25 Aralık 2022 Pazar

MUFAZAKARLIKTA SORUN OLMASI DEĞİL, DUYULMASIDIR

 


Uzun yıllarım muhafazkar ve sağın kalesi yerlerde geçti. Şu anda da benzeri bir okulda çalışıyorum. Çalıştığım ilçe, Ankara'da uzun yıllar sağ partilerin kalesi olan bir ilçe. Son seçimde CHP zorlamış ama alamamış. Buralar da benim bildiğim fazlası ile muhafazakar ama öğrencilerde o kadar muahfazakarlık görmüyorum. Acaba bunlar Z kuşağı diye mi, fen lisesi diyemi, bilmiyorum.

Ben daha önce gördüklerimden, yaşadıklarımdan bahsedeceğim. Aslında pek çok okuyucumun bildiği şeyler. Sadece etrafınıza daha dikkatli ve eleştirel bakmanız gerekli. En başta gündüz kuşağının polisiye programlarına bakın sevgili okuyucularım. Kaç tana üniversite mezunu gördünüz? Ülkemizde eğitimli işsiz ve yoksul, bu kadar fazlayken, eğitimli suç oranının düşüklüğünü görmüyor musunuz? Muhafakar kesim ise halen eğitimli insanlara karşı düşmanca bir tavır içinde. Muhafazakarlık hep kendi pisliğini gömme ve bunun içinde başkalarına çamur atma derdinde.

Bu son olayda da, hemen karşı saldırıya geçtiler ve uzun zamandır muhalefete muhalefet eden bir şahıs, üstelikte dava açma tehditleri ile Atatürk'e hakaret etti. Tam Kadir Mısırlıoğlu ya da Rıza Nur'a yakışacak bir hakaret. Amacı sadece son kız çocuğu istismarını unutturmak. Ortalığı karıştıran son mahkeme kararında da benzer bir amaç var. Bir anda herkes bu olayı konuşmayı bıraktı.

Nihat genç bunu uzun süredir yapıyor. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2022/03/nihat-gencin-delirerek-bitmesi.html ) Gündemi değiştirmek için, abartılı ve saçma bir yoldan Atatürk'e saldırması ve sonrasında da herkesi dava açmakla tehdit etmesi,  tarikat mensubu birilerinden akıl aldığının göstergesi. Meşhur fesli üstatları da böyle yapardı. Bir de Goebels ilkesine uygun bir yalan. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2021/09/duygu-egitimi-nasil-olur-1goebbels.html) O kadar büyük bir yalan ki, ne Türk tarihi ile ilgisi var ne İslam tarihiyle. İslam tarihinde Fas ve Maldiv adaları haricinde kadın sultan olmamış. Türk tarihinde de kadın naibler var. Oğulları büyüyene kadar naib olarak ülkeyi yönetmişler, tathta çıkıp, adlarına hutbe okutup, sikke kestirmemişler  (para bastımamışlar) ve benzeri devlet mülküne bizzat sahip olmak gibi eylemlerde bulunmamışlardır. Germiyanoğlu Mehmet beyin oğlu olmayınca, vasiyeti üzerine devleri Osmanlı'ya miras kalmıştı. Abaka Hanın oğlu olmayınca, devleti yıkılmıştır. (Bu konuyu daha sonra uzun uzun yazacağım.)

Dinci taifesi, soluksuz yalan söyler ve yalanı anında üretir. Yalanı da, herkes böyle söylüyor diye doğrular. Oysa o herkes, çoğu kez kendisidir ya da kendi tarikatının üyeleridir. Elde bir delil yoktur ama durmadan döndürdükleri dedikoduları vardır. Köy enstitüleri  ile ilgili tek bir adli vaka yoktur ama sağcıların bolca dedikodu ve hakareti vardır. Ahır yapılan cami ya da benzeri iddialar sık sık ortaya atılır ama delili yoktur. Onların böyle dedikoduları bolca üretmesi ve konuşması yeterince delildir. 

Oysa kendi kabahatleri, suçları öyle mi? Bir Müslümana günah olarak, duyduğunu söylemesi yeterlidir.  Müslüman, gördüğünü örtmeli, görmediğini söylememelidir. Gıybet etmek, ölü eti yemektir, Kabe'nin örtüsü altında anne ile zina etmektir.  Bir de olayları hep münfetittir. Karaman olayını ne çabuk unuttuk. Kırk beş oğan çocuğunu sadece bir öğretmenin istismar ettiğine ortada bir taciz-sübyancı çetesi olmadığına inanıyor musunuz? O kadar çocuğun hiç biri mi bir şikayette bulunamadı.

Tarikatlarda ve muhafazakar dediğimiz toplulukların içinde değil, biraz yakınında olduğumuzda bile ne kadar çok skandal olduğunu, ülkenin en az on tane Müge Anlı'yı besleyecek potansiyelde olduğunu görürsünüz. Arşivleri açarsanız, toplumun ne skandalları unuttuğunun farkına varırsınız. En basitinden, Sivas'ın, Kangal gibi küçük bir ilçesinde,  otuz beş erkeğin grup sekste basılması olayını nasıl unuttuk? Tabi o zamanlar FETÖ'nün en güçlü zamanlarıydı.

Bir de hiç görünmeyenler var. Alkislarlayasiyorum.com'un etkin üyesiyken,  eski sevgilimin, kamuoyunun çok iyi bildiği ve bolca öğrenci yurdu ve kuran kursu işleten bir tarikatın üst düye bir üyesinin kızı olduğundan, türbanlı olduğundan falan bahsediyordum. Sonra bir çok kiş, sitenin özel mesaj kutusundan bana o tarikat yurtları ile ilgili bir şeyler anlatıyordu. Bu yurtlarda her masraf, halkın parasıyla yapılıyor ama yurdun büyük bir kısmı yurt ya da kurs müdürü ve diğer diğer çalışanların yaşamına, daha doğrusu lüksüne ayrılmıştı. Odalarda öğrenciler tıkış tıkış yaşarken, müdür odası ve diğer alanlar devasadır ve bahane de misafir gelecektir. Misafirler de ya tarikatın diğer büyükleridir ya da Maarif (Milli Eğitim) müfettişleri başta olmak üzere, devlet görevlileridir. Yurtta herkes, her konuma gelebiliyor. Aslında tarikattaki herkes hoca, Kuran hocası. Pek çoğu, yaptıkları vukuatlar sonucu, başka yurt yada Kuran kurdlarına, rütbe düşerek tayin olurlar. Bir kursta hoca olan, ertesi sene hizmetli ya da aşçı olabilir.

İşin doğrusu tüm tarikatlarda benzeri sistem vardır. Bu tarikatlar, cumhuriyet devrimlerinden bu yana pek de yer altına inmemişler,  tek parti CHP'si, İnönü zamanında Ticani tarikatı şeyhi Pilavoğlu'nun üye olmasına razı olmuştu. Sonra Pilavoğlu'nun çocuk tacizi ortaya çıkması, Gökçeada'ya sürülüüp, aynı suçu orada da işlemesi üzerine, yerini diğer tarikatlar almıştır.

Tarikatlar, Osmanlıda da ara ara paralel devlet olup, linç edilmiş ve ezilmişlerdir (suçları vardır ya da yoktur, ya da suçları azdır ya da çoktur, tarihçiler daha iyi bilir).  Kadızadeler denen Balıkesirli bir aile, Mevlevilere kan kusturmuş, Köprülü Mehmet Paşa da Kadızadelerin sökünü kurutmuştur. Hristiyanlık tarihi de benzeridir. Meşhur Tapınak Şövalyeleri, İspanya'da, Müslüman emirliklerle savaşmak yerine, ticaret ve tefecilikle para kazanmayı tercih ettiklerinde, Fransa kralı ve Papa'nın öfkelerini çekip, paralel oldular.  Paralel olduklarında da pek çok şeyleri ortaya çıktı ve bazı şeyler eklenip, bir şeyler de dahil oldu. 

Muhafazakarlık, tarihte de pek çok olayı gizleme ve tarihi isimlerin yüceliğinin zedelenmesine engel olma çabasındadır. Peçevi tarihi, Kanuni'nin oğlu 2. Selim'in hamamda oğlan kovalarken düşerek öldüğünü açık açık yazarken,  pek çok tarihçi bunu red etmek ya da bahsetmemek eğilimindedir.  Divan şiirindeki oğlan kelimelerinin ise, genç anlamına geldiğini falan söylerler.  Oysa bu şiirlerde, ey sevgili, senin yüzünde sakal çıktı da, sen sevilmez oldun, der. Yani adam düpedüz oğlan çocuğuna yaşattığı cinsel istismara aşk diyor. Okullarda da okutulan Sadabada gidelim şiirinde, annenden cumaya diye izin alda, sadabadda buluşalım der. Selvi civanım dediğine göre, uzun bir oğlandan bahsediyor, kızlar için civan tanımı kullanılmaz. Yani divan şiirine göre sübyancılık düpedüz normal bir şeydir.  Bugünün edebiyatçıları ve  tarihçileri, herşeyi inkar etme çabasında.

Son olarak, ben Esra'nın bana aşık olduğunu ya da kendisinin çok farklı biri olduğunu sanıyordum. Sonradan pek çok muafazakar ve zengin kızın, garibanlar uyguladıkları dini zorlamaları pek yaşamadıklarını öğrendim. Kızını Katar'da okutan Taliban sözcüsü gibi.

Muhafazakarlar için olması değil, duyulması sorundur.

15 Aralık 2022 Perşembe

MUHALEFETE MUHALEFETİN 12 EYLÜLÜ VE DARBELERİ



Sadece Zafer partisinin değil, iktidara muhalif olduğunu söyleyen Türk milliyetçisi tüm unsurların durumu böyle. Hatta daha önce yazmıştım: ( https://onbinkitap.blogspot.com/2019/08/sahte-muhalefet-muhalefete-muhalefet.html ) Bu yazıyı yazma sebebimse, Zafer partisi olmak üzere, bu ideolojiye sahip olan kitlenin trollerinin 12 Eylülü övmeye başlamaları. Özellikle Kenan Evren'i övmeleri. Ben, pek az okunan şu blogumdan onlara sesleniyorum:

Beton soğuk, üşüyorum diye şiir yazan rahmetli reisinizden de mi utanmıyorsunuz? İdam edilen onlarca insan gözünüzün önüne gelmiyor mu? Ülkeden kaçan yüzlerce profesör, devasa bir beyin göçünü de mi hatırlamıyorsunuz? Ülkedeki devasa yıkımı da mı hatırlamıyorsunuz?

Bir de özellikle Erdal Eren'e saldırmaları, onun üzerinden olması. Onlara göre Erdal Eren 19-20 yaşlarındaydı ve önemli bir teröristti.  Gene onlara göre Evren paşa, ülkeye huzur getirdi.

12 Eylülden sonra ülkeye huzur geldi de, birincsi kaç sene geldi, ikincisi de gerçekten geldi mi? Birncisi, 12 Eylülde, bizzat askerin hakim olduğu süre içinde olan pek çok terör olayı,  basına uygulanan ağır sansür ve baskı nedeni ile duyulmadı. Sonra 12 Eylül rejimi, sivil (olduğu şüpheli) Turgut Özal (Anavatan partisi) iktidarına  verir vermez patlayan PKK terörüne ne diyorsunuz?

Aslına bu sağın askeri darbelere bakış açısını gösterir. Mesela sağcıların, Adnan Menderes'e yaktıkları ağıtlara bakarak, 27 Mayıs'a karşı çıktılar veya tevekkül ile geçmelerini beklediler falan sanıyorsunuz. Oysa 27 Mayısı elleri patlarcasına alkışlamışlar, Menderes'in idamını da tarikat kurucusu Süleyman Hilmi Tunahan'ı istediği türbeye değilde, sıradan bir mezara gödürmesine falan bağladılar . (bakınız: https://onbinkitap.blogspot.com/2020/07/27-mayisi-solcu-sanmak.html ) 27 Mayıs, özgürlükçü bir anayasa hazırladı, daha doğrusu özgülüğümsü. Zira darbe yönetimlerinin bahşettiği özgürlük, mahkumlara verilen izinler gibidir. İcabında bir tokatla geri alınır. 16-17 Haziran 1970 olaylarından sonra geri alınmasına karar verilmiş, 12 Mart 1971 ile de büyük oranda geri alınmıştır.

O zaman neden 27 Mayıs böyle cömert bir anayasa hazırladı? Çünkü meşru olmak istiyordu. 27 Mayıs darbesi olduğunda, ülkede öyle olağan üstü bir ortam yoktu. Öyle ciddi bir sağ-sol veya mezhepsel çatışma falan da yoktu. Hatta bir kaç ay önce bir baba, oğlunu Menderes'e kurban etmeye çalışmıştı. Darbenin tek gerekçesi, 27 Mayıs'ın muhalefet ve muhalif basın üzerindeki olağan üstü baskısıydı. Tek parti CHP'sinin, Takrir-i Sükun döneminden bile daha beter bir sansür vardı. Ana muhalefet partisinin malına, mülküne el konuluyor, muhalefete oy veröiş iller, ilçe yapılıyordu.  Darbeye tek destek,  Demokrat partinin baskısından bunalmış muhalefet ve alım gücü düşen (askerler dahil) subaylardı. Sırf onlar istedi diye de darbe yapmış olamazdı. Darbeci de olsa, herkesin gözünde yaptılarını meşru göstemenin, ya da meşruymuş gibi yapmanın tek yolu, özgürlükçü bir anayasaydı. Bunda da bir sakınca görmediler. Zira gene aynen geri aldılar.

Bu sözde muhalif ve sözde milliyetçiler de, daha şimdiden gerçek yüzlerini göstermeye başladı. Seçimlere az kala iktidardan yana bayrak açacak gibiler.


11 Aralık 2022 Pazar

DÜŞECEĞİNİ HATIRLA- Memento cades (1-DÜŞMEK NEDİR VE KAÇINILMAZDIR)



 Romalılar, Momento Mori demişlerdir, yani öleceğini hatırla. Oysa insan hep öleceğini hatırlar. Bu yüzden cennet, uçmak ya da valhala'yı icat etmiş, devasa anır mezarlar, türbeler, anma günleri, anma törenleri falan icat etmiştir. Daha yazının ilk çağlarında, cesedini mumyalatmıştır. Tarihin her devrinde, bir amaç uğruna ölüm yüceltilmiş ya da ölüm sonrası cennet ile ödül vaad edilmiştir.

İnsan ölümden korkmaz, gerçek budur. İnsan ölümdeca bu kadar çok sabaş olmaz, savaşlada bu kadar çok insan ölmezdi. İnsanın korktuğu, Türkçede genel anlamda düşmek dediğimiz şeydir. Türkçe'de sadece yürürken, koşarken, attan, gökten ve benzeri yerlerden isteksizce yere inme ya da çakılma işlemine düşmek dediğimiz gibi, her türlü mal, para, değer ve itibar kaybına da düşme denir.  İnsanların asıl kokrktuğu budur ve bu yüzden savaşlarda ölümden korkmaz. Düşeceğine, ölmeyi tercih eder.

İnsanların ölümden korkmama sebebi, ölümün kaçınılmaz ve belirsiz oluşudur. Elbette bir günün, bir zamanında öleceğizdir.  Bunun geç olmasını dilesek de,  bunun için çabalasak da, her an, her zaman ölebilirizdir. Korkunun ecele faydası yoktur, ecel gelmiş cihane, baş ağrısı bahanedir. Sabaha çıkacağımız belli değildir. Öyleyse yapmamız gerekeni yapmalı, ayakta ölmeli, düşmemeliyiz. Düşmemek için her çabayı göstermeliyiz.

Bilmediğimiz şey, düşmek de kaçınılmazdır, ne zaman düşeceğimiz belirsizdir. Kaçınılmaz bir günde ve eninde ve sonunda, nasıl öleceksen, paramız, makamımız, servetimiz, mülkümüz ve saltanatımız düşecektir. Bu saltanat, para, makam, mal ve mülke dayanan itibar da çökecektir. Bunun için aldığımız tedbirler, çırpınmalarımız boşunadır.

Benito Musolini muhtemelen muzaffer bir lider olarak hasta yatağında, mesut ve başarılı bir lider olarak, halkını yasa boğarak öleceğini, büyük bir törenle, belki de Papalıkla anlaşarak kurduğu Vatikan'da düzenlenecek, devasa kitlelerin katılacağı törenle, devasa bir anıt mezara gömüleceğini düşlüyordu. Her ölüm yılında törenlerle anılacak, öldüğü dakika saygı duruşunda bulunulacaktı belki de. Oysa bir Partizan lideri tarafından yargılanacağı, cesedinin baş aşağı asılıp, cesedine türlü darbeler ineceğini, üzerine tükürülüp, işeneceğini, mezarının yıllarca yeri belli olmayıp, yıllar sonra ailesine verileceğini falan düşünmemişti. Ya da Hitler, sığınağında ve Sovyet askerleri yaklaşık iki yüz metre ötesindeyken intihar edeceğini düşünmemişti muhtemelen. Cesedine, Mussolini'nin cesedine yapılacaklar yapılmasın diye yakılmasını istedi.

Hitler ve Mussolini, ölmeden devrilmenin acısını yaşadılar. Onlar bir savaşa girdi ve kaybetti. Osmanlının, İngiliz ve Fransızların, Rusların ve diğer milletlerim yüz, yüz elli yılda kurdukları imparatorluğu, en fazla on, on beş yılda yapmaya karar vermişlerdi. Çavuşesku ise, kaybedilmiş bir savaşı anlamadığı için düştü.Sovyetler Birliği dağılmıştı ve sözde bağımsız doğu Avrupa ülkelerinde iktidarlar değişirken, kendisi aynen kalacağını sandı. Romanya, Çekostovakya'nın 1968'deki işgeline ve 1984 Los Angeles olimpiyatları boykotuna katılmadı diye, Sovyetler olmadan dayanacağını sandı. Sonuçta mezarı halen belli değil.

Bazı liderler, öldükten sonra düşerler.  Stalin, öldükten hemen sonra düştü. Nazım Hikmet bile ardından, taştan dı, kağıttandı, çeliktendi, bir gece aniden üstümüzden kalktı diye şiir yazdı. Franko ise, ölümünden sonraki elli yıl bouunca parça oarça düştü. O devasa anıt mezarını, on dört yıllık kesintisiz sosyalist parti egemenliği bile yıkamadı. Pek çok kamu mültü, Franco'nun ailesinde kaldı. Mezarının aile mezarlığına taşınması ve kendisine şehir halkları tarafından hediye edilen mülklerin kendisinden geri alınması için, ölümünden elli yıl geçmesi gerekti.

Bazen de ideoloji tümden olür, 1990'da Sovyet Sosyalizminin başına gelen tam da buydu. Halbuki Sovyet Sosyalizmi, Rus Çarlığını ve Nazi iktidarını düşürmüştü. O yıllarda Türkiye'de üç kuruş para kazanmak isteyen Rusların ve şimdilerde eskiyen doğu bloku ülkelerin insanların halini hüzünle hatırlarım.

Siyasi partiler ya da oluşumlar için düşmemenin yolu pek yoktur. İktidar sahipleri, kurucu liderlerden sonra ideolojiyi yaşatmak için zorbalığa uğradıkça, düşüşün şiddetini arttırırlar. İktidarı uzatırlar mı, uzatmazlar mı, bilemeyeceğim. Eğitimsiz ve örgütsüz toplumlarda, böyle şeylerle iktidar oynunu uzatılabilir belki ama kaç yıl ya da kaç dakika? Toplumun karmaşık dinamikleri içinde buna kesin cevap veremeyeceğim. Eğitimsiz ve cahil toplumlarda iktidar süresi uzayabilir ama Kaddafi gibi kalaşnikof tüfeğin ısınmış namlusuna muhattap olma ihtimali de vardır. İşin doğrusu düşmüşe acınılmaz. İktidar partisi, ciğercinin kedisi, muhalefet partileri, sokak kedileridir. 

Bu düşme kaçınılmazsa, kendiniz inmelisidizdir bu tahttan. CHP tarih boyunca, ülkeyi kurup, ihtilal yaptığı halde, kendi isteiği ile iktidarı bırakan tek partidir. Hemen 1846 seçimlerini hatırlatan olacaktır. Ben de diyeceğim ki, 1946 seçimlerinden sonra bombalar patlamadı, Demokrat Parti ve yandaşları tutuklanmadı. CHP, Rus komünist partisi gibi, seçkoymadı.im ne olursa olsun, kendisinin iktidar olacağına dair bir maddeyi anayasaya koymadı.  Demokrat partinin mallarını kamulaştırmadı. 

Demokrat parti, tüm bunları yapmasına rağmen bir darbe ile iktidardan düştü. Menderes orduyu, gençliği ve kendisine muhalif unsurları çok küçümsemişti.

(Yazı çok uzayacak, bu yüzden burada kesiyorum) 

5 Aralık 2022 Pazartesi

SAĞCILARIN ALEVİLİK SORUNU



Ağırlıklı olarak Alevilikle ilgili kitaplar çıkaran Leyla Akgül hanımın stand açacağını öğrenince Oğuz Ocakları'nın Alevilikle ilgili konferansına gittim. Doğru dürüst dinlemedim. Dinlediğim kadarı ile de diğer sağcı kuruluşlar gibi,  yaşayan Alevilikten uzak, bambaşka şeylerden bahsettiler. Fark ettim ki sağcıların bir Alevilik sorunu var ve ben de bunu  yazmaya karar verdim. Bu sorun, sadece Alevilerin sağa oy verme ve sağa oy verenleri dışlamasından ibaret değil. Alevilerin sol partiler için çalışması, propaganda yapması ve sol yayımları satın alması, tüketmesi. Pek çok sağcı, Alevi düşmanı ve Aleviler, milliyetçili yapacaksa bile ulusolculuk yapıyor, yani bunu gene sol partiler içinde yapıyor.  Pek çok Sünni, Alevi düşmanlığından sağa oy veriyor ama sırf bu yüzden oy verenler giderek azalıyor.

Sağcıların, Alevilerle ilgili olarak hatırlaması gereken bir gerçek var. Bugün Edirne'den Kars'a, Muğla'dan Muş'a, Sinop'tan Hatay'a neredeyse tüm Aleviler solcudur. Kırım, Bosna, Arnavutluk, Makedonya, Kosova, Kırcaal, Deliorman, Halep, Musul-Kerkük, Ahıska'da Türkiye'ye bağşı olsaydı, oralardaki Türkler ve Alevi olacaktı. Zira Alevileri solcu eden, onlara kötü muamele eden sağcılardır.
 Sağın Alevi sorunu iki parçadan oluşuyor. İlki Alevileri olduğu gibi kabul etmeme, ikincisi de özeleştiri yapamama.
Alevileri olduğu gibi kabul etmemeyi de ikiye ayırabililiriz. İlki, evet, Aleviler namaz kılmıyor, Ramazan orucu da tutmuyor ve bundan size ne? Biz böyleyiz ve bu sizi hiç ilgilendirmez. Size nedenini ve nasılını açıklamakla yükümlü değiliz. Bazı Alevi toplulukları namaz kılıyor, oruç tutuyor olabilir. O da bizi ilgilendirmez. Bir de sanki tüm Sünnilerin alnı posttan kalmıyor da, Alevilere laf atıyorlar. Özellikle mahalle camilerinin çoğu, yaşlı erkekler sosyal merkezine dönüşmüş, genç biri gelince huzursuz oluyorlar. Tanıdığım pek çok Sünni, Alevi olduğumu öğrendikten sonra namaza başlayıp, beni namaza çağırdı.
Bir de, neden sağcılarda birazcık din anlattıklşarında inançlarımızda ya da hayat tarzımızdan vazgeçeceğimizi sanıyor veya inatla bu şekilde bizi rahatsız ediyor? 


Alevileri olduğu gibi kabullenmemenin diğer bir safhası da, tüm Alevileri Türk yapmaları.  Bunu pek çok Alevi de yapıyor ve itiraf edeyim Kürt bir Alevi olduğum halde, bir zamanlar ben de yapmıştım. Bunun en başta gelen sebebi, Aleviliğin köken olarak Türklerin Sibirya-Orta Asya'dan kalma inançlarının, üzerine Şii İslam boyası serpilmiş hali olmasıdır. Dede Korkut hikayelerini okuyan herhangi bir Alevi bunu anlayabilir. Kürt ve Zaza Alevilerinin, cem ibadetlerini çoğu kez Türkçe yapması da bunun delilidir. Pir Sultan Abdal'ın bir deyişinde Dürr-i Meknun'u oku dediğini öğrendiğimde, merak edip, kitabı okudum. Pir Sultan Abdal'ın, Osmanlı elit zümre kültürüne ait bir kitapla ne işi olabileceğini merak ettim. Kitabın bir yerinde Aleviliğin Hıtaylardan yani Uygurlardan geldiği yazıyordu. Alevi semahlarının, Uygurların Senem dansına çok benzemesinin sebebi de bu olmalı.
Diğer yandan da Alevilik, sadece Türkler ya da Oğuz boyları arasında kalmamış, Babailer isyanından sonra bugünkü kimliğine ulaşan inanç, diğer toplumlar arasında yayılmıştır. Kürt Aleviler sadece Türkiye'de değil, İran ve Suriye'de de yaşar.Suriye'de Beşar Esad, Arap Alevisidir ve Alevi de olsa Kürtleri sevmez.   Ben hayatım boyunca, Kürt, Zaza, Türk ve Arap Alevilerinin yanında Roman ve Kırım Tatarı Alevilerini de tanıdım. Boşnak, Arnavut, Makedon, Pomak, Sabataycı Aleviliği ilgili de bir şeyler okudum ya da duydum. Türkiye'de Alevilik, bütün bu etnik gruplardaki Alevilerin üst kimliği haline gelmiş durumda. Bu yüzden Zaza, Kürt ve hatta Arap Alevileri hızla Türkleşmekte.  Bunun sebebi de Türk Faşizminin dinci ve mezhepçi özelliğidir.Alevilerin Türkleşme ve Aleviliğin üst kimlik olması, Türkiye'ye özgüdür. Lakin Aleviler, milliyetçi ideolojiden uzak durmakta, daha önce de söylediğim gibi, yapacaksa da, ulusolculuk yapmakta.


 Sağın Alevilikle ilgili asıl sorunu, Alevilere karşı işledikleri suçlar konusunda özeleştiri yapamama sorundur. (Benzer şekilde Kürtlerle ilgili de vardır, o bambaşka bir yazı konusudur.) Türkiye'de sağ, Alevilere çok önceleri düşman olmuştur.  Atsız bile, daha 1930'lu yıllarda bile, bulabildiği bazı orta çağ yazıları ile Alevilere saldırmış, sonra da 1972'de kendi Ülküdaşları tarafından öldürülen Ali Balseven ardından timsah gözyaşları dökmüştür. (Ali Balseven, sağ-sol çatışmasının en hazin kurbanıdır. Herkes kendisi için üzülür, ama kimse de adını pek anmaz.)
Diğer yandan, Ülkücülerin kendilerinin de söylediği gibi tek Ülkücü Alevi Ali Balyemez değildi. Ben de hayatım boyunca farklı tarihlerde ve farklı yerlerde böylesi iki kişi ile tanıştım. Sonra Ülkücülerin içinde pek çok Alevi, Kürt, hatta Ermeni olduğunu öğrendim. Pek çoğu da asimile olmak isteyen ama asimile olamayanlardı.
Ülkücülerin ve genel anlamda da sağın Alevi düşmanlığının, Alevilerin solcu olduğu ile iddiasının bu vesile ile yalan olduğunu öğrendim. Kaldı ki MHP, daha CMKP (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi) zamanında ve daha parti Osman Bölükbaşı başkanlığındayken ve Türkiye'de öyle bir sağ-sol ayrımı yokken, parti içindeki Türkeşçiler, 1961 yılında Aydın şehir merkezinde sekiz Alevi öldürmüştü. Maraş ve Çorum'da katliam yapanlar, Ülkü ocaklarından çıkmıştı. Madımak'ı yakanlar, tarikat dergahlarından çıkmıştı. Yıllar sonra başörtü isteyenler Suudi Arabistan'a gitsin diyecek olan Süleyman Demirel, bana sağcılar cinayet işliyor diyemezsiniz demişti, katliam sonrasında. 
Türkiye'de sağda özeleştiri kültürü yoktur. Zira özeleştiri, suçu itirafta gerektirir. Halen öldürülenleri, horgörülenleri,  öldürüldüğü ve horgörüldüğü için suçlauaycaksanız, bence hiç uğraşmayın.


  

29 Kasım 2022 Salı

BARIŞ AKARSU FİLMİ-ÇOK NİTELİKLİ DOLANDIRICILIK



 Bu bana ceza oldu. Sen üç kuruş verip, dijital platformlardan birine üye olmaz mısın? Böyle kötü bir filme 83 (seksen üç) lira sinema parası verdim. Üstelik reklamına kanarak. O kadar reklam ve röportaj masrafı yapmışsınız, Akarsu'nun ölümüne sebep olan kazayı neden çekmediniz. Filmde tek eksik olan şey, Akarsu'nun ölümüne sebep olan kaza değil. Onu şöhrete ulaştıran Akademi Türkiye yarışmasının jüri üyeleri, diğer rakipleri, SMS (kısa mesaj) göndererek para verenleri falan göndermemiş. Yarışmaya bir birişi, bir de çıkışı var. Yarışma süreci tamamen pas geçilmiş. Sadece yarışma değil, oynadığı Yalancı Yarim dizisi de pas geçilmiş. Dizinin sadece senaryosu var, elinde gezdiriyor. Dizinin çekimleri, rol arkadaşları ile ilişkileri yok.

Peki geriye ne var? Müslüm filmi ile başlayan biyografi filmleri furyasından ekmek yeme derdi var. Bunu da en ucuz şekilde yapmaya çalışmaktalar. 

28 Kasım 2022 Pazartesi

OSMANLICA'NIN YENİLGİSİ

 


Gardrop Atatürkçüsü 12 Eylül rejimi, Atatürk'ün sadece bir devrimine açıkça karşı çıkardı, dilde sadeleştirme ya da Öztükçe'ye. İnatla Osmanlıca kelimeleri savundu. Ülkenin tek televizyon kanalı TRT yetmedi, ders kitaplarında, polis radyosunda ve hatta gazeteler üzerinde Osmanlıca baskısı kurdu. Bazı kelimeleri yasakladı. 1402'likler diye bilinen ve pek çoğu Amerika'ya göç eden akademisyenlerin yerine geçen sözde akademisyenlerin çoğu da Osmanlıca'da inat etti. TRT'nin bu Osmanlıca inadı, Star 1 ve özel kanallar açılana kadar sürdü. Sonra Osmanlıca kelimeler yavaş yavaş azaldı.

Ders kitaplarında Osmanlıca, özellikle Türk Dili ve Edebiyatı ya da Türkçe derslerinde, benim liseden mezun olduğum 1993'e kadar azalarak devam etti. 1998'de öğretmen olduğumda ise bitmiş olmakla beraber, müfredatta yoğun bir divan edebiyatı ve aruz, müfredatta yoğundu. Halen var olmakla beraber azalıyor. Öte yandan yeni nesil için aruz ölçüsünü anlamak giderek zorlaşıyor. Çünkü artık hiç kimse, Arapça ve Farsça kelimeleri, gereği gibi okumuyor. İnternet çıktığınan beri o da zorlaştı, klavyede ince a harfi yok ya da çok zor.

Osmanlıca kelimelerin bütün bu çabalara rağmen silinmesi ve Türkçeleşmesi, okuma yazmanın ve eğitimin yaygınlaşması ile açıklanabilir. Osmanlıca kelimelerin telaffuzu, Türkçeye  uymuyordu. Diğer bir sebepte, Osmanlıcanın aslında halkın anlamaması için uydurulmuş bir dil olması,  kelimelere sık sık başka anlamlar yüklenmesi de olabilir. Mahmut Esat Bozkurt'un da dediği gibi, bu Osmanlı dili ve alfabesi madem bu kadar kutsaldı, neden Osmanlıda okuma-yazma oranları diplerdeydi? Üstelik Osmanlıda bir eğitim-öğretim birliği de olmadığından, bir yazı birliği de yoktu.

Sadece yazı birliği değil, anlam birliği yoktu. Osmanlı şairleri ve yazarları, Arapça ve Farsça kelimeleri, orjianal anlamından çok uzakta kullanmaktadırlar. Bu yüzden pek çok Arapça-Farsça kelime, Türkçeye farklı bir anlamda kullanılır olmuştur. Mesela Farça'da hasta, yorgun demektir, hastane de otel demektir. Sümük et, pehlivan da savaşçı erkek, tam Türkçe karşılığı ile yiğit demektir.  Millet kelimesi ise, Arapça din kelimesinden türemiştir. Hatta Necmettim Erbakan öncülüğünde bir sürü parti kuran Milli Görüş grubu da, adını dinden almıştır.

Ben de üniversite eğitimini, böylesi Osmanlıca zırvalayan ve kelime uyduran akademisyenlerin kitaplarını derslerde bellemekle geçti.  Bölümün kurucusu ve başkanı (şimdilerde Profesör olan) Metin Özkul'un doktora hocası Amiran Kurtkan Bilgiseven'in dört kitabını ders kitabı olarak okuttu. Kitap, ağdalı denilen bir sürü saçma sapan Osmanlıca kelime ile doluydu. Bir kere Isparta'ya konferans vermeye de geldi. Türkçenin yetersizliğinden falan  bahsetti.

Yıllar boyunca, başka kaynaklardan da sosyoloji, felsefe ve psikoloji okudukça,  diploma alma dışında dört yılımı ziyan ettiğimi anladım. Zira özellike Amiran'ın günümüz sosyolojisi ile alakası yoktu. Diğer derslerde benzerdi. En kötüsü de sosyal psikoloji dersiydi. Erol Güngör'ün, Amerikalı psikologlardan çevirdiği ve fi tarihinden kalma kitabın, ciltlenmiş fotokopisini okuyorduk. Ben bu kitabı merak ettim ve nadirkitap.com gibi sitelerde bile bulamadım. Ayırca, sosyal psiloljide devrim yapan Muzaffer Şerif'in adının bir kere bile anılmadığı sosyal psikoloji dersinin ne anlamı var? 

Sonraki yıllarda da öğrendim ki, Osmanlıca kelimelerde ısrar eden akademisyenlerin asıl amaçlarının bilgisizliklerini gizlemek olduğunu anladım. Özellikle dini konulardaki Arapça-Farsça kelime bolluğunun amacı, kitabın okunmamasını sağlamak. Türkiyede dini kitaplar çok satılsa da, az okunur. Okuduğunu anlamayan dindar, anlamadığını da sırgulamaz.

Neyse ki akademisyenler arasında Osmanlıca savunucusu giderek azaldı ve belki de kalmadı. Çünkü popüler bilim kitabı yazmak ve seminerler vermek, ciddi anlamda bir gelir kalemi. Dinleyiciler öztürkçe kelimeleri bilmese de, kökünden çıkarım yapabiliyor.

Bu konu ile ilgili diğer yazılarım: https://onbinkitap.blogspot.com/2020/08/osmanlica-hakkinda-yanlislar-ve.html

Ayrıca: https://onbinkitap.blogspot.com/2021/02/mezar-tasi-okuma-meselesi.html

21 Kasım 2022 Pazartesi

SON YILLARDA BİTEN İSLAMCI ŞEYLER-2 BİTEN ŞİRİNLİKLER.

 


1)Çok çalışkan-zeki olmaları: Bu serinin ikinci yazısı için biraz bekleyecektim ama uzun zamandır ortaya attığım bir iddianın ispatı ortaya çıktı. Fetöcü bir subay, 1985 yılında askeri liselere giriş sınavı sorularının kendisine örgüt abilerince verildiğini itiraf etti. Doksanlı ve iki binli yıllar boyunca süren, bunlar çok çalışıyor efsanesi bitti. Arkadaşlar, tarikatlar kamu sınavlarını 2002'den beri çalmıyor, 12 Eylülden beri çalıyor. Seksenlerin ortalarında birden imam hatiplerde hukuk, siyasal falan kazanma oranları artmıştı. Derken doksanlarda FEM ve Maltepe dersanelerinin ani başarıları konuşulur oldu. Şimdilerde dikkat ettiyseniz, hiç bir dersane ya da özel okul, sınav başarıları ile öğünmüyor. Bir yasak geldiyse bile, haberim yok. Yalnız bu sayede öğrencilerin okullardaki DYK (Destekleme ve Yetiştirme) kurlarına ilgisi artı. İmam hatipler ile bozulmaya devam ediyor. İmam hatip, hatta proje imam hatip sayısı artsa bile, imam hatip öğrencisi artmıyor. İmam hatipler, açık lise denen okulu bırakma yolunda en büyük kapı. Dinci elitin kendi kolejleri, özel üniversiteleri var. KPSS'ye ihtiyaçları yok, özel kararnameler  ile atanıyor ya da açıkça sorular onlara sunuluyor veya rakipler mülakatta eleniyor.

2)İslamcı kültür (edebiyat, sinema müzik vs): Doksanlı yıllarda İslamcılar, birden kültür alanında atılımlar yapmışlar, roman, film, dizi üretir olmuşlardı. Sinemada Minyeli Abdullah, edebiyatta da Hekioğlu İsmail takma adını kullanan emekli astsubay ile başlayan bir kültürel atılım, 2002'den sonra sadece Samanyolu TV ve Kanal 7 dizileri ile sürdü. 17 Aralık 2013'den itibaren, Samanyolu televizyonunun kapanması ile dinci dizi furyası da dindi. Onun yerini, TRT'nin Osmanlı-Selçuklu askeri tarih-propaganda dizileri aldı. Doksanların dinci edebiyatından, İskender Pala, Nazan Bekiroğlu gibi romantik mevlevimsiler kaldı. Son dinci film Reis ise, gişede battı, yönetmeni de FETÖ'den içeri alındı.

Gene o dönemden kalma dinci yayınevleri, bu eski mevlevimsi romantikler dışında yayımlayacak romancı bulamadılar. Bu yayınevlerinden en ünlülerinden birinin reklamlarını sık sık Cumhuriyet kitap ekinde reklamlarını görüyorum. Koca yayınevi, elbette yayıma devam edecek. Onlar da bolca çeviri ve akademisyen kitabı yayımlıyor.

3)Ramazan çadırları, yardım kolileri: Doksanlarda, özellikle Refah partisi seçimleri kazanınca, her Ramazan, meydanlar devasa iftar çadırları ile  doldu. Oruç tutmayanlarda, akşam iş çıkışlarında karınlarını bu şekilde doyurur oldu. Sonra dini bayramlarda otobüslerin ücretsiz olması, bazı paralı köprü ve otoyolların ücretsiz olması gibi uygulamalar yaygınlaştı. O zamanlar iftar çadırlarını sadece belediyeler ya da kamu kuruluşları değil, 2002'den itibaren bu çadırlar azaldı. Önce özel sektör millete iftar vermez oldu, sonra buy çadırlar, meydanları yerine şehrin arka sokaklarına kurulur ve yok denecek kadar azalır oldu. Ankara'da da Gökçek, metroyu bu ücretsiz bayram seyahatinden muaf tuttu.

4)Hoşgörü imgeleri: Profesör Toktamış Ateş'i hatırlayan var mı? Ya da onun dinci gazeteci Abdurrahman Dilipak ile muhteşem ikili olmasını hatırladınız mı? Doksanlı yılların moda sözcüklerinden biriydi hoşgörü. Sonra açılımlar falan geldi. AKP destekçisi,  Madam Marika denen travestiyi hatırlayan var mı? 

5)12 Eylül'ü yargılama:2010 yetmez ama evet referandumunun en büyük vaadiydi. Oysa Kenan Evren, tüm askeri hakları ve ünvanları korunarak gömüldü. Yargıalanması sözde kaldı.12 Eylülle, Türk Hava Kuvvetlerine kalitesiz CASA uçakları aldırarak ve o zamanlar medya patronu Aydın Doğan'a ucuza satılarak özelleştirilmemişi dolayısı ile devlete ait olan Petrol Ofisi bayilerini KaleBodur fayansaları ile kaplattırarak zengin olan Tahsin Şahinkaya'da ciddi anlamda yargılanmadı. Halbuki iktidar halen CASA skandalını ve Tahsin Şahinkaya'nın servetini araştırabilir.12 Eylül'ün simge kurumu YÖK, ya da üniversitelerin Milli Eğitiminin kurucusu Profesör İhsan Doğramacı ise, bahis konusu bile yapılmadı. Şaibeli ÖSYM sınavları basan Meteksan matbaası devletin değil. Bilkent üniversitesi gibi Doğramacı ailesinin. Bütün o devasa arazi, üniversiteyi ve YÖK'ü kurması için İhsan Doğramacı'ya Kenan Evren tarafından ihsan edilmişti.

Son olarak, AKP teşkilatlarından biri, yanılmıyorsam Diyarbakır il teşkilatı, 12 Eylülün meşhur yüzbaşısı Esat Oktay Yıldıray'ı, bir tiyatro kurarak, gıyabında yargılamıştı. Hatta hiç bir oyuncu, Esat'ı oynamak  istememişti de, bir sandalyeye Esat'ın üniforması giydirilmişti. Oysa bütün bu süreçte, Etimesgut Zırhlı Birlikler tugayında, adı verilen bulvarın tabelası bile değişmemişti. Şimdi son HDP ve Akp görüşmesinde gündeme geldi mi? Sanmıyorum.

6)Temiz ve dürüst muhafazakar imajı: Eskiden muhafazakar ya da dindar lafı, en ateist insanda bile bir saygı uyandırırdı. Dindar demek, en azından aile yapısı sağlam, uyuşturucudan uzak, gösteriş yapmayan, genel anlamda dürüst insan akla gelirdi. Şimdilerde bunun nasıl çöktüğünü yazmaya gerek yok.




16 Kasım 2022 Çarşamba

AAAHH BELİNDA FİLMİ VE HERŞEY SINIFSALDIR



 Bugün size, klasik Türk filmlerinden farklı bir senaryoya sahip bir Türk filminden bahsetmek istiyorum. Senaryo, bir Holivud filmine yakışır bir fantastiklikte.  Filmin, yakın bir tarihte, Netflix  için yapılmış yeni bir versiyonu da var, bir ara izlerim. Ancak gene de Holivud bu filmi bir keşfetmeli. Bir de 1986 Türkiyesi daha bir erkek egemendi. Kadınların, boşanmış dul damgası yememek için herşeye katlandığı, erkeklerin pek de kendilerini saklamadan zanparalık yaptığı, okullarda aniden bakirelik testlerinin yapıldığı, hatta bakirelik testi uzmanı hemşirelerin olduğu, bugünün genç kızlarınarına kabuslarına bile getiremeyeceği yıllardı.

Kahramanımız tiyatrocu Serap hanımın ise böyle bir kaygısı yoktur. Filmin ilk 12-13 dakikası, karakater tanıtımı içeriyor. Kendisi büyük, şık ve sade döşenmiş, muhtemelen İstanbul'un iyi semlerinden bir olan apartman dairesinde, tek başına yaşıyor. Apartmanın kapıcısı ekmek, süt ve gazetesini, kapısnın önüne koyuyor. Kendisi, VHS videosundan aerobik çalışıp (seksenlerde modaydı) formda kalıyor. Kendinden genç bir sevgilisi var, onunla cinselliği de yaşıyor. Bu cinselliği yaşama durumu da Yeşilçam usulü gösteriliyor. Müjde Ar, sevgilisi Yılmaz zafer ile, üzerinde sadece sütyen olacak şekilde öpüşüyor ve o halde yatağa uazanıyor. Sonra kamera stop, öyle uzun uzadıya bir sevişme göstermek yok.

Sonra sıra reklam çekimi için stüdyoya gidiyor. Filme adını veren Belinda, hayali şampuan markası. Müjde Ar'ın o yıllarda reklamında oynadığı, sonradan adı değişen ama buna rağmen Müjde Ar'la anılan, PE-RE-JA kolonyasına atıf. Bu marka,   halen Müje Ar ile beraber anılıyo.

Gene de sıradan insanların markası ve Müje Ar gibi ünlü bir yıldızın, süper lüks Fransız parfümleri ya da benzer ürünler varken,  bu kolonyağı ile serinleyeceğini zannetmek pek akıl karı değil. Kendisi de arkadaşı ile konuşurken, ne yapayım, çok para verdiler diyor. Kemal Sunal, Yüz Numaralı Adam ve İlyas Salman, Talihli Amele filmlerinde bu olgu işlenmiştir. Ünlü ve zenginlerin, en fazla küçük burjuva için üretilmiş ürünlerin, lüks içinde yaşayan ünlüler tarafından tüketildiğine neden inanalım? Medyada uzun süredir dönen bir reklam var. Manken eskisi, sunucu ve oyuncu, havalı Fransızca adı olan sahte tereyağ (bildiğiniz margarine tereyağ aroması ekleniyor) reklamında oynuyor. Üzerine sahte tereyağ sürülmüş ekmeğin, yağsız kısacık tarafını yiyor. Kolonyağı, Türk halkının gündelik tüketim maddesidir.  Hadi Müje hanım bu ürünü kullandı. Peki o ünlü yıldızzların, o değerli saçlarına piyasa malı şampuanları süreceklerine, o basit yaylı yataklarda yatacaklarına neden inanalım? Türkiye'de burjuva, yani gerçek burjuva, yemeklere soğan koymayı bile unuttu. Soğan gibi antiseptik ve ekşilik veren bazı baharatları kullanıyor.



Biz filme geri dönelim. Filmin asıl başladığı yer, çekimlerde gözünü kapatıp, açması ile başlıyor. Filmin fansatsiği de burada. Filmde bir anda reklamın konusu olan alt sınıf ailenin üyesi olarak kendisini buluyor. Kameralar,  ışıklar, tüm o set ekibi, stüdyo yok olmuştur. İlk başta bu fantastik duruma inanamıyor. Evden kaçıp, kendi evine, sevgilisinin evine ve her akşam gittiği bara gidiyor. Hepsinde de kimse tanımıyor, hatta barda eski arkadaşları ona fahişe muamelesi yapıyor.

Sonra etrafındakilere derdini anlatmak isterken, akıl hastanesine yatırılıyor. Sonra durumu kabullenmiş gibi yapıp, akıl hastanesinden çıkıyor. Sonra iki çocuk annesi de olduğu ailesi ile birlikte yaşıyor. Gene o yıllarda moda olan, kamyon damperinde ya da kasasında yapılan bir yolculukla, mahalle pikniğine gidiyor. Atlet ve pijama altı ile rakı içen kocasını gören Müjde Ar, Türk sinema tarihine geçen sözlerini söylüyor:

-Akıl hastanesine geri mi dönsem? Bu sözler, ülkedeki sınıf farkını çok net yansıtmakta. Zira alt sınıfın eğlencesi, üst sınıf için deli saçmasıdır. Sonrasında eski düzeninin bir benzerini kurmaya çalışır fakat yakalanır. Sonra artık dönüşü olmadığını anlayıp, yeni hayatına alışır, kocasına sevgi gösterir ve tam o anda gene aynı fantastik şekilde tiyatrocu Serap olur.

İşin doğrusu biz alt sınıflar ya da alt sınıfta doğup, büyüyenler, üst sınıfla aynı ahlak kuralları içerisinde olduğumuz sanısındayızdır. Mıhafazakarlar bile pek farklı değildir. Bir ara, türbanlı ve hatta tarikat üyesi bir sevgilim olmuştu. Bu tarikat, bırakınn sevgili olmayı, kadın-erkek bakışmasını bile affedilmez günah olarak görür. Oysa kendisi hayatı boyunca rahat yaşamıştı. Üstelik bu tarikatın yurtlarında müdürlükte yapmıştı. Daha sonra aslında muhafazakarların zengin sınıfının benzer şekilde yaşadığını ve alt sınıfa dayattıkları ahlak kurallarını, kendi aralarında pek uygulamıyor, kadın ve erkekler gayet rahat.

Muhafazakar demişken, muhafazakarlık nedir, kim muhafazakar, bu da başka bir soru. Muhafazakar iktidar partimizin kadın kolları, erkek dansöz oynatıyor. Bunu bir sol parti kadın kolları yapsaydı ortalık yıkılırdı. Ortalık yıkılırdı derken.  Müge Anlı ve benzeri gündüz kuşağında yayımlanan benzer programları izliyorum arada bir ya da sosyal medyadan takip ediyorum. Hemen her programda mutlaka en az türbanlı bir kadın. Bir de bazı olaylar var, koca, karısını üçlü ilişkiye zorluyor, kadın da adamı önüne gelenle aldatıyor. Olayda altı-yedi kadın var, hepsinin başı sımsıkı kapalı ve hepsinin de dilinden Allah kelimesi eksik olmuyor. Bütün bunlar karşısında da insanın aklına Cem Yımaz'ın meşhur sorusu geliyor:

Hani marjinal bizdik?




6 Kasım 2022 Pazar

ORTA ÇAĞI HAZIRLAYANLAR VE BİTİRMEYENLER

 


Tarihsel çağlar için belli olaylar simge olarak seçilir. Almanlara göre orta çağı bitiren olay olarak 1455'de Gutenberg'in, matbaası ile ilk kitap basılması olarak görür. Matbaa ya da ona benzer makinelerin daha önce de olduğunu söyleyebilirsiniz. Ancak 1470'de bile Avrupa'da el yazması kitap kalmamıştı. Osmanlıda ise matbaanın gerçek anlamda yayılması ancak Tanzimat fermanı sonrasında mümkün oldu. Matbaa ise, Avrupa aydınlanmasının ana motoru oldu. İstanbul'un fethi ise ancak sonradan Medici ailesi tarafından Platon okulunu kuracak olan, felsefe profesörü bir grup papazın ( sayısı 8 ya da 10 kadardır), daha 1450'de Fatih tahta geçip, ilk hazırlıkları yapmaya başladığında, şehirden kaçırılmasıdır. Hatta son profesörü, bir yeniçeri köle olarak Edirne'ye satmıştır. Floransa şehrini yöneten Medicilerin, Cenovalıları araya sokması sonucu bu son profesör de, bizzat Fatih tarafından satın alınarak, Cenovalılara teslim edilmiştir. Fransızlar ise, bizim yakın çağ dediğimiz ara dönemi tanımaz ve 1789 ihtilali ile orta çağı bitirir. 

Oysa orta çağa ait pek çok unsur, günümüzde, hele de orta doğu toplumlarında halen yaşamaktadır. Halen din kavramı, kimliklerimizin temelini oluşturmakta, din adamları halen yaşam tarzımıza karışmaktadır.

Orta çağdan çıkış hemen olmadığı gibi, orta çağa giriş te hemen olmamıştır. Orta çağın başlangıcı olarak okul kitaplarında Batı Roma imparatorluğunun çöküşü yazılırken, felsefe kitaplarında ( Russel, Batı Felsefesi Tarihi) ondan iki yüz yıl öncesi, M.S 1 ya da 2. yüz yıllarda bilimsel be felsefi ilerlemenin durmak üzere olduğunu yazmıştır.  415 yılında Hypatia'nın bir grup Hristiyanca linçlenerek öldürülmesi, daha ciddi bir dönüm noktasıdır. Oysa, sırası gelince anlatacağımız gibi, Hypatia'nın da üyesi olduğu İskenderiye okulu da orta çağa katkıda bulundu.

Orta çağı başlatanların başında Septikler, yani şüpheciler gelir. Onlar, uzun süre boyunca Platon'un akademisine egemen oldular. Septiklerin çoğu pagan-putperest Yunan dininin tapınak görevlisi ya da din adamıydı. İlk temsilcileri ya da kurucuları Pyron'dan başlayarak, doğru bilginin imkansızlığını savundular. Sonra Elealı Zenon, felsefeyi, fizik, metafizik ve etik (ahlak) olarak üçe ayırdı. Metafizik kavramı, Aristo'nun İlk felsefe adını verdiği kitaba, onun ölümünden iki yüz yıl kadar sonra bir kitapçının koyduğu isimdi. Aristo, fizikten ayrı bir metafizik kavramı düşünmemişti. Metafizğin fizikten ayrılması, orta çağ boyunca yaygınlaştı ve günümüzde de devam ediyor. Oysa İonyalı ilk doğa filozofları, doğayı akılcı olarak açıklarken amaçları, doğa bilgilerini (logos), mitolojiden (Yunan dini) ayırmaktı. Oysa şimdi doğada bilinemeyenler, tekrar mitolojiye ve dine geri dönüyordu.Richard Dawkins'in deyimi ile, bilinmeze tapınmaya başlanmıştı. Orta çağda bilim denen şey tam olarak buydu; bilinmeyene metafizik demek. Aristo böyle bir metafizikten bahsetmez.

Septiklerin ardından hedonistler ya da Epikürcüler diye bilinen grup, fakirliği ve çilekeşliği, ahlak olarak, insanlığa anlattı. Bu felsefi akımın da bazı üyeleri, hem Yunan, hem de Roma dininin din adamıydı. Bunların en ünlüsü olan Aristippos, köle olarak Roma'ya getirilmiş bir Yunandı. Efendisi her gün dövdüğü halde sürekli gülerdi. Bu da gaddar biri olan sahibini çok kızdırırdı. Kölesi Aristippos'un kolunu iyice büktü. O da, bak, bükme, kırılacak, dedi. Sonra kolu kırılınca da, gülerek, bak, gördün mü, kırıldı, dedi. Sonra o  gaddar sahip de Epikürcü  oldu. Epikürcülük, Roma ordusunda yaygınlaştı. Roma askerleri arasında elini ateşe sokmak, köz üzerinde yürümek, günlerce aç kalmak ya da çok az yemek yemek gibi eylemler yaygınlaştı. Çilecilik, pehrizkarlık, iyi insanın ölçütü olmak oldu.

Aslında çilecilik ve pehrizkarlığa pek çok toplumda rastlanır. Ben en çok Budsistlerde görülmesine şaşarım. Çünkü Buda, gut hastalığından ölmüş, sefa düşkünü biridir. Bu yüzden de heykellerinde, resimlerinde göbekli ve gülerken tasfir edilir.  Epikürcülerde, büyük ölçüde kendilerinden önce gelen ve Sokratesçi bir okul olan Kniklerden etkilenmiştir. Meşhur Diyojen'in de aralarında olduğu  bu topluluk, tüm sosyal unvanları ve itibarları ret etmişti. Özellikle Diyojen ile efsaneleşen bu okul, İslamiyette Melamilik tarikatı olarak ortaya çıkmıştır. Son önemli Melami, Neyzen Teyfik'dir. 

Epikürcüler ve Knikler, çileciliği ve yoksulluğu, inancın ve ahlakın merkezine koydu. Bu düşünce doğru olsaydı, açlıktan anoreksiya ya da korsakof gibi  hastalıklara kapılan manken kadınların evliya olması gerekirdi.  Sporda derece yapmak için sıkı pehriz ve antremanlarla uğraçan atletleri de evliya olarak görmeliydik.

Yeni Platoncular ve Plotinus ise, Platon'un idealar alemini mana alemi yaptı. Platondan farklı olarak bu alemi görmek için bir çeşit transa girmekten bahsetti. Bu transa girme hali, dinler tarafından çok kullanıldı. Halüsülasyon görenler, galipten sesler duyanlar, evliya, ermiş, mehdi falan olduğunu iddia etti. Oysa Platon'a göre ideaları kavramanın asıl yöntemi matematik ve düşünmekti.

Görüldüğü gibi orta çağ, öyle birden bire gelmedi. İşin doğrusu birdenbire de gitmedi. Bugün halen, fizik dışında bir metafizik anlayışı var. Bu metafizik, sadece peygamberlere gönderildiği söylenen kutsal kitaplara ait değil, peygamberlerin ölümünden bir kaç yüz yıl sonra yazılıp, içtihat kapısını kapatan din alimlerinin ve lüks içinde yaşayan şeyhler, zerre fizik bilmeden, fiziğin ötesi ile ilgili olarak konuşan kişileri dinlememeliyiz.

Sahi, burada bir parantez açalım. Türkiye'de tarikatlar sürekli orta çağı överler. Hani orta çağ çileciliği. Hristiyanlıkta da kalmadı çilecilik, Amişleri çilecilik saymıyorum. Orta çağ teknolojisi ile yaşıyorlar ama orta çağ vari bir çilecilik yok. Manastıra kapananlarda da öyle orta çağımsı kendine aşırı bir eziyet etme kalmadı. İslamiyette ise cemaatinin bağışları ile lüks yaşayan,  hatta hayatta hiç çalışmamış, cami müzezzinliği bile yapmamış mollalarla, şeyhlerle dolu. Hani nerede tahta kaşık yapan Ahmet Yesevi, pamuk hallaçlayan Hallac-ı Mansur, Oduncu baba, Karcı baba?

Atatürk'ün dediği gibi, hayatta en hakiki mürşit, ilimdir, fendir. İlim ve fenden başka mürşit aramak gaflettir. Tüm lilimler, insan aklı içindir. Akli olmayan, nakli bilim diye bir ayrım yoktur. İmanuel Kant'ın dediği gibi, kendi aklımızı kullanmaya cesaret etmeliyiz. Newton gibi bir dehanın fizik teorileri yanlışlanmışken, Einstein'ın kuramı sallantıdayken, eleştirilemeyen din adamı diye bir şey olmamalı. O kitapları gerektiğinde bizzat biz okumalı ve yorumlamalıyız

Orta çağı bitirmemeye çalışanlara karşı savaşmalıyız.



28 Ekim 2022 Cuma

SON YILLARDA BİTEN İSLAMCI ŞEYLER 1-SON BARUTLAR (TÜRBAN-İHL-TARİKATLAR)

 


Ben bu blogdan ne kadar bitti desem de bazı şeyler iktidar için un çuvalı gibi, zorladıkça bir şeyler çıkıyor. Muhafazakarlar, bir şekilde türbanın, tarikatların ve imam hatip liselerinin az da olsa ekmeğini yiyor. Liselerde, her yeni sınıfta daha az türbanlı olsa da, artık türbanlıların pek çoğunun saçları, ucundan azıcık görünse de, CHP içinde de çokca türbanlı da olsa,bir şekilde sağ partilerin silahı olmaya devam ediyor. CHP genel başkanının ani türban çıkışı, çok belli ki iktidarın türban üzerinden bir saldırısının istihbaratını almış. Kılıçdaroğlu'nun, mutfağından ya da odasından yaptığı yayımlara dikkat ederseniz,  iktidarın bir hamlesini boşa çıkarıyor. Sonradan çıkan televizyon dizisi, muhtemelen iktidarın elindeki medya gücü ile yapılacak bir saldırının başlangıcı olacaktı muhtemelen.






Ben, benzer bir çıkışı imam hatip liseleri için de bekliyorum. Son yıllarda ilginçtir, imam hatip liselerinin sayısı artsa da, öğrenci sayısı azalıyor. İmam hatipler, otomatik yerleştime denen sistem yüzünden, imam hatip liseleri, öğrencileri özel liselere yönlendirmenin, hatta zorlamanın aracı oluyor. Proje imam hatip denen ve genel imam hatip lisesi müfredatına genelde fazladan kimya ve biyoloji derslerinin eklendiği garip liseler de, imam hatip sorununa ilaç olacak gibi durmuyor. İmam hatip liseleri, açık liselerin ve özel liselerin en büyük öğrenci kaynaklarından biri olmuş durumda. Gene de halen 28 şubat ve katsayı mağduriyeti sık sık hatırlatılıyor.

Buna bir de tarikatları ekleyelim. Bu tarikatlar nedense 27 mayıs ve 12 martta hiç mağdur olmadılar. 12  Eylül ve 28 şubat mağduriyetleri ise, solun mağduriyetinin yüzde biri etmez ve asıl ilgimi çeken devletin, tarikatların mallarını azla müseddere etmemesi, parasal zarar vermemesi. Oysa darbeler, solcuların elinde ne var, ne yok almıştır. Tarikatlardaki tutuklamalar, asla tarikatların yönetim yapısını sarsacak şekilde ve o kadar çok olmamış, aslında 1950'den bu yana tarikatlar, NATO'nun gizli eli tarafından korunmakta.

Her ne kadar yeni nesil;  baş örtüsü yeni nesilde popüler değilse de, yeni nesil türbanlılar, öyle saçlarını tamamı görünmeyecek diye zorlamıyorsa, tarikatlar ya da imam hatipler giderek gözden düşüyorsa ve daha pek çok şeye rağmen, dinci kesim bu silahlardan az da olsa yararlanıyor. 

Bu son barutlara karşı daha dirençli durmalıyız.







20 Ekim 2022 Perşembe

HİÇ BİR ŞEYE YARAMAYACAK SOSYAL MEDYA YASASI:



 Malum sosyal medya yasası çıktı. Ben demokrasi nutukları falan atıp, yasanın çağ dışılığından bahsetmeyeceğim. Ben bu yasanın neden işe yaramayacağını ve hatta iktidar için işleri daha da zorlaştıracağını anlatacağım.  Çünkü artık çok geç. Bu yasa Gezi'den evvel çıkmalıydı.  Hadi Gezi kaçtı, 15 Temmuzdan sonra çıkmalıydı. Bence 2010 Yetmez Ama referandumundan hemen sonra çıkmalıydı.

Bu halk, 27 mayısa boyun eğdi, çünkü Demokrat parti, takrir yasası denen, bir grup milletvekilinin hem hakim, hem savcı olduğu ve bu milletvekillerinin kararlarının temyiz bile edilemeyeceği garip bir yasa ile diktatörlik kurma peşindeydi.  12 Martta ise gene darbe yapmaya teşebbüs eden bir cuntaya karşı çıkılmıştı. 12 Eylülde ise kardeş kardeşi vuruyordu. 15 Temmuzda teslim olmadı çünkü bu tarikata ne isterse verilmişti. 15 Temmuzdan sonra ise iktidara teslim oldu, çünkü ülkenin en az dörtte biri, bu tarikatın üyesiydi. ülkenin üçte ikisini oluşturan sağcı kitle ise, bir şekilde bu oluşumun içinde olmuştu.  Bu tarikatın evlerinde-yurtlarında, bazen bir kaç günlüğüne de olsa kalmış, tarikarın sosyal etkinliklerine katılmış, bankasını kullanmış, özel okuluna, dershanesine  gitmişti. Bu tarikatla hiç işi olmayanlar, solcular,  Aleviler ve Atatürkçülerdi. Bu yüzden tarikat en fazla bu üç gruptan nefret etti. Bu üç  grup, asla kendilerini mevcut iktidara ya da tarikatlara karşı suçlu hissetmedi.

Kitlelerin cezalarına boyun eğmelerinin temel yolu, onların kendilerini suçlu hissetmelerini sağlamaktır. Uzun yargılama süreçlerinin amacı budur. Bu az okurlu blogda, 12 Eylül rejiminin, bütün bir halkı nasıl suçlu olduğuna ikna ettiğini uzun uzun yazdım. (Örnek şu: https://onbinkitap.blogspot.com/2021/06/12-eylul-un-sucluluk-duygusu-egitimi-12.html) Z kuşağı adı verilen gençlik, bu duyguyu hiç yaşamadı ve bu tarikata da girdiyse bile, ailesi ve büyüklerinin tavsiyesi ile girdi.  Bunun  üzerine de verdi yetkiyi ama göremedi etkiyi. Daha yaşlı nüfusta da bu suçluluk duygusu giderek azalmakta.

Sosyal medya yasasını battal edecek ikinci konu, insanların özgürlüğü tatmış olması ve sosyal medya özgürlüğünden vaz geçmek bir yana; buna bir se suç işleme yaramazlığının hınzır zevkinin katılması olasıdır. Aslında sosyal medyada zaten uzun zamandır sürekli birileri, hakaret suçlaması ile davalık olmakta. Bütün bunlar ne muhalefeti, ne gençliği durmdurmak bir yana, yavaşlatmaya bile yetmemekte.

Y kuşağı iktidardan, 2010 öncesi özgürlük ortamını istiyor ve bekliyor. Z kuşağı ise internettten tüm arşivi görüyor.  İnsanlar özgürlüğü tattı ve onu tekrar istiyor. Şu yazımı paylaşmak isterim: ( https://onbinkitap.blogspot.com/2019/02/imdat-ile-zarife-filmi-ve-ogrenilmis.html) Film, Türkiye'de, belki de dünyada (eski Yugostlavya'da olduğunu, yetmişli yıllardan kalan bir Youtube videosu ile öğrendim) ayı oynatıcılı hakkında yapılmış, en azından benim bildiğim, iki filmden birisi. Diğeri de Gurgıriye serisinden bir absürt komdedi filmi ki, bu seri ve bu film, konumuz değil. İmdat ile Zarife filminde, filmin başında zabıtlar, ayı Zarife ve oynatıcısı İmdat'ı (Şevket Altuğ) şehir dışında bir ormana bırakır. Sonra şehre, yaşadıkları Roman kampına döndüklerinde, İmdat'ın kayınbabası ( Üstün Asutay), ormanı görmenin ayılar için iyi olmadığını söyler. Gerçekten de İmdat, fim boyunca ayısına hakim olamaz ve en sonunda imdat, ayısını dağa gitmesi için serbest bırakır. Şimdi yapacağım metafora gelrisek. 12 Eylül rejimi, Türk halkını oynatılan ayılara çevirmişti. Gezi ile gücünü hatırladı ve artık dönüş yok.

17 Ekim 2022 Pazartesi

12 EYLÜL ŞERİATÇILIĞI



 12 Eylül rejimine, Cumhuriyet gazetesi yazarları, (İlk hangisi demişti, bilmiyorum ya da öğrendiysem de hatırlamıyorum) Gardrop Atatürkçülüğü demişti. Görünüşte o kadar Atatürkçü bir iklim vardı ki, sanki aşırı Atatürkçülükten zehirleniyorduk. Gardrop kelimesinin hakkını verircesine, Atatürk'ün giydiği, bedene tam oturan, koyu renk takım elbiseler çok modaydı. Her bahçeye Atatürk büstü, her meydana Atatürk heykeli (Pek çoğu Atatürk'e pek benzemeyen), her odaya Atatürk resmi (Genelde paltolu resmi), her konuşmaya Atatürk'ten bir kaç söz eklemek, zorunluluk değil, modaydı. Tek televizyon kanalında,  gün boyu sık sık Atatürk'ün bir resmi, bir özdeyişi ile görünür, bu özdeyiz, TRT spikeri taradından diyor ki ya da Atatürk diyorki diye söze başlanarak seslendirilirdi. Şimdilerde yok edilen Yeşilköy havaalanı dahil, pek çok yerin adı, Atatürk, Yüzüncü Yıl (1981 Atatürk'ün doğumunun yüzüncü yılıydı), Gazi, Mustafa Kemal gibi isimler verildi. (12 Eylül generalleri, bu günlerin Atatürk resimli ya da imzalı tişört-gömlek ya da kravat giyetn, Atatürk'ün imzasını dövme yapan, Atatürk resimli-imzalı kalemlik, anahtarlık falan kullanan gençliğini görse ne derdi acaba? O generaller öldü ama alt rütbeli subayları yaşıyor.)

Görünüşte fazla Atatürkçülükten zehirleniyorduk. Gece-gündüz Atatürk'ü anıp, Atatürk'ü düşünüyor ve Atatürk'ün görüyorduk. O kadar ki meşhur yetmez ama referandumu, özellikle 12 Eylülde yapıldı ve 12 Eylülün tüm zorbalıkları, Atatürkçülüğe bağlandı.Oysa 12 Eylül, pek çok alanda Atatürkçülüğü açıkça saldırıyordu.

Zorunlu din dersleri,  Alevi köylerine cami yapmak ve imam atamak, Öz Türkçeciliğe karşı çıkmak,  Öz Türkçe kelimeleri yasaklayıp, bazıları çoktan unutulmuş Osmanlıca kelimelerin kullanımını zorunlu tutmak (Bu çaba hiç tutmadı, o kelimeler daha doksanlar gelmeden unutuldu. Darbenin önderi Kenan Evren'le, Kenan Kainat diye dalga geçildi), bolca imam hatip lisesi açmak ve sözde faizsiz finans şirketlerini serbes bırakmak gibi Atatütkçülükle uymayan bir sürü iş yaptı darbe rejimi. Biz heykellerle, resimlerle oyalanırken, Güzel Sanatlar Müzesindeki resimler yağmalandı. Resimler önce  generalle ve albayların, sonra daha alt rütbeli subayların odalarına gitti ve ardından pek çoğu da, ardından bir fotoğraf bile bırakmadan kayboldu. Sonra tütün ve alkol içeceklerinin tek dağıtıcısı Tekel idaresi ( Alkol satan yerlere halen Tekel Bayisi denmesinin sebebidir. Tekel idaresi de, özelleştirmeler kervanına katıldı), önce generallere, sonra neredeyse binbaşı ve daha üzeri tüm subaylara, neredeyse tüm üst düzey bürokratlara, kendi ürünlerinden oluşan yılbaşı paketleri göndermeyi gelenek haline getirdi. Bunu özelleştirildiği yıla kadar yaptı. Darbenin ilk günlerindeki sokağa çıkma yasainkları ile beraber, fırın sahiplerin krallığı başladı. Ekmek, önce pahallandı, sonra küçüldü. Televizyonda, perşembe akşamları yayımlanan huzura doğru başta olmak üzere, televizyonlar dini programlarla doldu.

Seksenlerin başlarında zorunlu din dersleri , bu günkü anlamda altıncı ve on birinci sınıflara kadardı. İlkokullarda, doksanlara kadar din derslerine genelde sınıf öğretmenleri girdi. O yılların din kültürü öğretmenleri ve din adamları, Alevilere karşı çok saldırgandı. Alevilerin, Müslüman olması için önce Hristiyan olması sözü çok yaygındı. Böylesi saldırgan sözleri yüzünden, o yıllarda dayak yiyen din kültürü öğretmeni çoktu. Din derslerinin asıl amacının Alevileri asimile etmek  ve solu ezmek için için olduğu, o yıllarda çok belliydi. O yıllarda din dersi programı, sadece Sünniliği, hatta sadece Hanefiliği övme üzerineydi. O yıllarda din kültürü öğretmenleri,  sık sık müfredatyın dışına çıkar, sözüm ona secde halinde donakalıp, Kızıldeniz'den çıkarılan firavun (oysa firavunluk kurulmadan evvel ölmüş bir Mısırlının, özenle yapılmış bir mumyasıydı bulunan), kurana bastığı için fareye dönüşen kız (bir heykel çalışması), ayda duyulan ezan sesi (uydurma), ünlü deniz araştırmacıJacques-Yves Cousteau'nun  Müslüman (adamın cenazesi meşhur Notre Dame'dan kakldırıldı) olması gibi yalan bilgileri aktarıp, dururlardı.
12 Eylül rejimini 1983, Turgut Özal ve partisi ANAP'ın iktidara gelmesi ile sınırlamak, fazla saflık olur. 
1983'de seçimlerden sonra Kenan Evren, Turgut Özal'a bir ay kadar görev vermedi. Öte yandan bu seçim 
süreci adil bir seçim süreci değildi. Hangi partinin ya da aday adayının aday olacağı Kenan Evren ve 
arkadaşlarının kararına bağlıydı. Atatürk'ün yüz iki (102) yaşındaki yaveri bile veto yemişti. (Emin Çölaşan
'ın Turgut Nereden Koşuyor kitabından)Özal ise, 1977'de, MSB (Necmettin Erbakan'ın partilerinden
Milli Selamet Partisi)'den, İzmir birinci sıra adayı iken seçimi kaybetmeseydi, zaten halk oylaması ile
kabul edilmiş 1981 anayasasının geçici maddesi ile otomatik vetolu olurken, kendisi ve partisi (en azından
a takımı ya da çelik çekirdek diyebileceğimiz ana kısmı) veto yememişti. Bu veto yemeyenler arasında, 
12 Eylülün sebeplerinden sayılan,  6 Eylül 1980'de, yani darbeye bir haftadan az kala yapılan, İstiklal 
Marşının oturarak okunması ile hatırlanan Konya mitinginin (ya da Kudüs'ü kurtarma mitingi)
 organizasyonunu yapan Mehmet Keçeciler'de vardı.
Turgut Özal'dan sonra rejim yavaş yavaş, heykeller, özlü sözler, şiirler, resimler ve çeşitli yerlere
verilen adlarla saklanan dincliği ve liberal ekonomiciliği ortaya çıktı. 


8 Ekim 2022 Cumartesi

SON YILLARDA BİTEN ÜLKÜCÜ ŞEYLER 3



 9)ALPARSLAN TÜRKEŞ'İN ADI:  Alparslan Türkeş yaşarken ülkücülerin temel sloganı, Başbuğ Türkeş'ti.  Hatta bir keresinde trafik kazalarını protesto ederken, trafikten hiç bahsetmeyip, sadece Başbuğ Türkeş diye bağırmaları olay olmuştu. 1997'de Türkeş ölür ölmez, Ülkücülük devletten tasfiye edilmeye ve azaltılmaya başlandı.  Polis, içişleri ve sağlık bakanlığı gibi kamu kuruluşlarında kemikleşmiş kadroların sökülmesi 2010 yetmez ama referandumundan sonra sökülmeye başlandı ve yerini tarikatlar aldı. Devlet Bahçeli'de parti başına geçer geçmez Ülkü ocaklarını sokaklardan çekti. 

Şimdilerde Türkeş'in adının giderek daha az azaldığını fark ettim. Bazı yaşlı ülkücülerin sosyal medya hesaplarında resmi var. Yeni nesil Ozan Arif'in adını bile unuttu. Türkeş'in adı ise bence unutulma aşamasına girdi. Öldükten sonra da bir süre başbuğ sloganları azalar  devam etti. Devlet Bahçeli, yıllar yılı Türkeş ile kıyaslandı.

Türkeş'in adının silinmesinde çocuklarının, ölümünden hemen sonra patlak veren ve akıllarda sandalyelerin havada uçuşması ve halkımızın ilk defa duyacağı kayyum kelimesi ile akıllarda kalan kurultay, son olarak da kayyumlu kurultayı kazanıp, partisini yöneten Devlet Bahçeli!nin hatalarınun değil, yaşarken kendisinin yaptığı hataların katkısı vardır. En basitinden, öldüğünde milletvekili bile değildi. Sağı, sokakta temsil etmesi için kendisine verilen Başbuğ ünvanına güvenip, dünürünü, dişçisini ve teşkilatların sevmediği bir sürü kişiyi aday gösterip, baraj altında kalmıştı. Bu tavrı, ölümünden sonra, daha kurultaya girmeden baştuğ ünvanı alan oğlu Tuğrul'un seçilememesine sebep oldu. Sola karşı sokaklarda mutlak bir zafer elde edemedi. Mussolini ve Hitler'i iktidara getiren sebeplerden biri de, komünistleri sokaklardan silmesiydi. Oysa Ülkü ocanları; Sivas, Maraş, Çorum, Kütahya, Konya ve benzeri yerlerde solu güçsüz düşürdüyse de, solu ne sildi, ne ezdi. Bu yüzden de 12 Eylül rejimi, solu ezmek adına darbe yapmak zorunda kaldı. Aslında gerçekte sorun sadece sol değil, Alevi ve Kürt azınlıktı. Konuyu bu açıdan bakarsak Türkeş ve MHP'yi daha iyi anlarız. Devlet, 12 Eylül olmadan, belki (bu belki önemli) ezebilrdi ama Alevileri ve Kürtleri asla ezemezdi. Alevi ve Kürtleri ezse de, Yunanistan'ın Nato'ya üyeliğini onaylamak, ülkeyi böylesi sendikasız işçiler cenneti yapmak da 12 Eylül olmadan olmazdı. Aslında sağcılık için 12 Eylül gerekliydi.

Bu açıdan bakarsanız, Devlet Bahçeli'de, Türkeş'in izinden gitti ve gidiyor. 1999 seçimlerinde, DSP ile koalisyon yaparak, sağı kurtardı, 2002'de AKP kurulunca aniden bitirerek, tekrar kurtardı. 2002'de, baraj altına kalma pahasına, Genç Psrti ve Cem Uzan'ı desteklemesini de bu bağlamda değerlendirmeli. Sonrasında, 7 Haziran 2015 seçimlerine kadar AKP'ye muhalif oldu, sonrasında AKP'ye destek verdi. 7 Haziran 2015'den sonra Türkiye'de düzene çekidüzen vermenin tek yolu, meclisi pasifize etmekten geçtiği anlaşıldı. Çünkü 12 Eylül ile gelen yüzde on barajı, Kürtlerin partisi HDP'yi durduramamıştı. Alevi genel başkanlı CHP ise büyüyerek geliyordu. MHP'nin kuruluş amacı, düzenin koruması için destek olmaktı. Sonrasında sendikal hareketler büyüyebilir, Türkiyeartık  ucuz işçilik cenneti olmayabilirdi. 

Türkeş her zaman bir NATO subayı olarak kaldı ve partisini de bir NATO partisi olarak kurdu. Daha sonra, daha sol hareketler ortaya çıkmadan, daha da CKMP'ye üye bile değilken, hatta Hindistan  büyükelçisi olarak 27 Mayıs'ı yapan  Milli Birlik Komitesinden atılmış bir sürgünken, CKMP, Alevilere saldırmaya başladı. (Türkeş, sonradan CKMP'nin genel başkanı oldu. Partinin adını da 1968'de Adana kongresinde Milliyetçi Hareket Partisi yaptı. Sol daha ciddi bir sokak hareketi değilken, MHP'nin ondan fazla komando kampı vardı. Ülkücülerin katliam yaptığı Mataş-Çorum-Sivas-Malatya gibi şehirlerde sandıktan genelde Demirel ve Özal'ın partileri çıktı.

Ancak son yıllarında merkez sağ partilerdeki çöküşü gördü ve yaşlandıkça da iktidara gelme hevesine kapıldı. 1995 seçimlerinde görüldü ki o kadar da başbuğ değilmiş. Teşkilatların sevmediği ahbaplarını aday gösteremiyorsun.

10)ATSIZ'IN OĞLU YAĞMUR'A MEKTUBU: Önce şu söz konusu mektubu-vasiyeti bir hatırlayalım: 

Nihal Atsız'ın Oğluna vasiyeti
"Yağmur, oğlum;
Bugün tam birbuçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim, kapatıyorum. Sana bir de resmimi yadigar olarak bırakıyorum. Ögütlerimi tut, iyi bir Türk ol! Komünizm bana düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlar tarihi düşmanlarımızdır. Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar , Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler yeni düşmanlarımızdır. Japonlar, Afganlar, Amerikalılar dış düşmanlarımızdır. Ermeniler, Kürtler, Zazalar, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlur, Lazlar, Gürcüler, Çeçenler, Çingeneler iç düşmanlarımızdır. Bu kadar çok düşmanla carpışmak için iyi hazırlanmalı.
Tanrı yardımcı olsun."
Bu garip vasyetname, zannedildiği gibi 1944'de tutuklandığında değil, 1941'de yazmıştır. Bu mektup, doksanlarda Atsızla ilgili her mevzuda anlatışır, kitaplarında yer alırdı. Şimdilerde Atsız'ın Türkiye'deki oğlu Yağmur Atsız, böyle bir mektup var da diyemem, yok da diyemem diyor.
Bunu anlayabilmek için, Türk faşizminin karmaşık yapısını anlamak gerekir. Türkler, Sibirya steplerinden Ön Asya ve Doğu Avrupa'ya geldiklerinde, şehirli ve kendilerinden daha gelişmiş toplumları yönetmek durumunda kaldılar. Üstelik bu toplumlar, birlik ve beraberlik bilinci içindeydiler. Aralarında fark olsa da Arap, Ermeni ya da Rum-Yunan olma bilnçleri vardı. Kürtler ve bazı küçük topluluklar, belki bunun istisnasıydı. Bunun üzerine Aleviler ve isyan eden bazı Oğuz boylarını da eklersek, bu azınlık topluluklarını yönetmekte zor oldu. Böl yönet sistemi de öyle Hindistan ya da Avrupalıların gittiği yerlerde işlemiyordu. Bunun için de azınlıklar içinden devşirmeler edindi. Devşirmeliği, Osmanlı, hatta Doğu Roma (Bizans)'ın icat ettiği söylenirse de, gerçekte Selçuklular zamanında da vardı. Devşirmelik, sadece Türkleşmek ya da Sünnileşmek değildir. Türk değilken ya da halen Alevi iken, Sünnilerin ya da Türklerin adamı olmaktır.
Bu yüzden Türklerde faşizm daima karışık ve karmaşıktır. Türkler ile azınlıklar arasında, Türkçe'de ne olduğunu ne öldüğünü istemek deyimine benzer bir ilişki vardır. Türkler, her Türk olmayan ya da Sünni olmayan toplulukları, azınlık gibi saymadıkları gibi, azınlıklara da düşman olmazlar. En büyük korkuları da azınlık saydıkları toplulukların devleti ele geçirmesidir.
Halen kendi aralarında Rumca konuşan Girit göçmenleri, Ermenice'nin bir lehçesini konuşan Hemşinliler, Kurtuluş savaşında bir kaç kere isyan etmiş Marmara bölgesi Çerkezleri, mısırdan alınan vergi yüzünden isyan eden Rizeli Lazlar, azınlık sayılmaz.
Bugün Türk faşizmi için nefret piramidinin tepesinde Ermeniler, altında Yahudiler, Rumlar, Tunceliler (Dersimliler), diğer Alevi Kürtler, Aleviler ya da Kürtler ve en altında da Romanlar bulunur. Diğer topluluklar geçmişte ne yaparsa yapsın, piramidin dışındadır.
Kaldı ki devletin ve faşizan odakların kendi sadık Ermenileri, Rumları, Yahudileri, Alevileri, Kürtleri falan vardır. Bu açıdan bir Ermeni'nin, Ege'nin küçük bir ilçesine kaymakam ya da Devlet Tiyartolarına genel müdür atanmasına da şaşırmamalı. Türkler için azınlıkların devlette çalışması değil, devlet aygıtında örgütlenmesi ve kalabalık olması sorundur.
Şimdi konuyu tekrar bu tuhaf mektuba getirelim. Bu mektup, eskiden beri Ülkücüler ve Atsızcılar için sorundu. Doksanlarla beraber Sosyalist rejimlerin yıkılması, demir duvarları da yıktı. Bu metupta (a da vasiyetnamede) adı geçen milletlerin, Türkiye'de yaşayan akrabaları, kimliklerini daha çok sevdi. Arnavut, Çeçen, Pomak ve benzeri milletler, köklerinin geldiği ülkeleri gördü, hatta akrabaları ile tanıştı. Dahası, Bosna, Çeçenistan, Kosova ve Abhazya'da savaştılar.
Şimdi de bu mektubu unutturmaya çalışıyorlar. Böyle saçma bir vasiyetname bile, kendisinin nasıl bir ruh hastası olduğunun ispatıdır.
Ne yazık ki ülkemizde Atsızcılık, iktidarın politikaları nedeniyle ülkemizde doluşan, sığınmacı mı, işgalci mi olduğu belli olmayan mülteciler yüzünden yükselişte. Kanada'daki oğlu Buğra Atsız'da, babasının yeni nesil olurlarının Ülkü ocaklarından yetişmediğini anlamış olmalı ki, Kanada'dan Ümit Özdağ'ı desteklemeye başlamış. Kızı Maya Atsız ise, internette dolaşan dedikodulara göre Türkçe bilmiyor, muhtemelen bilse de konuşmuyor. İnstagram sayfasında Şamanizm derslerine müşteri arıyor ( Dedesinin dininden gidiyor) ve Facebook profilindeki erkek arkadaşı veya sevgilisi olacak rakçı da saç-sakal sitili ile kurda benziyor.

27 Eylül 2022 Salı

Squid Game: BİR KAPİTALİZM ELEŞTİRİSİ OLARAK İNCELENMESİ



Nerflix'in Güney Kore yapımı dizisini geç izlediğim gibi, hakkında da geç yazı yazıyorum. Filmi, kapitalizm karşıtı açıdan yazıyorum.  Dizi, o kadar kapitalizm karşıtı ki, 1991, yani Sovyetler Birliğinin dağılmasından önce yapılmış olsaydı, sosyalizm-komünizm propagandası ile suçlanabilirdi. Aslına benzeri film yapıldı. Açlık oyunları ile başlayan disütopya filmleri zincirinin yeni halkalarından. Aslında Arnold Schwarzenegger'in 1987 de oynadığı Ölüme Koşan Adam diye Türkiye'de vizyona girmiş filmi, bu tür filmlerin başlangıcıdır. Açlık Oyunları romanlarının yazarının bir röportajda, Antik Girit'in Minos efsanesinden ilham aldığını zöylemişti.

Squid Game'in bu filmlerden farklı, bir disütopya'da değil, günümüzde geçiyor olması. Üstelik, İrlanda adası kadar yüzölçümü, elli milyon kadar nüfüsuyla, Rusya kadar büyük bir ekonomisi olan, günümüz Güney Kore'sinde geçiyor olaylar. Çocukluğumdan beri duyduyum Japonya örneğine bir de Kore örneği çıkmışken ne Squid Game'i. Koreliler para için Squid Game oynayacaksa, biz ne yapalım?

Bence dizinin en iyi bölümü. Diğer açlık oyunları ya da disütopik savaş oyunlarının aksine, oyuncular, oyundan vazgeçiyorlar ve gerçek hayata geri dönüyoruz. İşte orada dev ekonomisi ile sanayileşmesi Türkiye'nin hedefi olan Güney Kore kapitalizminin kabusunu görüyoruz. %51 ile oyunu bitirmişken, kısa süre sonra%91 ile oyunlara geri dönülüyor; üstelik ilk oyunun vahşiliğine ve neredeyse oyuncuların yarısının ölmesine rağmen.  Dışarısı, yani kapitalist dünya, bir kere düşmüşlere ikinci bir şansı çok nadiren veriyor.

Oyuncular arasında bu kapitalizmin alt sınıfından her türden insan var. Bir tane mafya elemanı, bir tane sonlara doğru (4, ya da 5. bölümde) Pakistanlı olduğunu öğrendiğimiz Ali (Ali, iş ve kariyer uğruna Kore'ye göç eden göçmenleri simgeliyor), iyi üniversitede okuyup, şirketini dolandıran beyaz yakalı  (seksenlerin deyimi ile Yupie) biri, Kuzey Kore'den kaçmış biri,  bir karı-koca, bir yankesici (başrolün parasını da çalıyor), bu yankesicinin, mafya'nın eski sevgilisi olduğunu öğreniyoruz ve başka bir sürü insan.

Bu tip disütopik filmlerin kaynağı, deneysel sosyal psikolojinin kurucusu Muzaffer Şerif Başoğlu'nun Hırsızlar Mağarası deneyidir. (Biri Bizi Gözetliyor, Sörvayvır gibi televizyon şovlarının kökeni de Başoğlu'nun sosyal-psikolojik deneyleri vardır.

Dizide 4. bölümden sonra oyun kuranların içine sızan polis sayesinde, gardiyanların halinin da mahkumkardan betermiş. Bu da güzel bir ayrıntı.

Dizide aslında pek iyi karakter yok. Baş karakter iyi ve merhametli bir olmakla beraber, anasından para tırtıklayan, at yarışları düşkünü, hiç bir işte tutunamamış, eğitimde başarılı olamamış, loser (luzir) denen silik biri. Kapitalistlere göre yoksullar, bunlardan oluşuyor. Öte yandan başarısız beyaz yakalı, dizinin gizli kötü jönü. Dizi de ana kuzusu olan ana karakter ile, beyaz yakalı gizli kötü karakter arasında geçiyor aslında. Finalde de ikisi kapışıyor. İlk bölümdeki kıyımdan çocukluk arkadaşını koruması, yupi'nin içindeki kötülüğü görmemize engel oluyor. Onun içindeki kötülükte, kapitalizmin kötülüğü gibi zamanla ortaya çıkıyor.

Finalde başkahraman, yaşadığı olayların etkisiyle deliriyor. Pek çok kişi son bölümü beğenmemiş ama son bölüm felsefesini, kapitalizmin vahşiliğini çok iyi anlatıyor.

Sonuda kahramanımız kendini kurtarmak yerine bu oyuna son vermeye karar veriyor. 

Bence dizi, bu açıdan izlenmeli.

23 Eylül 2022 Cuma

PEYGAMBERE ŞİRK KOŞMAK (DİNSİZLİK TÜRLERİ)

 


İslamiyette en çok tekrarlanan sözlerden biri de Muhammed'in son peygamber olduğudur. İslamda Allah'a denk varlıklar olduğunu söylemek (şirk koşmak, eş koşmak) büyük günahken, peygamberin pek çok dengi vardır. Pek çok kişiye Hüccet-ül İslam, Bedüüzaman, gavs gibi unvanlar verilmiş, bu unvanlara da pek itiraz eden olmamıştır.

Biz toplum olarak yıllarca, peygamberin doğumunu kutlama kisvesi altında, Fettullah Gülen'in doğum gününü kutladık. Hem de 23 Nisanın üstünü kapatacak bir şekilde, tüm haftaya yayarak. İmam Hatipler için yılın olayıydı, tüm sene buna hazırlanırdı. Bunun böyle olduğu, 15 Temmuza kadar ret edildi. 15 Temmuzdan sonraki yıl bir günlüğüne kutlandı, ertesi yıl, miraç kandili ile kutlandı.  Hatta 15 temmuzda, fizik kitaplarında F kuvvetlerinin G yüklerini çekmesi-kaldırması; matematikte F şehrinden G şehrine gitmeyi bile yasakladılar.

F.G, onlarca şeyhten en güçlüsüydü çünkü NATO onu seçmişti, onun önü açılmıştı. Öte yandan laik devlete karşı bayrağı da o açmıştı. Devlete sızmayı o başlatmıştı. Ateist, solcu hayranları vardı. 2013 aralığına kadar da diğer tüm tarikatları yöneten bir orkestra şefi gibiydi. Sonra iktidar kavgasında kaybedince kafir oldu.

Buna çok da şaşırmamak lazım. Humeyni'de, İran'da devrim yaptıktan sonra,  kendi politikalarını benimsemeyen mollaların cübbelerini almıştı. Siyaset, din adamlarına karşı da acımasızdır.

Şimdilerde Fettullah Gülen'i diğer tarikatlardan ve Nurculardan ayırma gayreti var. Tüm tarikatlar birbirinden siyasi olarak ayrılır. Siyasi olarak uzlaşıyorlarsa, başka mezhep ve dinlere karşı da birliktedirler.  Fettullah Gülen, Said-i Nursi'den farklı şeyler söylememiş, Nurcu öğrenci, evlerinde ve yurtlarında bolca risale (kitapçık demek, Nursi'nin yazdığı Risale-i Nur kitabının kısa adı)

Fettullah Gülen, Said-i Nursi ne derse onu yapmıştır. Bazı gizli güçlerin desteği ile, 1974 Kıbrıs'ın kurtarılmasından sonra emekli de olmuş, bir anda etrafında bir kalabalık birikmiştir. Bu gizemli yükselişi, 12 Eylül ile birden füze hızına ulaşmıştır. Sadece o değil,  bütün tarikatlar yükselişe geçti. Çünkü ne 12 Mart, ne 12 Eylül, tarikatlara hiç bir şey yapmadı ve tarikat şeyhlerinin çoğunun, hiç hapis anısı yoktur. 1970'den beri tarikat liderlerinin dokunulmazlığı var. O çok ağladıkları 28 Şubat sürecinde olan, türbanını çıkarmak istemeyen kadınlara, imam hatiplilere ve meslek liselilerine oldu. Şeyhler mürit ve para kazanmaya devam ettiler. Son kırk-elli yılın evliyalarında, çile konusu eksiktir.

Bu yazının asıl konusu şudur ki, bu din adamlarının makam olarak peygamberle yarışması, bunu bazen kendilerinin, bazen de onların sırtından isim kazananların yapması.

Mesela Mevlana, hiç bir eserinde evliyalığını ya da çilekeşliğini anlatmaz. Oysa Ahmet Eflaki, onun çocukken bile çok az yemek yediğini yazmış ve onun hakkında bir sürü şey uydurmuştur. Eflaki, Ariflerin Menkılbeleri adlı kitabında, Mesnevi, Kuran şerhidir diyen birini azarlar ve Mesnevi Kuran'ın kendisidir der. Ah Bunu Türk halkı, şeyh uçmaz, müritleri uçurur diye anlatmıştır. Bazı durumlarda da şeyh, kendi kendisini uçurmaya çalışmıştır.

Buna  bir kaç örnek vereyim.  Ünlü hadis derleyicisi Buhari, kendi kitabında yazdığına göre, esrarengiz bir yerde, günler süren, yeme-içme-namaz-uyku molası olmayan bir sınava tabi tutulmuştur. Ona hadisler, rahiv senetleri de karıştırılarak sorulmuş, o da doğru söylemiştir. Said-i Nursi  de, İstanbul'da esrarengiz bir medresede, kendisinden başka şahidi olmayan bir sınava tabi tutulmuştur. Olayın olduğu tarihte, tesadüfe bakın ki, İslamcıların çok sevdiği 2. Abdülhamit'in kendisini akıl hastanesine attığı zamana denk geliyor. Bu şahıs, kendi yazdığı kitap için, benim malım değil, Kuran'ın malıdır diyor. Yani yazdıklarını Kuran ile bir tutuyor. Yazdıklarının, tıpku Kuran gibi eleştirilmemesini istiyor. Mevlana'nın Eflaki araacılığı ile yaptığını, Nursi, kendisi yapıyor. 

Artık bunu pek çok din adamı yapıyor. Mesela bu yaz ölen bir tarikat şeyhi, kendisi on yıldan fazladır felçli ve bir yıla yakındır da felçli, kadınlar başını açtıkça hastalandığını söylemişti. Karaman'da kırk beş çocuğa tecavüz edilirken veya yolsuzluklar olurken kendisine bir şey olmuyor tabi. 

Bir de, bu yaz boyunca ne kadar çok din adamı ya da din ile ilgili açıklamaları yüzünden ünlü olmuş bazı yazar çizerler de öldü. Bu kimsenin de dikkatini çikmedi nedense.

Sevgili okurlarım, kendisini peygambere şirk koşanlara da yüz vermeyin.