtlı da olsa, Bitlis'ten göç ettiğini söylemişti. Nurcularda, üstad dedikleri Nursi'ye yakınlık derecesi önemlidir. Üstadı gören abiler ve görenler gören abiler diye bir hiyeraşileri vardır. Fecö ise ilerlemiş yaşı, hatta bu gün artık ölü olmasına rağmen, üstadı gören abi değildir. Gerçekten Bitlisli olmayıp, kendisine Nurcular arasında meşruiyet sağlamak için bunu söylemiş olabilir.

3)Fecö ve Fecöcüler, uzun zaman Nursi üzerinden kendilerini yüceltmişler ve bir hocamın deyimiyle, Nursi'nin umuzundan tüfek atmışlardır. Kuponla Nur külliyatı verilmiş, yazılarda mutlaka külliyata atıf yapılmıştır. Kutlu doğum haftası, seksenlerde 13 Ekim yada Ekim ayının ilk haftası kutlanıyormuş ve daha ziyade Diyanet işleri kutluyormuş ve bu kutlamalar daha mütevazıymış. Doksanlardan itibaren 20 nisan olarak ve bu hafta baz alınarak, Föcö'nün doğum günü olarak kutlanmaya başlanmış. Bu kutlama da Nursi etkisi var.

4)Nursi'de, Fecö'de en başından itibaren devletteki bazı grupların bilgisinde, kontrolünde ve denetimindeydi. Fecö, bu kadar hızlı büyüyüp, devlet içinde çeteleşirken, devlet içindeki başka birimler de takip ediyordu. Necip Hablemitoğlu, Hanefi Avcı ve benzeri yazarları okusanız, bu bilgileri sadece kendi imkanları ile almadıklarını, bilgilerin onlara iletildiğini de görürsünüz. Doksanların başında çok da saklanacak gibi değillerdi, iyice yüzsüzleşmişlerdi. Fecö, nasıl devlete sızmışsa, devlette Fecö'ye sızmıştı. Nursi'de en başından itibaren, devletin içindeki bazı gruplarca korunuyor, o sıralar Anadolu'ya egemen olan Ticanilik tarikatının yerine hazırlanıyordu.

5)15 T'den sonra Fecöcülük gibi, Nurculukta tasfiye edilmeye başlandı. Nurculuk birden bitirilmedi. 15 T'den sonraki ilk aylarda biraz destekleniyor gibi gösterildi. Hatta bazı otobüs-metro tutacaklarına risale ayetleri yazıldı. Bir sene sonra, önce sosyal medya risalecileri hesaplarını birden bire kapatmaya başladı. Nurculuk, seksen yıl boyunca Anadolu'nun başat tarikatı oldu. Şu anda ise bunu, üçe bölünmüş Menzil'e kaptırdı. Menzil başat olması ile tarikatçılığın demode olma dönemi başladı. Artık her tarikat aynı zamanda darbeci olma ihtimali olan kurumdur. Nurculuk, Atsız'ın Nurculuk Denen Sayıklama başlıklı yazısından da anlaşılacağı üzere Ticaniliğin yerine kuruluş, Nurculuğun yayılmasıyla, Ticanilik tasfiye edilmiştir.